40. MÜNEBBİHAT, 4. DERS
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihi ecmaîn...
Beraber, bir salâtü selâm okuyalım:
“Allaaahümme sallî âlâaa, seyyidinâaa, muhammedinin nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ... Aaalihî ve sahbihî ve sellim”
a. İstediğin Kadar Yaşa!
Dünkü dersten bir-iki tanesini tekrar edeyim:64
قَالَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِِ السَّلاَمُ: يَا مُحَمَ د، عِشْ مَا شِئْتَ، فَإِنََّك مَيِّتٌ؛
وَأَحْبِبْ مَنْ شِئْتَ، فَإِنََّك مَفَارِقُهُِ؛ وَاعْمَلْ مَا شِئْتَ، فَإِنَّكَ مَجْزِيٌّ بِهِِ (ك. هب. عن سهل بن سعد؛ هب. عن جابر؛ حل. عن علي)
64 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.360, no:7921; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.306, no:4278; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.349, no:10541; Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.I, s.435, no;746; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.522, no:3529; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.10, no:1592; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXIII, s.216; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.253; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.119, no:4845; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.43, no:8418; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.376, no:17645; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.202; Hz. Ali R’dan. Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.348, no:10540; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.242, no:1755; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.394; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.782, no:21388; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.59, no:1731;
Cebrâil AS gelmiş Peygamber SAS Efendimiz’e, diyor ki:
1. (Ya muhammed, îş mâ şi’te) “Ey Muhammed SAS, nasıl istersen öyle yaşa; (feinneke meyyitün) ama bil ki, neticesi ölüm!”
2. (Ve ahbib men şi’te) “İstediğini sev, neyi seviyorsan; serbestsin yâni... (Feinneke müfârikuhû) Bil ki, ondan ayrılacaksın!” Bu, güzel bir ders...
3. (Va’mel mâ şi’te) Nasıl istersen öyle amel et! İster hayır, ister şer... (Feinneke mecziyyün bih) O yaptığın amelin karşılığını göreceksin! İyiyse iyilik, kötüyse kötülük...”
b. Arş’ın Gölgesinde Gölgelenecek Üç Kişi
قَالَ النَبِى صَلَّى اللُّ عَلَيْ هِِ وَسَ لَّمَ: ثَلاَثَ نَفَرٍ يُظِلَّهُمُ اللُّ تَحْــتَ ظِلَّ
عَرْشـــِهِِ ، يَوْمَ لاَ ظِلَّ إِلاَّ ظِل هُِ : المُــتَوَ ضَّئُ فِي الْمَكَارِهِ؛ وَالْمَا شِي
اِلَى الْمَسَاجِدِ فِي الظ لَمْ، وَمُ طْعِمُ الْجَائِ عُ
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
(Selâsü neferin yüzıllehümü’llahü tahte zılle arşihî, yevme lâ zılle illâ zıllühû) “Üç kişi var ki, bunlar gölgenin olmadığı bir günde, Arş’ın gölgesi altında gölgeleneceklerdir. Üç nefer:
1. Bunlardan birisi: (El-mütevaddaü fi’l-mekârih) “Soğuk havalarda abdestini dikkatle alan, güzel alan...” Soğuktan acele eder insan da, üşümeyeyim diye...
2. (Ve’l-mâşî ile’l-mesâcidi fi’z-zulem) “Karanlık gecelerde de camiye gidiyor. Karanlık diye gitmemezlik yapmıyor.” Aydınlıklarda gitmek kolay da, karanlıkta gitmek zor olduğu için... Karanlık havalarda... O zaman böyle, elektrik-melektrik yok yollarda filân... Karanlıkta ayın ışığıyla gidiyor herkes... Ay karanlığı da olur bazan... Bütün karanlık olur. O karanlıkta bile mescide gidenler... Yâni mescidi bırakmıyor hiç bir surette...
“Karanlık bugün, namazı evde kılıvereyim!” filân demiyor. İlle
mescide gitmeye çalışıyor.
3. (Ve mut’imü’l-câi’) “Bir de açları doyuruyor.”
c. İbrâhim AS’ın Özellikleri
قِيلَ لإِبْرَاهِيمَ عَلَيْهِِ السَّلامُ: بِأَيِّ شَيْءٍ اِتَّخَذَكَ اللَّّ خَلِيلاً ؟ قَالَ:
بِثَلاَثَةِ أَشْياءَ: اخْتَرْتَ أَمْرَ اللَِّّ عَلَى أَمْرِ غَيْرِهِ، وَمَا اهْتَمَمْتُ بِمَا
يُكْفِلُ اللَّّ لِي وَمَا تَعَشَّيْتُ وَلاَ تَغَدَّيْتُ إِلاَّ مَعَ الضَّيْفِ .
İbrâhim AS’a demişler ki:
(Bi-eyyi şey’in ittehazeke’llàhe halîlen) “Ne için Allah seni halil edindi, dost edindi? Allah-u Teâlâ’nın seni dost edinmesine sebep ne?” diye sormuşlar.
(Kàle) O da demiş ki:
(Bi-selâseti eşyâe) “Üç şeyle...” Üç haslet var bende; o üç hasletten dolayı Cenâb-ı Hak beni kendine dost edindi:
1. (İhtertü emra’llàhi teâlâ alâ emri gayrihî) Şimdi, iki tane iş çıkar ortaya: Ezan okunuyor, namaz kılınacak... Bir de dünya işi çıkar ki, görülmesi lâzım... Yok; Allah’ın emrine evvelâ git! Ondan sonra da dünya işiyle meşgul ol! “Ben Allah emrini ihtiyar ettim!” diyor İbrâhim AS...
2. (Ve mâ ihtememtü bimâ tekeffelallàhu lî) “Allah-u Teâlâ’nın verdiği rızk için hiç kaygı çekmedim. Biliyorum ki, Allah verecek, Rezzak Allah... Rezzak’ın Allah olduğunu bildiğim için, rızık hususunda hiç kaygım olmadı.”
Allah da ona, o kadar çok verdi.
3. (Ve mâ teaşşeytü, ve mâ taaddeytü illâ maa’d-dayf) “Bununla beraber, ne akşam ne de sabah yemeklerini misafirsiz yemedim!
İllâ misafîr...”
Çıkarmış kapının önüne... Yolun üstüne yahut... Misafir
ararmış. Tabii, şimdiki gibi kalabalık değildi dünya... Hoşuma gider: Gâvur gelmiş, yoldan geçiyormuş. Gâvura işaret etmiş:
“—Gel, gel! Yemeğini ye de öyle git!” demiş.
Gâvur gelmiş. Gâvura:
“—Lâ ilahe illa’llah de!” demiş.
Gâvur:
“—Demem!” demiş.
“—Demezsen git!” demiş.
Arkadan Cenab-ı Hak vahyetmiş —90 yaşındaymış gâvur:
“—Doksan sene ben ona rızkı verdim de; sen, bir gün ona rızkı vermedin!” demiş.
Hemen koşmuş arkasından... Demiş:
“—Gel, gel!”
“—Neden?”
“—Allah beni ayıpladı!”
Demiş:
“—Ne güzel Rabbin var senin! Lâ ilâhe illallah, ibrâhim halîlullah.” diyerekten müslümanlığını ilân etmiş...
Yâni, koyunlarının köpeğini söylüyorlar ama hatırımda kalmadı. Koyunlarının köpeği, köpek sürüsü çok sayıda... O kadar çok koyunu varmış... Cenâb-ı Hak vermiş. Bu da çok bereketli bir mahlûk...
Salebe isminde ashabdan bir zat var; çok fakir... Cami güvercini koymuşlar adını... Camiden çıkmıyor. Fakat fakirlik de var... Demiş:
“—Yâ Rasûlallah, bana bir dua et de, ne olur ben bu fakirlikten kurtulayım! Kurtulayım da mal mülk sahibi olayım!”
Efendimiz, iki defasında hiç kulak asmamış. Üçüncüsünde bir dua etmiş. Büyümüş de büyümüş koyunları... Büyümüş de büyümüş... Salebe her gün camiden çıkmazken, şimdi haftadan haftaya gelmeye başlamış. Cumadan cumaya...
“—Ne oldu bizim Salebe’ye?”
“—Sürüleri arttı. Dışarıdaki boş arazilere gidiyor. Onun için
gelemiyor.” diyorlar.
Sonra diyor ki:
“—Cuma’ya da gelemiyor; ne oldu bu?”
“—Medine havalisi yetmedi, dış memleketlere gitti.
Derken, zekât ayeti nazil oldu.
“—Gidin, isteyin zekâtı ondan!” demişler.
O da:
“—Ben bu zekâtı veremem; öyle şey olmaz!” demiş en nihayet... Allah esirgeye...
d. İnsanı Ferahlandıran Üç Şey
وَعَنْ بَعْضِ اْلحُكَمَاءِ: ثَلاَثَةُ أَشْيَاءَ تُفَرِ ج اْلغُصَصَ : ذِكْرُ اللِّ تَعَالَى،
وَلِقَاءُ أَوْلِيَائِهِِ، وَكَلاَمُ اْلحُكَمَاءِ.
Hükemâdan bazıları demişler ki:
“Üç şey vardır ki, insanlardan gam ve gussayı giderir:
1. Birisi: (Zikru’llàhi teâlâ) “Allah-u Teâlâ’nın zikrine başladın mıydı, ne gam kalır ne kasavet...” Ama güzel bir zikrullah yapacaksın.
2. İkincisi: (Ve likài evliyâihî) “Allah’ın dostlarına mülâki oldu muydu, orda da gam kasavet kalmaz. O da giderir.”
3. Üçüncüsü: (Ve kelâmü’l-hükemâ’) “Hükemânın sözlerini dinlersen, o da gam ve kasaveti dağıtır.”
e. Önce Edep
وَعَنِ الْحَسَنِ البَصْرِىِّ: مَنْ لاَ أَدَبَ لَهُِ ، لاَ عِلْمَ لَ هُِ؛ وَمَن لاَ صَبَرَ
لَهُِ، لاَ دِينَ لَ هُِ؛ وَمَنْ لاَ وَرَعَ لَهُِ ، لاَ زُلْفَى لَهِ .
Hasan-ı Basrî Hazretleri diyor ki… Hasan-ı Basrî, malûm
büyük bir zat:
1. (Men lâ edebe lehû, lâ ilme lehû) “Edebi olmayanın ilmi olmaz!” Edep büyük bir devlet yâni... Edebi olmayanın ilmi olmaz!
“—Çok biliyor...” Ne kadar bilirse bilsin! Edebi olmayanda lâyıkı gibi ilim bulunmaz. Onun için büyüklerin sözü var:
Edeb bir tâc imiş nûr-u Hüdâ’dan, Giy ol tâcı, emin ol her belâdan!
İlim meclisinde aradım, kıldım taleb,
Dediler ilim en geride; illâ edeb, illa edeb!
Edep olmayınca olmaz!
2. (Ve men lâ sabra lehû, lâ dîne lehû) “Sabrı olmayanın da dini olmaz!” Dininde kemâl olmaz yâni... Kâmil olamaz!
3. (Ve men lâ veraa lehû) Vera’ denilen, şübuhattan ictinâb... Şüpheli şeylerden ictinâb ediyor, sakınıyor. Ve takvânın üstü... Takvâ bundan bir aşağı... Takvâdan bir üstüne vera’ diyorlar. “O da olmazsa, (lâ zülfâ lehû) onun da Allah’a yakınlığı olmaz!”
f. Hikmetin Başı Allah Korkusu
وَرُوِيَ : اَنَّ رَجُ لاً خَرَجَ مِنْ بَ نِى اِسْرَائِيلَ اِلٰى طَلَبِ الْعِلْمِ ، فَبَلَغَ ذٰلِكَ
نَبِيَّهُمْ فَبَعَثَ اِ لَيْهِِ فَأَتَاهُ فَقَالَ لَهُِ : يَ ا فَتَى، اِنِّى اُعِظُكَ بِثَ لاَثِ خِصَ الٍ
فِيهَا عِلْمُ الاَوَّلِـينَ وَالْخِرِينَ: خَفِّ اللَّ فِى السِّرِّ وَالْعَ لاَنِيَّةِ؛ وَاَمْسِكْ
لِسَــانَ ـكَ عَنِ الْخَلْقِ، لاَ تَذْكُرْهُمْ اِلاَّ بِخَـيْرٍ؛ وَ انْظُرْ حُبْزَكَ الَّذِي
تَأْكُلْهُِ، حَتَّى يَكُونَ مِنَ الْحَ لاَلِ. فَامْتَنَ عَ اْ لفَتَى عَنِ الْخُرُوجِ .
Bir rivayet de yapıyorlar şimdi ki:
(Enne racülen) Adamlardan bir adam, (harace min benî isrâil, ilâ talebi’l-ilmi) Benî İsrail’in devrinde, Musâ Aleyhisselâm’ın devrinde ilim öğrenmeye çıkmış. (Febeleğa zâlike nebiyyehüm) O zamanın peygamberine haber vermişler ki:
“—Filân adam memleket dışına gidiyor, ilim öğrenmeğe...”
O da demiş ki:
“—Çağırın o adamı! Ben ona bir nasihat edeyim, ondan sonra gitsin!” Gelmiş adam... Demiş ki:
(Yâ fetâ) “Ey genç! (İnnî eizuke bi-selâsi hısàl) Sana üç şeyle nasihat edeceğim, va’z edeceğim; (fîhâ ilmü’l-evvelîne ve’l-âhirîn) Evvelkilerin ve ahirînin ilmi, yâni bütün ilimler bu üç şeyin içinde:
1. (Haffi’llâhe fi’s-sırri ve’l-alâniyeh) “Allah’tan gizli ve aşikâr her zaman kork!” Onun için diyorlar ki: Bazı adam bakar sağına soluna... Bunu insanlardan kimse görmüyorsa yapacağını yapar. Âlim olan da, Allah’ı arar. Allah görüyor, biliyor. Onun için insanlara iltifat etmez. İnsan görsün görmesin, Allah görüyor ya kâfi der. O da onu arar...
Onun için, “Sen, gizli ve alenî her yerde, Allah’tan kork!” demiş. Dünkü münciyâtta da söyledi ya, (Fehaşyetu’llàh fi’s-sirri ve’l-alâniyeh) “Gizli ve âşikâr Allah’tan korkmak...” diye... Her yerde haşyetullah... Yine o, ikisi de bir...
Onun için, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki bir hadis-i şerifinde:65
رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللّ (الحكيم، وابن لال عن ابن مسعود)
65 İbn-i Ebî Şeybe Musannef, c.VII, s.106, no:34552; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.470, no:742-744; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.270, no:3258; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.267, no:5873; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.56, no:12550.
(Re’sü’l-hikmeh) “Hikmetin başı, (mehàfetu’llàh) Allah korkusudur.” Bu Allah korkusu içeriye sinmedikçe, insanın hakkından gelinmez.
İnsanoğlu çok büyük bir mahlûk... Acâib mahlûk... Onun için, ya melekleri geçer insanoğlu; yahut, hayvanlardan aşağı düşer. Melekleri de geçer, hayvanlardan da aşağı düşer.
أُوْلَئِكَ كَالأَْنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَل (الاعراف:٩٧١)
(Ülâike ke’l-en’ami belhüm edal) En’am, hayvanat... “Bunlar hayvan gibidirler, hattâ hayvandan da aşağı...” (A’raf, 7/179)
Çünkü hayvanın etini yersin; derisinden, kemiğinden, tüyünden, sütünden istifade edersin. Ama insanın neyinden istifade edeceksin? Şerden başka bir şey yok...
Onun için, Allah korkusu her şeyin başında... O da neden oluyor? İmanın kuvvetinden... İman neyle beslenecek? İbadetle beslenecek. İman ibadetle beslenir. Nasıl vücud yemekle besleniyorsa, iman da amelle, amel-i salihlerle beslenir. Amel-i salihi çok olan, gece namazlarına devam eden, nafile ibadetlere devam edenlerin içlerine, Allah tarafından Allah korkusu yerleştirilir.
2. İkincisi: (Ve emsik lisaneke ani’l-halk) “Dilini tut, halkın aleyhinde kat’iyyen konuşma!”
Bak, ne güzel: “Dilini tut! Halkın aleyhinde kat’iyyen kötü bir şey söyleme!”
“—E canım, şu fenâ bu fenâ...”
“—O fenâ olsun, bu fenâ olsun; sana ne? Sen kendine bak!”
(İllâ bi-hayrin) “Halkın arkasından konuşurken hayırla konuş!” Hayırla konuşacaksan, ne alâ... Konuşmayacaksan, dilini tut!
(Ve emsik lisâneke) Dilini tut, (anil halkı) mahlûkata karşı... (Lâ tezkürhüm) Onları anma, (illâ bi-hayrin) ancak hayırlarını an!
Çünkü insan iki şeyden hali değil: İyiliği de vardır, kötülüğü de
vardır. İyiliğini görüp, kötülüğünü görmemek; büyüklük... Kötülüğünü görüp de, iyiliğini kapamak; o da fenâlık... Allah esirgeye... Çünkü ikisi de var insanda... Bazan bakarsın iyidir; bazan da bakarsın, bozulur. E, daima Allah’a yalvarırız ki: “—Yâ Rab, onu da hayırlara ihsan et!” diye.
3. Üçüncü nasihat: (Ve’nzur hubzeke’llezî te’külühû) “Yediğin ekmeğe bak! (Hattâ yekûne mine’l-halâl) Helâlinden olsun lokman!”
(Femtenea’l-fetâ ani’l-hurûc) Bunun üzerine çocuk, uzak memleketlere gidip tahsil-i ilim etmekten vaz geçti. “Bu üçü yeter bana!” dedi.
Bu üç yeter! Neydi? Birincisi, Allah korkusu... İkincisi; halka karşı dilini tut, kimsenin ayıbını söyleme! Yâni, ayıpları sakla!
Allah Settâr. Sen de Settar ismine bürün, örtücü ol! Üçüncüsü de, lokmana bak; helâl olsun lokman…
g. İlimden Faydalanmanın Şartları
وَرُوِيَ: اَنَّ رَجُلاً مِنْ بَنِى اِسْرَائِيلَ، جَمَ عَ ثَ مَانـِينَ تَابُوتًا مِ نَ الْعِ لْمِ، وَ
لَمْ يَنـْتَ فِعْ بِعِلْمِ هِِ، فَأَوْحَى اللُّ تَعَالٰى اِلٰى نـَـبِــيِّهِمْ، اَ نْ قُلْ لِهٰ ذَا الْجَامِ عِ،
لَوْ جَمَ عَت ْكثيرًا من العلم لم ينفعك الا ان تعمل بثلاثــة اشــياء:
لاَ تُحِب الد نـْيَا فَلـَ ـيْسَتْ بِدَارِ الْمُؤْ مِ نِينَ، وَلاَ تُصَــاحٍبِ الشَّيْطَانَ
فليس برفيق المؤ منين، وَلاَ تُؤْذِ أَحَدًا، فَلَ يْسَ بِحِرْفَةِ الْ مُؤْمِنِينَ.
(Ve ruviye) Yine rivayet edildi ki: (Enne racülen min benî isrâil) “Yine Benî İsrail devrinden bir adam, (cemaa semanîne tabuten mine’l-ilmi) seksen sandık ilim, kitap doldurmuş. Seksen
sandık büyük büyük kitap... (Ve lem yentefi’ bi-ilmihî) Bizim gibi, ilminden hiç faydalanamamış zavallı...”
Kitap dolu ama, merkebin arkasına kitapları doldursan; merkebin o kitaplardan haberi olur mu? Sûre-i Cuma’da Cenâb-ı Hak bize diyor:
مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ
أَسْفَارًا (الجمعة:٥)
(Meselü’llezîne hummilü’t-tevrâte lem yahmilûhâ) [Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, (kemeselül hımâru yahmilü esfârâ) ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir.] (Cuma, 62/5)
Merkebin arkasına kitapları doldurur gibi, doldur kitapları! O Allah korkusu olmadıktan sonra, halkın aleyhine konuşursan, bir de lokmana dikkat etmezsen; o bilgiler sana ne fayda verecek?
Onun için, şimdi bu adam seksen sandık kitap toplamış, fakat bir türlü faydalanamamış da, (Feevha’llàhu teàlâ ilâ nebiyyihim) o devrin peygamberine Cenab-ı Hak vahyetmiş:
(En kul li-hâze’l-câmi’) “Bu kadar kitap toplayan adama söyle
ey nebî! (Lev cema’te kesîren mine’l-ilmî) Yine bu kadar kitap toplasan, okusan; (lem yenfeake), ne kadar kitap toplarsan topla, sana faydası olmaz; (illâ en ta’mele bi-selâseh) ancak şu üç şeyle amel etmedikçe:
1. (Lâ tuhibbe’d-dünyâ) “Dünyayı sevme!” Yâni dünyada günah işleme! Dünya, ahiretin tarlası... Burada ne ekersen, onu biçeceksin. Onun için, hayırlar yap burada! Paralarını günah yerlere harcama! Günah işlerin peşinde koşma! Zevk ü sefaya dalma!
Dünyayı seveceğiz biz... Niçin? Cennete buradan gideceğiz. Kazanacağız, fakirlere bakacağız, muhtaçlara bakacağız... Talib-i ilmi gözetleyeceğiz, okutacağız... Derken, cennetin yolunu
kazanacağız. Dünyada oluyor ya bunlar!
Ama buradaki dünyayı sevme; dünyada günah işleme! Günah yerlerine, zevk yerlerine aldanıp da hayatını ifna etme! (Feleyset bi-dâri’l-mü’minîn) “Çünkü dünya müminlerin yeri değil...” Mü’minlerin yeri, cennet... Burada cennete gidecek amelleri yapabilirsen, ne mutlu sana!
2. (Ve lâ tüsàhibi’ş-şeytàn) “Şeytanla arkadaşlık yapma!..”
Şeytanla arkadaşlık olmaz tabiatıyla; şeytanı bulamayız, göremeyiz. Yâni, şeytanın sözünü dinleme! Şeytan seni sevk eder: “Deniz kıyısına, plaja git!” der. Şuraya git der, buraya git der... “Televizyonun karşısından kalkma!” der... “Şimdi ezan okunuyor ama zararı yok, onu seyret!” der. Hep o şeytanın arkadaşlığı... (Feleyse bi-refîkı’l-mü’minin) “Şeytan, mü’minlere refik olmaya lâyık değildir.” Yâni, onu ilminle def et, Allah’ın emrine uy!
3. (Ve lâ tü’zi ehaden) “Hiç kimseye eziyet etme!”
Ama ne güzel! Yukardaki nasihatte dedi ki: “Dilini tut!” Burada da diyor ki: “Kimseye ezâ etme!” Kimsenin aleyhinde konuşma demek... Aleyhinde konuşursan duyacak insan... Yerin kulağı var diyorlar ya, gelir kulağa... Sana karşı bir nefret besler, “Vah, vah! Benim aleyhimde böyle konuşuyormuş.” der. İnsanın niyeti bozuk tabii... Ben de onun aleyhinde konuşurum. Duramam ki... Ben de konuşunca; ben de günahkâr, o da günahkâr... Derken fitne büyür. Kavgalara gider. Ölümlere kadar gider... Onun için, (ve lâ tü’zi ehaden) “Hiç kimseye eziyet etme!” dedi. Kimsenin aleyhinde konuşma!
“—Ama, kabahati çok!”
“—N’apalım, Allah Gaffar…”
(Feleyse bi-hirfeti’l-mü’minîn) “Çünkü başkasına eziyet etmek müminlerin işi değil! Müminler kimseye eziyet etmez!”
Ne güzel nasihatlar… Yâ Rabbi, affet kusurlarımızı! Uçağın ufak bir parçası bozulursa, düşüyor. Sen de namaz kılar, oruç tutar, bir de mü’minlere eziyet edersen hâlin ne olacak?
h. İnsanların Saîd Olanı
وَقِيلَ: أَسْ عَدُ النَّ اسِ: مَنْ لَهِ قَلْبٌ عَالِمٌ، وَبَدَنٌ صَابِرٌ، وَقَنَاعَةٌ
بِمَا فِي الْيَدِ .
Demişler ki: (Es’adü’n-nâs) “Nasın saîdi...”
Şimdi Berat gecesi oldu ya; saîd ve şakî diye ikiye bölündük. Saidlerin eline saadet kâğıdı verildi. Şakilerin de ellerine şekàvet kâğıdı verildi. Şimdi bu diyor ki:
(Es’adü’n-nâs) “İnsanların saîdi, mes’ud olanı kim? (Men lehü kalbün àlimün) Gönlü var, ilimle, Hak ilmiyle dolu... (Ve bedenün sàbirün) Bedeni var, sabırlı... Hastalıklara, rahatsızlıklara, her türlü şeye karşı sabrediyor. (Ve kanâatün bimâ fi’l-yed) Elinde olana da kanaat ediyor.”
Demiyor ki:
“—Yahu, öteki yaşıyor; ben de böyle sürüneyim mi?” Gözü yok başkasının malında...
Allaaah... Hepimize böyle güzel huylar nasib etsin Mevlâm... Bunları yazmışlar ne güzel de, ama kulaklarımıza girmiyor işte; ne yapalım?
i. Helâk Edici Üç Şey
عَنْ اِبْرَاهِيمَ الـنَّخَعِى: إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ هَلَكَ قَبْلَكُمْ بِثَلاَثِ خِصَالٍ:
بِفُضُوْلِ الْكَلاَمِ ، وَفُضُوْلِ الطََّعامِ، وَ فُضُوْلِ الْمَنَامِ .
İbrâhim en-Nehaî denilen bir büyük var; o da şöyle diyor:
(İnnemâ heleke men heleke kableküm) “Sizden evvel helâk olanlar helâk oldu, (bi-selâsi hısàlin) üç şeyden dolayı... Sizden evvel helâk olan taife var ya; bir sürü kavimler kaybolmuş gitmiş. Haa, onların helâki üç şeyden olmuş:
1. (Bi-fudùli’l-kelâm) “Çok konuştukları için.”
2. (Ve fudùli’t-taâm) “Çok yemek yedikleri için.”
3. (Ve fudùli’l-menâm) “Çok uyudukları için.”
Üç şey: Çok konuşmak, çok yemek ve çok uyumak... İyi bir şey değilmiş ki, sizden evvel helâk olanlar bu üç şeyden dolayı helâk oldular.
Çünkü fazla söz, senin gönlünü karartır. Allah’ı zikretmeye vakit kalmaz. Halbuki o lisan Allah’ı zikredecektir. Sen onu, boşu boşuna fazla sözlerle vaktini geçirirsin.
Çok taam, fazla yemek; o da öyledir. Vücudlarımıza ağırlık veriyor, çeşitli hastalıklar getiriyor. Peygamberin yediği gibi: İki öğün yer... Bir gün yer, bir gün yemez... Pazartesi perşembeyi bırakmaz, oruç tutar... Bazan üç-beş gün birden tutar...
Ve bir de, çok uyku… Uykuyu üçe bölmüşler: Dört saat, altı saat, sekiz saat... Dört saat, büyüklerin; altı saat, orta insanların; sekiz saat de, bizim gibi gafillerin... Ondan fazlası, fazla!
j. İşler Ölünce Biter
وَعَنْ يـَحْـيَى بْنِ مُ عَاذٍ الرَّازِ ى: طُوبَى لِمَنْ تَرَكَ الد نْيَا قَ بْلَ اَنْ
تَتْرُكَهُِ، وَ بَنَى قَبْرَهُ قَبْلَ أَنْ يَدْخُلَهُِ، وَ أَ رْضٰى رَبَّ هِ قَبْلَ أَ نْ يَلْ قَاهُ.
Yahyâ ibn-i Muaz da diyor ki:
1. (Tùbâ li-men tereke’d-dünyâ kable en tetrükehû) “Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terk edebilirsen ne mutlu sana!” Dünya seni nasıl olsa bir gün bırakacak. İş bitmez.
Bugün bir Şamlı geldi de öyle diyor:
“—İş bitmez, ölünce biter... İşler, ölünce biter.”
Binaen aleyh, “Sen dünyayı terket, o seni terketmeden!..” Çünkü bir gün bırakacak seni... Ölüm gelecek, bırakacak... O seni bırakmadan, sen onu bırak...
2. İkincisi: (Ve benâ kabrehû kable en yedhulehû) “Kabrini yapar, oraya girmeden evvel...”
“—E, altınla filan mı yaptıracağız?”
Yok, öyle değil! Amel-i salihlerle kabrini tezyin et! O, çok paralar harcayıp da, o kabri yaptıranlara yazık... Allah merhamet versin... O tenin toprak oldu, çürüdün gitti. Senin üstündeki mermerin, zînetin ne kıymeti var? Ama saltanatlara meraklı, insanlar...
3. (Ve erdà rabbehû, kable en yelkàhu) “Rabbini de râzı eder, ona mülâkî olmadan evvel…”
Dünyada hayatta iken, Rabbini râzı edecek ameller işler.
Ne mutlu bunlara!
k. İnsanlarla Güzel Geçinmek
وَعَنْ عَلِىٍّ رَضِىَ اللُّ عَنْهُِ : مَ نْ لَمْ يَكُنْ عِنْدَهُ سُنَّةُ اللِّ، وَ سُنَّةِ رَسُولِهِِ ،
وَسُنَّةِ اَوْلِيَائِ هِِ فَلَ يْسَ فِى يَدِهِ شَيءٌ. قِيلَ لَهُِ : مَ ا سُنَّةُ اللِّ؟ قَالَ:كِتْمَانِ
السِّرِّ. وَقِيلَ: مَا سُنَّةُ الرَّسُـولِ؟ قَالَ : اَ لْمُدَارَاةُ بَيْنَ النَّاسِ . وَقـِيلَ:
مَا سُنَّةُ اَوْ لِيَائِ هِِ؟ قَالَ: اِحْتِمَالُ الاَذٰى عَنِ النَّ اسِ .
Hazret-i Ali RA de diyor ki:
(Men lem yekün indehû sünnetu’llàhi, ve sünneti rasûlihî, ve sünneti evliyâihî, feleyse fi yedihî şey’ün) “Şu üç sünnet; Allah’ın sünneti, Peygamber’in sünneti, evliyânın sünneti bir kimsede olmazsa, o kimsenin elinde hiç bir şey yoktur.”
Demişler ki:
1. (Mâ sünnetu’llah) “Allah’ın sünneti nedir?”
Demiş: (Kitmânü’s-sirri) “Sırları saklamak...”
Sırları saklamak Allah’ın sünneti. Birisi sana bir şey söyler. Onu kimseye söyleme! Sen de onu sakla! Bu, Allah’ın sünneti...
2. (Mâ sünnetü’r-rasûl) “Sünnet-i Rasûlullah nedir?” demişler.
Sünnet-i Rasûlullah... Bak; namazın, öğlenin sünneti var.
Akşamın sünneti var. Sabahın sünneti var... Bu sünnetlere sünnet deriz. Abdestin sünneti var... Bunu hep biliyoruz.
Demiş: (El-mudàrâtü beyne’n-nâs) “İnsanlar arasında gayet hoş geçinmek, sünnet-i Rasûlüllahtır.”
Adamın birisi —işte cahil adam— gelmiş, Efendimiz’in yakasına yapışmış. Biraz da tartmış şöyle... İz etmiş boynuna mübareğin... Tabii etrafında bir sürü ashab var... Buna, bir tane
tokat patlatabilirdi. Ashabına;
“—Tutun şu adamı!” diyebilirdi.
Yooook, hiç onları yapmadı... Ne etti ya? Para istiyormuş.
“—Verin şunu!” dediler.
Koyverdiler, aldı, gitti. (El-müdàrâtü beyne’n-nâs) İnsanlar arasında tatlı geçim... Herkesin mizacına göre...
Şimdi onu da diyordum ya... Bir doktor gitmiş köye... Köylüyü toplamış:
“—İşte, hastalık şöyle olur... Bu mikrop buradan gelir, şu mikrop buradan çıkar...” demiş.
Köylü... Hiç kulağına bile gitmez onun... Mikroptan filan ne anlayacak? Bir mühendis gider: “—Köprü böyle yapılır. Bina böyle yapılır...” filân...
Köylü anlar mı? Ona diyeceksin:
“—Ekin böyle ekilir, tarla bu zaman sürülür...”
Ondan anlar. Herkesin haline göre söyleyeceksin! Haline göre...
3. (Mâ sünneti evliyâihî?) “Sünnet-i evliyâ nedir?” demişler.
Evliyânın da sünneti var! Büyüklerin sünnetleri vardır. Bunları da hoş görmek lâzım! “Bunun yeri yok kitapta!” filan deyip de, atlatmamağa çalışmak lâzım! Büyüklerin sünnetleri vardır. O sünnetlere de dikkat etmek lâzım! Neymiş o?
(İhtimâlü’l-ezâ ani’n-nâs) “İnsanlardan gelen ezâlara sabretmektir.” demiş.
Gördün mü, bak yukarda, “Hiç kimseye ezâ etme!” dedi; “Hiç kimsenin aleyhinde konuşma!” dedi. Şimdi burda da “Gelen
ezâlara sabret!” diyor. Beşer bu... Herkeste bir türlü hilkat var... Kimisi acı söyler, kimisi sert söyler... Bunların hepsine ne yapacaksın? (İhtimâlü’l-ezâ ani’n-nâs) İnsanlardan gelen ezâlara sabredeceksin! Allah, cümlemizi bu sabırlı kullarından etsin...
Bunlar dilde kolay... Ama bunlar tatbikat ister. Meselâ pehlivan...
“—İşte şöyle vuracaksın, böyle vuracaksın!” demekle olur mu?
Olmaz! Çalışacaksın, kuvvetleneceksin de onu yapacaksın.
Diğeri doktor... Mektepte okuyor ama, çıkınca olmuyor.
“—Üç sene daha çalış da, tatbikat gör de ondan sonra!” diyorlar.
l. Önce Allah’ın Rızası
وَكَانُوا مَنْ قَبْلَنَا يَتَوَاصَوْ نَ بِثَ لاَثِ حِصَ الٍ وَ يَتَكَاتَبُونَ بِهَا: مَنْ عَمِلَ
لْخِرَتِهِِ، كَفَاهُ اللَّ أَمْرَ دِينِهِِ وَدُنْيَاهُ؛ وَمَنْ اَحْسَنَ سَرِيرَتَهُِ، اَحْسَنَ
اللُّ عَلاَنِيَتَهُِ؛ وَمَنْ اَصْلَ حَ مَا بَيْنَهُِ وَبَيْنَ اللِّ، اَصْ لَحَ اللُّ مَا بَيْنَهُِ وَبَيْنَ
النَّ اسِ.
(Ve kânû men kablenâ yetevâsavne bi-selâsi hisàlin ve
yetekâtebüne bihâ) Bizden evvelki insanlar, bir birlerine üç şeyle nasihat ederlerdi ve yazışırlardı:
1. (Men amile li-âhiretihî, kefâhu’llàhu emre dînihî ve dünyâhu) “Her kim amel-i ahireti işlerse, Allah’ın emirlerine itaat eder de onun emrettiklerini yaparsa; Allah onun dünyasına da, ahiretine de kâfidir!” Dünyada da, ahirette de sıkıntı çekmez. Dünyada sıkıntıya gelmez, ahirette de gelmez.
2. (Ve men ahsene serîretehû) “Her kim içini temiz ederse, güzel ederse; (ahsena’llahu alâniyetehû) Allah da onun dışını güzel
eder.”
3. (Ve men eslaha mâ beynehû ve beyna’llàhi) “Kim kendisi ile Allah arasını islah eder, düzeltirse; (eslaha’llàhu mâ beynehû ve beyne’n-nâs) Allah da insanlarla onun arasını ıslah eder.” Herkes onu sever, herkes ona saygı gösterir.
Dünya işlerimizin düzelmesi, Allah ile olan işlerimizin düzelmesine bağlı... Biz Allah ile olan işleri düzeltmedikçe, dünya işlerimiz de düzelmez bizim... Kabahati şuna buna buluruz.
m. İnsanların Hayırlısı
وَعَنْ عَلِىٍّ رَضِىَ اللُّ عَنْهُِ : كُنْ عِنْدَ اللِّ خَيْرَ النَّاسِ، وَكُنْ عِنْدَ
النَّ فْسِ شَر النَّاسِ، وَكُنْ عِنْدَ النَِّاس رَجُلاً مِنَ النَِّاس.
Hz. Ali RA, buyuruyor ki:
1. (Kün inda’llàhi hayra’n-nâs) “Allah-u Celle ve A’lâ’nın indinde nasın hayırlısı ol!” Buyrulmuş ki:66
خَيْرُ النَّاسِ، مَنْ يَ نْفَعُ النَّاسِ
(Hayru’n-nâs, men yenfeu’n-nâs) “İnsanların en hayırlısı, insanlara hayrı dokunandır.”
Hayırların en büyüğü, en iyisi; insanlara imanı telkin eden, imanı aşılayan, imanı onda tekemmül ettirmeye çalışan faaliyetlerdir.
2. (Ve kün inde’n-nefsi şerre’n-nâs) “Nefsine göre de, en şerli bir mahlûk bil kendini!” En şerli bir mahlûk...
3. (Ve kün inde’n-nâs, raculen mine’n-nâs) “İnsanlar arasında da, kendine hiç pâye verme! İnsanlardan bir insan ol!”
66 Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.171, no:44154; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.234, no:1254; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XXXIV, s.430, no:37640.
“—Ben alimim, ben fazılım, ben şöyleyim, ben böyleyim...” deme; “Herkes nasılsa, ben de öyleyim” de! İnsanlar nasıl yaşıyorlarsa, sen de onlar gibi yaşa!
Onun için, Nakşî dervişlerinin kılığı kıyafeti yoktur. Halk nasıl giyiniyorsa, öyle giyinirler. Bazan latifeler yaparlar, bazan kendilerini setredici şeyler icad ederler ki, halk arasında bir temâyüz edilmesin.
n. Günahı Kime Karşı Yaptığına Bak!
قِيلَ: اَوْحَى اللُّ تـَ عَالٰى اِلٰى عُ زَيْرٍ الـنَّبِىِّ عَلـَـِيْهِِ الــسَّـلاَ مُ، فَ قَالَ:
يَا عُزَيْرُ، إِذَا أَذْنَبْتَ ذَنْباً صَغِيرًا، فَلا تَنْظُرْ إلَى صِغَرِهِ، وَانْظُرْ
اِلَى مَنْ اَذْنَبْتَ لَهُِ؛ وَاِذَا اَصَابَكَ خَيرًا يَسـِـيرًا، فَلا تَنْظُرْ إلَى
صِغَرِهِ، وَانْظُرْ اِلَى مَنِ الَّذِى رَزَقَكَ؛ وَ اِذَا اَصَابَكَ بَلِــيَّــةٌ، فَلاَ
تَشـْـكُونِى اِلٰى خَلـْقِى، كَ مَا لاَ اَشْكُوكَ اِ لٰى مَلاَئِكتى اِذَ ا
صَعِدَتْ اِلَىَّ مَسَاوِيكَ .
Üzeyr AS var... Cenâb-ı Hak ona vahyediyor, diyor ki:
1. (Yâ uzeyr, izâ eznebte zenben sağîren) “Ufak bir günah işlediğin zaman...” Günahın büyüğü var, küçüğü var... Meselâ, gözlerle harama bakmak küçük bir günah... Ama, bu büyük günahları çeker diyor. Büyük günahları çekici... Bu, kendisi ufak, ama büyük günahlara vesile olur. (Felâ tenzur ilâ sığarihi) “Onun ufaklığına bakma sen! Sen ufak günah işledin ama onun ufaklığına bakma; (ve’nzur ilâ meni’llezî eznebte lehû) onu kime karşı yaptığına bak!” Bu günahı kime karşı yaptığına bak, ufaklığına bakma!
2. (Ve izâ esàbeke hayrun) “Eğer bir hayır isabet ederse sana... (Yesîrun) Ama az bir şey, az bir hayır geldi. (Ve lâ tenzur ilâ sığarihî) Onun da azlığına bakma!” Meselâ, bugün birisi beş kuruş verdi. Bugünün çocuğu da almıyor ya onu… Onun azlığına bakma! (Venzur ilâ meni’llezî rezakake) “Onu, o rızkı sana gönderene bak!” Onu sana gönderen, onu münasib görmüş göndermiş. Hiç sesini çıkarma!
Az gelmiş... Ama gönderen az vermiş, ne yapalım? Çok gelince sevinirsin ama gönderen çok da gönderir, az da gönderir. O da onun bir hikmeti...
3. (Ve izâ esâbeke beliyyetün) “Eğer sana bir belâ, bir musibet gelirse; (ve lâ teşkünî îlâ halkî) halka karşı beni şikayet etme!” “—Allah bana şunu verdi, bunu verdi... Şöyle sıkıntıdayım, böyle sıkıntıdayım...” diye halka karşı şikâyetçi olma! Vay vay diye bağırıp da, ortalıkta tellallık yapma...
(Kemâ lâ eşkûke ilâ melâiketî izâ saidet ileyye mesâvik) “Senin günahların bana geliyor. Senin günahların bana gelince ben de, “Kulum ne fenalıklar yapıyor!” diye meleklere şikâyet etmiyorum ki! Ben seni nasıl şikâyet etmiyorsam, sen de halka beni şikayet etme!”
Allah cümlemizi affetsin...
(Ezan okunmaya başladı. Eşhedü enne muhammeder- rasûlüllah’a gelince, iki ellerini bir araya getirip, başparmak tırnaklarını öpüp gözlerine sürdüler. Sonra dediler ki:)
“—Bu, Ebûbekr-i Sıddîk Hazretleri’nin sünnetidir. (Kurrate aynî habibî yâ rasûla’llah!) diyerek böyle yapardı.
(Yatsı namazı ve teravih kılındıktan sonra dua ettiler:)
o. Dua
Sübhàne rabbiye’l-aliyyi’l a’le’l-vehhâb... El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî
muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Yâ Rabbi, bu okuduklarımızdan hàsıl olan sevapları, sevgili Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri’nin ve bilcümle peygamberân-ı izam hazerâtının evlâd, ezvâc, eshab ve etbâlarının; bu ana kadar geçmiş olan bilcümle mü’minîn ü mü’minât ve meşayih-ı izam hazerâtının ruhlarıyla beraber, Halid ibn-i Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin ruhu ile, bilumum ashab-ı güzîn (rıdvanu’llàhi teàlâ aleyhim ecmaîn) hazeratının ruhlarına; salâtîn-i mâzıyyenin ruhlarıyla birlikte İskender Paşa’nın ruhu ile, bil’umum ashab-ı hayratın da ruhlarına; bahusus hazırûn ve cemaat kardaşlarımızın geçmişlerimizin ve geçmişlerinin ruhlarına ayrı ayrı hediyye eyledik, Mevlâ vasıl eyleye...
Cümlesinin ruhlarını mesrûr, kabirlerini pürnür, makamlarını âlî, derecelerini yüksek eyleyip. seyyiatlarımızı ve seyyiatlarını da hasenâta tebdil eyleye...
Bizler dahi onlar gibi bu dar-ı dünyadan göç vakti gelince, cümlemize az ağrı, âsân ölüm, kâmil bir iman ile ve buyurun: “—Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” kelime-i tayyibe-i münciyesini de cân ü yürekten söyleye söyleye, çene kapayıp, göz yummayı Mevlâ cümle Ümmet-i Muhammed’e, bizlere de nasîb ü müyesser eyleye...
Allàhümmec’alnâ mine’t-tevvâbîn... Vec’alnâ mine’l- mütetahhirîn... Vec’alnâ min ibadike’s-sàlihîn... Vec’alnâ mine’llezine lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn... Allàhümme’hdinâ min indik... Ve efid aleynâ min fadlik... Ve esbiğ aleynâ min rahmetik... Ve enzil aleynâ min berekâtik...
Allàhümme innâ nes’elüke temâme’n-ni’meh... Ve devâme’l- àfiyeh... Ve hüsne’l-hàtimeh... Bi-hürmeti’l-fâtihah!
02. 08. 1979 – İskenderpaşa Camii
(5 Ramazan 1399)