"Tasavvuf iki unsurdan teşekkül eder: Bir tanesi tezkiyetün nefs, ikincisi müşâhede..." Yâni tasavvufta, tarikatta iki unsur, iki hedef var... Bunlardan bir tanesi, nefsi terbiye etmek, eğitmek ve nefsin müslüman olmasını sağlamak...
İslâm'da ferdin müslümanlığında da, toplumun müslümanlığında da en önemli hâdise, kişinin dili ile, zihni ile müslüman olması değildir. Onlar önemlidir de, bakın en önemli unsur, nefsin müslüman olmasıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Mevlâ'ya kulluk yolunda en önemli engelin nefs-i emmâre olduğunu söyler. Şeytan da nefsi-emmâre üzerinde işler. Şeytanın yuvası, cevelangâhı, faaliyet alanı nefs-i emmâredir.
Eğer biz nefsimizi terbiye eder, onu emmâre olmaktan yukarıya doğru çıkarırsak; o zaman işte Hz. Ömer gibi, "Benim şeytanım teslim oldu." deriz. Nefsi, emmâre mertebesinden yukarı çıkardığınız zaman, meselâ mutmainneye --Cenâb-ı Mevlâ hepimize nasib etsin-- ulaştırdığımız zaman, artık şeytan Hz. Ömer'den kaçtığı gibi, perişan halde bizden de kaçar. Nefsin müslüman olması; işte tarikatın, tasavvufun birinci hedefi bu... O halde bu, İslâm'ın emrini yerine getirmek için bir terbiye demektir.
İkincisi: Bunun semeresi, bir meyvesi olarak marifet ve şuhud, şehadet derecesinde bilgi... Tasavvufun muhtevası iki unsurdan teşekkül ediyor: Biri eğitim, diğeri bilgi... Bir başka yoldan, bir başka şekilde bilgilenme... Suffe için söylediğim gibi, birini atmadan, hepsini kullanarak, İslâm marifet mekteplerinin hepsini kullanarak, hepsini yerinde değerlendirerek, Cenab-ı Hak katında, onun planında müslümanın edinmesi lazım gelen bilgiyi edinmek bizim mükellefiyetimizdir. Bunun da İslâm tarihi boyunca dört yolu ortaya çıkmıştır. Birisi bu fıkıhçılar ve kelamcıların kullandıkları bilgi yoludur. Biri filozofların kullandıkları bilgi yoludur. Biri ehli-ta'lim dediğimiz bâtınîlerin bilgi yoludur. Biri de ehli sülûk, ehli tasavvuf dediğimiz zümrenin kullandığı bilgi yoludur.
İmam Gazâlî'nin Elmünkizu mined dalâl diye bir eseri var... Bir hayatı dolu dolu yaşadıktan sonra; her bir İslâm ilminde uzman olduktan, mütehassıs olduktan, asrının parmakla gösterilen adamı olduktan, her birinde birden fazla eser verdikten sonra, İmam Gazali'nin vardığı sonucu bir reçete gibi anlattığı sunduğu bir eserdir bu Elmünkizu mined dalâl... Sapıklıktan kurtarıcı manasına da geliyor. Orada diyor ki Gazâlî merhum:
"Öyle bir imana ve bilgiye ulaşayım ki, onun yanına ne vehim, ne galat (yanılma), ne de şekk yaklaşsın. Öyle bir bilgiye ulaşayım ki onun içinde şüphe olmasın, vehim ihtimali olmasın. Kelamcıların yolunu denedim; bu bilgiye ulaşamadım..."
Gazâlî burada: "Bunlar zararlıdır, bunlar yanlıştır; aman okumayın, okutmayın! Bunların içindekilere inanmayın!" demiyor. Çünkü, kendisi aynı zamanda kelamcı... Kelam kitaplarını da bıraktı, onları yakmadı. Biz onları okuyoruz, okutuyoruz. "Bizim bilgi dağarcığımız kelâm ile dolmadı, eksik kaldı." demek istiyor kanaatimce...
"Ehli-ta'limi sakat buldum. Felsefe denizinde yüzdüm. Dağarcığım biraz doldu ama yine boş kaldı. Yine şek var, vehim ihtimali, galat ihtimali var... Sonra sûfilerin yolunu seçtim. Orada dağarcığım doldu." diyor.
Buraya fazla giremiyorum, ama çağımıza yakın bir başka isim daha vereyim. Abdulhalim Mahmûd diye bir zat var... Bir zaman şeyhül Ezherlik yapmış, Ezher Üniversitesi'nin başkanlığını yapmış, gerçekten şarkı garbı iyi bilen, zülcenaheyn, hem ilmi-zâhirde hem ilm-i bâtında yed-i tûlâ sahibi bir insan... Onun da makaleleri, konuşmaları Fetâvâ diye neşredilmiş. Orada tasavvufa ayırdığı bir yerde anlatıyor:
"Kur'an-ı Kerim'de bizim adına ilmi-zâhir dediğimiz, objektif, esbabı belli ve kesbî (Kim o sebebi yerine getirirse öğrenir, o bilgiye ulaşır.) bilgiler var... Bu bilgilere teşvik var... Meselâ, bir dil nasıl öğrenilir?.. Bunu öğrenmenin sebebi, yâni yolu vardır. O yola giren her insan o dili öğrenir. Diyelim 32 farzı öğrenmek istiyorsunuz, İslâm imanının esaslarını öğrenmek istiyorsunuz. Bunu öğrenmenin yolu bir kitabı alıp okumak, ya da bilen bir insana gidip dinlemektir. Sebebine tevessül edersiniz ve onu elde edersiniz.
Fakat yine Kur'an-ı Kerim'de bir ilim daha vardır ki o ledünnîdir. Onun herkese açık, herkesin istidadına göre bir yolu bir sebebi bir vesilesi yoktur. Ama yine de bir yolu vardır: Tezkiyetün nefs, mücahede yolu... Siz onu hiç yapmadan Cenâb-ı Mevlâ bir lütfu olarak, bir rahmeti olarak da size verebilir. Ama o yola girerseniz, Cenâb-ı Mevlâ ledünnî ilmi verir."
Vahiy peygamberlere mahsus... Fakat Rasulullah SAS Efendimiz buyuruyorlar ki: "Vahyin kırkaltı cüzünden bir cüz de rüya-yı sâdıkadır." O halde vahiy, sebebini herkesin yerine getirip de elde edebileceği bir ilim, bir bilgilenme yolu değildir. Ama Cenâb-ı Mevlâ, rüyayı sadıka yoluyla oraya da bir pencere açmış. Kur'an-ı Kerimde bu tür bilgiyle ilgili ayetler var... Örnekler, misaller var...
İşte erbâb-ı tasavvuf bir yandan --İbn-i Haldun'un diliyle söyleyecek olursak-- takvâ için, istikamet için ve şuhûd (müşahede) ve keşif için mücahede etmişler; bir yandan da bunun bir semeresi, meyvesi olarak elde ettikleri bilgileri, yani maârifi derinleştirmişler, o maârifin manevi ezvâkı içinde kalmışlar ve çeşitli halleri, tavırları ve makamları yaşamışlardır.
Ben bir fıkıhçı olarak, kitap sünnet penceresinden baktığımda bunların arasında kaldırıp atabileceğim sadece şunu görmüşümdür. Yaptığım etüdlerde okumalarda, erbabı ile yaptığım istişarelerde sadece şunu görmüşümdür: Eğer bu yola giren rehbersiz girmişse; bu yolun rehberliğini iddia eden bir mukallit ise, bir sahtekarsa, ehliyetsiz bir kişiyse, bir düzenbaz ise; işte onların tasavvuf diye takdim ettikleri şeylerde, hem bilgide, hem uygulamada hurafe olmuştur, bid'at olmuştur, sapma olmuştur. Bir bunu kaldırıp atarız. Bunun kitap ve sünnette yeri yoktur.
İkincisi: Gerçek erbab-ı tasavvuf bu derûnî aşkı yaşarken, onların sekr dediği bir şuur değişikliği hali vardır. Bir şuur kayması hali vardır. O halde iken, normal halde söylenmeyecek birtakım sözleri söylemişlerdir, bu sofiler. Onlar kitap ve sünnetin zahiriyle örtüşmez, tevâfuk etmez ve onları zahiriyle aldığımız zaman kitap ve sünnete aykırıdır. Biz onları da kaldırır atarız. Ama şu anlamdadır bu; onların erbabını kaldırıp atmayız, onların kaillerini kaldırıp atmayız. Yani, o sözleri kaldırıp atarız.
Ne demek bu kaldırıp atmak?.. Yani birisi kalkmış da "Sübhâne ma a'zeme şânî" demiş ise, biri kalkmış da "Enel hak" demişse, "Kim âbid kim mâbud bunu bana bir açıklayan çıksın!" demişse, biz bunlara, "sarhoş gürültüsü" deriz. Bu sözlere itibar etmeyiz. Yalnız:
Sanman bizi kim şîre-yi engûr ile mestiz,
Biz ehl-i harâbâtız mest-i elestiz.
diyorlar. Onlar onlar şarabın sarhoşu değil de, bezm-i elestin sarhoşu oldukları için, kimilerini mazur görürüz. Yani hâşâ, benim onları mazur görme gibi bir selahiyetim yok, bir fıkıhçı olarak konuşuyorum. Yani fıkıh onları böyle değerlendirir ve mazur görür.
--Peki biz bunların sahtesini hakikisinden nasıl ayıracağız?
İşte efendim bu yolun yolcularının musaddak, sahte olmadıkları sabit yolcularının verdikleri ölçütlerle... Çünkü onlar diyorlar ki: "Tarikata girmenin şartı tövbedir, şeriatı yaşamaktır. Mürşid olmanın şartı evvelâ alim-i şeriat olmaktır. Ondan sonra âmil-i şeriat olmaktır. O halde bir insan alim-i şeriatsa, yani İslâm'ı biliyorsa; âmil-i şeriatse, yani İslâmla amel ediyorsa, onu yaşıyorsa; buna rağmen, istikameti böyle olduğu halde, ağzından böyle sözler çıkmışsa; işte onları sekre atfedersiniz ve "Bunların bizimle alâkası yoktur; bu sözler bize senet olmaz!" dersiniz.
Hep "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat" denmiştir ve burada kesilmiştir. Bu yanlış anlamalara sebep olmuştur. Bence burada bir kelime eksik; o da yeniden şeriat... Aslında formülü şöyle sürdürmek lazım: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat ve şeriat" Şimdi İstanbul'dan Medine'ye gidişli dönüşlü bir bilet alsanız, uçak biletinde ne yazar? Şöyle yazar: "İstanbul - Medine - İstanbul." Bizim konumuzda da durum aynıdır: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat"
Eğer bu yolculuğun sonu şeriatte bitecekse bu yolculuk sahihtir. Ve o zaman şeriat - tarikat arasında bir bütünlük vardır. Tasavvuf, sûret-i şerîatten, hakîkat-i şerîate varmanın yoludur. Bütün bu tarikat - ma'rifet - hakîkat dediğimiz zincirin hedefi şeriat değilse, o zaman bu yol sapmış bir yoldur.
Teşekkür ederim efendim!..
Soru:
--Zikir konusunda bazı kimseler bizim bazı ayetleri sureleri defalarca okumamızın İslâmda olmadığını söylüyorlar, bu konuyu açıklar mısınız?
--Bir şeyin İslâmda olup olmamasına nasıl bakmamız lazım geldiğini sözlerimin başında anlatmıştım. Bize Kur'anı Kerimi okumamızı, ayet ve sûreleri okumamızı emrediyor ama, hangi sureyi ne kadar okuyacağımızı bize bırakıyor. Sonra tıpkı beden doktorları gibi, eğitim doktorları, ruh doktarları olan sufiler belli bir zikir veya sureden şu kadar tekrarlanmasının eğittiği insanların ruhunda, nefsinde meydana getirdiği tesiri tecrübeyle tesbit ediyorlar. Ondan sonra nefsi emmareye reçete yazıyorlar. "Sen sabahları şu haptan üç tane, öğlenleyin iki tane, akşamleyin bir tane alacaksın!" diyor ya doktor... Onun gibi, meselâ diyorlar ki: "Sen de şu ismi yüz kere söyleyeceksin! Şu vaziyette söyleyeceksin!.. 11 kere İhlâs-ı Şerif okuyacaksın!.."
Şimdi bu böyle bir reçete şeklinde Kur'an'da yoktur ama, Kur'an eczanedir ve bu zatlar da doktordur. Oradan alıp reçeteye yazıyorlar.
Soru:
--Batınîlerin bilgi yoluyla tasavvufi bilgilenme arasındaki fark nedir?
--Belki bunu Gazali'nin tasnifinden aktardığım bir cümleden sormuş olabilir, arkadaş... Batınîlerin bilgi yolunda o kadar ifrata gidilmiştir ki, imam diye kabul edilen bir insan bazen peygamber, bazen peygamberden üstün, bazen hâşâ Allah'a eşit telakki edilmiştir. Onun bilgiyi doğrudan doğruya Allah'tan aldığı ve işte sır olarak, başkalarına söylememek kaydıyla etbâına da naklettiği iddia edilir. Bu batınilerin ta'zim yoluyla bilgi alıp verme iddiası yoludur. Bunun tabi aslı, faslı yoktur.
Ama tasavvufi bilgilenme yolu çok farklıdır. Tasavvufta bir kere, ilm-i zahir vardır. Bunu tekrar söyleyeyim: Herkesin bilmesi lâzım gelen ilmi, tasavvuf yolunun saliki de bilecektir. Ondan sonra diyelim ki: Herkesin kılacağı şu kadar namaz var, herkesin tutacağı şu kadar oruç var... Ondan sonra da nafile namaz var... Bunu dilediğiniz kadar kılarsınız. Bu sizin istidadınıza, arzunuza bağlıdır.
Tasavvufun talip olduğu ilmi söylemiştim. Her istidada göre değildir. O ilmi herkes merak da etmez. Gaib ilmini; Cenâb-ı Mevlâ'nın sıfatlarıyla, yaratmasıyla, kaderiyle, cennetle, cehennemle, ölümle, ölüm sonrasıyla, hayatla ilgili bilgileri her insan merak etmez. İşte merak eden insan, belli bir yola girer, yönelir ve bunun da şartlarını yerine getirirse; Cenâb-ı Mevlâ bu konuda kendisine bilgiler lutfeder. Bunlar da sanki nafile ibadet gibidir. Zâten, "Bunlarsız İslâm olmaz!" demiyor kimse ama, "Bunlarsız kişinin müslümanlığı kamil olmaz!" diyorlar. Tabi ölçü de zahiri şeriattır. Bu bilgiler şeriatın zahirine aykırı olmayacak!.. Onu aşabilir, onu derunileştirebilir, onu genişletebilir; fakat, ona aykırı olamaz!..
Soru:
--"Bu tasavvuf hareketlerinde, tasavvuf uygulamalarında bazı şeyler de vardır ki onları kaldırıp atarız." dediniz. Bunları bir daha tekrarlar mısınız?
--Şimdi başka kelimelerle tekrarlayayım: Bunlardan birine şatâhat derler. Doğrudan doğruya, olduğu gibi aldığınızda, kitap ve sünnetin getirdiği İslâmî inanç prensiplerine, ahlak prensiplerine aykırı gözüken sözlerdir. Bunları kaldırır atarız, yâni bunlar bizi ilgilendirmez. Bunları söyleyen insanların umumi hallerine bakarak onlar hakkında da, ya hüsnüzan, ya sûizan sahibi oluruz. Ama o bu sözden hareketle değil, o kişilerin genel durumları ve İslâm ilmi, İslâm ameliyle ilgili alâkalarını göz önünde tutarız. Ölçütümüz budur.
İkincisi de, tarikatlara girmiş olan bidat ve hurafeleri atarız!.. Bir şeyin bid'at ve hurafe olup olmadığını da ilim tayin eder, ilm-i zâhir tayin eder. İlm-i zalir "Tarikatta şu var ama, bid'attır." diyorsa, onu biz kaldırır atarız.
Bir örnek de vermemi istiyorsanız, mesela ben, musiki eşliğinde zikir yapılmasını tasvip etmiyorum ve bunun bid'at olduğunu düşünüyoruim. Çünkü zikir bir ibadettir; bunu müzik eşliğinde yapamazsınız. Müzik eşliğinde ibadet olmamıştır, böyle birşey olmamıştır.
Tabi ayrıca şimdi ben, tasavvufçu arkadaşların alanlarına da girmek istemiyorum O musîkinin insanlarda meydana getirdiği cezbe ve neşenin, tasavvufun hedeflediği bir cezbe ve neşe olduğu kanaatinde de değilim. Yani orada nefsin hazzını görüyorum.
Soru:
--Tarikatlarda görülen açık veya gizil yapılan zikirlerin Kur'an ve sünnetteki yeri hakkında kısaca bilgi verebilirmisiniz?
--Bu tarikatın kendi içinde de zaten, tartışılmış durmuş: "Zikir açık mı yapılmalı, kapalı mı yapılmalı, gizli mi yapılmalı?" diye... "Gizliyse, ne kadar gizli yapılmalı; dil hareket ettirilmeli mi, ettirilmemeli mi?" diye...
Şimdi insan "Allah... Allah..." sözünü ya da "Lâ ilâhe illallah" sözünü --işte şimdi ben söyledim, siz dinlediniz-- söylerse, "Bu kitap ve sünnete aykıdır." diyecek bir delilimiz de yok... Böyle de söyleyebilirsiniz; sessizce, hafî olarak da söyleyebilirsiniz. Kalbinizden de diyebilirsiniz. Ben bunda sakınca görmüyorum.
Ama bu zikrin yanına katılan, mûsiki, dans, raks, hareketler vs. var... Ben bunları bid'at olarak görüyorum. "Oyunu başka yerde oynayalım, ibadeti başka yerde yapalım!.. Oyunun şekli oyuna benzesin, ibadetin şekli ibadete benzesin!.." diye düşünüyorum. Ama, ben bir zahir alimiyim; belki de yanılıyorumdur. Yanılıyorsam, Allah bağışlasın...
Soru:
--Mescid-i Nebi'de Suffe denilen yerde hayatlarını sürdüren, orada İslâm'ı yaşayan ve öğrenen sufilerin, dörzt halife devrinden sonraki devirlerde isim ve tutumları ne olmuştur?
--Bunları arzetmiştim. Sufiler diyor ama, bunlar için ilk fakihler, ilk müctehidler, ilk kelamcılar, ilk muhaddisler, ilk müfessirler de denilebilir. İsimleri zahidler, abidler, alimler, arifler ve sofiler olmuştur. Sonra da mutasavvıf olmuşlardır. Bunların herbirinin mekânları olmuştur Medreseler, tekkeler meydana gelmiş, vakıflar, hankâhlar meydana gelmiş, oralarda toplanmışlar, oralarda buluşmuşlar ve bu söylediğim mektep ve tarikatlardan hangisine mensup iseler onu orada müesseseleştirerek devam ettirmişlerdir.
Soru:
--Tarikat ve şeriat adına ağızlarına ateş koymak, vücutlarının çeşitli yerlerine şiş sokmaları sonunda hiç bir yara izi bırakmaması gibi hadiselerin tasavvufla alâkası nedir. ?
--Bunları putperest de yapar, budist de yapar, brahmanist de yapar, yogist de yapar, fakirist de yapar, müslümanist de yapar... Bunları herkes yapabilir. Bunun esbabı, bunun sebebi, yolu vardır. Şimdi herbiriniz ipte yürüyemiyorsunuz ama; öğrenirseniz, ipte yürürsünüz. Her biriniz şu kulağınızın arkasından bir şey çıkaramıyorsunuz ama; onu da öğrenirseniz, çıkarırsınız. Bunun yolu yöntemi var... öyle gelişmiş ki bu Hindistan'da; fakiristlerle yogistler bu tür gösteri yarışı yaparlar. Şimdi birisi bunun kafir, İslâmla hiç alakası yok; biri de işte biraz değişik bir İslâm mezhebine mensub... İkisi de yapıyor. Meselâ bir örnek verelim: İkisi de ölüyor. Doktor ölü raporu veriyor. Toprağın altına koyuyorlar... "Şimdi kim üç ay duracak, kim beş ay duracak, kim altı ay duracak?" diye, bunun yarışını yapıyorlar. Toprağın altında bu kadar durduktan sonra çıkarıyorlar. Diri ve çürümemiş olduğu görülüyor. Yani burda anlatılan, öyle ateşi almışta eli yakmamış; o çok basit, basit gelir onların yanında...
Bunlardan bir sonuç çıkarabiliriz: Bunun tasavvufla alâkası yok!.. Bunun tasavvufla tarikatla alakası yok, ama bundan birşey çıkarırız: Böyle güdük, kısa bakışlı, at gözlüğü takmış, materyalistler vardır. Her şeyi madde içinde gören, her şeyi pozitivizm, determinizm içinde gören; güdük, güdük akıllı, güdük görüşlü, insanlar vardır. Onlara, "Hakikat alem, dünya, varlıklar, varlık katagorileri sizin bildiğinizden ibaret değildir." diyebiliriz. Bunlar her şeyin materyalizmden, pozitizmden, determinizmden ibaret olmadığını gösteriyor.
Soru:
--İslâm ve şeriatin birbiriyle münasebetlerini açıklamanızı arz ederim
--İslâm ve şeriat... Şeriatın iki mânâsı var: Birisi şeriat eşittir İslâm; ikincisi şeriat eşittir İslâm'ın bir kısmı... Yani İslâm'dan ayrılmaz, bölünmez, İslâm onsuz olmaz. Hangi kısmı?.. Meselâ, İslâm düşünce ve akaidini çıkarın; geriye kalan kısmı...
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
TASAVVUF, İNSAN VE İHSAN
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi
Allah'a hamd, Resûlüne salât ü selâm ile sözlerime başlarım.
İnsanın temel niteliği Allah'a kul olmaktır. Müslümanın önüne konulmuş hedef ise, her işinde ihsan kalitesini yakalamaktır. Tabiatıyla bu hedef, kulluğun bütün tezahürleri ve uygulamaları ile ilgilidir.
Dinimizde her alanda ulaşılması istenen kalite, ihsan kelimesiyle ifade edilmektedir. Bunun için İslâm standardının adı ve ortak terimi ihsan'dır. Bu tebliğimde Tasavvuf ve insandan çok, söz konusu ettiğim bu ihsan kalitesi üzerinde durmak istiyorum.
Her Konuda İhsan
Güzelliklerin her türlüsüne lâyık olarak yaratılmış insan, kendisinden beklenen seviye ve kalitede bir kişi olmak ve o çapta bir yaşayış ortaya koymakla yükümlüdür. Başıboş bir hayatı yaşama hakkına aslâ sahip değildir. Zira Şeddat bin Evs RA'ın rivayet ettiği bir hadisi şerifde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah her konuda ihsanı emretmiştir. Binaenaleyh (meşru bir sebeple herhangi bir) canlıyı öldüreceğiniz zaman güzelce öldürün. Hayvan boğazlayacağınız zaman güzelce boğazlayın. Böyle bir işe girişecek olanınız bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın." [1]
Bu demektir ki, günlük işlerden ibadetlere kadar her iş ve davranışta dinimizin aradığı kalite ihsan kalitesidir. Bu gerçeği hadisimizin ilk cümlesinde bulmaktayız: "Allah her konuda ihsanı emretmiştir." Tabiatıyla her bir konudaki ihsan, o konunun özellik ve gereklerine göre farklı yönleri olan bir ihsandır.
İyilik yapmak mânâsı da olduğu için ihsan, kelimesi çoğu kere infak ile eşanlamlı olarak değerlendirilmektedir. Oysa infak, tasadduk kelimesi gibi daha çok maddi yardımlar ve harcamalar için kullanıldığı halde; ihsan, maddî mânevî her çeşit iyilik, güzellik ve kaliteyi ifade etmektedir.
Öte yandan ihsan, iyiliği iyi yapmak, güzel yapmak, kaliteli ve seviyeli yapmak, --günümüzün moda ifadesiyle söyleyecek olursak-- standartlara uygun olarak yapmak anlamına gelmektedir. Yani müslüman infak da dahil, her işinde ihsan seviye ve kalitesini yakalamak durumundadır. Nitekim şu iki âyet-i kerime ihsanı bu çerçevede dikkatlerimize sunmaktadır:
"Gerçekten Allah, adaleti, ihsanı ve akrabâya ikrâmı emreder." [2]
"Allah yolunda infak ediniz. Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız. İyilik yapınız (iyiliği iyi yapınız). Zira Allah ihsan sahiplerini sever." [3]
"Mutlak kemaline masruftur" kaidesince, bu ayetlerdeki ihsan, her konuda aranacak ve yakalanmaya çalışılacak kaliteyi anlatmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de İhsan
Dinimizin her işte ve davranışta ihsan kelimesini esas kabul ettiğini Kur'anda geçen ifade ve deyimlerden de çıkarmak mümkündür. İşte birkaç örnek:
Karz-ı hasen [4], va'd-i hasen [5], belâ-ı hasen [6], üsve-i hasene [7], mev'ize-i hasene [8], ahsenu'l-hadîs [9], ahsenu'l-kasas [10], ahsen-i takvîm [11].
Yüce yaratıcı bizzat kendisi her şeyi pek güzel yarattığını [12], insanı da en mükemmel yaratılışa sahip kıldığını [13], iyi iş yapanları ya da yaptığını iyi yapanları sevdiğini [14] bildirmiştir.
Hadislerde İhsan
Hüsnü'l-İslam, hüsnü'l-belâ, hüsnü's-senâ, hüsnü'l-hulk, hüsnü'l-kelâm, hüsnü'r-re'y ve hüsnü's-savt gibi [15] hadislerde geçen ifadeler de hep aynı ihsan kalitesinin anlatımlarıdır. "Allah muhsindir, muhsinleri sever." [16] hadisi bu gerçeğin başka bir delilidir.
Sevgili Peygamberimiz Cebrail AS'ın sorusu üzerine ihsânı, "Allah'a, onu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen onu görmesen de o seni görmektedir." [17] diye tarif etmiştir. Bu tarif kul-rabb ilişkisinde kulluk standardı demektir. Siz buna ister ihlâs, ister huşu' deyiniz; anlatılacak olan hep kullukta ihsan kalitesidir.
İstanbul'un aziz misafiri Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri'nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte [18] Sevgili Peygamberimiz kullukta ihsan kalitesine ulaşmanın yolunu, "Namaza kalktığın zaman, onu son namazını kılan biri gibi kıl!" buyurmak suretiyle göstermiş olmaktadır.
Bir başka hadîs-i şerifte "İslam'ı ihlâs üzere, güzel, tertemiz yaşamaya niyet ve gayret edenler için bire on ölçüsünün yediyüz katına kadar arttırılarak uygulanacağı bildirilmektedir. [19] Bu da dinimizde, ihsan kalitesine ulaşma gayretlerine getirilmiş olan teşvik tedbiri ve başlı başına büyük bir ihsan ve ikramdır.
Hz. Peygamber bir başka hadisi şeriflerinde "Allah yaptığı işi güzel (sağlam ve mükemmel) yapanı sever" [20] buyurmuştur. Hayvan kesme işinde bile bir ihsan seviyesinin bulunduğu tesbitine ilâve olarak, kefeni güzel yapmak gerektiği [21], ölüye hiçbir faydası olmadığı halde dirilerin göz zevki için mezar toprağının bile iyice düzeltilmesi tavsiyesi [22], Peygamber Efendimiz'in her şeyde güzellik (ihsan) aradığının en çarpıcı belgeleridir. Onun temiz hayatı ve uygulamaları, yani sünneti seniyyesi "üsve-i hasene" (en güzel hayat modeli) olarak her konudaki güzelliğin, sadeliğin, ve estetiğin yegâne göstergesidir.
Bütün bunlar ve bunlara ilave edilebilecek birçok ayet ve hadisten anlaşılan, müslüman işinin en belirgin niteliğinin ihsan kalitesi olduğudur. Çünkü ihsan, İslâm standardıdır.
En Güzeli Ortaya Koyma Gayreti
Müslümanın işinin ihsan kalitesine ulaşması, temelde inanç ve davranış olarak en güzeli ortaya koyma niyet ve gayretine bağlıdır. Nitekim, "Sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar." [23] ayeti, bu gerçeği genel nitelik olarak belirlemektedir. "En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti" hiç bir işi baştan sona, kolayına kaçarak yapma gibi tembel ve yolay bir tercih ile değil, her şeye hakkını verme, güzel yapma, en mükemmeli ortaya koyma disiplin ve sorumluluğuyla mümkündür. "Allah, yaptığı işi güzel yapanı sever." beyanı, müslümanlıktaki iş ve kalite disiplinini oluşturmak için yeterli teşvik ve tehdid unsurlarını bir arada tutmaktadır. Zira bir işi güzel yapmak demek, "Allah'a lâyık ve rızasına muvafık" bir işi, lâyık olduğu, (yani standartlara uygun) şekilde yapmak demektir.
En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti, işi ehline vermek, ehli olmadığı işi üstlenmemek, üstesinden gelemediği, güzelce yerine getiremediği işi sırf bu sebeple terk etme gibi tavır alışları da beraberinde getirir. O halde müslümanı, "Sürekli mükemmele ulaşma cehdinde olan insan" diye tanımlamamız mümkündür. İşte bu cehd, standarda uygun bir hayatı yakalama yolunda ortaya konulmuş başlıbaşına bir ihsandır.
İhsanın Karşılığı
"Her şeyi kendine has özellikleri içinde en güzel şekilde yapmak" diye de ifade edebileceğimiz ihsanın elbette bir karşılığı olacaktır.
1. İhsan, zayi olmaz bir değerdir. Nitekim ayette "É Ve biz güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz" [24] buyurulmuştur.
2. İhsan, ihsanla karşılanır. Zira yine bir ayette açıkça ifade buyurulduğu gibi "İhsânın karşılığı da ihsandan başka birşey değildir" [25].
3. İhsanın ihsandan ziyade karşılığı da vardır. Allah-u Teâlâ: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır." [26] buyurmaktadır.
Sonuç
İnsan en güzel varlıktır. Nitekim Allah-u Teâlâ: "Andolsun ki biz âdemoğullarını, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" [27] buyurmaktadır. Bu sebeple insanı insanlığından kaçmaya çağıran; yükselmesinin, insanlığı korumakla değil, ona isyan etmekle olacağını telkin eden hiç bir anlayış, bu âyette insana verildiği belirtilen "üstün izzet ve şeref" ile kabil-i te'lif değildir. Bunun için, Mevlânâ gibi bazı mutasavvıflar işe, insana insanlık şerefini hatırlatarak ve insanlıkla iftihar edilmesi gerektiğini vurgulayarak başlamışlardır.
İhsan, en güzel bir biçimde ve kabiliyette yaratılmış olan insanın, her işte ve davranışta ulaşması gerekli en üstün seviye ve kalitenin adıdır. Tasavvuf, o güzelin bu seviyeye yükselme yöntemidir. Tarikatlar da bu yöntemi değişik şekillerde uygulayan -- tabirimi mazur görünüz -- ruhî güzellik salonları durumundadır.
Güzellik salonlarına gitmeden de güzel olmak elbette mümkündür. Ancak işin uzmanları eliyle bilinçli ve kontrollü bir şekilde bu işi gerçekleştirmek herhalde daha isabetli bir yoldur. Ancak unutulmamalıdır ki, tasavvuf bir makyaj değildir. Bir disiplin bir eğitim ve bir tezkiyedir. Amacı, isteyenleri ihsan kalitesine eriştirmek, "hasüne islâmuh" denilecek bir noktaya getirmeye çalışmaktır.
Burada her arınmanın tasavvuf olmadığını da unutmamak gerekir. Arınma ancak, dinin ahkâmına uymayı hedeflerse tasavvuf olur Tasavvuf, İslâm bağından ve sorumluluğundan kurtularak keyfince yaşama serbestliğine kavuşma anlamında asla değerlendirilemez. Yaşayışı din tarafından kuşatılıp temizlenmemiş kişiler --iddiaları ne olursa olsun-- mutlak bir yanılgı ve kalite kusuru içindedirler.