20. BÜYÜK BİR ŞEYHİN NAMAZ KILIŞI
İslâm dini kendisine aklı muhatap edinmiştir. Bütün mükellefiyetler, kulluk vazifeleri akıllı kimselere terettüp eder. Mesela çocuklar aklî tekâmülleri tamamlanmamış olduğundan sorumlu sayılmazlar. Hatta akıl ve irade sahibi bir kişinin, gàfillik ve cehaletle yapacağı kusurlar, günahlar bağışlanmış, kasıt ve taammüd ile sehv ve hatanın arası tefrik edilmiştir. Daha da ilerisini söyleyelim, bir kimse aklı yerindeyken hür iradesiyle sonu zarara varan bir hareket yapsa, doğru olduğuna inanmış ve iyi bir niyetle yapmışsa, yine suçlu sayılmaz. Çünkü amellere mükâfât ve ceza vermede esasen niyetin iyiliği veya kötülüğüne bakılır. Demek ki hareketlerimizi iyi niyet ve duygularla akıl ve irademizi kullanarak yapmalıyız. İyi niyet olmayınca netice ne olursa olsun kişi günahkâr sayılıyor. Akıl ve irade hakimiyeti olmadan ihtiyarsız, şuursuz, duymadan, hissetmeden yaptığımız mihaniki fiillerin neticesi ise bir hiçten ve boşuna yorulmadan ibaret kalıyor. Yukarıdaki hükümler, ibadetlerin her türlüsüne teşmil edilebilir. Bu duruma göre dinin emrettiği ibadetler –ve mesela namaz– acaba sırf şeklen icra olunmakla kabule şayan sayılır mı? Şüphesiz ki hayır! Derinden derine, hissetmeden arzusuz ve heyecansız yapılan ibadetler, renksiz, kokusuz çiçek, balsız petek, özü boşalmış kabuk, mânâsız söz ve ruhsuz ceset gibi değersizdirler.
O halde bütün benliğimizle duyarak ve yaşayarak ibadet etmeli, tekrar tekrar yapılan işlerin umumiyetle verdiği melâl ve mekanikliğe düşmekten çok şiddetle kaçınmalıyız. Sevgili Peygamberimiz kişinin namazdan elde ettiği faydanın ancak ve ancak anladığı ve akıl ettiği kadar olduğunu rûhen yüceltmeyen, kötülüklerden alıkoymayan namazın sadece sahibini Allah’tan uzaklaştırmaya yaradığını bildirmiştir. Akıl başka fikirlerle doluyken kılınan namaz bizzat namaz kelimesinin mânasına da aykırı düşmektedir. Arapça’da da bu ibadeti ifade eden “salât” kelimesi dua anlamına gelir. Demek ki namazda her şeyden önce Allah’ın huzurunda olduğunu, O’na
hitapta münâcâtta bulunduğunu, konuşup affı için yalvardığını, O’ndan bazı şeyler istediğini düşünmek, tevazu ve boyun büküklüğüyle durmak, ihtiram ifadesi olan bütün vaziyetlere dikkatle riayet etmek gerekir.
Bir hadis-i şerifte;14
لاَ يَزَالُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ مُقْبِلاً عَلَى الْعَبْدِ فِي صَلاَتِهِ، مَا لَمْ يَلْتَفِتْ؛
فَإِذَا صَرَفَ وَجْهَهُ ، انْصَرَفَ عَنْهُ (حم. عن ابي ذر)
“Kul edeple namaza girer, gönlünü ve fikrini bu işe bağlar, etrafına bakmazsa, Allah, kudret ve rahmetiyle ona teveccüh eder. Gönlünü dağıttığı, çevreyle meşgul olduğu an, ilâhî rahmet geliyorken döner, geri gider.” buyurulmuştur. Bazı din büyükleri namazda en önemli şart olan kalp huzurunu temin ve gaileleri zihinden uzaklaştırmak için abdest almadan önce
14 Ahmed b. Hanbel, V, 172, hadis no: 21547; Ebû Dâvûd, “Salât”, 165, hadis no: 909; Nesâî, “Salât”, 10, hadis no: 1195.
başlayan bir seri tedbire müracaat etmişlerdir. Mesela Şeyh Hâtem-i Esam diye tanınan meşhur velî ve büyük mutasavvıfa nasıl namaz kıldığı sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “—Namaz kılmaya karar verince önce herhangi bir sıkışıklığım varsa giderir, bedeni rahatlandırırım. Sonra ağır ağır tam bir abdest alır, namaz kılacağım yere gelirim. Bir müddet oracıkta oturur dinlenirim. Bu sırada zihnimi toplar, endişemi yatıştırır, dağdağaları dağıtır, ondan sonra edeb ve tevazu ile doğrulurum.
Kâbe-i Şerîf’i hemen karşımda, sırat köprüsü iki ayağım altında, cennet sağımda, cehennem solumda diye tahayyül ederim. Ölüm meleği Azrail ardımda beni bekliyor. Bu kıldığım sonuncu namazdır. Bundan başka bir namaz kılmaya erişemeyeceğim diye düşünerek korku ve ümit arasında heyecanlı bir durumda, ağlamayla tezellül ile tekbir alır, namaza girerim.
Sevgili Peygamber Efendimiz’in bildirdiği tarzda her rüknün hakkını vererek sükûnetle, edeple, ağır ağır namaz kılarım. Bütün bunlardan sonra yine de namazım kabul edildi mi edilmedi mi bilmem.”15 Sevgili okuyucu! Böyle bir namazın verdiği tat ve fayda ne şekerde ne kaymakta bulunabilir. İsterseniz bir de siz deneyin.
(Diyanet Gazetesi, sy. 207, 15 Şubat 1979, s. 4.)
15 Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, I, 178.