13. BİR NA’T-I ŞERİF
Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan
Ankara’da bizim kardeşlerimiz Son Uyarı diye bir gazete çıkartırlar, çok güzel bir şiir almışlar; onu da okuyacağım, konuşmayı öyle bitirmek istiyorum.
Bu şiir bir na’t-ı şerif... Peygamber Efendimiz’in medhini anlatan şiirlere na’t-ı şerif denir. Yazan, Abdü’l-ehad-ı Nûrî Hazretleri...
“—Abdü’l-ehad-ı Nûrî Hazretleri kim?” Abdü’l-ehad-ı Nûrî Hazretleri benim çok sevdiğim, evliyâullahtan, mübarek, yüksek, kutbü’l-aktâb bir şahıs... Çok büyük bir zât, Allah şefaatine erdirsin... Kerametleri çok yaygın. 1594-1651 yıllarında yaşamış. Eski devrin insanı bu Abdü’l-ehad-ı Nûrî Hazretleri. Kabri İstanbul’da, Eyüp’te... Çok güzel, mâmur, yapılmış bir türbesi var. Ben onu çok seviyorum.
Onun bir şiirini dergide [İslâm dergisi] yazmıştık, arkadaşlar da buraya almışlar, iyi yapmışlar. Çünkü, bu çok kıymetli bir şiir... Şiirden anlayan birisi, ben bunu neşredince bayılmış, demiş ki:
“—Bu şiir başka şiirlere benzemiyor.”
Benzemez tabii... Yazarı Abdü’l-ehad-ı Nûrî Hazretleri, evliyânın şahlarından, büyüklerinden bir kimse de ondan... İkincisi de edib insan, çok güzel bir şahıs...
DER NA’T-I HAZRET-İ RASÛL-İ KİBRİYÂ...
Şiir okumaya geçtik; hadisleri okuduk, şimdi bir de şiir okuyoruz. Ne şiiri bu? Bir âşık-ı sàdıkın, bir Rasûlüllah âşıkı evliyâdan mübarek zâtın, Rasûlüllah için yazdığı, âşıkàne sevgisini anlatan, muhabbetini gösteren bir şiir... Kandil gecesinde şiir okuyoruz. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i de şiir değil mi? O da şiir. Şiir okuyoruz...
Çok güzel bir şiir, edebiyattan anlayanlar bilirler. Ben izahına
geçeyim. Diyor ki:
Ey habîb-i Hak, kerîmü’ş-şân Muhammed Mustafâ,
Nâzenîn-i Hazret-i Yezdân Muhammed Mustafâ...
“Ey Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi, şanı yüksek olan, soylu olan Muhammed Mustafâ! Cenâb-ı Yezdan olan Allah’ın nazlı, nâzenin kulu olan Muhammed Mustafâ...”
Ravza-i cennet gülüsün, “lî mea’llàh” bülbülü,
Canlara cânân, cihâna cân Muhammed Mustafâ...
“Sen cennet bahçesinin bir gülü gibisin, gül gibisin yâ Rasûlallah! Ama cennet gülü gibi, dünya gülleri gibi değil...”
“Lî mea’llàh” uzun izah isteyen bir şey. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:
لى مع الله ساعةٌ لايقر بنى ملكٌ مقرَّب
(Lî mea’llàhi sâatün lâ yukarribunî melekün mukarreb) “Benim Allah’la öyle bir yakınlık hallerim oluyor ki, ma’rifetullahtan, muhabbetullahtan, tecellî-yi ilâhîden Allah’la benim öyle hallerim oluyor ki, o duruma Allah’ın en yakın melekleri bile yaklaşamaz.”
Hakîkaten de öyle... Biliyorsunuz Mi’rac’a giderken Cebrâil AS yoldaşlık etti, etti, etti... Yedi kat gökleri geçtiler, bilgi verdi. Dedi: “Bak bu Adem Atandır, selâm ver buna! Bu İbrâhim Atandır, selâm ver buna!” vs. vs. Gittiler gittiler, Sidre-i Müntehâ’ya kadar gittiler. Oraya varınca melek-i mukarreb olan, Allah’ın en yakın meleği olan Cebrâil AS ne dedi:
“—Yâ Rasûlallah, benden bu kadar. Bundan öteye ben bir adım atamam! Biraz daha gitsem, çatır çatır yanarım. Bundan sonraya benim yaratılışım tâkât getirmez, ben oradaki feyzin, o nûraniyetin ağırlığını çekemem.” dedi, kaldı orada...
Orada Peygamber Efendimiz Refref’e, yeşil bir nura bindi,
Sidre-i Müntehâ’dan Kàbe kavseyni ev ednâ’ya, Cenâb-ı Rabbü’l- izzet’in huzûr-u âlîsine kadar vardı. Yetmiş bin nurdan, yetmiş bin zulmetten perdeler geçip, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin huzur-u ilâhîsine vardı. Bunlar ne demek? Kelime kelime böyle insan anladıkça, tüyleri çivi gibi diken diken oluyor. Öyle haller yâni...
Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti,
Âhirette öyle görür ümmeti.
Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni âşikâre gördü Peygamber Efendimiz Mi’rac’da; ahirette biz de göreceğiz. Nasib etsin Mevlâ’m bize... Nasıl göreceğiz?
“—Yâ Rasûlallah, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni nasıl göreceğiz; birimiz bakarken ötekisini engellemez mi?” “—Engellemez. Ayın ondördü olduğu zaman, mehtab olduğu zaman birbirinizi engelliyor musunuz? Engellemiyorsunuz, herkes
nasıl görüyor, öyle göreceksiniz.” buyurdu.
Şeş cihetten ol münezzeh Zü’l-celâl,
Bî-kem ü keyf ona gösterdi cemâl.
Bu öyle bir beyit ki, ağırlığınca altını koy bir tarafa kilolarla, bu beyit daha ağır bastırır. Şeş, altı demek... “Altı cihetten münezzeh
olan Allah...” Ne demek altı cihetten Allah’ın münezzeh olması? Ön, arka, sağ, sol, yukarı, aşağı olmaksızın... Mekândan münezzeh ya Allah. “Bî-kem ü keyf, niceliksiz, niteliksiz Allah cemâlini Rasûlüllah’a gösterdi.” Nasıl gösterdi? Niceliksiz, yâni nasıl diye sorulmaz. Edebini takın, sus, anlamayacağın şeyi sormağa bile burada hakkın yok!
Bî-hurûf u lafz u savt ol pâdişâh,
Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh.
“Harfler olmadan, kelimeler olmadan, sözler olmadan o Zü’l- celâl, bu Muhammed-i Mustafâ ile konuştu.” Nasıl konuştu?
Harflerle, sözlerle değil; gönlüne mânâlar doğdu, anladı, idrak etti; öyle konuştu. Anlaşılmaz, anlatılmaz.
Na’tımıza dönelim:
Ravza-i cennet gülüsün, “lî mea’llàh” bülbülü,
Canlara cânân, cihâna cân Muhammed Mustafâ!
“Cennet bahçesinin gülü gibisin. Lî mea’llàh bülbülü; hani Allah’la öyle hallerin varmış ya, o zaman Allah’la bülbül gibi nasıl konuşuyorsan, işte o makamın bülbülü olan kişisin sen...
Sen canlara cânânsın! Hepimizin canı var, yaşıyoruz el-hamdü lillâh. Canlarımızın cânânı, sevgilimiz sensin. Bu cihanın da ruhu, canı Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafâ’dır.”
Bûy-i enfâsın mutayyeb etti nâsût ehlini,
Doldu àlem ravh ile reyhân Muhammed Mustafâ!
“Senin şu nefeslerinin güzel kokusu, insanların yaşadığı bu alemi hoş kokulu eyledi, misk kokularıyla doldurdu. Alem sanki, bir güzel rahatlıkla reyhan kokusu doldu.”
Reyhan şöyle uzun yapraklı, erik yaprağı gibi yeşil yaprağı olan bir çiçektir. Elini şöyle sürersen çok güzel kokar. Hattâ Güneydoğu Anadolu’da, Urfa’da filân reyhanı alırlar, çiğköfte ile beraber ikram ederler.
Yaşlılar sarıklarının kenarına koyarlardı, zaman zaman koklarlardı. Eskiden çiçeği çok severlerdi. Zevk vardı, adamlarda güzellik duygusu vardı. Mübarek insanlar, olgun insanlardı.
Zâtını meddâh olan o Hazret-i Hak olıcak,
Nice bilsin kadrini insan, Muhammed Mustafâ!
“Seni medheden Cenâb-ı Mevlâ olunca, insanoğlu senin kadrini nereden bilsin? Allah seni medhediyor. İnsanoğlunun anlayışının üstünde senin kadrin, kıymetin...” Sözlere bak, harika...
Ümmet üzre ulu minnettir vücudun ni’meti,
Cümle halka rahmet-i Rahmân Muhammed Mustafâ...
“Senin peygamber olarak gönderilmen, ümmet için büyük bir nimettir. Cümle halka sen Rahmân’ın rahmetisin, rahmeten li’l- àlemîn’sin!” Çok güzel söylemiş mübârek şeyhim, Abdül’had-i Nûrî Hazretleri... Çok seviyorum, eski şeyhlerimden benim.
Âline, ashâbına, ezvâcına, etbâına
Hâzır olsun ravza-i rıdvân, Muhammed Mustafâ....
“Senin ailene, ashabına, hanımlarına, kıyamete kadar sana tâbî olan ümmetine cennet bahçesi, rıdvân bahçesi hazır hale getirilsin yâ Rasûlallah! Hepsi cennete girsinler.” Ne güzel!
Nûrî miskini unutma Rabb-i izzet hakkı içün,
Ey nebîler hizbine sultan Muhammed Mustafâ...
“Şu şiiri yazan Abdü’l-ehad-i Nûrî miskini unutma, o aziz olan Allah aşkına ey Rasûlallah! Ey peygamberler zümresine sultan olan Muhammed Mustafâ!”
Şimdi gelelim bunları ilâhî ile ifade etmeye:
Canım kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Gel şefaat et bu kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Allàhümme salli alâ Muhammed.
Mü’min olanların çoktur cefâsı,
Ahirette ola zevk ü sefâsı,
On sekiz bin àlemin Mustafâsı,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Allàhümme salli alâ Muhammed.
Yunus ne eylesin cihânı sensiz,
Sen hak peygambersin şeksiz, gümansız,
Sana uymayanlar gider imansız,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.
Allàhümme salli alâ Muhammed.
Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn...
Aşkın ile àşıklar, yansın yâ Rasûlallah!
İçip aşkın şarabın, kansın yâ Rasûlallah!
Çün seni sevdi Sübhan, oldun kamuya sultan,
Canım yoluna kurban, olsun yâ Rasûlallah!
Şol seni seven kişi, verir yoluna başı,
İki cihan güneşi, sensin yâ Rasûlallah!
Aşık Yunus’un cânı, ilm ü şefâat kânı,
Alemlerin sultanı, sensin yâ Rasûlallah!
16. 07. 1997 - Mekke