30. HAZRET-İ EBÛ BEKR’İN KASÎDESİ (3)
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû! El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’l-àkıbetü li’l-müttakîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Size gene geçenki dersimizin alt tarafından bahsetmek isteyeceğim. Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri’nin menkıbesini zikrederken, geçenki dersimizde:
“—Yâ Rabbi, İbrâhim AS’ı ateşten nasıl koruduysan, ateşi ona nasıl soğuk yaptıysan, beni de koru!” dedi.
Onun için, İbrâhim AS’ı bilirsiniz de, hatırlatmak için, birkaç şey söyleyeceğim.
Her devrin bir Firavun’u olmuş, Allah muhafaza etsin... Bir devirde de hendekler kazmışlar, ateşler yakmışlar; Allah diyenleri onun içine atmışlar. Acı bir devir. Sûre-i Burûc bunu güzel anlatır.
Yine salâbet-i diniye sahipleri yanmayı tercih etmişler, Allah demişler.
İbrâhim AS’ın devrinde de adam saltanat sahibi. Saltanat tatlı bir şey, kimse bırakmak istemez. O hükümdarın etrafındaki dalkavuklar demişler ki: “—Yakında bir çocuk doğacak, senin saltanatını elinden alacak!” “—Eyvah, öyleyse ne yapalım?”
“—Erkeklerle kadınları ayıralım!” demişler.
Erkekleri bir tarafa sürmüş, kadınları bir tarafa sürmüş. Erkeklerle kadınlar arasında temas yok... Çocuk doğmayacak, o da saltanatını devam ettirecek.
Fakat Allah-u Teàlâ’nın hikmeti, ezelî takdiri... İbrâhim AS’ın babası, o da kumandanlardan, müfettişlerden... Nasılsa evine girmiş, hanımıyla buluşmuş, hanımı İbrâhim AS’a hamile kalmış.
Fakat doğurmak mesele şimdi... Doğan çocukları kesiyor adam. Mûsâ AS zamanındaki Firavun’un yaptığı gibi, bu da doğan
çocukları kesiyor. Gizli hafiyeler var, “Filân yerde bir çocuk doğdu.” diye haber veriyorlar. Hemen gidiyorlar, öldürüyorlar.
Doğum zamanı yaklaşınca, anacağızı gitmiş bir mağaraya, gizli bir yerde çocuğunu dünyaya getirmiş. İnsandan hali bir yer... Başında da beklemeye gücü yok. Oraya bırakmış, gelmiş. Büyüten Allah, İbrâhim AS’ı orada büyütmüş. Ana yok, baba yok... Mektep yok, medrese yok... İnsan da görmemiş, cemiyet adamı da değil.
Büyüyünce mağaradan çıkmış, bakmış, yıldızları görmüş.
“—Gàlibâ Allah bunlar olsa gerek!” demiş.
Bakmış ki onlar batıyor, “Batandan Allah olmaz.” demiş.
Ay doğmuş, “Hah, bu olsa gerek?” demiş. Bakmış o da batmış. “Demek ki, o da değil.” demiş.
Güneş doğmuş, “İşte bu olabilir!” demiş. Ama o da batınca; “Allah böyle olmaz! Allah hàliktır; ona sönme yok, ona ölüm yok. O evveli, ahiri olmayan, varlıkların sahibi...” diye itiraf ediyor.
İşte büyüyor, putları da kırıyor mâlûm. Büyük putun boynuna da baltayı asıyor.
Bu bir tertiptir. Derler ki şimdi bizim aklımıza göre: İnsan okuyacak, en yüksek mekteplerden çıkacak, doçent olacak, profesör olacak, şöyle olacak, böyle olacak... Fakat bu İbrâhim AS’da bunların hiç birisi yok. Fakat Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin verdiği zekâ yetiyor insana... İnsanın Allah-u Teàlâ’ya bağlanması çok mühim bir şey.
Derken, soruyorlar:
“—Kim yaptı bunu?”
“—Koca puta sorun! Balta kimin boynunda ise ona sorun!”
Güzel cevap, teskit için.
“—Sen bilmez misin ki, bunlar konuşmazlar...” “—Siz nasıl mahlûksunuz ki, konuşmaya gücü yetmeyen, faydası ve zararı olmayan, elinizle yaptığınız taştan, ağaçtan şeylere tapıyorsunuz?”
Şimdi bu sorunun karşısında cevap vermeye muktedir olamayınca, aczlerinden dolayı:
“—Yakmaktan başka çare yok, yakalım!” demişler.
İşte mâlûm, Allah-u Teàlâ izin vermedi, yakamadılar.
رَبِّ هَبْ لِي كَنْزَ فَضْلٍ، أَنْتَ وَهَّابٌ كَرِيـمْ؛
أَعْطِنِـي مَا فِي ضَمِيرِي، دُلَّنِي خَيْرَ الدَّلِيـلْ .
Rabbi heblî kenze fadlin, ente vehhâbün kerîm;
A’tınî mâ fî damîrî düllenî hayra’d-delîl.
“—Yâ Rab, bana bir fazilet hazinesi ver!”
Para hazinesi istemiyor. Bizim hep gözlerimiz hazineler nerelerde, paralar nerelerde; nerelerden nasıl kazanılır, buralardadır fikrimiz. Ama Ebû Bekrini’s-Sıddîk Hazretleri diyor ki:
“—Yâ Rabbi, sen bana fazilet hazinelerini ver, benim içim
faziletle dolsun! Çünkü sen Vehhâbsin, lütfun, keremin çok! Gönlümün her muradını ver, hayırlı yolda bana delil ol!”
Üzüme de kerem ağacı derler. Bir kökten kaç salkım olur, bir salkımda kaç üzüm olur, sayısızdır yâni...
Cenâb-ı Hak kerem sahibidir, fadl sahibidir, ihsân sahibidir.
O fazilettendir ki, Ebû Bekrini’s-Sıddîk Hazretleri, Peygamber SAS Hazretleri’yle oturuyorlar bir mecliste… Bir adam çıkageldi. Ebû Bekrini’s-Sıddîk Hazretleri’ne karşı acı, çirkin, galiz, istenmedik şekilde kötü sözler söylüyor. Peygamber Efendimiz de orada.
Ebû Bekir RA sustu sustu, en nihayet cevap vermek mecburiyetini hissetti. O zaman Peygamber SAS de oradan kalktı, gidiyor.
“—Yâ Rasûlallah! Deminden beri bu adamın bana yaptığı hakareti görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Şimdi de ben müdafaaya kalktım, siz kaçıp gidiyorsunuz...” “—Yâ Ebâ Bekir! Bu adam sana karşı kirli, çirkin, pis sözleri söylerken, Allah-u Teàlâ bir melek halk etti. O melek buna karşı seni müdafaa ediyordu. Şimdi sen müdafaaya kalkınca, melek gitti, şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde de ben duramam!” demiş.
Güzel bir derstir. Allah hepimize öyle faziletler ihsan buyursun...
Diyor ki... Hà, bir tanesini atlamışız:
أَنْتَ شَافِـي، أَنْتَ كَافِـي، فِي مُهِمَّاتِ اْلأُمُورْ؛
أَنْتَ رَبِّي، أَنْتَ حَسْبِي، أَنْتَ لِي نِعْمَ الْوَكِيـلْ .
Ente şâfî, ente kâfî, fî mühimmâti’l-umûr;
Ente rabbî, ente hasbî, ente lî ni’me’l-vekîl.
Allah’a bağlılık ne kadar mühim bir şeydir. (Ente şâfî) “Şâfî
sensin, şifâ ancak sendendir yâ Rabbi!” Mûsâ AS hasta olmuş.
“—Yâ Rabbi, hastayım!” demiş.
“—Git filan yerdeki filân ottan ye, hastalığın geçer.” buyrulmuş.
Gidiyor, otu buluyor, yiyor, hakîkaten de hastalığı geçiyor. Bir müddet sonra hastalık tekrarlıyor. Tekrarlayınca, “Filân yerdeki ot iyi geliyordu. Gideyim o ottan bir tane daha alayım, yiyeyim.” diyor. Gidiyor, otu yiyor, ama hastalık geçmiyor bu sefer.
“—Yâ Rabbi, hastalığım geçmedi bu sefer. Sen daha önce, ‘O ottan ye, hastalığın geçer.’ demiştin.” “—Ey kulum, o zaman ben demiştim git kopar diye; şimdi sen kendin gittin kopardın!.. Şifa bende... Ben dersem şifa olur. Zehir de şifa olur.”
Zehirin şifa olduğuna inanır mısınız?
Hàlid ibn-i Velid RA... Hacılarımız görmüştür, Humus şehrinde bir caminin içerisinde yatar. Cami de Sultan Hamid mi ne yaptırmış, güzel bir cami. Hoşumuza da gitti, etrafı da çok güzel. Orada caminin içinde yatıyor, Hazret-i Ömer’in oğluyla beraber.
Fatiha Sûresi’nin tefsirinde okumuştum. Bir şehri muhasara ediyorlar. Muhasara uzun sürüyor. İçeridekiler de bıkmış, dışarıdakiler de usanmış bir halde...
Papaz diyor ki:
“—Siz bize bir keramet gösterin, inanalım, kaleyi size teslim ederiz.” diyor.
“—Ne istiyorsunuz?” “—Bizde bir zehir var, o zehirden bir parça içerseniz ve kurtulursanız, biz kaleyi size teslim ederiz.” diyorlar.
Zehirden bir parçayı bir yüzük içerisinde veya fincan içerisinde getirmişler. Hazret-i Hàlid diyor ki:
“—Bi’smi’llâhi’llezî lâ yedurru mea’smihî şey’ün fi’l-ardı ve lâ fi’s-semâi ve hüve’s-semîu’l-alîm. Yâ hayyü yâ kayyûm. Bi’smi’llâhi
allàhu ekber.” diyor, içiveriyor.
Ha şimdi, ha şimdi... Bakıyorlar ki ne ölen var, ne zehirlenen var. “—Buyurun, kale size münasip!” diyorlar, teslim ediyorlar kaleyi.
Allah şâfî ve kâfîdir. Yalnız, Allah’a bağlanmak lâzım! Mülkün sahibi yalnız Allah, başkası değil... O tabiat kanunları, cazibe kanunları hep Allah-u Teàlâ’nın kanunlarıdır. Ne iştir bu yâni.
(Ente rabbî, ente hasbî) “Sen benim Rabbimsim, mürebbimsin… El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn. Bir Fransız gelmiş Samsun’a... Hocaefendi de vaaz ediyormuş, dinlemiş. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn’den bahsediyormuş. Fransız da dinliyormuş.
“—Allah Fransız’ın Allah’ı değil, İngiliz’in Allah’ı değil, müslümanların değil yalnız, bütün alemlerin Rabbi...” demiş.
Alem denince, bütün varlıklar... Onların Rabbi de Allah...
“—Ne güzel din! Bak Allah’ı nasıl tarif ediyor: Yalnız müslümanların değil, bütün alemlerin Rabbi diyor.” demiş, müslüman olmuş.
Onun için, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz de diyor ki:
(Ente rabbî) “Benim de Rabbim sensin yâ Rabbi! (Ente hasbî) Bana sen yetersin!” İbrâhim AS da öyle demedi mi? Ateş yanıyor cayır cayır... İbrâhim AS’ı da hazırlamışlar, mancınıkla atacaklar. Melekler geliyor:
“—Yâ İbrâhim, emret! Allah-u Teàlâ gönderdi bizi, emrine âmâdeyiz. Yağmur yağdıralım, söndürelim; rüzgârla vurup dağıtalım!” dediler.
“—Çekilin, Allah benim oraya atılacağımı biliyor mu, bilmiyor mu?”
“—Biliyor...” “—Öyleyse, siz karışmayın!” demiş.
Tevekkül diye bir dersimiz var, Bütün tevekkül ayetleri ile doludur. Allah-u Teàlâ’ya bağlanabilmek... Allah-u Teàlâ’ya bağlanabilmek, onu bilmekle olur. Bilen bağlanır. Bilemezsen, esbaba tevessül edersin, kıvranır durursun.
(Ente lî ni’me’l-vekîl) “Sen ne güzel vekilsin yâ Rabbi! Ne eşin bulunur, ne emsalin bulunur. Sen Allah’sın! Senden başka bir ilâh olmasına imkân olmadığı gibi, vekâlette de kimse yoktur senin yerini tutacak! Ben sana teslim oldum, sen benim vekilimsin, sen daha güzel vekil bulamam ben! İşte atıyorlar ateşe, ne yapayım, atarlarsa atsınlar.” dedi.
Atıldıktan sonra gökte giderken, melekler yine yetişti. Onlara da, “Çekilin, Allah kâfîdir.” dedi.
Ateşe ne yaptı Allah Celle ve A’lâ?
يَانَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلاَمًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ (الأنبياء:٩٦)
(Yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrâhîm) “Ey ateş, İbrâhim’e soğuk ve selâmet ol!” (Enbiyâ, 21/69) dedi. O ateş ne oldu İbrâhim AS’a? Soğuk ve selâmet oldu.
Eğer (alâ ibrâhîm) demeseydi, bugün yeryüzünde ateş bulamazdık yakmağa... Fakat Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi tam, (alâ ibrâhîm) dedi. Yalnız İbrâhim AS’a soğuk… Başka bir kimse dokunsa, derhal yanacak. Ama İbrâhim AS’ı yakamaz.
Şimdi Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri de, İbrâhim AS’ın evlâdı. Biz de İbrâhîm AS’ın evlâdıyız. Tahiyyatta her gün okuruz:
اَللَّهُم صَلَِّ عَلَى مُحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ، كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ،
وَعَلَى آلِ إِبْرَاهِيمَ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ .
(Allàhümme salli alâ muhammedin ve alâ âli muhammed, kemâ sallayte alâ ibrâhîme, ve alâ âli ibrâhîme, inneke hamîdün mecîd) [Allah’ım, İbrâhim AS’a ve İbrâhim AS’ın salât ettiğin gibi, Muhammed AS’a ve Muhammed AS’ın âline de salât eyle… Şüphesiz Sen, övgüye ve yüceltilmeye layıksın!]
اَللَّهُم وَبَارِكْ عَلَى مُحَمَّدٍ، وَعَلَى آلِ مُحَمَّدٍ، كَمَا بَارَكْتَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ،
وَعَلَى آلِ إِبْرَاهِيمَ، إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ .
(Allàhümme bârik alâ muhammedin ve alâ âli muhammed, kemâ bârekte alâ ibrâhîme, ve alâ âli ibrâhîme, inneke hamîdün mecîd) [Allah’ım, İbrâhim AS’a ve İbrâhim AS’ın âline bereket verdiğin gibi, Muhammed AS’ı ve Muhammed AS’ın âlini de mübarek kıl. Şüphesiz sen, övgüye ve yüceltilmeye layıksın!] diye her namazda da onu böyle hürmetle anarız.
İşte bu İbrâhim AS’ın Allah’a olan bağlılığını, Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri böylece canlandırıyor.
رَبِّ هَبْ لِي كَنْزَ فَضْلٍ، أَنْتَ وَهَّابٌ كَرِيـمْ؛
أَعْطِنِـي مَا فِي ضَمِيرِي، دُلَّنِي خَيْرَ الدَّلِيـلْ .
Rabbi heblî kenze fadlin, ente vehhâbün kerîm;
A’tınî mâ fî damîrî, düllenî hayra’d-delîl.
Bir de insanların içinde istekleri vardır. O isteklerini kolayca açıklayamazlar. “Sen benim içimde olanları bilirsin yâ Rabbi, onları bana hayırlı delillerle delâlet eyle!” Bu dileği bittikten sonra ne güzel söylüyor:
هَبْ لَنَا مُلْكًا كَبِـيرً،ا نَجِّـنَا مِمَّا نَـخَـافْ ؛
رَبَّنَا إِذْ أَنْـتَ قَاضِي، وَالْمُنَـادِي جَبْرَائِيـلْ .
Heb lenâ mülken kebîren, neccinâ mimmâ nehàf;
Rabbenâ ente kàdî, ve’l-münâdî cebrâîl.
Yâ Rabbi bize bir mülk-ü kebir ver! İslâm’a büyük bir mülk ver! İslâm’ı genişlettir, şark ile garbın arasına İslâm yayılsın... (Neccinâ mimmâ nehàf) Korktuklarımızdan kurtar bizi! Şu gâvurların yaptıklarından Ümmet-i Muhammed kurtulsun...” “O hendeklerin kazılıp, içinde ateşler yakılıp, Allah diyenlerin atılmasından, Firavunları yaptıkları o dehşetli azaplardan Ümmet-i Muhammed kurtulsun... Onlara bir mülk-ü kebîr ver.”
أَيْنَ مُوسَى، أَيْـنَ عِيسَى، أَيْـنَ يَحْيَ، أَيْنَ نُوحْ ؟
أَنْـتَ يَا صِدِّيقُ عَاصـِي تُـبْ إِلَـى الْمَوْلَى الْجَلِيلْ .
Eyne mûsâ, eyne isâ, eyne yahyâ, eyne nûh?
Ente yâ sıddîk-ı àsî, tüb ile’l-mevle’l-celîl.
Bizi ikaz ederek diyor ki:
“—O koca suyu yarıp da, İsrâiloğulları’yla sudan geçen Mûsâ AS nerede?”
Asasını vurdu, su 12’ye ayrıldı. Dağlar gibi duruyor, akmıyor, kapanmıyor. Adamlarını geçirdi. Firavun geliyor arkadan, ordusuyla beraber… Hep korkularını izhar ediyorlardı Mûsâ AS’a: “—Geliyor gâvur! Önümüzde koca bir su var, geçemeyeceğiz öbür tarafa... Arkamızdan Firavun yetişirse, ne olur bizim halimiz? Kesiliriz hepimiz.” diyorlardı.
Mûsâ AS:
“—Korkmayın, Rabbimiz bizimle...” dedi.
Asasını suya vurdu, su 12 tane yol verdi. Oradan İsrâil kavmini aldı, geçirdi karşı tarafa neticede. Onu hatırlatıyor, “O büyük Mûsâ AS ne oldu?” diyor.
Suya ihtiyaç oluyor. Asasını taşa vuruyor, 12 tane çeşme akıyor. “Böyle mucizelere sahip olan Mûsâ AS nerede, ne oldu?” diyor.
Hacılarımız görmüştür. Kudüs’e giderken, orada bir boşluk yerde yatıyor. Allah şefaatlerine nâil eylesin...
Bir de, (Eyne îsâ?) “Nerede İsâ?” diyor. İsâ AS körlerin gözünü açıyor. Ölmüş insanlara, “Yâ Rabbi, buna hayat ver!” diyor, dirilip kalkıyor. Hastalara elini koyuyor, derhal şifâyâb oluyorlar. Çok mucizesi var İsâ AS’ın. “Ne oldu ona?” diye soruyor. Gitti işte, Allah onu da göğe çekti.
(Eyne yahyâ) “Nerede Yahyâ AS?” diyor. Şimdi Şam’da yatıyor. Eli ayağı kesilmiş. Peygamberler arasında bekâr olarak bir tane bu var.
(Eyne nûh) “Nerede Nuh AS?” diyor. Bir de 950 sene yaşayan Nuh AS var. O kadar ömrünün içerisinde, ancak dokuz on kişi müslüman olabildi. Gemisine aldığı insanlar onlardı. Büyük afetlerden sonra, o da kurtuldu.
Fakat bunlar ne oldu? Bugün hiç birisi yok ortada... Hepsi
ahirete intikal etti. Öyleyse sen de gözünü aç! Sen de bu ahirete intikal edicilerdensin!
Sonra dönüyor kendisine: (Ente yâ sıddîkı asî, tüb ile’l-mevle’l- celîl!) “Ey Sıddîk, suçlusun mâdem, artık yeter, Celîl olan Mevlâ’ya tevbe et, istiğfar et! Dön ona…”
Zâten sıddîk Ebû Bekir’in lakabı, Allah’tan ayrıldığı an yok. Onlar Kur’an’ı iyi biliyorlar.
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَاكُنْتُمْ (الحديد:٤)
(Ve hüve meaküm, eyne mâ küntüm) “Nerede olursanız olun, ben sizinleyim!” (Hadîd, 57/4) diyor Cenâb-ı Hak.
Ebû Bekir de Allah’la daimâ… Ondan dolayı, varını yoğunu Peygamber SAS’in uğrunda feda etti. Kızını da verdi. Vefatından sonra da gidenler görür, Peygamber SAS’in yanı başında yatar. Allah şefaatlerine nâil etsin cümlemizi...
Şimdi aziz kardeşler, bir iki ricam var sizden:
Müslüman dini çok temiz, nezih, olgun, kibar, en iyi bir dindir. Sâliklerinin de böyle olması lâzım gelir. Memleketimize birçok yabancılar gelir, her birisi bir çeşit kılıktadır; süslü veya çirkin… Onların kılıkları bizi alâkadar etmez, biz kendi dinimizin bize emirlerine bakarız.
Size Peygamber SAS’in kısacık bir baş hayatını anlatayım:
Arabistan tabii sıcak memleket. Orada başların muhafazası şart. O başların muhafazası için, saçları kesip de bizim gibi kabak saçla gezmek kolay değil. Binaen aleyh, saç büyütmek ve o saçları da yağlayaraktan güneşin hararetinden korunmak gerekli.
SAS’in saçları uzundu, böyle kulaklarına kadar uzatırdı, fakat muntazam, taranmış, gayet güzel bir şekilde. Gören hayran olurdu ona.
Şimdi bazı kardeşlere bakıyoruz ki, saçlarını uzatıyorlar. Geçen bir kardeşim geldi, çok utandım.
“—Evlâdım, nedir bu kıyafet?” dedim.
“—Ne yapalım hocaefendi, mektepte böyle geçiyor.” dedi.
Doğrusu ben o mektebi tercih etmem. Benim hayatıma uymayan bir mektebi tercih etmem ben. Öyle adetâ deli gibi, delilerde ancak öyle baş olur. Bu saçları Allah bize vermiş ama bit olur, pire olur, toz olur, toprak olur. İnsanın yaşamasına da, kafasının büyümesine de mânîdir.
Allah saçı kadınlara zinet olarak vermiş, bize değil... Bize de zinet sakaldır. Binâen aleyh, sakal sünnet-i seniyye olmakla beraber, çok da fadàili vardır. Sakala özenenler çok, onlara teşekkür ediyoruz.
Fakat baş da muntazam olmalı; taranmalı, parlatılmalı, güzel bir şekilde olmalı! Öyle perişan bir sûrette gelenleri, Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri huzurlarına kabul etmezlerdi.
“—Git, taran, düzelt başını da öyle gel!” derdi.
Tırnakları pis olanları kabul etmezdi.
Onun için, Allah hepimizi affetsin... Hepimiz ahiret
yolcusuyuz, kardeşler. Burada az veya çok, ne kadar yaşarsak yaşayalım, sonunda öleceğiz.
Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri’nin bir hali daha var:
Döğüşe girdiler, muharebeye; delikanlının birisi fırladı gitti gâvurların içerisine... Sağa sola kılıcını savuruyor.
“—Yâhu yazık, tehlikeye attı adam kendisini… Tek başına o kadar gâvurun içerisinde bu şimdi parçalanacak. Tehlikeye attı kendisini…” dediler.
Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretleri:
“—Hayır, siz yanlış anlıyorsunuz, bu tehlike değil! Tehlike cihaddan kaçmak, cihada hazırlanmamaktır.” dedi.
وَأَنفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَِّّ وَلاَ تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ (البقرة:٥٩١)
(Ve enfikù fî sebîli’llâhi velâ tülkù bi-eydîküm ile’t-tehlükeh) [Allah yolunda harcayın! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!] buyruluyor.
Bu nedir? Allah yolunda cihada hazırlanın da, cihad gelince cihadın hakkını verin! Yoksa, cihada hazırlanmadığınız takdirde, düşman sizin hakkınızdan gelir, kendinizi tehlikeye atmış olursunuz.
En büyük nimet hürriyettir. Hürriyetsizlik kadar felâket yoktur. Onun için, Cuma namazları hürriyeti olmayan adamlara borç bile değildir. Onun için, hürriyetimizin muhafazası için biz canımızı, malımızı, her şeyimizi feda ederiz.
Çanakkale harbini gördük geçirdik, üç yüz bin diyorlar, bazısı dört yüz bin diyor, yüz binlerce şehid verdik. Zayiat verdik o koca harpte... Niçin? Geride kalan evlatlarımız düşman ayağı altında çiğnenmesin diyerekten. Bugün de bu vazife bize düşer. Onun için, asıl tehlike cihaddan kaçmaktadır.
Allah hepimizi affetsin... Tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar etsin... Bu dünyadan selâmetle ahirete göçen, imanlı, bahtiyar kulların arasına cümlemizi kabul etsin...
Sübhàne rabbiye’l-aliyyi’l-a’le’l-vehhâb...
El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Lâ ilâhe illa’llàhu’l-halîmü’l-kerîm...
Sübhàna’llàhi rabbi’l-arşi’l-azîm...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...
Nes’elüke mûcibâti rahmetike... Ve azàimi mağfiretike... Ve’l- ganîmete min külli birrin... Ve’s-selâmete min külli ismin... Lâ teda’ lenâ zenben illâ gafarte... Ve lâ hemmen illâ ferracte... Ve lâ hàceten leke fihâ ridan, illâ kadaytehâ yâ erhame’r-râhimîn! Yâ erhame’r-râhimîn! Yâ erhame’r-râhimîn!
Bugünkü cumamızı dergâh-ı mecd-i ulûhiyyetinde (fetekabbelehâ rabbüha bi-kabûlin hasenin) sırrına mazhar eyle... Kusurlu kıldık, hatalıyız, tam yapamayız, aciziz; sen kabul eyle yâ Rabbi…
Birçok Cumalara da sağlık afiyetlerle erişmek, vazife-i diniyyemizin icablarını tam mânâsıyla yapabilmek devlet ve şerefini cümle Ümmet-i Muhammed’e, bizlere de nasîb eyle yâ Rabbi…
El-fâtiha!
....................
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!
06. 04. 1979 – İskenderpaşa Camii