• /
  • Kütüphane
  • /
  • Mi’rac Gecesi
  • /
  • 11. Mİ’RAC’DA HIZ VE ZAMAN
10. RASÛLÜLLAH’A ÜMMET OLMA ŞEREFİ

11. Mİ’RAC’DA HIZ VE ZAMAN



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm...

El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî ve’s-sàlâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tàhirîn... Emmâ ba’d: Çok aziz ve sevgili kardeşlerim!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri Mi’rac Kandili gecenizi hepiniz için hayırlı ve mübarek, ecirli ve sevaplı, kârlı ve kazançlı eylesin... Bu mübarek günün mânevî ikrâmâtına, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin mağfiretine, rahmetine cümlenizi nâil eylesin... İki cihan saadetine mazhar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...


a. Cemaatin Bereketi


Allah’a hamd ü senâlar olsun... Nimetlerini saymaya kalksak sayıp tüketemeyiz. İnsanlar toplantı yaptığı zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri toplanmayı seviyor. Dinimiz toplamaya büyük değer eriyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri de toplanan mü’minlere büyük sevaplar ihsan ediyor. Toplanmak, bir araya gelmek, ayrıca mükâfât almaya sebep oluyor. Yâni insan bu mübarek yerde, bu mübarek gecede, bu cuma gecesinde tek başına bir yerde dursaydı, bir şeydi. Ama beraber olmak, cemaat halinde olmak, cemiyet olmak, ihvân olmak, kardeş olmak, o daha büyük mükâfât getiriyor ve sevaplar kat kat artıyor.

İnsan bir namazı yalnız kıldığı zaman bir sevap alıyor, mahalle mescidinde kıldığı zaman 27 kat sevap alıyor, cuma namazı kılınan bir camide kılarsa elli kat sevap alıyor. Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’in mescidinde kılsa, bin kat sevap alıyor. Kuds-ü Şerif’te kılsa, beş yüz kat sevap alıyor.

Çoban veya yolcu sahrada ezan okuyup da namaz kılarsa, elli kat sevap alıyor. Çünkü sahrâ da boş değil. Peygamber Efendimiz

335

hadis-i şerifte buyuruyor ki:43


فَإِنَّ للهِ عِبَاداا لاَ يَرَاهُمْ (طب. عن عتبة بن غزوان)


(Feinne li’llâhi ibâden lâ yerâhüm) “Allah’ın erenleri vardır, evliyâsı vardır. Herkes onları görmez ama, vardır.” Ezan okunduğu zaman onlar toplanıyorlar. Dağlardaki, taşlardaki vazifeliler toplanıp geliyor. O zaman yine bir cemaat oluyor, elli kat sevap veriliyor.

Bu Mescid-i Haram’da, Kâbe-i Müşerrefe’nin olduğu yerde sevap yüz bin misli... Günah da öyle... Yâni burada sevaplar ve günahlar fazla... Günah işlememeğe, hata işlememeğe dikkat etmek lâzım, sevap kazanmağa dikkat etmek lâzım!..

Bir de buranın bir özelliği daha var: Allah-u Teàlâ Hazretleri Mekke’nin dışındaki yerlerde, insanların gönlünden geçenlere hata ve günah yazmaz. Gönlünden hatalı şeyler geçirse; sûizan veya üzücü, sıkıntılı, günahlı şeyler... “İstemeden aklıma geliyor. Tam namaza duruyorum, aklıma şöyle geliyor, böyle geliyor...” gibi bazı şikâyetler duyarız meselâ, arkadaşlarımızdan. Bunların başka diyarlarda hesab ve cezası yoktur, burada vardır. Burada insanın gönlüne de sahib olması lâzım! Burada insanın gönlünün de pırıl pırıl, tertemiz, yunmuş yıkanmış olması lâzım! Gönlünden kötü şey bile geçirmemesi lâzım!


Toplantı bereket, sevap... Böyle toplantılarda en sevaplı iş, en sevaplı ibadet ilimdir. “En sevaplı ibadet zikirdir.” diye de hadis-i şerif var, amma ikisi birbirine zıt değil... Çünkü ilim de zikirdir. Zikir dediğimiz şeyin içine ilim de girer, Kur’an-ı Kerim de girer, namaz da girer. Bir insan Harem-i Şerif’te namaz kılıyorsa, zikir yapıyor demektir, Harem-i Şerif’te Kur’an-ı kerim okuyorsa, zikir yapıyor demektir. Tesbihiyle, “Allah Allah... Sübhàna’llah...



43 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVII, s.117, no:290; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.X, s.188, no:17103; Utbetü’bnü Gazvân RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.706, no:17498; Câmiü’l-Ehàdîs, c.II, s.349, no:1409.

336

Allàhu ekber... Lâ ilâhe illa’llah... Hasbüna’llah... Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammed... Yâ hayyü yâ kayyûm...” vs. çekiyorsa, o da zikirdir.

Demek ki, ilimle meşgul olmak da zikir olduğu için ikisi birbirine aykırı değil... En sevaplı faaliyet ilim olduğundan, ilmin en sevaplısı da Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’i incelemek, okumak, anlamak, anlatmak, tefekkür etmek olduğundan, şimdi biz bu mübarek akşamda, bu mübarek akşamla ilgili bir ayet-i kerimenin izahını, bir mübarek şeyhimizin yazdığı değerli bir kitaptan okuyacağız.


Kitap, İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Rûhü’l-Beyan

tefsiridir. Ama üstad Sàbûnî dört cilt halinde özetlemiş biraz. Bu bir hazinedir, içinde Arapça, Farsça pek çok mâlumat ve fevâid vardır. Üstad bunu okumuş baştan sona, dört cillde indirmiş. Kitap çok daha büyüktür. Farsçalarını filân atmış, yarısı gitmiş yâni... Fevâidin bir kısmı orada kalmış. Aslını okumak daha iyi, keşke aslı yanımızda olsaydı...

Fakat bu da dört cilt halinde... Bir Arap üstadın, Muhammed Sàbunî’nin böyle bir eseri beğenmesi ve ele alması ve bunu incelemesi benim hayretimi mûcib oldu. Hayret ettim ve “Niye bu eseri seçtiniz?” diye kendisine sordum. Ama güzel bir şey...

Bu bizim İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, —Aydoslu İsmâil Hakkı da derler— çok büyük bir zat. Bursa’da Reyhan Mahallesinde camisi var, tekkesi var. Şam’da uzun zaman bulunmuş, Arapçası çok kuvvetli, ilimde deryâ... Onun için çok büyük bir tefsir yazmış, işte onun kitabını okuyoruz ama, Muhammed Sâbûnî Sellemehullah’ın hülâsasından okuyoruz. Aslından değil...


b. Ruh Mea’l-Cesed Yolculuk


Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim’de Mi’rac’la ilgili, bu gece tes’id ettiğimiz kutlu ve mutlu hadise ile ilgili ayetler var... En âşikâr, en zahir, en kesin ayetlerden birisi, İsrâ Sûresi’nin başındaki

337

“Sübhàne’llezî esrâ...” ayet-i kerimesidir. Bu ayet, Peygamber Efendimiz’in Mi’rac gecesinde şu Mekke-i Mükerreme’den alınıp Kuds-ü Şerif’e götürüldüğünün kesin ifade edildiği bir ayet-i kerimedir. Onun için, sohbetimizde önce Allah kelâmı olsun diye onu okuyacağım. Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:


سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ


اْلَْقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا، إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ


(الاسراء:١)


(Sübhàne’llezî esrâ bi-abdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksa’llezî bâreknâ havlehû li-nüriyehû min âyâtinâ, innehû hüve’s-semîu’l-basîr) (İsrâ, 17/1) Sadaka’llàhu’l-azîm.

Sübhàne demek üsebbihu demektir, yâni “Ben tesbih ediyorum.” demektir. Tesbih ediyorum demek de; şânını öğüyorum, hiç bir noksanı olmadığını ifade ediyorum demektir. Şânı yüce, noksanı yok, her işi güzel, neylerse güzel eyler demek yâni... İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri’nin ifadesiyle:


Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.


Her şeyi güzel demek... Sübhâne’nin Türkçesini o da öyle söylemiş, o duyguyu öyle ifade etmiş.

Evet, Mevlâmızın her sıfatı güzeldir, hem de en güzeldir. El- Esmâül-Hüsnâ ne demek, en güzel isimler demek... Öyle sıradan bir sıfat değil, sıfatın en yükseği Mevlâ’nın... Meselâ, Allah-u Teàlâ Hazretleri cömert ise, o sıfat en yüksek, en güzel derecede Allah’ındır. Yâni cömertliğin en güzeli, en büyüğü, en sonsuzu, başkaları ile mukayese edilemeyecek kadar mükemmel olanı Allah’ındır.

338

Allah-u Teàlâ Hazretleri Ekber ise, o en büyüklük ona aittir. O sıfatın o kadar büyüğü mahlûkatta yoktur. Mahlûkatla mukayese edilmeyecek kadar büyüktür.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cemîl ise, ki Peygamber Efendimiz buyuruyor:44


إِن اللهَ جَمِيلٌ، يُحِبُّ الْجَمَالَ (م. حم. حب. ك . هب. عن عبد الله بن مسعود)


(İnna’llàhe cemîlün, yuhibbü’l-cemâl) “Allah güzeldir, güzelliği sever.” Cemâl, en güzel olarak onda vardır, başka hiç bir mahlûkta o cemâl olamaz.

Aklı olan o cemâle dûş olur, aşık olur, aşkullah ve muhabbetullaha gark olur. Aklı varsa, idraki varsa, hissi varsa, basîreti varsa ayık olur. Neden? Güzele aşık olunur da ondan. Güzel en güzelse, insanın gönlü yağmalanır.


Sübhàne, “Her türlü noksandan münezzehsin yâ Rabbi, seni tesbih ederim. Senin her şeyin en güzel, en mükemmel, en yüksek, en muazzam, en ulu...” demek oluyor. Esrâ ve serâ, geceleyin gitmek fiilinden fi’l-i mâzî; bir yöne doğru geceleyin yollanmak



44 Müslim, Sahîh, c.I, s.93, İman 1/39, no:91; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.399, no:3789; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.280, no:5466; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.201, no:7365; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.160, no:6192; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.VI, s.367; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.39, no:85; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Hàkim, Müstedrek, c.I, s.78, no:70, Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.203, no:7822, Ebû Ümâme RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.78, no:6906, Câbir RA’dan.

Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.320, no:1055; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.163, no:6201; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.143, no:1067; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.299, no:2322; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.330, no:2420; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.528, no:7748, 7763, 7769; c.VI, s.642, no:17188-17190; Câmiu’l-Ehàdîs, c.VIII, s.12, no:6775-6781; RE. 87/11.

339

demek... Bunun gibi başka Arapçada kelimeler vardır. Meselâ: Eymene, Yemen’e doğru gitmek demek; eş’eme, Şam’a doğru gitmek demek...

(Sübhàne’llezî esrâ bi-abdihî) “Kulunu geceleyin seyahat ettiren Allah’ın şanı her türlü noksandan münezzehtir.” Ne güzel yapmıştır, her şeyi ne kadar güzeldir, ne kadar hayret edilecek, ne kadar hayran kalınacak, ne kadar dikkat çekici, taaccüb çekici bir olaydır.

Bir insanın ruhuyla bedeniyle, etrafı göre göre, geceleyin, uçaksız, muhafazasız, camdan bir tüpün içinde filân değil; Mekke’den Kudüs’e böyle bir kısa zaman içinde, ufukta gördüğü yere bir lâhzada varacak kadar hızla gitmesi, şimdiki füzelerle, uçaklarla gitmesinden daha taaccüb edilecek bir olaydır. Profesör kardeşlerimiz bilirler bu işi... O kadar sür’ate, o kadar açıklığa herkes dayanamaz. Motosikletle bile biraz fazla gitti mi, insan hasta oluyor. Ondan sonra ciğer filimleri ve sâireler; zatürre olmuş...

E o kadar hızlı gitmeseydin?.. Motosikletle 180 km hızla gidilmez ki?.. Almanlar filân biniyorlar ama, deriler, dalgıç gibi elbiseler giyiyorlar. Otomobiller tıkanıyor yollarda, oralardan geçmek için çok güçlü motosiklet kullanıyorlar.


Kulun öyle bir ata biner gibi binerek, bir gecede Kudüs’e gitmesi, şimdiki asırdaki gitmekten daha şâyân-ı taaccüb bir haldir. Sübhànallah! Biz de Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni tesbih ve tenzih ederiz. Bu işe, bu olayın cereyanına hayrânız. Mevlâmız nasıl himâye etti, nasıl vikàye etti, nasıl götürdüyse götürmüş.

Geceleyin seyahat etmek için kullanılan bir kelime bu isrâ kelimesi... Gündüz seyahat ederse, güneş altında seyahat ederse esrâ denmez.

“—Peki Araplar niçin gece seyahat eder?”

Burada gece çok tatlıdır da ondan... Gündüz çok sıcaktır, insanın iflâhı kesilir. Üç adım attı mı kumlara serilir, doktorluk duruma düşer, buza yatırılması gerekir. Kolay değil öyle güneşin altında, kumda yürümek... Ama geceleyin güzel olur. Geceleyin

340

seyahate çıkarlar; pırıl pırıl, tertemiz, endüstriden kirlenmemiş bir havada, şâhâne bir yolculuk yaparlar. Yıldızlara böyle uzansan tutacakmışsın gibi, güzel bir gökyüzü... Nedense burada gökyüzü biraz daha canlıdır, daha güzeldir. Buralarda gece seyahat edenler, kırlarda yatanlar bilir.


(Bi-abdihî) “Kulunu, abdini” buyurdu ayet-i kerimede... (Bi- nebiyyihî) “Peygamberini” demedi de, (bi-abdihî) “kulunu” dedi. Burada Peygamber Efendimiz’in kulluk sıfatının çok önemli olduğuna işaret vardır. Çünkü böyle muhteşem bir olayın vukù bulması kafaları karıştırabilir. Çünkü İsâ AS’ın mucizeleri, hristiyanları Hazret-i İsâ’yı tanrı sanmaya sevk etti de sapıttılar. Halbuki mucize...

Peygamberlerin mucizeleri olur. Mûsâ AS’ın mucizelerini Tevrat’tan biliyorlar, ona tanrı demiyorlar; İsâ AS’ın hastaları iyi etmesine vs. mucizelerine takılıyor kafaları, kulluğunu anlayamıyorlar. Halbuki İsâ AS, rûhu’llah ve abdu’llah... O da Allah’ın bir kulu...

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şerîki, nazîri yok... En mühim şey o olduğundan abdihî dedi, nebiyyihî demedi. Onun için bu sıfatın çok önemli olduğunu söylemişlerdir. “Peygamber Efendimiz’in abdiyet makàmı, ubûdiyyet makamı, risâlet makamından da daha önemli bir makamdır.” diye kitaplar yazmışlar.

Burda abdihî demesi; abd ruh ve bedenden müteşekkildir. Böylece Mi’racın ruh mea’l-cesed olduğu, yâni Mi’rac’a bedeniyle ve ruhuyla gittiği anlaşılıyor. Çünkü beden ve ruh ikisi bir aradadır. Sadece ruh olsaydı abd denmezdi.


Ruh ile olsaydı, iki şekilde olabilirdi: Ya uykuda olurdu, ya da insilâh halinde olurdu. O zaman müşrikler bir şey diyemezlerdi, rüya görmüş derlerdi. Herkes rüyada uçabilir, bir yerlere gidebilir derlerdi.

Rüya nedir? İnsanın gözü kapandığı zaman, uykuda gördüklerine rüyâ derler. Rüyâ da raâ fiilinden geliyor, o da görmek ama uykuda iken görmek...

341

İnsilâh ne demek?.. Evliyâullahın ruhu ölmeden, hal-i hayatında iken bedeninden ayrılır, gider, gezer, gelir; buna insilâh

derler. Yâni bedeni burada durur, ruhu gezer gelir.


Misâl: Bizim tekkemizin şeyhlerinden bir tanesini —İsmâil Necâti Safranbolî olacak, iyi hatırlayamadım— müridlerden birisi ziyarete gidiyormuş, Beyazıt’ta kalabalıkta görmüş hocaefendiyi... Dergâha geldiği zaman demiş:

“—Hocaefendiyi Beyazıt’ta kalabalıkta gördüm.” demiş.

Onlar da demişler ki:

“—Hocaefendi bir yere gitmedi, burdaydı; yanlış görmüşsün!” demişler.

“—Yanlış görmedim, tam kendisini gördüm.”

“—Yanlış görmüşsündür, gidelim, soralım!” demişler.

Gitmişler, sormuşlar:

“—Efendim, arkadaş sizi Beyazıt’ta gördüğünü söylüyor, biz de burda oturduğunuzu söyledik...”

Hocaefendi:

“—Evet evlâdım, oralarda şöyle bir gönül gezdirmiştim.” demiş.

Hà, biz gönül gezdirme deyince sanıyoruz ki, insanın aklından şöyle bir şeyler geçirmesi... Ama evliyâullah gönül gezdirdim deyince, öbür tarafta da görünüyor. Bu işin içinde bir başka iş var demek. O zaman iş biraz basit duygularımızla basite yorduğumuzdan farklı... Hem burada oturuyor, hem de şöyle biraz gönül gezdirdim dediği, ruhumu gezdirdim demek; gönlü geziyor ama, gezdiği yerde de görünüyor.


Abdü’l-Ehad-i Nûrî Hazretleri’nin müridleri hacca gelmişler. Tavafta kaç defa Abdü’l-Ehad-i Nûrî Hazretleri’ni görmüşler. Gidince de sormuşlar, demişler ki:

“—Efendim siz hacca gelmediniz, İstanbul’da kaldınız. Amma hacca giden arkadaşlar da, zaman zaman sizi orda tavafta görmüşler.” demiş.

O mübarek de demiş ki:

342

“—Müridlikleri sağlam olsaydı daha çok görürlerdi. Müridlikleri kadar görmüşler.” demiş.


Hocamız nafile namaz kılardı evde... Zâten sünnetleri evde kılardı, camiye farzı kılmaya giderdi. Cemaat beklerdi, müezzin camdan Hocamız’ın geldiğini görünce, kameti o zaman getirirdi.

Bazan Hocamız namazda iken yüzüne bakardık ve korkardık. Çünkü yüzü ve gözleri boşalırdı. Sanki bedeni orda da kendisi yok gibi olurdu. Biliyorum böyle olduğunu...

İşte insanın gönlünün, ruhunun bedeninden ayrılıp da bir yerleri dolaşıp gelmesine insilâh derler. Evliyâullaha mahsus bir şeydir.


Öyle olsaydı veya uykuda rüya olsaydı, müşrikler bu işi acaib

bulmazlardı, garipsemezlerdi. Demek ki ruh meal-cesed Mi’raca gitmiş ki, bunu böyle söylemiş ki müşrikler hop oturup hop kalkmışlar. İyi ki hop oturup hop kalkmışlar da, bu işin büyüklüğü anlaşılmış. Yoksa, “Ha ha, tamam, bu sefer de böyle bir rüya görmüş.” der geçerlerdi. Kesin yâni...

(Leylen) “Gecede” diyor. Yâni gecenin bir bölümünde, çok kısa bir zamanda gittiğini ifade etmek için böyle demiş. Çünkü gidilen mesafe, o günün deve ve atlarıyla bir aylık mesafe... Ama bir gecede olmuş bitmiş bu iş... Hem de gecenin tamamında değil, yâni “Akşam ezanı bu seyahat başladı, sabaha doğru zar zor döndü.” filân değil... Tarfetü’l-ayn içinde, —başka hadis-i şeriflerden biliyoruz— bir göz yumup açıncaya kadar oldu bu işler ama, Mi’rac’da gördüklerini anlatan hadisleri ben burada bir ay okuturum size... O kadar uzun hadisler var yâni, gördükleri çok...

E nasıl olur?.. Zaman denilen şeyin bizim anladığımız mânâdan başka türlü olmasıyla olur. İnsan ışık hızına ulaşınca, ışık hızından da öteye geçince kütlesi sıfır olur. Ondan sonra da birçok olayları yaşar yaşar, ömür sürer, ondan sonra döner gelir, bir göz yumup açıncaya kadar zaman geçmiş olur. İnsan bu dünyadan ayrılıp da fezâya gidip geldi mi, böyle şeyler olabilir. Bunu sadece mutasavvıflar söylemiyor, fizikçiler de söylüyor.

343

Mühendisler de bilir bu işi... Yâni formüllerden anlayanlar, kütle formüllerini, hız formüllerini bilenler, bu işi bilirler.

Işık hızına ulaştığı zaman kütle sıfır oluyor, iş değişiyor. O zaman şimdiki fizik kanunlarından başka türlü durum oluyor. Tarfetül-ayn içinde insan, her şeyi dolaşır, yine gelir.


c. Dervişin İmtihanı


Bu iyi anlaşılsın diye başka bir misâl vereyim. Mi’racı anlatmak maksadım ama, şimdi tasavvufî bir hikâye anlatacağım size: Dervişlerden bir tanesi şeyhine kırılırmış. Dermiş ki: “Yâhu bunca yıldır tekkeye hizmet ediyoruz ediyoruz da, bizden sonraki nice çoluk çocuk geldi geçti, şeyh efendi bunlara hilâfet verdi, cübbe giydirdi, bir yere görevli gönderdi; biz kırk yıldır tekkeye hizmet ediyoruz, bize bir makam vermiyor. Mutfakta çalış babam çalış...” diye kırılırmış.

Bir gün tekkenin büyük kazanında helva pişiriyorken malzemeyi koymuş, şerbeti koymuş, içine irmiği katmış, ocağın üstünde koca kazan, o da uzun kepçe gibi aletle karıştırırken, tatlıyı yaparken bir hal olmuş kendisine... Kendisi farkında değil ne olduğunun... Şeyh Efendi karşısında, demiş ki:

“—Tamam, sana da bir görev vereyim, git falanca diyara sen de orda irşad görevini yap! Seni meselâ Hindistan’ın Lâhor şehrine gönderiyorum veya Serendib’e gönderiyorum ama, orada ne kazanırsan sonra yarı yarıya bölüşeceğiz.” demiş.

“—Aman efendim, estağfirullah, müridin nesi varsa şeyhindir, hepsi sizin olsun!” demiş.

“—Yok, hepsini istemiyorum, yarısı senin, yarısı benim...”

“—Efendim, ne demek, ben dünya malında değilim, gözüm dünya malını filân görmüyor, hepsi sizin olsun!..”

“—Yok, hayır, yarısı senin yarısı benim olacak! Tamam mı?..”

“—Eh, emredersiniz efendim, nasıl isterseniz öyle olsun. Mâdem öyle istiyorsunuz yarısı sizin olsun.” demiş.

344

Heybesini almış, çarığını giymiş, o diyara gitmiş. Bir yere yerleşmiş, camiye gitmeğe gelmeğe başlamış. Tekke terbiyesi görmüş, edepli bir derviş...

Tekke terbiyesi terbiyelerin en yükseğidir. Bilen bilir, bilmeyen inkâr eder ama, iyi bir tekke terbiyesi görmüş olan bir hanımefendi melek gibi olur. İyi bir tekke terbiyesi görmüş bir beyefendi melek gibi olur. Herkes sever onu, bal gibi olur. Herkes üşüşür başına, sohbeti tatlı olur, işi güzel olur.

Almanya’ya bir Mevlevî şeyhi gitmiş, yaşlı; Almanları fethetmiş, hayran olmuşlar. Almanlardan Mevlevî müridler var... Adam müslüman oluyor, Mevlevî oluyor. Neden?.. Tasavvuf terbiyesi görmüş de ondan... Oturuşu başkadır, konuşması başkadır, ferâgatı başkadır, selâmı başkadır, her şeyi güzeldir. Tarikat terbiyesi görmemiş insan da, bu çantanın kapağını birbirine yapıştırmak için bir şeyler var, pabuçlarda da var, çektiğin zaman çatır çatır kalkıyor. Tekke terbiyesi görmemiş insan, öyle çatır çatır olur, sert olur, sivri olur.

Türkiye’de bazı insanlar vardır, tekke terbiyesi ile eğitildiğinin farkında değildir. Oturuşundan, konuşmasından anlaşılır. “Bendeniz” der meselâ; bendeniz demek, köleniz demektir. O tekke terbiyesidir, onu şimdiki ehl-i dünya demez. Mânâsını bilse yine demez, nezaket sanıyor, ondan söylüyor. Halbuki tasavvufîdir o... Karşısındakine “canım” diyor; cânım demek, karşı tarafa çok büyük makam, rütbe vermek demektir. Mevlevî tabiridir aslında, Mevlevî dervişlerine can derler. Yâni halkın içine işlemiştir de; halkın edebi, ahlâkı, ikrâmı, nezâketi, zarâfeti tasavvuftandır da,

ama malın nerden geldiğini bilmiyor. “Made in tekke” olduğunu bilmez onun... Anadolu’daki köylümüzde de vardır o...

Tasavvuf terbiyesi görmüş insan, sevilir.


Bu mürid de gitmiş o diyara, bakmışlar adam hırslı değil, mütekebbir değil, bencil değil, arsız değil, yüzsüz değil; müeddeb bir insan, karıncayı incitmeyen bir insan... Sevmişler. Konuştukça, bir hazine olduğunu anlamışlar. “Tatlı tatlı

345

konuşuyor, çok zarif bir insan... Allah Allah, neler söylüyor!” diye etrafına toplanmağa başlamışlar. “Camide sen bize şu kitabı okut, bu kitabı okut!” demeğe başlamışlar. İlmi mâlûm olmuş, fazlı mâlûm olmuş, kemâli mâlûm olmuş, herkes sevmeğe başlamış. “Bu adamda iş var, bu adam boş adam değil... Bu adam mânevî makamı da olan bir kimse...” diye herkes sevmiş. İrşad vazifesi de var, birilerine de ders filân vermeğe başlayınca, iyice şöhreti yayılmış.

O sırada beldenin hükümdarı ölmüş. Kazàrâ İslâm aleminin bazı yerlerinde seçme, seçilme uygulamaları da varmış demek ki, bu hikâyeden o anlaşılıyor. “Kendimize bir hükümdar seçelim, bir emirü’l-mü’minîn seçelim!.. Kimi seçelim, kimi seçelim? En iyisini seçelim!” derken, bu dervişi seçmişler:

“—Sen başımıza geç, hizmet et!” demişler.

“—Yok, estağfirullah...” demiş.

“—Sen bu işi iyi yaparsın, Allah’tan korkarsın, haram yemezsin, zulüm yapmazsın, vergiyi kendi sarayına harcamazsın, halka hizmeti Allah rızası için dürüst yaparsın; sen reis ol!” demişler, zorlamışlar.

İstenmeden oldu mu böyle şeyler, daha iyi olur. Talib oldu mu insan, tevfikàt-ı samedâniyye kesilir. Matlub oldu mu, o zaman tevfikàt-ı samedâniyye ile desteklenir insan... Desteklenmiş, hükümdar olmuş, çok da güzel hükümdarlık yapmış. Yollar, köprüler, çeşmeler, hayır, bereket, ilim, irfan; belde ma’mur olmuş. Çok güzel, herkes memnun bu işten...


Derken o müridi oraya görevli gönderen şeyh efendi çıkmış, gelmiş. Deli divâne olmuş hükümdar, şeyhim geldi diye... Elini bırakıp ayağını öpmek istemiş, sarayına davet etmiş, tahta oturtmuş.

“—E ne yapıyorsun yâhu?..” “—Bu benim şeyhim!” Tahta oturtmuş, önünde diz çökmüş. Herkes de: “—Hükümdarın hocasıymış, şeyhiymiş... Allah Allah...” demiş.

Konuşmuşlar, görüşmüşler. Akşam olmuş, herkes dağılmış,

346

baş başa kalmışlar. Şeyh efendi sormuş:

“—Eee, seni buraya gönderirken ne konuşmuştuk?..”

“—Efendim, işte bana nasihat etmiştiniz, ‘Halka şöyle davran, böyle davran!’ demiştiniz.

“—Tamam, onları geç! Ne konuşmuştuk sonra?” “—Hatırlayamadım efendim...”

“—Ne kazandıysan yarısı senin, yarısı benim olmayacak mıydı, öyle konuşmamış mıydık?” “—Efendim, hepsi sizin olsun!”

“—Yok, o zaman da söylemiştim, yarısı senin, yarısı benim olacak diye konuşmuştuk. Ben sözüme sadıkım, hakkıma da razıyım. Getir bakalım, bölüşelim!” demiş.

“—Efendim işte ben şu kadar maaş aldım, şu kadarını da biriktirdim, harcayamadım da... Yarısı senin, yarısı benim... Arazi verdiler, buyur, yarısı senin, yarısı benim...”

Kâğıt kalem almışlar, başlamışlar her şeyi bölüşmeye... Ciddî ciddî bölüşüyorlar, şeyhin kaşları çatık, şakası yok, gayet de ciddî, kuruşu kuruşuna hesap yapıyor şeyh efendi... Şaşırmış, “Allah Allah! Ahiret adamı dünya malına bu kadar böyle titiz...” demiş. Yâni anlayamıyor vaziyeti, anlaşılabilir gibi de değil zâten.


Şeyhleri kimse anlayamaz; Hürriyet gazetesi, Milliyet gazetesi filân hiç anlayamaz, ilericiler hiç anlayamaz! Radikal müslümanlar hiç anlayamaz! Bazı devletlerin müslümanları hiç anlayamaz! Hiç anlayamazlar, hep sûizan ederler.

Şimdi sûizanna gidiyor iş, bütün suizanları şeyh topluyor üstüne... “Hadi bakalım malları bölüşeceğiz, getir kâğıdı kalemi...” demiş, her şeyi bölüşmüşler.

“—E başka?..”

“—Her şeyimi ortaya koydum neyim varsa söyledim efendim...”

“—İyi düşün, iyi düşün, unutulmasın!” demiş.

“—Efendim, işte bunlar...”

“—Yok, daha var!”

“—Ne var efendim?”

“—Sen buraya nasıl geldin? Bekârken evlendin, burada çoluk

347

çocuğun oldu. Burada olmadı mı bu çocuklar?..”

“—Doğru efendim, burada oldu bu çocuklar.”

“—Tamam, onları da bölüşeceğiz!”

“—Pekiyi efendim, emredersiniz.” demiş.

Çocukları da bölüşecek, şeyh efendi alacak gidecek çocukları... Şu şeyhe bak!

“—Kaç tane çocuğun var?..”

“—Üç tane...”

“—Birisi senin, birisi benim; bu üçüncüsü ne olacak?” “—Bu da sizin olsun efendim...”

“—Yok, ne laf anlamaz müridsin, yarı yarıya olacak!”

“—Bu yarı yarıya olur mu efendim?” “—Niye olmasın, ortasından keseriz, yarı yarıya olur. Satır getirin!” demiş.


Hükümdar böyle bakıyor şeyh efendiye, Allah Allah!.. Satırı getirmişler.

“—Çocuğu getirin!” demiş.

Çocuğu getirmişler.

“—Şunun bir bacağını tut, bir bacağını da ben tutayım!” demiş.

Satırı kaldırınca; o da, “Senin gibi şeyh olmaz olsun!” diye elindekini şeyh efendiye karşı kaldırmış, o anda bütün bu hayaller bozulmuş. Bir de bakmış ki adam, mutfakta yine... O heyecanla elinde tutup kaldırdığı da helva kazanını karıştırdığı koca kepçe imiş. Ama kime kaldırılmıştı?.. Şeyh efendiye... Ama karşıda şeyh filân yok, bu kepçe havada, önünde helva kazanı, öyle duruyor.

“—Allah Allah, sübhànallah! Hayırdır inşaallah, rüya gibi bir şey görmüşüm demek ki...” demiş

Şöyle etrafına bakınmış. Bir his gelmiş kendisine, bir de arkaya bakmış ki; şeyh efendi kapıya dayanmış şöyle, mütebessim ona bakıyor.

“—Evlâdım, sen bu teslimiyetsizlikle, bu kafayla daha çok helva kazanı karıştırırsın!” demiş, yürümüş gitmiş.


Şimdi ben bu hikâyeyi niçin anlattım? Yâni kısa bir zaman

348

içinde birçok şeyler oluyor, evleniyor, çoluk çocuk sahibi oluyor, birçok şeyleri görüyor insan, ondan sonra uyanıyor. Rüyalarınızın ne kadar sürdüğünü sanıyorsunuz siz? Rüyalar birkaç saniyelik... Neler neler görüyor insan rüyada... Kısa zamanda çok şey görür insan... Yâni işler biraz karışık.

Bizim ihvânımızdan bir hoca hanım vardı. İlkokul öğretmeniydi, iyi ihvânımızdı, Allah rahmet eylesin... Duldu. Hocamız’a gelmiş:

”—Efendi Hazretleri, ben hacca gitmek istiyorum ama, mahremim yok beni hacca götürecek, gidemiyorum.” demiş.

Biliyorsunuz Hanefî Mezhebi’ne göre mahremsiz kadının seyahati yoktur. Peygamber Efendimiz diyor ki:

“—Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kadın, mahremsiz sefer mesafesine gitmesin!”

Hanefî mezhebinde mahremi yoksa bir kadın hacca gidemez. Turizm şirketinin reisiyle nikâhlanarak, oyunla, dalgayla, dümenle hac olmaz. Hepsiyle nikâhlanıyor, hepsini alıyor hacca götürüyor, getiriyor... Öyle saçma şey olmaz!

Hocamız da demiş ki:

“—Ben seni götüreyim!”

Sevinmiş o da... Demek ki hac mevsimi geldiği zaman Hocamız ona da bilet alacak, onu da yanına katacak, herhalde öyle götürecek diye düşünmüş. Sabah namazından sonra gelmiş eve... Gece herhalde tesbih filân çektiği için, biraz uyku ihtiyacı olur dervişin; yatmış. Rüyasında Hocamız gelmiş, almış bunu, getirmiş Mekke’ye... Bütün hac vazifelerini yaptırmış, yaptırmış, haccı tamamlatmış.

Hoca hanım anlatmıştı bana... “Ben de sanıyordum ki, beni hacca götürecek. O gün rüyada bütün hac vazifelerini; Arafat’ı, Müzdelife’yi, Mina’yı, tavafı ve sâireyi, hepsini yaptırdı.” dedi.


Bu zaman dediğimiz şey çok elâstikî bir şeydir. Bunun içine bir yerinden girildi mi, bu böyle deryalar kadar genişler, uzun da sürebilir. Fizikçiler de böyle derler bunu, yalan değil, gerçektir.

(Leylen) Yâni tüm gecede değil, tarfetü’l-ayn içinde Rasûlüllah

349

Efendimiz Mi’rac’a gitti geldi ama, neler gördü, ciltlere sığacak kadar müşahedeleri var... Kısa zamanda olur bunlar

Fizikçiler söylemese de, mâdem Rasûlüllah Efendimiz böyle söylemiş, sadaka rasûlülah... Öyledir de, Mi’rac olağanüstü bir olay olduğu için onu yaşamayan bilmez ama, biz de fizikten biliyoruz ki, böyle olur bu iş...

Hazret-i Aişe anamız diyor ki: “Yatağının sıcaklığı geçmemişti.” Tabii geçmez, kısa zamanda olur bu işler.


d. Allah’ın Ayetleri


En kuvvetli rivayete göre, Recebin 27. gecesinde oldu, pazarı pazartesiye bağlayan gece oldu. Peygamber Efendimiz’in her şeyleri bu pazarı pazartesiye bağlayan gece olmuştur. Hicreti, doğumu, vefatı, Mi’racı... Hep o gecede olmuştur.


سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ


اْلَْقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا، إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ


(الاسراء:١)


(Sübhàne’llezî esrâ bi-abdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksa’llezî bâreknâ havlehû li-nüriyehû min âyâtinâ, innehû hüve’s-semîu’l-basîr) (İsrâ, 17/1)

(Mine’l-mescidi’l-harâmi, ile’l-mescidi’l-aksà) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksà’ya gecenin bir bölüğünde götürdü Allah- u Teàlâ Hazretleri... Sübhàna’llàh, şânı ne kadar yüce ki, nasıl olduysa o devirde bu işi böyle yaptı; kulunu Mekke’den Kuds-ü Şerif’e götürüverdi.

El-Mescidü’l-Haram, şu bizim namaz kıldığımız yerdir. Kâbe-i Müşerrefe’nin etrafı Mescid-i Haram’dır. Kâbe’nin duvarından kapısından ibaret olan binası da Beytullah’tır. Altın kapılı, siyah

350

örtülü, dört duvarlı, bir avlulu bir bina... Halil bey görmüştür, bizim Muhibb-i Rasül de gördü. Bize de nasib oldu, tamirat esnasında Kâbe-i Müşerrefe’nin içine girdik ve içini gördük el- hamdü lillâh... Herkese nasib olmuyor.

Etrafı Mescid-i Haram’dır. Aksà, en uzak demek... Arapların bildiği bölge içinde en uzaktaki mescid olduğundan, Kudüs’teki Süleyman AS tarafından yaptırılan mescide Mescid-i Aksà diyorlar. Şimdi yahudiler sağını solunu kazmağa filân çalışıyorlar, o eski binayı bulmağa gayret ediyorlar. Oradan oraya götürdü.


(Ellezî bâreknâ havlehû) “O Kuds-ü Şerif ki, o bölge meleklerin ve vahyin inme yeridir. İbrâhim AS’dan beri peygamberlerin yaşam yeridir, ibadet ettikleri yerlerdir. Çeşit çeşit güzel nehirlerle, meyvalı ağaçlarla, Arapların, bu çöl ahalisinin hayran kalacağı güzellikte bir yerdir. Bereketli bir yerdir. Dimaşk vardır, Ürdün vardır, Filistin vardır, Halîlü’r-rahman gibi çeşitli şehirler vardır. Oraları da kutsaldır. Kudüs de, etrafları da hep

351

peygamberlerin yâdigârlarıyla, hatıralarıyla dolu yerler.

(Li-nüriyehû min âyâtinâ) “Ayetlerimizi o Rasûlümüze göstermek için, gösterelim diye onu geceleyin oraya götürdük. Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim’de ayet kelimesi iki anlamda kullanılır:

1. Sûrenin içindeki cümle veya cümleciklerden ibaret olan bölüme ayet denir. Bu ismi Allah vermiştir. Âl-i İmrân Sûresi’nin başında buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:


هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ


وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ، ؤفَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْ غٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ


مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ (اۤل عمران:٧)


(Hüve’llezî enzele aleyke’l-kitâbe) “Ey Rasûlüm, sana bu Kur’an’ı, kitabı vahyedip indiren o Allah’tır. Allah’tan geliyor sana bu vahiyler. (Minhü âyâtün muhkemâtün hünne ümmü’l-kitâb) Bu gelen kitabın muhteviyatının bir kısmı muhkem ayetlerdir ki bunlar kitabın esasıdır. (Ve uharu müteşâbihât) Bir kısmı da müteşâbih ayetlerdir.”

Muhkem ayetler, mânâsı anlaşılabilen, hüküm ifade eden ayetlerdir. “Namaz kılın! Zekât verin! Gıybet etmeyin!..” vs. gibi ayetlerdir. Müteşâbih ayetler, mânâsını kulların anlayamayıp terledikleri ayetlerdir. “Elif, lâm, mîm...” Ne demek acaba, çatlayacağım merakımdan... “Hà, mîm, ayn, sîn, kàf...” Allah Allah, ne demek acaba?.. Müteşâbih, yâni anlamını Allah’ın bildiği esrârengiz bölümleri de vardır Kur’an-ı Kerim’in... Remizlerdir, işaretlerdir, Habîbullah Muhammed-i Mustafâ’sı biliyordu.

Çoğunlukla muhkem ayetlerdir, bir kısmı da müteşâbih ayetlerdir. Müteşâbih ayetlere dayanıp da uzun boylu laf söylemek doğru değildir. Muhkem ayetlerle konuşulur, “Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyuruyor.” denir.

352

Müteşâbih ayetlerle ancak münafıklar, oralardan bir takım kafa karıştıracak şeyler çıkartmak için uğraştıklarından, o uygun değildir.

(Feemme’llezîne fî kulûbihim zeyğun feyettebiùne mâ teşâbehe minhübtiğàe’l-fitneti vebtiğàe te’vîlih) “Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için, ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. İleri geri konuşmak için onları dillerine dolarlar.” (Âl-i İmran, 3/7)

O doğru değil! Edepli müslüman, Allah bilir diyecek, edebini takınacak, bilmediği şeyde susacak.


2. Bir de muazzam, çok ilgi çekici, çok taaccüb edilecek olaylara da ayet denir. Göksel bir olay, yerdeki bir olay, ibretli bir olay; ona da ayet derler. Kur’an-ı Kerim’de o da vardır:


لِنُرِيَكَ مِنْ آيَاتِنَا الْكُبْرٰى (طه:٣٢)


(Li-nüriyeke min âyâtine’l-kübrâ) [Tâ ki sana, en büyük ayetlerimizden bazılarını gösterelim!] (Tâhâ, 20/23) Firavun’a Allah Mûsâ AS’ı gönderdi. O kâfir, o ülûhiyyet iddiasındaki herif-i nâşerif hizaya gelsin, bıraksın bu bâtıl dâvâyı diye Mûsâ AS ona çeşitli ayetler gösterdi. Oradaki ayetler nedir?

Duygularla algılanabilen, gözle görülen, kulakla işitilebilen olaylar. Ne idi? Asâsını yere atıyordu, ejderhâ oluyordu. Bir ayet işte bu... Yâni delil, yâni işin doğruluğunu gösteren bir olay.

Sihirbazlar bir sürü sihirler yaptılar, çattılar, kurdular. Mûsâ AS terlemeye başladı: “—Eyvâh, bilgili sihirbazlar, bu kadar da ahali toplanmış, şimdi beni yenecekler!” diye düşündü.

Ne sihirler yaptılar, insanların gözlerini boyadılar, herkes şaşırdı ne yapacağını...

Allah-u Teàlâ Hazretleri dedi ki:

“—Yâ Mûsâ asânı yere atıver bakalım!”

Mûsâ AS asâsını yere bir attı, asâ oldu bir ejderhâ... Gitti,

353

sihirbazların yaptığı her şeyi yuttu, ortada bir şey kalmadı. Ne sihir kaldı, ne sihir düzeni kaldı, ne sihirbazların yaptığı, çattığı şeyler kaldı.


Bu sihirbazların yaptığı az değildir. Bizim köye bir sihirbaz gelmiş, kahvede gösteri yapmış. Görenler anlatıyorlar.

“—Kahvenin tavanına bakın!” demiş.

Herkes bakmış. Bildikleri kahvenin tavanı asma olmuş. Yâni salkım salkım üzüm olan, bol üzümlü bir asma olmuş.

“—Herkes bir salkımı tutsun!” demiş.

Herkes beğendiği bir salkımı tutmuş.

“—Herkes çakısını, bıçağını çıkarsın!” demiş.

Bizim köyde çakı taşınırdı eskiden. Kını vardı, arka tarafı boynuz gibi çatal, sapı gümüşlü olurdu. Herkesin bir bıçağı vardı, bıçaksız gezilmezdi. Ben bile ortaokul talebesi iken yaptırmıştım.

Herkes bıçağını çekmiş, yüklü salkımı da tutmuş.

“—Salkımın dibine bıçağı dayayın, ama sakın kesmeyin hà!” diye tembihlemiş.

Herkes bıçağı salkımın köküne dayamış. Köylüler anlatıyorlar bunu... Sonra yaptığı numarayı bir bozmuş. Herkes bir de bakmış ki, kendi burnunu tutmuş, bıçağı oraya dayamış.


Nasıl yapılır, hayret ettim ben... Bayağı bir hüner. Yani batırsa bıçağı, burnunun ucunu kesecek. Sihir böyle bir şey... Yâni yaparlar, gözlerini boyarlar.

(Saharû a’yüne’n-nâs) Sihirbazlar yaptıkları düzenlerle insan- ların gözlerini büyülediler ama, Mûsâ AS’ın asâsı hepsini yuttu.

Daha başka? (Tis’u ayâtin beyyinât) Dokuz başka ayet gösterdi, olay oldu. Hepsinde Mûsâ AS’ın hak peygamber olduğunu tasdik ettiler, “Tamam, bu peygamberdir.” dediler, ondan sonra döndüler.

Demek ki olaya da ayet deniliyor, Kur’an cümlesine de ayet deniliyor; bunu iyi bilin! İki tür kullanış da Kur’an-ı Kerim’de var.


(Li-nüriyehû min âyâtinâ) “Ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...” Allah’ın Peygamber Efendimiz’e bu kutlu

354

seyahatte gösterdiği ayetler nelerdir? Kendi zâtına ait, ulûhiyyetine ait şeyler gösterdi. Rabbü’l-izzeti âşikâre gördü. En büyük ayet bu...

Sonra cenneti, cehennemi gösterdi, yedi kat semâvâti gösterdi, eski peygamberleri gösterdi. Peygamber Efendimiz o seyahatte hepsiyle konuştu. Sahih hadislerde bu da anlatılıyor. Şimdi bizim radikal müslümanlar sorarlar hemen:

“—Bu hadis sahih mi?”

“—Sahih, işte bak, müttefekun aleyh olduğunu gör!”

(İnnehû hüve’s-semîu’l-basîr) “Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi duyar, işitmediği hiçbir şey yoktur.” Gizlide birisi birisiyle fısıldaşsa, onu bile duyar. “Ve her şeyi görür.” Her şeyi görür, her şeyi bilir, çünkü her yerde hàzır ve nâzırdır.


وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ، وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (الحديد:٤)


(Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm, va’llàhu bimâ ta’melûne basîr) [Nerede olsanız, o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.] (Hadid, 57/4)

Her yerde hàzır ve nâzırdır, bu işin şakası yok... İnsanın aklı olsa, imanı sağlam olsa, ayağını uzatamaz edebinden...

Ben öyle kimseler hatırlıyorum. Ankara’da derviş ahlâklı bir kimse vardı, geceleyin dizlerine kuşak gibi bir şeyden çember geçirirmiş. Burada Yemenliler yapıyorlar Ramazan’da... Neden? Ayağımı uzatmayayım da, edebe aykırı olmasın diye... Tasavvufî edebdir, herkes anlamaz.


e. Işık Hızından Daha Hızlı


Ayet bu... Mâdem bir ayet okuduk, bir de hadis okuyalım! Buhàrî ve Müslim Mâlik ibn-i Sa’saa’dan rivayet etmiş. Şimdi Peygamber Efendimiz’in sahih hadis-i şeriflerinden, o mübarek fem-i saâdetinden, o mübarek ağzından sahabe-i kirâmına bu hadiseyi nasıl anlattığını, bir kısmını da özetlemek sûretiyle size

355

bildirelim:45


بَيْنَمَا أَ نَا فِي الحَطِيم مُضْطَجِعاا، إِذْ أَتَانِي آتٍ، فَشَقَّ مَ ا بَيْنَ هٰذِهِ


إلِٰى هٰذِهِ، فَاسْتَخْرجَ قَلْبِي، ثُمَّ أُتِيتُ بِطَسْتٍ مِنْ ذَهَبٍ مَمْلُوءَةٍ


إِيمانا ا، فَغُسِلَ قَلْبِي بِماءِ زَمْزَمَ، ثُمَّ حُشِيَ ثُمَّ أعيدَ؛


(Beynemâ ene fi’l-hatîmi mudtacian) Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki: “Ben Kâbe-i Müşerrefe’nin yanında, Hatîm’de şöyle yaslanmış duruyordum. (İz etânî âtin) Birden bire bana bir şey geldi...” Bunun melek olduğu anlaşılıyor. (Feşakka mâ beyne hâzihî ilâ hâzihî) “Şuramla şuram arasını yardı.” Göğsünü yarmış. (Festahraca kalbî) “Kalbimi çıkardı. (Sümme ütîtü bi- tastin min zehebin memlûetin îmânen) Sonra içi iman dolu bir leğen getirildi. (Fegusile kalbî bi-mâi zemzem) Zemzem suyu ile benim kalbim o iman dolu tasın içinde yıkandı.”

(Sümme huşiye sümme üîde) “Sonra kalbimin içi dolduruldu ve yerine konuldu.” diyor. Mâneviyat, nur ve iman doldurulmuş ve eski haline getirilmiş.


ثُم أُتِيتُ بِدابَّةٍ دُون البَغْلِ وفَوْقَ الحِمارِ أبْيَضَ يُقالُ لَهُ البُراقُ،


يَضَعُ خَطْوَهُ عِنْدَ أقْصٰى طَرْفِهِ .


(Sümme ütîtü bi-dâbbetin dûne’l-bağli ve fevka’l-hımâr) “Sonra



45 Buhàrî, Sahîh, c.XII, s.273, no:3598; Müslim, Sahîh, c.I, s.389, no:238; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.208, no:17869; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.111, no:338; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.240, no:48; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.434; Mâlik ibn-i Sa’saa RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.391, no:31842; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXVIII, s.16, no:40979.

356

önüme bir binek getirildi, bir mahlûk getirildi ki, katırdan biraz küçükçe, ama merkepten biraz daha büyükçe, (ebyad) beyaz renkli bir binek... (Yukàlü lehü’l-burâku) Ona Burak deniliyordu. Burak

denilen o mahlûk getirildi.” Burak, berk kelimesiyle ilgili. Berk de şimşek demek...

(Yedau hatvehû inde aksâ tarfihî) “Bu mahlûk, ayağını

gözünün baktığı yerin en ötesine koyuyordu, yâni ufka koyuyordu.” Yâni her adımı ufkun ta ötesine kadar, öyle bir mahlûk...

İşte Cebrâil AS kılavuzu olmuş, Peygamber SAS Efendimiz Burak’a binmiş ve Kâbe-i Müşerrefe’den yolculuk başlamış.


Şimdi Peygamber SAS yedi kat semâvâtı nasıl geçti, o kadar sür’at nasıl olur?.. Bu ışık hızıyla filân olmaz. Işık saniyede üç yüz bin kilometre yol alıyor. Dünyanın çevresi ekvator da kırk bin kilometre... Yâni “Bir” deyinceye kadar ışık dünyanın etrafını ekvatorda yedi defa tavaf ediyor. Yedi kat semâvâtı geçmek için milyonlarca, milyarlarca sene lâzım! Bu ışık hızıyla da olmaz. O zaman kâinatta ışık hızından başka hızlar var, onu anlatayım:

Birkaç tıp kitabında gördüm. Ayhan Songar’ın bir kitabında da gördüm, ondan önce Metabiyoloji diye bir kitap okudum, orada da gördüm. Bir tecrübe aktarılıyor. Telepati denen bir olay var, yâni bazı insanlar bazı kimselerin hislerini uzaktan algılayabiliyorlar. Çok uzaktan, yâni Mekke’deki adam Ankara’daki insanın duygusunu algılayabiliyor. Tele mesafeyi gösteriyor, pati duygu demek; telepati, uzaktan duyguyu algılamak..

Şimdi bunu incelemişler adamlar. “Yâhu bu telepati nasıl oluyor?” diye inceliyorlar bunları. Sadece fizik, kimya tecrübesi yapmakla kalmıyorlar, başka şeyleri de inceliyorlar. Deney değil mi, her şey ilim konusu...


Birbiriyle iletişim kurabilen insandan birisini Moskova’ya koymuşlar, diğerini Sibirya’ya, veya Leningrad’a koymuşlar. Yâni, uzak bir yere göndermişler. İmtihan yapacaklar, deney yapacaklar.

357

Moskova’daki adama bir şey vermişler. Tecrübeyi yapan heyet var. Ne verelim diye kararlaştırıyorlar, işin içine hile karışmasın diye daha önceden belli bir şey değil... Meselâ bir kutu vermişler, “Bunu arkadaşına anlat!” demişler. “Eni şukadar, boyu şu kadar, içinde şu var...” diye anlatmış. Öteki Sibirya’daki veya Leningrad’daki şahıs da başlamış anlatmaya:

“—Arkadaşımın eline şöyle bir kutu verdiler; eni şu kadar, boyu şu kadar...”

Onu da yazmışlar. Sonra telefon etmişler:

“—Böyle böyle söylüyor bu adam, doğru mu söylüyor?..”

“—Evet, aynen öyle...”

“—Bir daha yapalım!” demişler.

Bu sefer bir metal silindir vermişler, “Bunu anlat bakalım!” demişler. O zaman öbür taraftaki:

“—Bu sefer bir metal silindir verdiler.” demiş.

Anlamışlar ki haberi götürebiliyor, yâni Moskova’daki haberi öbür tarafa iletiyor. Nasıl iletiyor?.. Herhalde elektromanyetik dalgalarla iletiyordur...


Şimdi İstanbul’dan yayın yapan Kanal-7’yi buradan nasıl dinliyoruz? Uydular ve elektromanyetik dalgalarla oluyor bu işler. Elektromanyetik dalga ne kadar hızlıdır? Işık hızı kadar... Işığın üzerine biniyor, destekliyor, ışıkla beraber gidiyor. Demişler ki:

“—Elektromanyetik dalga ile mi gidiyor, anlayalım!”

Algılayan kişiyi Faraday kafesinin içine almışlar. Faraday kafesi fizikte bilinen bir cihazdır. Tellerden yapılmıştır, tellerde elektrik akımı vardı. İçine elektromanyetik dalga giremez, çünkü tellerin manyetik alanlarından elektromanyetik dalga geçemez. İçeriye radyo koysan, çalmaz; televizyon koysan, almaz. Neden?.. Faraday kafesinin içine elektromanyetik dalga işlemez.

Elektromanyetik dalgalar işlemesin diye Faraday kafesinin içine almışlar medyumu; yine söylemiş. “Bu sefer şunu verdiler, bu sefer bunu verdiler...” diye ne verdilerse, yine söyleyebilmiş. O zaman anlamışlar ki, kâinatta ışık hızından da hızlı giden, elektromanyetik olmayan birtakım iletişim imkânları var.

358

İşte millet böyle çalışıyor. İlmi ilerletmek için, bir şeyler bulmak için böyle çalışıyor. Bizimkiler de ilmi inkâr ediyor.


Şimdi Peygamber SAS yedi kat semâvâtı nasıl geçti, o kadar sür’at nasıl olur?.. Bunu anlatmak için bu sözleri söyledim. Bu ışık hızıyla filân olmaz. Işık hızından çok daha fazla hız lâzım bu işin olması için... Allah-u Teàlâ’nın kudretiyle, o kadar sür’ati sağlayabilmiş Peygamber SAS Efendimiz.

Birinci semâya gelmiş. Burada ilginç bir şey söyleyeceğim, çok devam ettirmeyeceğim hadis-i şerifi... Onu okuyalım beraberce:


فَحُمِلْتُ عليهِ ، فانْطَلَقَ بِي جِبْرِيلُ، حَتَّى أتَى السَّماءَ الدُّنْيَا


فَاسْتَفْتَحَ ، قِيلَ : مَنْ هٰذَا؟ قَ الَ: جِبْرِيلُ. قِيلَ: ومَنْ مَعَكَ؟


قالَ: مُحَمَّدٌ . قيلَ: وقَدْ أُرْسِلَ إليهِ؟ قالَ: نَ عَمْ. قِيلَ : مَرْحَباا


بِهِ فَنِعْمَ المَجِيءُ جاءَ، فَفُتِحَ .


(Fehumiltü aleyh) “Ona bindirildim. (Fentaleka bî cibrîlü hattâ ete’s-semâe’d-dünyâ) Cebrâil beni peşine taktı, bana kılavuzluk ederek birinci semânın kapısına kadar geldik. (Fe’stefteha) Semânın kapısının açılmasını istedi.” Yâni Cebrâil AS, “Semânın kapısını aç!” diye meleğe sesleniyor.

(Fekîle: Men hâzâ?) “—Kim o?” dendi.

Demek ki semânın bu tarafından öbür tarafı görünmüyor, veya görünse bile gören görüleni tanımıyor. Muhafız, “Kim o?” diye soruyor. Kapı çalındığı zaman içerden sorulur ya...

(Kàle: Cibrîl)

“—Ben Cebrâil’im.” dedi, kendisini tanıttı, ben demedi.

Kapı çalınıyor, içeriden “Kim o?” diyor hanım; “Ben...” diyor. Yâhu herkes ben der, sen kimsin?.. Ben denmeyecek, isim

359

söylenecek. Kapıyı çalıp da içerden, “Kim o?” diye sorulduğu zaman, ben de diyorum ki:

“—Es’ad Hoca derler bir gariban var, o...”

“—Yâ öyle mi?” diyorlar, açıyorlar.

Yâni adını söyleyecek.

(Kîle: Ve men meak?)

“—Peki, yanındaki kim yâ Cebrâil?”

Cebrâil’e müsaade edecek, yanındakini soruyor melek... İlginç, o soruşturma beni ilgilendiriyor, sizi de ilgilendirir diye söylüyorum. Yanındaki kim diye soruyor

(Kàle: Muhammedün) Cebrâil AS dedi ki:

“—O da ahir zaman peygamberi Ebü’l-Kàsım Muhammed-i Mustafâ!..”

(Kîle: Kad ürsile ileyhi)

“—Ona davet gönderildi mi, izin gönderildi mi ki, o buralara gelebiliyor?”

Gelemez, bir beşer oralara gelemez. Semânın sonuna ulaşabilmesi için milyarlarca sene lâzım! Gidemez oraya kadar...

(Kàle: Neam) Cebrâil AS:

“—Evet, izni var, tamam.”

(Kîle: Merhaben bihî feni’me’l-mecîü câe) Melek o zaman:

“—Ona merhabalar olsun, ne hoş bir gelişle geldi!..” dedi.

Yâni hoş geldi, sefâ geldi. (Fefütiha) “Birinci semânın kapısı açıldı.”

Semânın tabakaları nasıldır, neyin nesidir, fizikçiler bunları incelesinler. Yalnız ben bir ipucu söyleyebilirim:


وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ (المـلـك:٥)


(Velekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesabîha) Yıldızların olduğu bütün mıntıka birinci semâdır. İkinci semâ yıldızlı değildir. Azamete bak, büyüklüğe bak, yıldızların olduğu semâ sadece birinci semâdır. Ondan sonra artık kıyas et!..

Bizim Ahmed Gök genel müdürken, onun odasına gittim ben.

360

Orada kâinâtın bir şemasını kartona basmışlar. Dünya Güneş sisteminde küçücük, nokta gibi kalıyor. Güneş sistemi, bizim mensub olduğumuz galakside nokta gibi kalıyor. Bizim galaksimiz bilmem nerede nokta gibi kalıyor. Dedim:

“—Şu haritadan bir tane de bana temin et!”

Çok muhteşem bir şey... Kâinatın azametini anlatıyor insana...


Allàhu ekber’i insan en iyi nasıl anlar? Dışarıya çıkar, gökyüzüne bakar:

“—Bu mülkün sahibi Allahu ekber.” der.

Çünkü mülk çok büyüktür. Milyonlarca senede ışığı geliyor bu tarafa da, dibi bilinmiyor. Bu gökyüzü niye mavi? Oradan ışık gelmiyor da ondan... Yıldızdan ışık geldiği için görüyorsun da, ışık gelmeyen yeri görmüyorsun. Arkadan ışık gelse, orayı da göreceksin.

Her gördüğün ışık da, orada o anda mevcut değil... Eğer beş milyon ışık yılı mesafesindeki bir yıldızsa, beş milyon yıl önce yıldız sana ışığını göndermiş, beş milyon sene geçmiş, ışığı sana yeni ulaşmış. Sen şimdi orada görüyorsun, yıldız var sanıyorsun. Hava alırsın sen... Belki oradan gitti şimdi, belki yok oldu, belki patladı, belki yutuldu, karadeliğe girdi belki... Beş milyon yıl önceyi görüyorsun sen, hâl-i hazırı göremiyorsun.

Hâl-i hazırı görmek zaman perdesiyle örtülüyor. Yâni kâinâtın hâl-i hazırını bu gözünle baksan göremezsin. Neden?.. Senin gözüne ışık gelecek de, öyle göreceksin. Yoksa gördüğün çok eski masallar... Gökyüzüne bakan eskiyi görüyor. En uzaktaki yıldızın en eski halini görüyor. Onun için maviliklerin ötesini anlayamaz, aklı durur.

Bir tanesi diyor ki:

“—Kâinatın böyle ileriye doğru devam ettiğini düşünmek

yanlıştır. Kâinat daireseldir.” diyor.

Daha fazla konuşursa, fırttırır. Aklı fırt diye çıkar gider. İşte Allahu ekber’i insan oradan anlar.

361

فَلَمَّا خَلَصْتُ فَإِذَا فِيهَا آدَمُ، فَقالَ: هٰذَا أبُوكَ آدَمُ، فَسَلِّمْ عَلَيْ هِ!


فَسَلَّمْتُ عَلَيْه، فَرَدَّ السَّلًمَ، ثُمَّ قالَ: مَرْحَباا بِ اْلإِبْنِ الصَّالِحِ، وَ


النَّبِيِّ الصَّالِحِ!


(Felemmâ halastü feizâ fîhâ âdem) “Birinci semânın kapısından geçince bir de ne göreyim, orada Adem AS yok mu?”

(Fekàle) Cebrâil dedi ki: (Hâzâ ebûke âdemü) “—Yâ Rasûlallah, bu senin deden Adem AS... (Fesellim aleyhi) Selâm ver ona!”

(Fesellemtü aleyhi feredde’s-selâm) “Ben de dedem Âdem AS’a selâm verdim, o da benim selâmımı aldı. (Sümme kàle:) Sonra dedi ki: (Merhaben bi’l-ibni’s-sàlih, ve’n-nebiyyi’s-sàlih)

“—Hoş geldin, merhaba ey sàlih evlât, ey sàlih peygamber!” dedi Adem AS.

Daha neler konuştular, başka hadislerde var.


İkinci semâda Yahyâ ve İsâ AS’la görüştü. Üçüncü semâda Yusuf AS’la, dördüncü semâda İdris AS’la, beşinci semâda Hârun AS’la, altıncı semâda da Mûsâ AS’la, yedinci semâda İbrâhim AS’la görüştü. Hepsiyle selâmlaştı, selâm aldılar vs. vs. Hattâ Mûsâ AS’la uzun uzun görüştüler.

Huzur-u izzete giderken de konuştu, huzur-u izzetten dönerken de konuştu. Sordu Mûsâ AS:

“—Rabbin ne emretti?” “—Elli vakit namaz emretti.” dedi Peygamber Efendimiz.

“—Git Rabbine söyle, ben bu insanların arasında yaşadım, ben bu insanları iyi tanıyorum; bu insanlar bir günde elli vakit namazı kılamazlar. Ricâ et, niyaz et, dua et, Rabbin azaltsın!” dedi Mûsâ AS. Peygamber Efendimiz gitti, kırk vakte indi. Sonra geldi. “Kırk vakti de yapamazlar.” dedi. Tekrar gitti... Otuz, yirmi, on, en

362

nihayet beşe indi. Beşe inince yine geldi Mûsâ AS’ın yanına... Mûsâ AS dedi ki:

“—Yâ Muhammed, beş vakti de yapamazlar. Git Rabbinden bunu da azaltmasını iste!”

Peygamber Efendimiz dedi ki:

“—Rabbimden utanıyorum artık...”

Gidemedi Peygamber efendimiz, “Beş vakti de azaltsın.” diyemedi. Yâni böyle konuşmalar oldu. Sonra buyrulmuş ki:


أمْضَيْتُ فَرِيضَتِي، وَخَفَّفْتُ عَنْ عِبادِي!


(Emdaytü farîdatî ve haffeftü an ibâdî) “Emrim bakîdir. Kullarıma da meşakkati hafiflettim, kolaylık sağladım. Beş vakit kılan elli vaktin sevabını alır.”


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Peygamber Efendimiz yedi kat semâvâti geçtikten sonra, Sidre-i Müntehâ’ya vardı. Sidre-i Müntehâ, en son yerdeki ağaç demek, gökteki bir varlık... Sidre-i Müntehâ, şühedâ ruhlarının olduğu Me’vâ Cenneti’nin yanı... Oraya vardı, Cebrâil AS durdu. Peygamber Efendimiz dedi ki:

“—Yâ Cebrâil, buyur, gidelim!”

“—Bir parmak kadar daha ileri geçersem, yanarım.” dedi. Melek olmasına rağmen, nurâniyetine rağmen, “Buradan öteye tahammül edemem!” dedi.

Refref geldi Peygamber Efendimiz’in önüne... Refref, yeşil bir örtü gibi bir varlık... Sidretü’l-Müntehâ’dan öteye Peygamber-i Zîşânımız, Refref’in üstüne binerek Refref’le gitti. Ama Cebrâil AS Sidretü’l-Müntehâ’da kaldı.


Refref’le yetmiş bin nurdan, yetmiş bin zulmetten perde geçti Peygamber Efendimiz. Ondan sonra Cenâb-ı Hakk’ın huzur-u izzetine vâsıl oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne münâcaatı, niyâzı ve Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kendisine hitâb-ı izzeti oldu. O hitâb-ı izzetle şerefyâb oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni gördü.

363

Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti,

Ahirette öyle görür ümmeti.


Konuştular, söyleştiler. Hakîkatini Allah bilir, biz ancak Rasûlüllah Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde anlatıldığı kadarını söyleyebiliyoruz.

Ondan sonra tarfetü’l-ayn içinde Mi’rac’a çıktığı yere, Mekke-i Mükerreme’ye döndü.


f. Kureyşlilerin İtirazları


Peygamber Efendimiz Hatîm’de iken, yâni Hicr-i İsmâil’de iken Ebû Cehil alay etmek maksadıyla Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. “E, yeni bir haber var mı, ne var ne yok?” diye dalga geçmek için sordu. Kâfir ya, kâfirliğinden, müşrikliğinden dalga geçmek için soru sordu. Allah sordurtuyor. Kâfirin ne kudreti var, sormaya mecâli mi olur ama, Allah sordurtuyor.

Şuradan kitaptan okuyalım da mevsuk olsun, delilli, isbatlı olsun:

Peygamber Efendimiz Mescid-i Haram’a geldiği zaman, insanların kendisine inanmamasından, yalanlamasından, müşrik kalmasından, kâfir kalmasından dolayı mahzun bir şekilde oturuyordu. Adüvvullah, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil yanına kadar geldi, SAS Efendimiz’in yanına oturdu. İstihzâ eder vaziyette, dalga geçmek maksadıyla, Peygamber Efendimiz’e dedi ki: “—Yeni bir şey oldu mu?” “—Evet, oldu. Bu gece ben Mekke-i Mükerreme’den alındım, uçuruldum, seyahate götürüldüm.”

“—Nereye götürüldün?” dedi.

Meraklandı kâfir.

“—Kudüs’e götürüldüm.”

“—Sonra da şimdi karşımızdasın hà, öyle mi? Hem Kudüs’e götürüldün bu gece, hem de şimdi karşımızdasın hà?..”

364

İnkâr yoluyla böyle soruyor.

“—Evet, tamam; hem götürüldüm, hem de şimdi karşınızdayım! Var mı bir diyeceğin?..”

Kurnazlık aklına geldi Ebû Cehil’in, gûyâ kurnazlık... Ama kâfirin kurnazlıklarının hepsi boştur, çünkü aklı olsaydı iman ederdi. Dedi ki Peygamber Efendimiz’e:

“—Ben şimdi bütün kavmini çağırsam, onların karşısında da bu sözleri söyler misin?..”

Çünkü düşünüyor, “Şimdi Muhammed bana böyle dedi.” diyecek olsa; “Yok yâ, dememiştir.” derler. Şahitleri çoğaltmak istiyor.

“—Evet, söylerim.” dedi Peygamber Efendimiz.


Bunun üzerine Ebû Cehil bağırdı:

“—Ey Kâ’b ibn-i Lüey’in evlâtları olan kabileler, topluluklar, gelin!..”

Kureyş’in bütün kabilelerini toplayan dedenin ismini söylüyor. Hepsinin toplanmasına sebep olacak bir şekilde çağırdı. Hepsi toplandılar, Peygamber Efendimiz’le Ebû Cehil’in yanına...

“—Bana demin söylediklerini şimdi bu toplanan kavme de söyle bakalım!” dedi Ebû Cehil.

Peygamber Efendimiz dedi ki:

“—Ben geceleyin seyahate çıkarıldım, alındım, götürüldüm Mekke’den...”

“—Nereye götürüldün yâ?” “—Kudüs’e götürüldüm.”

Kimisi ıslık çaldı, “Vay be!..” dedi. Kimisi şaşırmış ve inkâr etmiş vaziyette elini başına koydu. İnkârcı ve şaşkın vaziyette bir gulgule, bir bağırtı; meclis kaynadı.

“—Yâ biz bir ayda develerimizin ciğerlerini paralıyoruz Beyt-i Makdis’e gidinceye, gelinceye kadar; sen bir gecede mi gittin, geldin?” dediler.

Yarım yamalak inanmış olan bazı Kureyşliler, Rasûlüllah’tan bu sözü duyunca tekrar irtidat ettiler, müslümanlıktan vaz geçtiler, imandan döndüler.

365

Bazıları Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e gittiler. Peygamber Efendimiz’in en yakın arkadaşı, en savunucusu, en destekçisi, en kuvvetli inanmış kimse olduğu için ona müzevirlediler:

“—İşte bak senin arkadaşın bu akşam neler söyledi, Kudüs’e gitmiş gûyâ!..” diye söylediler. Bunun üzerine Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz:

“—Rasûlüllah Efendimiz eğer bunu hakîkaten size böylece söylemişse, doğru söylemiştir.” dedi. Yâni, “Eğer siz kafanızdan uydurmuyorsanız, bir dalavere çevirmiyorsanız, hakîkaten bu sözleri Rasûlüllah Efendimiz söylemişse, doğru söylemiştir.” dedi.

“—Bu olay üzerine de mi hâlâ onu tasdik ediyorsun?..”

“—Evet ben onu tasdik ediyorum, bundan daha olağanüstü olaylarını bile tasdik ediyorum.! Niye tasdik etmeyecekmişim, niye gitmiş olmasın?” dedi. “Ben semâdan gelen her haberi, dünya ve ahiretle ilgili her şeyini tasdik ediyorum, Kudüs’e gitmesini mi tasdik etmeyeceğim?” demiş oldu.


Bu müşriklerin, Kureyşlilerin arasında kervanla Kudüs’e kadar gitmiş olup da, Kudüs’ü bilenler vardı. Nasıl duvarları var, nasıl surları var, nasıl binaları var; bunları iyi bilenler vardı. Amma bir noktayı anlatayım: Peygamber Efendimiz Kudüs’ü hiç görmemişti. Biliyorlardı ki, Peygamber Efendimiz Kudüs’e kadar hiç gitmedi. Ancak Ürdün’ün güneyinde, rahib Bahîra’nın olduğu Busrâ kasabasına kadar gitti, oradan geri döndü. Çünkü Ebû Tàlib’e dediler ki:

“—Bunda peygamberlik alâmetleri var, öteye götürürsen yahudiler bunu öldürürler. Tavsiye ederim gitme!” dediler, döndürdüler.

O bakımdan Peygamber Efendimiz Mi’rac’a kadar Kudüs’ü hiç görmemişti. Bilenler:

“—Yâ Muhammed anlat bakalım Beytü’l-Makdis nasıl bir şehirdir?” diye sordular. “Beytü’l-Makdis’in surlarının kaç tane kapısı var, söyle bakalım?” dediler.

366

Medine’nin de eskiden böyle kapıları varmış; Şark kapısı, Garb kapısı, Anberiyye kapısı, Harre-i Şarkıyye kapısı... Ben görmedim, yalnız bazı eski binaları hatırlıyorum. Onların hepsini düzlediler, eski eserlerden bir şey kalmadı. Yalnız Cidde’de bazı kapılar var, Bâb-ı Mekke’si filân onarılmış olarak duruyor.

Böyle sıkıştırmaktan maksatları, Peygamber Efendimiz’in yalan söylediğini isbatlamak istiyorlar. “Kudüs’e gittim diyor, gittiyse kaç kapısı var, söylesin bakalım! Söylemezse demek ki yalan söylüyor.” diyecekler. Yâni planları o... Çünkü onlar Peygamber Efendimiz’in daha önce Kudüs’e hiç gitmediğini, Kudüs’ü görmediğini biliyorlardı.

Peygamber Efendimiz o andaki durumunu şöyle anlatıyor:

“—Bu şeyler karşısında, daha önce hiç üzülmediğim kadar üzüldüm, çok canım sıkıldı bu işe... Çünkü benim bakmadığım, meşgul olmadığım, hiç dikkat etmediğim şeyleri bana soruyorlardı.”

Mi’rac’a giden insan kapı mı sayar, sen öyle bir seyahat yapsan kapı mı sayarsın?.. Kaç kapı var, kaç pencere var, onu mu sayar

367

insan?.. Bizim hacılar yapar. Bizim hacılar buraya ibadete gelir, “Harem-i Şerif’in kaç minaresi var, kaç kapısı var?.. Bu saati kaça aldın, Casio marka mı?.. Kem riyal hâzâ?..” diye her şeyi sorarlar.


“Gece gitmiştim, gece çıkmıştım.” diyor. Işıklandırılmış değil ki Kudüs... Şimdi ışıklandırıyorlar tarihî yerleri, kuleleri, camileri... Yâni ne kadar tabii söylüyor Peygamber Efendimiz: “Gece gitmiştim, dikkat etmemiştim, onlara bakmamıştım.” Bütün bunlar sadâkatini, doğruluğunu gösteriyor Efendimiz’in...

“Hicr’de, ayağa kalktım.” Yâni bu Hatîm’de ayağa kalkmış. Çok üzülmüş, sıkışmış. “Beytü’l-Makdis’i Allah-u Teàlâ Hazretleri benim gözümün önüne serdi, gösterdi. Açtı perdeleri ve aradaki görmeye mâni engelleri kaldırdı.” Kudüs’le arasında görmeye mâni neler var; mesâfe var, karanlık var... Allah hepsini kaldırdı. Orada ayakta dikiliyken Kudüs’ü görmeğe başladı Peygamber Efendimiz. Neden?.. Allah’ın hak peygamberi de ondan... “Kudüs’ün ayetlerini, alâmetlerini saymağa başladım: ‘Şöyle kulesi var, şöyle suru var, böyle kapısı var, şöyle ağaçları var...’ diye baka baka söylemeğe başladım.” diyor.

Çok tatlı ve çok başka rivayetler de var... Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamberimiz’in şefaatine, iltifatına cümlemizi nâil eylesin...


g. Namaza Önem Verelim!


Peygamber SAS Efendimiz Mi’rac etti, bu halleri gördü. Mü’minin Mi’racı da namaz olduğu için, bizim Mi’rac gecesinde en çok namaz üzerinde durmamız gerekiyor.

Namaz çok gàfil olunan bir işlem ve ibadet... Müslümanlar çok yapmaktan dolayı, kesret belâsından dolayı, namazın ehemmiyetini sulandırmışlar ve ehemmiyetini anlamıyorlar. Namaz mü’minin Mi’racıdır. Namaz mü’minin huzur-u Rabbi’l- İzzet’e girmesidir, divanında el pençe durmasıdır, huzurunda secde etmesidir. Ona hamd etmesidir, onu tesbih eylemesidir, ona münâcaatıdır. “İhdina’s-sırâta’l-müstakîm” demesidir, istemesidir,

368

dilemesidir. Selâm verilir, Allah’ın huzurundan öyle ayrılınır.

İnsan “Allahu ekber” dediği zaman, önünden perdeler kalkar, Allah’ın huzuruna girer. İki tarafta hûri kızları dizilmiştir. Namazın böyle kılınması lâzım! Secde ettiği zaman Rahmân’ın huzurunda secde ettiğinin şuurunda olması lâzım!

Amma, alışma belâsı diyorum, kesret belâsı diyorum. İnsanlar alıştıkları şeyin kıymetini bilmezler, önemini kanıksarlar, değerini anlamazlar. Bir de bizde namaz kıldırma sevdirerek yapılmadığından, öğretilmediğinden; bir de, “Namazın her şeyini öğrenmen lâzım be mübarek! Altmış yetmiş yaşına gelmişsin, böyle olmaz.” filân diye sıkıştırılmadığı için namazın kıymeti bilinmiyor.

Hocalarda da kabahat çok... Herkesin Arapça öğrenmesi lâzım, dinini öğrenmesi lâzım, sûreleri öğrenmesi lâzım!


Namazı nasıl kıldığını, namaza nasıl durduğunu Hàtem-i Esam Hazretleri bir anlatıyor ki, onu yazmamız lâzım!.. Daha abdest alırken başlıyor iş... Namaza giriş şuuru abdest alıştan başlıyor. Edebiyle abdest alacak. Hattâ ben daha gerisine gideyim, abdest bozarken başlıyor iş... Ayakta “Şar şar şar...” abdest bozuyor, bütün paçaları idrarlanıyor. Ondan sonra da gidiyor, adımını attıkça iç çamaşırları idrarlanıyor. Ondan sonra abdest alıyor, camiye geliyor, idrarlı elbiselerle namaz kılıyor.

Oldu mu?.. Hani namazın dış farzlarından bir tanesi de necâsetten taharetti?.. Hani ne oldu, elbisen kirli... Olmuyor.

Abdesti “Şap şup...” alıyor. Yüzüne “Şap şap...” diye üç defa şaplatıyor suyu, ama alnının kenarı su görmüyor, gözü su görmüyor, burnunun kenarı susuz kalıyor... vs. Oğuşturmadığı için yüzünün abdesti tam değil. Kollarını yıkıyor, dirsekleri kuru... Gel buraya, dön bakayım, göster bakayım şu dirseğini; bak ıslanmamış!.. Halbuki dirseğin iki parmak üstüne kadar kolların yıkanması lâzım!

Usûlüne uygun abdest alınmıyor, idrardan gereği gibi sakınılmıyor. Kadınlar için de bu önemli... İdrardan sakınmak lâzım! Sıçrayabilir, sıçrarsa necâset sıçramış olur, sıçramaması

369

için çok dikkat etmek lâzım!.. Hattâ yüznumaraların idrarı sıçratmayacak şekilde yapılması lâzım!


Dikkat edilmiyor, elbise temiz değil, kalb hazır değil, ruh hazır değil, bilgi yok, namazın önemi hakkında şuur yok... Aklı bakkalda, aklı dünyevî işlerde... Namazı hızla, otomatik olarak kılıyor. Ondan sonra kahvede akşama kadar oturuyor. Kahvede akşama kadar oturacaksan, namazı niye bu kadar süratli kılıyorsun?.. Namazı doğru düzgün kılsana!..

Allah (Sallüs-salâte) “Namaz kılın!” diye emretmiyor Kur’an-ı Kerim’de, (Ekîmus-salâte) “Namazı dosdoğru yapın!” diye emrediyor. Namaz mü’minin Mi’racı olduğu için, namaza çok özen göstermemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..

Namazın önemini anlayın! Günde beş defa oluyor diye kanıksamayın, namaza vakit ayırın!.. Bizim Mehmed kardeşimiz demişti ki seneler önce, Allah razı olsun:

“—Zekât vermek çok zor! Ben maaşı aldığım zaman zekâtı ayrı cebime ayırırım. Ayırmazsa insan veremiyor. Şu cebimdeki zekâttır diye bilirim, zekât verilecek fırsat çıktı mı, oradan çıkartır veririm. Aksi takdirde olmuyor.” demişti.

Siz de namaza yarım saat ayırın! “Ezanın okunmasından on dakika önce, kılınmasından on dakika sonra, şu kadar vakit namaza ayrılmıştır. Ben bu zaman içinde çatlasam başka iş yapmayacağım!” diye kendi kendi kendinize söz verin, o zamanı ayırın, kimseye randevu vermeyin!.. O namazı o zaman yarım saat içerisine yayarsınız. “Nasıl olsa kendi kendime söz verdim, acele etmeyeceğim!” diye rahat kılarsınız, düşünerek kılarsınız.


Hàtem-i Esam Hazretleri abdest alışından düşünürmüş. Namaz kılacağı zaman, arkasında Azrâil AS bekliyor diye düşünürmüş. “Bu kıldığım son namaz!” diye düşünürmüş. “Bu namazı kıldım mı, idam mahkûmu gibi Azrâil canımı alacak, arkamda bekliyor, bir namazlık fırsatım var.” diye düşünürmüş. Önünde Kâbe’yi düşünürmüş. Ayağında sırat köprüsünü düşünürmüş, aşağıda cehennemi düşünürmüş. Öyle korku ile,

370

ümid ile, takvâ ile, huşû ile namaz kılarmış.

Evliyâullah tedbir alıyor. Bunları niye düşünüyor?.. “Ayy, bir sallanırsam, cehenneme düşerim!” diye düşünüyor. Onun için mü’minin Mi’racı’nın güzel olmasına kardeşlerimiz dikkat etmeli!..

Her gün beş defa Mi’rac’a çıkıyoruz. Eğer usûliyle olursa, Allah-u Te`ålâ Hazretleri bize kapısını açmış, günde beş defa “Buyurun!” diyor. Hattâ beş defa ile de sınırlı değil, başka zaman da nafile namazlar kılınabilir. Derviş beş vaktine beş vakit katar: İşrak, duhà, evvâbîn, yatmadan evvelki namaz, teheccüd... Beş vakte beş vakit katar müslüman! Bunların hepsi sünnette olan, hadis-i şeriflerde tavsiye edilen namazlar.

Ey radikal müslüman, ey neoselefî müslüman! Hadis-i şerifte var bunlar! Bizimkiler bilmiyor:

“—Suudlu farzını kılınca, selâm verince kalkıp gidiyor, ben de gidiyorum. Bundan sonra hiç namaz dualarını yapmayacağım!” diyor.

Gel de gör bakalım Suudlu öyle mi yapıyor? Bizimkiler hemen sünnete kalkar, Suudlular oturur tesbihlerini çeker. Hemen gitmez. Yâni okudukça bu ulûm-i dîniyye insanı adam eder. Bu Kur’an-ı Kerim, bu hadis-i şerifler, bu fıkıh insanı yola getirir.

Allah bizi lütfuyla ıslah etsin, kahrıyla te’dib etmesin... Şu mübarek gece hürmetine ibadetlerimizi makbul eylesin...


27. 11. 1997 - Mekke-i Mükerreme

371
12. Mİ’RAC VE BİZ