35. MEDİNE-İ MÜNEVVERE
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berakâtühû! Bi’smi’lllâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkibetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Muhterem kardeşler! Bazı acâib ve garâib hadiselere her zaman rast gelmekteyiz. Bunlar bize tuhaf gelir, “Olur mu, olmaz mı böyle şey?” gibilerden. Fakat düşünürsek, insan kadar kıymetli ve güzel bir mahlûk yoktur. Yeryüzünde çok mahlûk var, fakat en güzeli insandır. İnsanın güzeli de, meleklerden de güzeldir! İnsanın kötüsü, kötülerin de kötüsüdür, şerdir.
Binâen aleyh, size geçen cumada Mekke’deki bir hadiseyi anlattım. Bugün de Medine-i Münevvere’yi size anlatmak isteyeceğim:
Medine-i Münevvere, bulunduğumuz topraklardan bir
topraktır. Bir parçadır yani… Fakat öyle topraktır ki, toprağı da şifadır, tozu da şifadır! Bu memleket, Medine-i Münevvere dediğimiz memleket...
Şöyle bir hadise anlatırlar müfessirler: Yemen’de bir hükümdar varmış, adına Tübbâ derlermiş. Çok kuvvetli askeri, idaresi varmış. Bu adamın aklına esmiş, Yemen’den çıkmış, ta Semerkand denilen Türkistan memleketlerine kadar gitmiş. Yaka, yıka, nasıl gittiyse... Büyük ordusuyla gidiyor. Semerkand’ı yıkmış ve yakmış. Sonra oradan geri dönmüş. Medine-i Münevvere’ye yolu uğramış. Medine-i Münevvere’yi de tahribe kasdettiği vakitte, Medine’nin yanındaki Benî Kureyzâ denilen kabilenin
alimlerinden iki tane alim, buna gitmişler demişler ki:
“—Hoş geldin, sefa geldin amma, bu memlekete elleşme! Çünkü bu memlekete ahir zaman peygamberi gelecek, dârü’l- hicrettir burası... Onun için, sana zararı dokunur bunun! Sen
büyük kumandansın, yakıp yıkıp geldin buralara kadar ama buraya elleşme! Senin mahvına sebep olur sonra burası…” demişler.
“—Kim bu Peygamber-i ahir zaman?”
Cenâb-ı Hak, Tevrat’ta da Peygamberimiz’in evsafını beyan ettiği için, bildirmişler:
“—Şöyle bir peygamberdir, dini böyledir...” filan demişler.
“—Öyleyse, ben de ona iman ettim.” demiş.
Peygamber Efendimiz’den tam 700 sene evvel gelen bir adam…
İman etmiş ve bir de mektup yazaraktan ev sahibine bırakmış.
“—Her kimin zamanında bu Peygamber gelirse, benim kendisine iman ettiğimi bu mektupla bildirsinler.” demiş.
Yirmi birinci karın olaraktan, yani anadan anaya 21. evlât olaraktan, Ebû Eyyûb-u Ensàrî Hazretleri’nin —burada yatan Eyyüb Sultan Hazretleri’nin— eline gelmiş. Peygamberimiz evine misafir olduğu vakitte, o da Efendimiz SAS’e mektubu tevdi etmiş. Hayır dualar almış.
Bu zata İslâm âdâb u an’anesi bildirildiği gibi, işte hac farizası da bildirilmiş: “Müslümanlar, hac da ederler.” denmiş. Bu adam oradan kalkmış, ordusuyla beraber Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş. Mekke-i Mükerreme’de altı bin deve keserekten, Mekke halkına muavenette bulunmuş... Ve Kâbe üzerinde bugün gördüğümüz bir örtü var ya, o örtüyü ilk örten bu adam olmuş. Kâbe’nin ilk örtüsünü bu adam örtmüş. Bugüne kadar da an’aneyle, o örtü geliyor işte...
Allah hepimizi affetsin... Tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin...
İmân ve İslâmiyet bambaşka bir şey! Servetle ölçülmez, kuvvetle ölçülmez! Şan u şerefle hiç ölçülmez... Ne fakirler, ne garipler, ne miskinler vardır ki, gönülleri nur ile doludur. İçlerindeki iman ateşi, aşkı, kâinatı ışıldatır.
Binâen aleyh, Medine-i Münevvere çok güzel bir memleket olmakla beraber, ulemanın ihtilafı olmuş, “Acaba Mekke mi efdaldir, Medine mi efdaldir?” diyerekten. Bazı ulemâ “Mekke
efdaldir.” demiş; bazı ulemâ da —İmam-ı Mâlik gibi— “Medine efdaldir.” demiş.
Mekke’de kılınan iki rekât namaz, yüz bin rekâtın sevabını alır. Yüz bin rekât! Medine-i Münevvere’de kılınan iki rekât namaz, bin ilâ on bin arasında sevap alır. Kudüs’te kılınan namaz ise, beş yüz rekât sevabı alır.
Bununla beraber, SAS Efendimiz buyuruyor ki:47
تُرْبَةُ أَرْضِنَا بِرِيقَةِ بَعْضِنَا يُشْفَى سَقِيمُنَا بِإِذْنِ رَبِّنَا (خ. م. د. ه. ك.ع. ش. طب. عن عائشة)
(Türbetü ardınâ) “Bizim, bu yerimizin toprağı, ( bi-rîkati
47 Buhàrî, Sahîh, c.5, s.2168, no:5413; Müslim, Sahîh, c.4, s.1724, no:2194; Ebû Dâvud, Sünen, c.4, s.12, no:3895; .İbn-i Mâce, Sünen, c.2, s.1163, no:3521; Hàkim, Müstedrek, c.4, s.457, no:8266; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.8, s.40, no:4550; İbn- i Ebî Şeybe, c.5, s.46, no:23569; Taberânî, Sünenü’l-Kübrâ, c.4, s.368, no:7550; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.2, s.21, no:2135, Hazret-i Aişe RA’dan.
bağdınâ) bazılarımızın ağzındaki tükürük, (yüşfâ sakîmenâ) bizim hastalarımıza şifa verir, (bi-izni rabbinâ) Allah-u Teàlâ’nın izniyle.”
Yâni, Medine-i Münevvere’nin toprağı, bazı sàlih insanların tükürüğüyle beraber, yaralara sürüldüğü vakitte, yaralar şifa bulur.
Bu hal, yakın vakte kadar adet idi ki, Medine-i Münevvere’nin topraklarından, böyle ufak ufak keselere kor, satarlar idi hacılara... Herkesin evinde bulunsun diyerekten...
Binâen aleyh, Medine-i Münevvere çok efdal bir yer olmakla beraber, Efendimiz SAS’in bulunduğu şebeke-i şerâfeti ihtiva eden Kubbe-i Hadrâ, Arş denilen yüksek makamdan da a’lâdır! Toprağı her şeyin üstündedir.
Binâen aleyh, Medine-i Münevvere bu kadar güzel olmakla beraber, yine bir hadis-i şeriflerinde Deylemî Hazretleri rivayet eder ki:
ترك دانك من حرام اللّ، افضل من سمانين حجة بعد حجة الاسلام
(Terki dânikin min harâmi’llâh) “Haramdan bir dânik miktarı bir şeyi terk etmek…” Danik diyerekten, iki kırat ağırlığındaki nesneye diyorlar. Her bir kırat, beş arpa ağırlığında olurmuş. İki kıratın ağırlığı on arpaya muadil ki, bizim bir kiraza değmez. Bir üzüme ve bir duta değmez. On arpa daha hafif gelir, üzüm ve kiraz daha ağır gelir.
Binâen aleyh, “Bu kadarcık bir şeyi terk etmek, (efdalü) efdaldir, üstündür.” Ne kadar? (Min semânîne elfe haccetin ba’de hacceti’l-islâm) Farz olan haccı yaptıktan sonra yapacağı binlerce, hatta seksen bin hacdan efdaldir bir haramın terki...” Yalanla para kazananların, haramla para kazananların, rüşvetlerle para kazananların; efendim, ihtikârlarla para kazananların kulakları çınlasın!
Binâen aleyh, haramı terk her şeyden efdal... Ama çok kazanamayacaksın... Ne yapalım canım? Ayağını kapayacak
kadar bir kulübe olsun kâfi! Karnını doyuracak bir parça ekmek olsun, kâfi... Çok şanlı şerefli yaşayacağına, Allah’ın rızasını kazanarak yaşamak her şeyden efdal!
Veysel Karanî Hazretleri’nin nesi vardı? Nesi vardı ama bu gün herkes hürmetle anıyor onu. Neden? Allah’ın rızasını kazanmak için, her şeyini feda etmiş; meczub bir hale gelmiş. Kendisine de hàkim değil...
Binâen aleyh, Allah-u Teàlâ cümlemizi afv ü mağfiret eylesin de, o güzel mukaddes makamlarda yapılan dualara, bizim dualarımızı da ilhak ederekten, bizi razı olduğu, hoşnud olduğu, sevdiği kulları arasına kabul buyursun...
Hayat ancak bu rızayı kazanmak içindir. Bu hayat bize verilmiştir ya, elli sene-yüz sene yaşarız. Fakat bunun sebebi, Hakk’ın rızasını kazanıp, rıza evi olan cennete girmek içindir. Bu evi kazanamaz, bu rızayı kazanamaz da, yazık olaraktan o cehennem evine düşülürse ki, ne büyük felaket, ne büyük acıdır.
Bunun yegâne sebebi günahlardır. Günahlar adamı gâvur etmez vâkıa; amma ve lâkin günahlar, insanları gâvurluğa doğru sürükler de, haberi bile olmaz. Sel geldiği vakitte, nasıl çörü çöpü önüne katıp da, sürükleyip götürüyor... İşte günahlar da insanları böyle sürükleyip götürür, küfrün içerisine sokar da, haberi bile olmaz. Hâlâ, “Ben müslümanım!” der. Onun için, küfür en büyük felaket! Beş tane felâketi var: Evvela, tevbe etmezse karısı boş olur. Yaptığı ibadetler de yoğa gider, boşa gider. Ne kadar ibadet yaptı, ne kadar hac yaptıysa hepsi boşa gider. İbadetler kaza olunmaz ama tevbe ettikten sonra haccını tekrar yapması lâzım!
İkincisi, karısı kendisinden boş olur. “Ben boşamadım karıyı!” Yok, o fesh oldu. İnfisah diyorlar, mukavele fesh oldu artık. Ağzından çıkan o kelime-i küfürle, nikâh kendiliğinden fesh oldu. Karı senden ayrıdır artık! Karının yanına sokulamazsın, “Bu benim karımdır.” diyemezsin artık! Geçti.
Tövbe edersen, taze bir nikâhla nikâh-ı evvelin, evvelki
nikâhın üzerine 10 gümüş dirhem daha ziyade etmek üzere, yeni bir nikâh kıyılır.
Üçüncüsü: Tevbe etmezse kestiği de yenmez! Allah affetsin kusurlarımızı... Sonra eğer tevbe etmezse, ki tövbesi “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demekle olmaz diyor. Bunu demekle dönemez yine gâvurluktan...
“—Ya nasıl olacak?”
O dediği sözden, “Ben bundan tevbe ettim, yanlış yapmışım, rücû ettim bu sözden.” diyecek. Nasıl ki, bir kâfir müslüman olurken, hemen “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh” demesi kâfî değil. Ya? “Ben, bütün bâtıl dinlerden rücû ettim.” diyecek. “Bütün bâtıl dinlerden rücû ederek, İslâm’a girdim.” diyerek kelime-i şehadeti getirecek. Bu da öyle yapacak.
“Eğer tevbe etmeden ölürse, bu sefer onun cenazesi de kılınmaz ve bir müslüman mezarlığına gömülmez.” diyor. Hattâ bir müslüman mezarlığına değil, hiç bir makbereye gömülmez, diyor. Hangi milletten olursa olsun. “Ne yahudi mezarlığına, ne hristiyan mezarlığına gömülmez.” diyor.
Ne felâket! Allah cümlemizi affetsin... İmanı sağlam, kavî olan ve her akşam tevbe istiğfar ile, tecdîd-i iman, tecdîd-i nikâh ederekten yatağına giren kullarından eylesin...
Cenâb-ı Hakk’a dâimâ tazarru ederek elini açıp, “Yâ Rab! Beni doğru yoldan ayırma! Beni nefsin, şeytanın yollarına saptırma!”
Şimdi, Medine-i Münevvere’de gördüğüm bir hadiseyi de arz
edeyim size:
Bir vakit namazında ön safa gittim. Mâlûm, o ön saf, bizim Kànûnî Sultan Süleyman’ın yaptırdığı bir mihrabdır. Bir on metre, belki daha fazla camiyi genişletmiş. Oraya baktım, hep talebeler toplanmışlar. Kitapları ellerinde, ders çalışıyorlar. Gözüme çarptı; baktım, hep saatler sağ ellerinde...
Allah Allah, dedim. O gün soramadım hiç birisine... Ertesi gün yine gittim. Daha kalabalık bir cemaat... Baktım, saatleri yine hep sağ ellerinde! Birisine sordum:
“—Yâhu, herkes sol eline takarken siz niye sağ ellerinize taktınız, bu saatleri?” Dedi ki:
“—Peygamber SAS, sağı sevmez miydi? ‘Sağ elinizle yeyin, sağ elinizle için, sağ elinizle alın, sağ elinizle verin!’ diyen Peygamber değil mi? Kur’an’da da eshàbü’l-yemîn diyerekten Cenâb-ı Hak bunu methetmiyor mu?”
“—Evet...” dedim.
“—Biz de ondan dolayı sağ elimize taktık.” dediler.
“—Pek güzel!” dedim.
“—E, sen duymadın mı hoca efendi?” dediler.
“—Neyi?”
“—Cenâb-ı Peygamber, ‘Ey mü’minler, siz yehud ve nasaraya uymayın!’ demedi mi?”
يَاأَي هَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ، بَعْضُهُمْ
أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ ، وَ مَنْ يَتَوَلــَّهُمْ مِنْكُمْ فَإِنَّهُِ مِنْهُمْ ، إِنَّ اللََّّ لاَ يَهْدِي
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (المائدة:٥١)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû lâ tettahızü’l-yehûde ve’n-nasàrâ evliyâ) “Ey iman edenler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin! Çünkü onlar birbirinin dostudurlar, birbirinin tarafını tutarlar. Kim onlara uyarsa, onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.”
(Mâide, 5/51) demiyor mu Kur’an?”
“—Evet, diyor.”
“—Efendimiz SAS de:48
خَالِ فُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰى (حب. شداد بن أوس عن أبيهِ)
(Hàlifü’l-yehûd ve’n-nasàrâ) [Yahudilere ve hristiyanlara muhalefet edin!] demedi mi?”
“—Dedi.”
“—E öyleyse, onlar soluna takıyorsa, biz de sağımıza takarız.” dedi.
“—Sonra,
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ (الفاحة:٧)
(Gayri’l-mağdùbi aleyhim vele’d-dàllîn) (Fâtiha, 1/7) diye her
gün okumuyor musunuz?”
“—Okuyoruz.”
“—E, sonra mağdùb kimdir? Gazab olunan yahudiler. Dàllîn
kimdir? Sapıtmış olan hristiyanlar. Siz onlara neden uyacaksınız? Orada Allah’a, ‘Yâ Rabbi, onlardan etme bizi!’ dediğimiz halde, onlara nasıl uyulur?” dedi.
Allah cümlemizi affetsin... Tevfîkàt-ı samedâniyyesine mazhar
48 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.5, s.561, no:2186, Şeddâd ibn-i Evs RA, babasından.
etsin...
Bakınız Kâbe çok güzel, yüz bin sevap var... Medine çok güzel, Peygamber-i ahir zaman orada yatıyor. Yedi yüz sene evvel gelen Tübbâ bile ona iman etmiş. Allah hepimizi affetsin... Ona hàlisâne bir iman ile yaşayan, onun istediği İslâmiyet üzere yaşayan kullarından etsin cümlemizi...
Bi’smi’llàhi’r-rahmâni’r-rahîm...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Lâ ilâhe illa’llàhu’l-halîmü’l-kerim...
Sübhàna’llàhi rabbi’l-arşi’l-azîm...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemin...
Nes’elüke mûcibâti rahmetike... Ve azàimi mağfiretike... Ve’l- ganîmete min külli birrin... Ve’s-selâmete min külli ismin... Lâ teda’lenâ zenben illâ gafarte... Ve lâ hemmen illâ ferracte... Ve lâ hàceten leke fîhâ rıdan, illâ kadayteha yâ erhame’r-râhimîn... Yâ
erhame’r-râhimîn... Yâ erhame’r-râhimîn...
Àciziz, zaîfiz, bîçâreyiz, günahkârız... Ama, ellerimizi sana açtık yâ Rabbî! Sen bizi mağfûrîn zümresine ilhak eyle yâ Rabbî! Sevdiğin ve razı olduğun kulların arasına da kabul eyle yâ Rabbî! El-fâtiha!
........................
Es-selamü aleyküm ve rahmetu’llàh!
08. 06. 1979 – İskenderpaşa Camii