ZİKRULLAH
Coşan’a göre, zikir, hatırlamak demek... Bunun zıddı nisyan’dır. Nisyan, unutmak demek... Nesiye unuttu, zekere
hatırladı demek... Zikru’llah; Allah’ı zikretmek, Allah’ı hatırlamak demek.
Ne zaman hatırlayacak? Ticaretinde hatırlayacak, yolda yürürken hatırlayacak, yemek yerken hatırlayacak. Alırken, verirken, konuşurken hatırlayacak. Yâni, “Allah beni görüyor, Allah her yerde hàzır ve nâzır; aman kusur işlemeyeyim!” diye, Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek, o idrak ile yaşayacak, gece gündüz faaliyetlerini öyle geçirecek.
Millet zikri, sadece tesbih elinde “Allah, Allah...” demek sanıyor. Evet, “Allah, Allah...” demek de bir çeşit zikir ama, asıl zikir o değil. O tezekkür; yâni asıl zikre ulaşmak için yapılan çalışma... Onun sonucunda eğer insanın aklı başına gelip, gönlü yörüngesine oturur da, Allah’ın kendisini gördüğü idrâkine kavuşup; her işi, “Allah’ın huzurundayım, Allah beni görüyor!” diye yaparsa, asıl zikir odur.238
Zikrin çeşitleri var... Bir çeşit zikir dille olur. Tesbihi eline alır, “Sübhàna’llàh... El-hamdü li’llâh... Allàhu ekber...” der, “Allah, Allah...” der, “Lâ ilâhe illa’llàh” der, salât ü selâm getirir. Çeşitli mübarek sözleri tekrar eder. Buna dil ile zikretmek diyoruz.
Bu dil ile zikretmek, işin sözü sevaplıdır muhakkak da, ama insanı daha güzel bir noktaya götürmek içindir. Onun için, büyüklerimiz demişler ki:
اَلذِّكْرُ بِالتَّذَكُّرِ .
(Ez-zikru bi’t-tezekküri) “Cenâb-ı Hakk’ın insanın hatırında olması, zikir işine çalışmakla olur, kendisini zorlamakla olur.”
İnsanın asıl vazifesi Rabbini unutmamak, Rabbine kulluğunu
238 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 26. 02. 1999.
devam ettirmek olduğu için, bu dille zikir, insanı asıl zikre, yâni Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmamaya, Cenâb-ı Hakk’ı iyi bilmeye götürür.239
Coşan’a göre, asıl zikre ulaşmak için yapılan çalışmalarla,
yavaş yavaş aşkullah, muhabbetullah hasıl olur. Sonunda insan, ihsân makamına çıkar. Allah’ın kendisini gördüğünü bilir. Sözünü ona göre söyler, işini ona göre yapar. Allah’tan korkar.
“—Allah görüyor, ben bunu yapamam! Kimse olmasa bile yapamam! Polis olmasa bile yapmam bu suçu... Cümle cihan halkı istese de yapmam! İnsanlar istiyor diye, Allah’ın istemediğini yapmam!” der.
Gece kişisel hayat, gündüz toplumsal hayat vardır. İnsan kişisel hayatında da, toplumsal hayatında da Allah’ı bilecek, Allah’ı unutmayacak. Allah hatırında olarak her işini yapacak. Allah için konuşacak, Allah için sevecek, Allah için hakkı savunacak, Allah için gayret edecek. Allah için verecek, alacak, sevecek, kızacak, konuşacak, susacak... Hepsi Allah için olacak.
O da Allah’ı hatırlamakla olur. Hatırlamayan paldır küldür yaşar. Bir de bakar, oynarken, eğlenirken akşam oluvermiş... Gündüz maç seyrederken akşam olur, televizyon seyrederken akşam olur. Kahvede otururken akşam olur, oyun oynarken akşam olur, gàfilce vakit geçer.
Coşan’a göre, Allah’ı zikrederek geçirmek sabahleyin camiye girip yatsıda çıkmak, hiç dışarıya çıkmamak, hep içerde Kur’an okumak, tesbih çekmek değildir. Halkın içinde, işin içinde, yaşamın içinde, çalışmanın içinde Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak
demektir. Buna Nakşî Tarikatı’nda, “Halvet der encümen” derler. Toplulukta iken halvetteymiş gibi, tenhadaymış gibi Allah’ı zikredebilmek...
“—Eli kârda, gönlü yârda” derler.
Eli iş yapıyor ama gönlü Allah ile, yar olan, dost olan, sevgili olan Mevlâ ile olmak demek.
Daha başka tabirleri vardır:
239 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
“—Eli işte, gönlü bilişte” derler.
Biliş, yâni ma’rûf ve ma’lûm olan Mevlâ mânâsına... Yâni gönlü dostta demek.240
A. ZİKİRLE İLGİLİ AYET-İ KERİMELER
Coşan’a göre, Kur’an-ı Kerim’de zikir emri vardır. Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emreder. Bu ayetlerden bazılarını şöyle sıralar:
1. Siz Beni Zikredin, Ben de Sizi Zikredeyim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri Bakara Sûresi’nde buyuruyor ki:
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ (البقرة: ٢٥١)
(Fe’zkürûnî ezkürküm) “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim!”241 Biz Allah’ı zikredersek, Allah da bizi zikrediyor. Bu çok büyük bir şeref, çok kıymetli bir şeref... O bakımdan gökte nâmımızın yürümesi, Allah’ın bizi zikretmesi şerefine ermemiz için, zikrullahla, Kur’an-ı Kerîm’le çok meşgul olmalıyız.242
İbn-i Abbas RA’dan rivayet edilmiş ki, burada (ezkürküm)’den mânâ: (Üzkürûnî bi-tàatî, ezkürküm bi-meùnetî) “Siz bana kulluk yapın, ben de size yardım edeyim! Sizin beni zikretmeniz, bana itaat etmek tarzında olursa, ben de size yardımcı olurum. (Üzkürûni fi’n-ni’meti ve fi’r-rehài, ezkürküm fi’ş-şiddeti) Siz bolluk zamanında nimetlerimi zikrederseniz, benden geldiğini bilir onu hatırlarsanız; ben de darlık, sıkıntı, şiddet, belâ zamanında size yardım ederim!” mânasına geliyor.
“Siz benim varlığımı, birliğimi idrâk ederseniz; ben de cennette size mükâfat veririm, rıdvan-ı ekberime erdiririm. Siz bana ihlâs ile kulluk ederseniz; ben de sizi kurtarırım. Siz bana gönülden
240 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 26. 02. 1999.
241 Bakara, 2/152
242 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 15. 04. 1994.
bağlanırsanız; ben de sizin günahlarınızı mağfiret edip, mükâfata erdiririm. Siz bana dua eyler, beni zikrederseniz; ben de duanıza atà ederek, karşılık vererek zikrederim.” diye böyle açıklamış büyüklerimiz.
Coşan’a göre, (fe’zkürûnî) derken, “Elinize tesbih alın, beni zikredin!” mânâsı da var; “Namaz kılın, ibadet ve taat eyleyin, ben hatırınızda olayım!.. Nimetleri benim size verdiğim unutulmasın, unutmayın... O tarzda uyanık, arif müslümanlar olarak hareket edin!” mânâsı da var.
Yerin göğün bütün varlıkları da Cenâb-ı Hakk’ın varlığını sezmeye, anlamaya, bilmeye götürdüğü için; yerin göğün olaylarını ve varlıklarını düşünmek de, yâni tefekkür de bir çeşit zikirdir. Onun için, çok sevaptır. Bir saatlik tefekkür, yıllarca yapılan nafile ibadet kadar insana sevap kazandırıyor.
İşte zikrin böyle fikir tarzında olanı olsun, ibadet ve tâat şeklinde bedenî olanı olsun, dille yapılanı olsun, aklen düşünüleni olsun; bu emir bunların hepsini ihtiva ediyor. (Fe’zkürûnî) “Beni zikredin, bana itaatli kul olun!” denmiş oluyor.
2. Allah’ı Unutanlar Gibi Olmayın!
Sûre-i Haşr’in sonunda, ayet-i kerimede Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَََّّ (الحشر:٩١)
(Ve lâ tekûnû ke’llezîne nesu’llàh) “Sakın ey mü’minler, siz Allah’ı unutanlar gibi olmayın!”243 Tamam, unutmayacağız, Rabbimizi hatırlayacağız. Cenâb-ı Hakk’ın bize yaptığı iyilikleri unutmayacağız, onun kulu olduğumuzu unutmayacağız.
Bu hatırlama işi de nasıl olacak?.. İşte şu bizim sözle yaptığımız zikirler, içimizi etkileyecek, kalbimizi nurlandıracak. Böylece Cenâb-ı Hakk’ı bilen, zikreden insan haline geleceğiz.
243 Haşr, 59/19
Yâni o arif insan olma durumu, işte bu dille zikirden başladığı için, (ez-zikrü bi’t-tezekküri) denmiştir.
3. Allah’ı Çok Çok Zikredin!
Kur’an-ı Kerim’de tabii, dil ile zikir de tavsiye ediliyor:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَََّّ ذِكْرًا كَثِيرًا. وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلاً
(الأحزاب:١٤-٢٤)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikran kesîrâ. Ve sebbihùhu bükraten ve esîlâ.) “Ey iman edenler Allah’ı çok çok zikredin! Sabah akşam onu tesbih edin!” buyruluyor.244 Buradan, “Sabah akşam tesbih ediniz!” sözünden anlaşılıyor.
Tabii bu sözlerin tekrarı zikir olduğu gibi, namaz gibi, oruç gibi ibadetler de zikirdir. Namaz en büyük zikirdir. Kur’an okumak zikirdir. Ama namaz, derli toplu, çeşitli zikirlerin bir arada olduğu önemli bir zikirdir.245
4. Gönüller Ancak Allah’ın Zikriyle Mutmain Olur
Başka bir ayet-i kerimede de:
أَلاَ بِذِكْرِ اللََِّّ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (الرعد:٨٢)
(Elâ bizikri’llâhi tatmeinnü’l-kulûb.) “Gözünüzü açın, âgâh olun, dikkat edin, bilin ki gönüller ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!”246 buyruluyor.
Zikir, kalbin içindeki kötü duyguları atıyor, yavaş yavaş temizliyor; insanın gönlü, kalbi pırıl pırıl bir kalb oluyor. O zaman Allah’ın sevgisine doğru gidiyor insan... Allah’ın sevdiği bir kul
244 Ahzab, 33/41-42 245 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
246 Ra’d, 13/28
oluyor, Allah’ın sevgisi içinde beliriyor.247
B. ZİKİRLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER
Coşan’a göre tasavvuf Peygamber Efendimiz’in zamanında vardır, sahabe-i kiramın üzerinde vardır. Ama adı tasavvuf değil de ihsân yoludur, zühddür. Peygamber Efendimiz mutasavvıfların önderidir, serveridir. Mutasavvıflar, Peygamber Efendimiz’in hayatını tatbik etmeye çalışan, tam onun gibi yapmak isteyen insanlardır. Peygamber Efendimiz’in pek çok hadis-i şeriflerde zikir tavsiye edilmiş, zikrin önemi ve fazileti bildirilmiştir. Onlardan bazıları şöyledir:
01. Kulum Beni Zikrederse, Ben de Onu Zikrederim!
Peygamber SAS şöyle buyurmuş:248
يَقُولُ اللَُّ عزَّ وجلَّ: أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي، وَأَ نَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي؛
فَإِنْ ذَكَـرَنِي فِي نَـفْ ـسِـهِ، ذَكَرْتــُهُ فِي نَ ـفْسِي؛ وَ إِ نْ ذَكَـرَنِي فِي مَلٍ َْ،
ذَكَرْتُهُ فِي مَلٍَْ خَيْرٍ مِنْهُمْ؛ وَإِنْ تَقَرَّ بَ إِلَيَّ شِبْرًا تَقَرَّبْتُ إِلَ يْهِ ذِرَاعًا؛
تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاع وَإِنْ ًا، تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا؛ وَ إِنْ أَتَ انِي يَمْشِي، أَتَيْـتُـهُ
247 Coşan, Mahmud Es’ad, Avustralya, Melbourne, 23. 12. 1990; Antalya, Alanya, 25. 11. 1995.
248 Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2694, Tevhîd 100/15, no:6970; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2061, Zikir 48/1, no:2675; Tirmizî, c.V, s.581, no:3603; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1255, no:3822; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.413, no:9340; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.93, no:811; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.4, s.412, no:7730; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IX, s.27; Taberânî, Dua, c.I, s.27, no:18; Beyhakî, Erbaùne’s- Suğrâ, c.I, s.87, no:43; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.225, no:1135; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.102, no:1897;
Câmiu’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.197, no:26967; RS. 1464.
هَرْوَلَةً(خ. م. ت. ه. حم. حب. عن أبي هريرة)
(Yekùlü’llàhu azze ve celle) “Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki...” diyor Peygamber SAS Efendimiz: (Ene inde zanne abdî bî) “Ben kulumun bana zannına göreyim. Yâni bana karşı ne zan beslerse, ben de onun o zannettiği, umduğu şeyi ona ihsan ederim. Benden bekliyor, mahrum etmem.”
(Ve ene meahû izâ zekeranî) “Ben yanında olurum, o beni zikrettiği zaman...” Bu da büyük bir şey! Yanında olmak, yâni onun yaptığına hoşnud ve razı olup, onun tarafında olurum demek. Mekândan münezzeh olduğu için, bunları iyi anlamak lâzım!
(Fein zekeranî fî nefsihî) “Eğer o kendiliğinden ihlâsla, kimse görmeden beni zikrederse; (zekertühû fî nefsî) ben de onu kendi nefsimle zikrederim.” Yâni ona ihsânımı, lütuflarımı sessizce, kimse bilmeyecek şekilde veririm. Kimse bilmez ama, o nimetlere o mazhar olur.
(Fein zekeranî fî melein) “Eğer kulum beni toplulukta zikrederse; (zekertühû fî melein hayrin minhüm) ben de onu daha hayırlı bir melekler topluluğu içinde zikrederim. O dünyada beni zikrederse; ben de onu âhirette, o mahşer yerinde, o zamanda zikrederim, mükâfatlandırırım.”
(Ve in tekarrabe ileyye şibran tekarrebtü ileyhi zirâà) “Bana bir karış gelirse, ben ona bir kol boyu gelirim. (Ve in tekarrabe ileyye zirâan tekarrabtü ileyhi bââ) O bana bir kol boyu gelirse, ben ona bir kulaç gelirim. (Ve in etânî yemşî eteytühû herveleten) O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.”
Bunlar, kullar anlasın diye... Hakîkî mânâsına alınması uygun değil, çünkü öyle olmaz. “Kulum ne kadar gayret gösterirse, ben de onun mükâfatını o kadar çok veririm!” diye beyan edilmiş oluyor. 249
02. Beni Zikrettikçe Kulumla Beraberim!
Ebû Hüreyre RA’ın rivayet ettiği başka bir hadis-i şerif de
249 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
şöyle:250
إِن اللَََّّ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ: أَنَا مَعَ عَبْدِي إِذَا هُوَ ذَكَرَنِي، وَتَحَرَّكَتْ
بِي شَفَتَاهُ (ه. حم. ك. عن أبي هريرة)
(İnna’llàhe azze ve celle yekùl) “Azîz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki...” diyor Peygamber Efendimiz:
(Ene mea abdî izâ hüve zekeranî) “Ben kulumla beraberim, o beni zikrettiği müddetçe; (ve teharreket bî şefetâhu) ve dudakları benim adımı anmakla kıpırdadığı müddetçe, ben kulumla beraberim.”
Bu da Cenâb-ı Hakk’ın zikredeni sevdiğini beyan eden, yakın kul ettiğini beyan eden bir hadis-i şerif oluyor.251
03. Rabbini Zikreden Kimsenin Misali
Coşan’a göre Allah’ı zikretmek son derece kıymetli ve Allah’ı zikredenler yüksek bir mânevî yaşama sahipler. Allah’ı zikretmeyenler de maalesef, mânevî bakımdan ölmüş durumda...
Rasûlüllah SAS buyurmuş ki:252
250 Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2735, no:7085; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1246, no:3792; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.540, no:10988; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.97, no:815; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.673, no:1824; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VI, s.363, no:6621; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c. I, s.391, no:509; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.319, no:1417; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.377; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.339, no:956; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXV, s.311, no:3039; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.617, no:1763; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.231, no:611; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.38, no:74; Câmiu’l-Ehàdîs, c.VIII, s.283, no:7306.
251 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
252 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2353, no:6044; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.377; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.
Lafız farkıyla: Müslim, Sahîh, c.I, s.539, no:779; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.135, no:854; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.13, s.235, no:7306; Ebû Avâne, Müsned, c.II, s.481, no:3910; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.401, no:536; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.IV, s.143, no:6442; Rûyânî, Müsned, c.II, s.42, no:458; Ebû Mûsâ el- Eş’arî RA’dan.
مَثَلُ الَّذِي يَذْكُرُ رَبَّه،ُ وَالَّذِي لاَ يَذْكُرُهُ، مَثَلُ الْحَيِّ وَالْمَيِّتِ (خ. عن أبي موسى)
(Meselü’llezî yezkürü rabbehû, ve’llezî lâ yezküruhû) “Rabbini, zikreden insan ile zikretmeyen insan, (meselü’l-hayyi ve’l-meyyit) diri ile ölmüş kişiye benzer. Yâni Allah’ı zikreden diri gibidir; Allah’ı zikretmeyen ölmüş kişi gibidir, canı çıkmış kişi gibidir.”
Zikir bu kadar önemli, bu kadar zarûrî; tüm müslümanlar için gerekli... Zaten bütün müslümanlar da, parça parça yapıyorlar. En güzel yapanları da, işte mübarek evliyâullah büyüklerimiz, mürşid-i kâmillerimiz... Abdülkàdir-i Geylânîler, Bahaüddîn-i Nakşibendîler, Celâleddîn-i Rûmîler, İsmâil Hakkı Bursevîler, Yûnus Emreler... vs.
Onlar daha güzel yapmışlar. Çünkü, hem lisânen zikretmişler yana yakıla, aşk ile, şevk ile; hem bedenen ibadet ve taat yapmışlar; hem de ef’al, hareket olarak, hem fikir olarak yapmışlar, en güzel tarzda bize göstermişler. Rasûlüllah Efendimiz’in yaptığı şekilde, tavsiye ettiği şekilde hayatlarını geçirmişler.253
04. Allah’ı Zikredenler Yarışı Kazandı
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:254
سَبَقَ الْمُفَرِّدُونَ. قَالُوا: وَمَا الْمُفَرِّدُونَ يَا رَسُولَ اللََِّّ؟ قَالَ :
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.424, no:1820 ve s.446, no:1923; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.197, no:2265; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIX, s.355, no:20953; RS. 1463. 253 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 19. 12. 1997; Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
254 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2062, no:2676; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.411, no:9321; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.140, no:858; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.III, s.155, no:2773: Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.389, no:504; Ebû Hüreyre RA’dan.
الذَّاكِرُونَ اللََّ كَثِيرًا، وَالذَّاكِرَاتُ (م. عن أبي هريرة)
(Sebeka’l-müferridûn) “Müferridler, tefrid ediciler öne geçti, galip geldi, yarışı kazandı.” buyurmuş. (Kàlù: Ve me’l- müferridûn?) “Müferridlerden kasdınız nedir yâ Rasûlallah? Ne demek bu tefrid edenler, ayıranlar?” diye soruldu.
(Kàle: Ez-zâkirûna’llàhe kesiran ve’z-zâkirât) Buyurdu ki: “Müferridûn demek Allah’ı çok zikredenler; çok zikreden erkekler
ve çok zikreden kadınlar demek.”
Burada da Allah’ı çok zikredenler, böyle methedilmiş oluyor.255
05. Allah’ı Zikredenlerin Derecesi
Coşan’a göre insanların en yüksek dereceli olanları, Allah’ı çok anıp, hatırından çıkartmayıp, Allah’ın rızasını kazanmak için gece gündüz Cenâb-ı Hakk’ı zikredenlerdir. Yâni erbâb-ı tarikat, erbâb- ı tasavvuftur. Nefsi terbiye etmek, sâfîleşmek, edepli bir müslüman olmak, ihlâslı bir müslüman olmak yoluna girmiş olan, buna önem veren insanlardır.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:256
أَعْظَمُ النَّ اسِ دَرَجَةً، اَلذَّاكِرُونَ اللََّ (هب. عن أبي سعيد)
(A’zamü’n-nâsi dereceten) “Derece cihetinden, derece yönünden, mânevî rütbe ve derecesi bakımından insanların en büyüğü, (ez-zâkirûna’llàh) Allah’ı zikredenlerdir. Allah’ı zikredenlerin derecesi en yüksektir.”
Demek ki, en yüksek dereceli olanlar Yunus Emrelerdir, Mevlânâlardır, İbrâhim Hakkı Erzurûmî’lerdir, İsmâil Hakkı Bursevî’lerdir, Abdü’l-Ehad-ı Nûrî Hazretleri’dir, Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’dir... vs. Neden?.. İşte hadis-i şerifte böyle
255 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000.
256 Tirmizî, Sünen, c.V, s.458, no:3376; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.75, no:11738; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.641, no:1835; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.95, no:3798; RE. 74/13.
buyruluyor da ondan.
O halde, demek ki, zikretmek çok sevapmış. Demek ki, zikredenler en iyi müslümanlarmış.257
06. Allah’ı Zikreden Kimseler ve Melekler
Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyuruyor:258
مَا مِنْ قَوْمٍ يَذْكُرُونَ اللََّ إِلاَّ حَفَّتْ بِهِمُ الْمَلاَئِكَةُ، وَغَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ،
وَنَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ، وَ ذَكَرَهُمُ اللََُّّ فِيمَنْ عِنْدَهُ (ت. ه. عن أبي هريرة وأبي سعيد معا)
(Mâ min kavmin yezkürûna’llàhe) “Allah’ı zikreden hiçbir insan gurubu, topluluğu yoktur ki, bir yere toplanmışlar, orada Allah’ı zikrediyorlar; ( illâ haffet bihimü’l-melâikeh) melekler onların etrafını çepeçevre sararlar, kuşatırlar, toplanırlar etraflarına,,. Zikri sevdikleri için, zikirden çok zevk aldıkları için, zikredenleri sevdikleri için, zikredenleri Allah sevdiği için, melekler onların etrafına toplanırlar.
(Ve gaşiyethümü’r-rahmeh) “Allah’ın rahmeti onları sarar, kaplar. (Ve nezelet aleyhimü’s-sekîneh) Onların üzerlerine sekînet iner; sükûnlu, huzurlu, manevî hallere sahip insanlar olurlar. Huzur ve sükûna, tatlı hallere erişirler.
257 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 12. 03 1999.
258 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.213, no:4868; Tirmizî, Sünen, c.V, s.459, no:3378; İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.234, no:3781; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.49, no:11481, 11893; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.137, no:1500; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.463, no:1283; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.169; Bezzâr, Müsned, c.II, s.423, no:8272; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.296, no:2233; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.333, no:684; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.12; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.46, no:45; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.272, no:861; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.307, no:30089; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.293, no:20557; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.388, no:530; Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.424, no:1822; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.238, no:20660; RE. 386/9.
(Ve zekerehümu’llàhu fîmen indeh) Allah da onları zikreder; kendi yanında olan meleklerine metheder, anar:
“—Bakın ey meleklerim! Gördünüz mü yeryüzünde benim itaatli, güzel kullarım nasıl beni güzel güzel zikrediyorlar!” diye meleklerine bildirir. Tabii bu da çok büyük, güzel bir şey...259
07. Zikrullah İçin Toplanmanın Fazîleti
Muaviye RA’dan rivayet edilmiş:260
إِنَّ رَسُولَ اللََِّّ صَلَّى اللَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ خَرَجَ عَلٰى حَلْقَةٍ مِنْ أَصْحَابِهِ
فَقَالَ: مَا أَجْلَسَكُمْ؟ قَالُوا: جَلَسْـنَا نَذْكُرُ اللَََّّ ، وَ نـَحْمَدُهُ عَلٰى مَا
هَدَانَا لِلِسْلاَمِ ، وَ مَنَّ بِهِ عَلَيْنَا. قَالَ: آللََِّّ مَا أَجْلَسَكُمْ إِلاَّ ذٰلِكَ؟
قَالُوا: وَاللَِّ مَا أَجْلَسَنَا إِلاَّ ذٰ لِ كَ. قَالَ: أَمَا إِنِّي لَمْ أَسْتَحْلِفْكُمْ تُهْمَةً
لَكُمْ، وَلٰكِنَّهُ أَتَانِي جِبْرِيلُ فَأَخْبَرَنِي: أَنَّ اللَََّّ عَزَّ وَجَلَّ يُبَاهِي
بِكُمُ الْمَلاَئِكَةَ (م. ت. ن. عن معاوية)
(İnne rasûlü’llàh SAS, harace alâ halkatin min ashàbihî) “Peygamber Efendimiz, ashab-ı kiramının teşkil ettiği bir halkaya çıkıp geliverdi.”
Coşan’a göre, o devirlerde insanlar oturdukları zaman, herkes
259 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 27. 10. 1995.
260 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2075, no:2701; Tirmizî, Sünen, c.V, s.460, no:3379; Neseî, Sünen, c.VIII, no:249; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.92, no:16881; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.95, no:813; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.311, no:701; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.313, no:7387; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.59, no:29469; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.400, no:532; Abdullah ibn-i Mübarek, Zühd, c.I, s.395, no:1120; Şeybânî, el-Âhàd ve’l-Mesânî, c.I, s.432, no:529; Muaviye RA’dan.
Tergîb ve Terhîb, c.II, s.259, no:2317.
birbirini iyice görsün diye halka şeklinde oturuyorlar. Halka şeklinde oturunca da, başköşe diye bir şey kalmıyor, eşitlik oluyor halkada... Herkes daire şeklinde oturduğu için, bunun başı neresi, belli olmaz. Her taraf baş, her taraf kenar... O bakımdan güzel bir oturuş şekli... Böyle otururlarmış. Anlaşmak, sohbet etmek için de daha uygun bir oturuş şekli.
Sohbet halkası deniliyor. Hattâ bazı alimlerin talebelerine ders verdikleri zaman bu tarzda oturdukları için, onların konuşmalarına, ilim halkası, sohbet halkası, tedris halkası diye isim veriliyor. Kapının üstündeki halka gibi yuvarlak olduğundan, o isim verilmiş oluyor.
“SAS Efendimiz, ashabından bir halkanın üzerine çıktı, geldi. Yâni, dairevî oturmuş bir grup insanın yanına geldi. (Fekàle: Mâ ecleseküm?) ‘Sizi burada toplayan sebep ne, ne oturttu sizi buraya?’ diye onlara sordu.”
(Kàlû) Efendimiz’in sorusuna cevap verdiler, üç şey söylediler: (Celesnâ) “Şu sebepten oturduk yâ Rasûlallah: (Nezküru’llàhe) Allah’ı zikrediyoruz.” Topluca Allah’ı zikrediyorlar. (Ve nahmedühû) “Ve Allah’a hamd ü senâlar ediyoruz.” Ne sebeple?.. (Alâ mâ hedânâ li’l-islâm) “Bizi müşriklikten kurtardı, İslâm nimetiyle şerefyâb eyledi. Müslüman olmamızı nasib eyledi, bizi İslâm’a sevk eyledi, hidayet ihsân eyledi diye; (ve menne bihî aleynâ.) ve bu İslâm ile bize bahşettiği nimetlerden dolayı, Allah’a hamd ediyoruz.”
(Kàle) Efendimiz buyurdu ki: (Âllàhi mâ ecleseküm illâ zâlike?) “Siz bu sebepten başka bir sebeple oturmuyorsunuz da, sırf bu sebepten dolayı mı oturuyorsunuz? Allah’a and olsun ki, öyle mi?..” diye soru olarak sordu Peygamber Efendimiz.
(Kàlû: Va’llàhi mâ eclesenâ illâ zâlike) “Evet, Allah’a and olsun ki, biz ancak bu sebeple oturuyorduk, halka kurduk. Başka bir sebeple değil toplantımız.” diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
(Emâ innî lem estahlifküm tühmeten leküm) “Ben sizin sözünüz doğru mu, yalan mı diye size sûi zanda bulunduğum için, sizden yemin istemiş değilim. Bu soruyu, te’kid için soruyorum.”
(Ve lâkinnehû etânî cibrîlü feahberanî) “Bana Cebrâil geldi şu
sırada ve bana bildirdi ki, (enne’llàhe azze ve celle yübâhî bikümü’l-melâikeh.) Allah-u Teàlâ, sizleri zikrederek meleklerine iftihar ediyor; sizlerle öğünüyor, mubâhat eyliyor. Yâni, ‘Bakın benim kullarıma, beni zikrediyorlar. Bakın, müslüman oldukları için bana hamd ediyorlar. Bakın, İslâm’ın içindeki çeşitli nimetleri kavradıkları için, hamd ü senâ ediyorlar, bana şükrediyorlar.’ diye meleklerine öğündüğünü Cebrâil bana bildirdi. Ben bunu temin etmek için, bunun iyice anlaşılması için, o soruyu bir daha sordum.” dedi Peygamber Efendimiz SAS.
Coşan’a göre, buradan Allah’ı zikretmek için topluca oturulabileceği anlaşılıyor. Müslümanların tek başlarına zikir yaptıkları gibi, bir araya geldikleri zaman da, Allah’ın lütfunu, nimetini, adını, güzel cümleleri, kelimeleri tekrar ederek topluca zikir yapabilecekleri anlaşılıyor.
Sonra hamd etmenin ne kadar güzel olduğu, İslâm’ın ne kadar büyük nimet olduğu anlaşılıyor. İslâm’ın içindeki bütün emirlerin bir nimet olduğunu, bir güzellik olduğunu da buradan anlıyoruz. Bunlarla, böyle meşguliyetlerle toplanıldığı zaman, o toplantıların Allah tarafından çok sevilen toplantılar olduğu, böylece anlaşılmış oluyor.261
08. Allah’ı Zikretmeyi Çoğalt!
Coşan’a göre, Allah’ın en sevdiği amel, Allah’ın çok zikredilmesidir. Bu konuda şu hadis-i şerifi nakleder:
Peygamber SAS Efendimiz, kendisinden nasihat isteyen Ümm- ü Enes RA’ya, şöyle buyurmuş:262
وَ أَكْثِرِي مِنْ ذِكْرِ اللَِّ، فَإِنَّكِ لاَ تَأْتِي اللََّ بِشَيْءٍ أَحَـبَّ إِلـَيْـهِ
261 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 21. 02. 1997.
262 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXV, s.129, no:313; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VII, s.21, no:6735; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Vera’, c.I, s.58, no:48; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.76; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VIII, s.167, no:11892; İbn-i Abdi’l- Ber, el-İstîàb, c.I, s.624; Ümm-ü Enes RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.366, no:3935; Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.395, no:7119; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.225, no:9479.
مِنْ كَـثْرَةِ ذِكْرِهِ
(Ve eksirî min zikri’llâh) “Allah’ı zikretmeyi çoğalt! Allah’ın zikrini çok çok yap!” (Feinneki lâ te’tîna’llàhe bi-şey’in ehabbe ileyhi min kesreti zikrihî.) “Çünkü sen Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne, onu çok zikretmekten daha sevimli bir şey getiremezsin Allah’ın huzuruna...” Yâni, Allah’ın huzuruna götürdüğün, hayırlar, ibadetler ve taatlerin içinde, Allah’ın en sevdiği, razı olduğu, memnun olduğu, mükâfâtlandırdığı, en çok sevap verdiği şey zikrullahtır, Allah’ı çok zikretmektir.263
09. Her Yerde Allah’ı Zikret!
Coşan’a göre, insan her yerde Allah’ı zikretmeye çalışmalıdır. Bu konuda şu hadis-i şerifi zikreder:
Ahmed ibn-i Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:264
اُذْكُرِ اللََّ عِنْدَ كُلِّ حَجَرٍ وَشَجَرٍ (حم. في الذهد عن عطاء بن يسار مرسلاً)
(Üzküri’llàhe inde külli hacerin ve şecerin) “Her ağacın yanında ve her taşın yanında Allah’ı zikret!”265
263 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 17. 11. 2000.
264 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.159, no:331 ve s.175, no:374; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.78, no:34325; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.405, no:548; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.241; İbn-i Hibbân, es-Sikàt, c.II, s.110; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VIII, s.435, no:4541; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVIII, s.194; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Zühd, c.I, s.26; Atà’ ibn-i Yesar Rh.A’ten.
İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.997; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.55, no:7852; Muhannef ibn-i Zeyd el-Bekrî RA’dan.
Hünnâd, Zühd, c.II, s.531, no:1092; Ebû Seleme RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.395, no:7120 ve c.X, s.72, no:16753; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5252 ve c.XV, s.1261, no:43283; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.131, no:303; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.160, no:2998; RE. 67/1. 265 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 17. 11. 2000.
10. Allah’ı Zikrederken Ağlamak
Hàkim Müstedrek’inde Hazret-i Enes’ten rivâyet etmiş. Diyor ki, Peygamber SAS Efendimiz:266
مَنْ ذَكَرَ اللَّ فَفَاضَتْ عَيْنَاهُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّ، حَتَّى يُصِيبَ الأَرْضَ
مِنْ دُمُوعِهِ ، لَمْ يُعَذِّبْهُ اللَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ (ك. عن أنس)
(Men zekera’llàh, fefâdat aynâhü min haşyeti’llâh) “Kim Allah’ı zikrederken, Allah’tan korktuğu için iki gözünde yaşlar birikip de gözlerinden yaşlar dökülürse...
“—Benim hâlim nice olacak, iyi kulluk yapamadım. Yarın Allah beni mahkeme-i kübrâda hesaba çekerse ben ne cevap vereceğim? Aman Allah’ım, beni affet yâ Rabbî!” diye, zikrederken Allah korkusundan göz yaşlarını dökerse...
(Hattâ yusîbe’l-arda min dümûihî) “Yerlere göz yaşları inci taneleri gibi saçılırsa, damlarsa, yere değerse; (lem yüazzibhü yevme’l-kıyâmeh.) Allah o zikrederken Allah korkusundan ağlayan kulunu, gözyaşları yerlere saçılan kulunu, kıyamet günü azaba uğratmaz.”
“—Affettim seni! Sen gözü yaşlı, benden korkan, beni zikreden takvâlı, haşyetli, iyi bir müslümandın!” diye Allah onu azaplandırmaz, cehennemine atmaz, cennetine sokar.267
11. Allah’ı Çok Zikredenlerin Sevabı
Bir başka hadis-i şerifi hatırladım, onu söyleyeyim. Bu hadis-i şerifi Muaz ibn-i Enes RA rivayet etmiş:268
266 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.289, no:7668; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.178, no:1641; Ebû Dâvud, Zühd, c.I, s.20, no:190; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.1, s.639, no:1830; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.312, no:22191.
267 Coşan, M. Es’ad, New Castle, İngiltere, 05. 09. 1997.
268 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.438, no:15652; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XX, s.186, no:407; Muaz ibn-i Enes RA’dan.
أَن رَجُلاً سَأَلـَهُ فَقَالَ: أَيُّ المُ جَاهِدِينَ أَعْظَمُ أَجْرًا؟ قَالَ: أَكْثَرُهُمْ للَِّ
تَبَارَكَ وَتَعَالٰى ذِكْرًا. قَالَ: فَأَيُّ الصَّائِمِينَ أَعْظَمُ أَجْرًا؟ قَالَ: أَكْثَرُهُمْ
للَِّ تَبَارَكَ وَتَعَالَى ذِكْرًا. ثُمَّ ذَكَرَ الصَّلاَةَ ، وَالزَّكَاةَ، وَالْحَجَّ ، وَالصَّدَقَةَ.
كُلُّ ذٰلِكَ رَسُولُ اللََِّّ صَلَّى اللَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ : أَكْـثَرُهُمْ للََِِّّ تَبـَ ارَكَ
وَ تَعَالَى ذِكْرًا . فَقَالَ أَبُو بَكْرٍ لِعُمَرَ: يَا أَبَا حَفْ صٍ، ذَهَبَ الذَّاكِرُونَ
بِكُلِّ خَيْرٍ. فَقَالَ رَسُولُ اللَِّ صَلَّى اللَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: أَجَلْ (حم. طب. عن معاذ بن أنس)
(Enne racülen seelehû fekàle) Peygamber SAS’e bir kişi sormuş, demiş ki sorusunda: (Eyyü’l-mücâhidîne a’zamü ecren) Mücahidler sevap kazanıyor ya, “Mücâhidlerin hangisi en büyük ecir alır, en çok sevap alır?” diye sormuş Peygamber Efendimiz’e.
(Kàle) Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki: (Ekseruhüm li’llâhi tebâreke ve teàlâ zikren) “Allah-u Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri’ni en çok zikreden mücâhid en büyük ecir alır.”
Mücahid savaşta cihad ediyor ama, ötekisinden daha çok sevap alanı hangisi?.. Allah’ı ötekisinden daha çok zikredeni... Kim daha çok Allah Allah diyorsa, Allah-u Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri’ni çok zikrediyorsa... Ulu ve yüce Allah’ı en çok zikreden daha büyük sevap kazanıyor.
Kişi tabii merakla, belki de hani konuşmaktan zevk aldığından, Rasûlüllah Efendimiz’in yüzüne bakmaktan zevk
Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.501, no:1429, Ebû Saîd el-Makberî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.428, no:1846; Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.71, no:16748; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.362, no:4290;Münzirî, Tergîb ve Terhib, c.II, s.257, Zikir ve Dua, no:2309; RE. 80/8.
aldığından, konuşmayı, sohbeti uzatmak istediğinden, yine sormuş:
(Feeyyü’s-sàiimîne a’zamü ecren) “Oruç tutan müslümanların hangisi daha çok sevap alır?”
(Ekseruhüm li’llâhi tebâreke ve teàlâ zikren) “Allah-u Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri’ni en çok zikreden oruçlu kimse daha çok sevap alır.” buyurmuş Efendimiz yine.
Sonra, soruları devam ettirmiş o kişi. (Sümme zekere’s-salâte, ve’z-zekâte, ve’l-hacce, ve’s-sadakate) diyor râvi Muaz RA. Aynı şekilde, “Namaz kılanların en üstünü kimdir; zekât verenlerin en sevaplısı, en çok sevap kazananı kimdir; hacca gidenlerin en çok sevap kazananı kimdir; sadaka verenlerin, hayır yapanların en çok sevap kazananı kimdir?” diye sormuş. Bunların hepsini sıralamış o kişi sorularında... Peygamber SAS Efendimiz kızmazdı. Soru soranların sorularına güzel güzel, tane tane cevap verirdi. (Küllü zâlike
rasûlü’llah SAS yekùl) Peygamber SAS Efendimiz hepsine de aynı şekilde cevap vermiş:
(Ekseruhüm li’llâhi tebâreke ve teàlâ zikren) “Onu yaparken en çok Allah’ı zikredeni...” Yâni namaz kılanların içinde en çok zikredeni; zekât verenlerin içinde en çok zikredeni; haccedenlerin içinde zikri en çok yapanı; sadaka verenlerin içinde zikri en çok yapanı en çok ecir alanıdır.” demiş.
Demek ki, namaz kılarken de, zekât verirken de, haccederken de, sadaka verirken de, cihad ederken de, hayatımızı sürerken de, sàlih bir insan olarak yaşarken de, çok zikredeceğiz. Çünkü en çok sevap alan, en çok zikreden oluyor.
Tabii, bunları böyle başka sahabiler de dinliyorlar; rıdvânu’llàhi aleyhim ecmaîn... Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer Efendimiz de oradaymış anlaşılan. (Fekàle ebû bekrin li-umera) Ebû Bekr-i Sıddîk RA, eğilmiş Ömer RA’a demiş ki:
(Yâ ebâ hafs, zehebe’z-zâkirûne bi-külli hayr) “Ey Ebû Hafs, baksana, zikredenler hep hayırları kazandılar; bütün sevapları onlar aldılar, götürdüler.” demiş.
(Fekàle rasûlü’llàh SAS: Ecel) Peygamber SAS Efendimiz de onların bu konuşmasını duymuş, “Evet öyledir tabii...” diye tasdik
buyurmuş.269
12. Zikir Allah’ın Azabından Kurtarır
Müjdeli bir hadis-i şerif. Muaz RA’dan Ahmed ibn-i Hanbel ve diğer kaynaklar rivayet etmiş:270
مَا عَمِلَ آدَمِيٌّ عَمَلاً أَنْجٰى لَهُ مِنْ عَذَابِ اللَّ، مِنْ ذِكْرِ اللَّ . قَ الُوا :
وَلاَ الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللَِّ؟ قَالَ: وَلاَ الْجِهَادُ، إِلاَّ َأنْ تَضْرِبَ بِسَيْفِكَ
حَتَّى يَنْقَطِعَ، ثُمَّ تَضْرِبَ حَتَّ ى يَنْقَطِعَ (ش. طب. حم. عن معاذ)
(Mâ amile âdemiyyün) Âdemî, Adem’e mensub, onun soyundan gelen insan demek. (Mâ amile âdemiyyün amelen encâ lehû min azâbi’llâhi, min zikri’llâh) “Bir Ademoğlu kendisini Allah’ın azabından, zikrullahtan daha güzel şekilde kurtaracak başka bir ibadet yapmış olamaz.” Yâni, Allah’ın azabından onu en güzel şekilde kurtaracak olan ibadet, amel zikrullahtır. Ondan daha güzel bir amel olamaz.
(Kàlû) Dinleyenler şaşırmış. Daha önce duydukları sözlerden biliyorlar ki, cihad çok sevap. Bir soru sormuşlar:
(Ve le’l-cihâdü fî sebîli’llâh?) “Yâ Rasûlallah, zikrullah Allah yolunda cihaddan da mı daha üstün?”
(Kàle) Buyurmuş ki: ( Ve le’l-cihâd) “Onun derecesine cihad da ulaşamaz. Allah’ın azabından insanı en çok kurtaracak zikrullahtır. (İllâ en tadribe bi-seyfike hattâ yenkatıa) Ancak kılıcın kırılıncaya kadar savaşman hariç... (Sümme tadrıbe hatta yenkatıa) Sonra bir kılıç daha alıyorsun, gene vuruyorsun, gene
269 Coşan, Mahmud Es’ad, Antalya, 14. 02. 1997.
270 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.239, no:22132; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.673, no:1825; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.20, s.166, no:352; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.I, s.394, no:519; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.235; Ahmed ibn-i Hanbel, Zühd, c.I, s.184; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.
Mecmau’z-Zevâid, c.X, s.70, no:16745; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.646, no:1851; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.62, no:20186; RE. 376/8.
kırılıyor... Böyle savaşman hariç!” buyurmuş.271
Tabii savaş her zaman olmuyor. Olduğu zaman müslüman savaşa gider, cihada gider. Vazifesini yapar, görevinden kaçmaz. Ama savaş olmadığı zaman, işte elimizde güzel bir imkân var, kolaylık var: Zikrullah, Allah’ı anmak, Allah’ı zikretmek...
Biliyorsunuz, bazı kimseler zikrullahı çok tenkit ediyor. Zikredenlere çok yan bakıyor, yamuk bakıyor, ama işte öyle değil. Hadis-i şeriflerde görüyorsunuz, Allah’ı anmak, zikretmek neye sebep olur?.. Allah’a itaat etmeye sebep olur. Allah’ı sevmeye götürür insanı... Sonuç itibariyle aşkullaha muhabbetullaha götürür. Allah’ın aşıklısı olan, sevgilisi olan, Allah’ı seven, muhibbi olan bir kul da ne olur?.. Hep Allah’ın sevdiği güzel işleri yapar, evliyâ olur. Tarihte okuduğumuz, hayran olduğumuz kimseler gibi olur.
Meselâ, Allah âşıklarından halkımızın en bildiği, baş tâcı ettiği, ilâhilerini dilinden düşürmediği Yunus Emre... Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî... Aşkullahtan en çok bahseden insanlar. Onun için, zikrullah çok önemli! 272
13. Allah’ı Çok Zikreden Münafıklıktan Kurtulur
Ebû Hüreyre RA rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:273
مَنْ أَكْثَرَ ذِكْرَ اللَّ، فَقَدْ بَرِىءَ مِنَ النِّفَ اقِ (ابن الشاهين في الذكر
عن أبي هريرة و رجاله ثقات)
(Men eksera zikri’llâh, fekad berie mine’n-nifâk.) “Kim Allah’ın
271 Coşan, M. Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 30. 10. 1998
272 Coşan, M. Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 20. 08. 1999.
273 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.86, no:6931; Taberânî, Mu’cemü’s- Sağîr, c.II, s.172, no:974; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.415, no:576; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.638, no:1827; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.45, no:21451;
RE. 408/7.
zikrini çok yaparsa, münafıklıktan beraet etmiş, kurtulmuş, o töhmetten sıyrılmış olur.” Yâni, münafık olmaz. Bu çok önemli...
Aziz ve muhterem kardeşlerim! İnsan mü’minken bazı işlerinden dolayı münafıklık durumuna düşebilir. Münafık ne demek?.. İçi başka, dışı başka demek... O duruma düşebilir insan. Onun için, münafıkların sıfatlarından bir tanesi de nedir; ayet-i kerimeden söyleyeyim:
وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلاَةِ قَامُوا كُسَالٰى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلاَ يَ ذْكُرُونَ
اللَََّّ إِلاَّ قَلِيلاً (النساء:٢٤١)
(Ve izâ kàmû ile’s-salâti kàmû küsâlâ) “Kalktıkları zaman namaza tembel tembel kalkarlar.” Demek namaz kılıyorlar ama isteyerek değil... (Yürâüne’n-nâs) Mürâilik yaparlar, riyâkârlık yaparlar. (Ve lâ yezkürûna’llàhe illâ kalîlâ.) Allah’ı da az anarlar.”274 Demek ki, hem namaz kılıyor, ama namazı tembel tembel kılıyor... Zikir yapıyor ama, zikri çok az yapıyor, Allah’ı çok az zikrediyor. İşte bu, münafıklığın alâmeti oluyor. Onun için bu duruma düşmemek lâzım! Bu durumda ise, “Eyvah! Bende münafıkların hallerine benzer haller var!” deyip, hemen kendisini toparlaması lâzım!
Müslüman öyle değildir ama, bazen o sıfatlara düşebilir. Namazı zorla kılıyorsa; demek ki içine münafıklık girmek istiyor, şeytan onu münafık yapmak istiyor. Namazı sevecek, mürâîlik yapmayacak. Allah’ın zikrini çok yapacak.
İnsan bir şeyi sevdi mi, çok zikreder. Dervişler Allah’ı çok zikretmişler. Neden?.. Allah aşkı var da ondan... Allah aşıkı olan insan, Allah’ı çok zikreder. Onun için, “Zikrullahı çoğaltan münafıklıktan beraet etmiş olur, münafık değildir.” deniliyor.
Demek ki, Allah’ın zikrini çok yapacağız. “Allah” diyeceğiz, “Lâ ilâhe illa’llàh” diyeceğiz. “Sübhàna’llàh... El-hamdü lillâh...” diye- ceğiz, dâimâ zikirle vakit geçireceğiz.275
274 Nisâ, 4/142
275 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 3. 10. 1997; 26. 06. 1998.
17. Allah’a İtaat Eden Zikir Ehlidir
Zikrin sadece dille olmadığını bilmeliyiz. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:276
مَنْ أَطَاعَ اللََّ فَقَدْ ذَكَرَ اللَّ، وَإِنْ قَلَّتْ صَلاَتُهُ، وَصِيَامُهُ ، وَتِلاَوَتُهُ
لِلْقُرْآنِ ؛ وَمَنْ عَصَى اللََّ فَلَمْ يَذْكُرْهُ، وَإِنْ كَثُرَتْ صَ لاَتُهُ وَ صِيَامُهُ
وَتِلاَوَتُهُ لِلْقُرْآنِ (الحسـن بن سفيان، طـب.كـر. عن واقد؛ ض. هـب. عن ابن أبـي عـمران مرسلا)
(Men etàa’llah, fekad zekera’llàh) “Kim Allah’a itâat ederse, Rabbimizin sözünü dinlerse, günahlara dalmazsa; o Allah’ı zikreden kimse sayılır, zikir ehli sayılır; (ve in kallet salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetühü’l-kur’ân.) Kur’an okuması, nafile oruç tutması, nafile namaz kılması az olsa bile...”
Farzları kılıyor, sünnetleri kılıyor, öyle uzun boylu nafile namazlar kılamıyor. Çok namaz kılamasa bile, çok oruç tutamasa bile; itaat ediyor ya, o Allah’ı zikrediyor demektir.
Buna mukàbil: (Ve men asa’llàh, felem yezkürhü) “Kim Allah’a àsî ise, yâni günahları işliyorsa, günahkârsa, o Allah’ı zikretmiyor demektir; (ve in kesüret salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetühû li’l- kur’ân) nafile namazı, nafile orucu, Kur’an okuması çok olsa bile...” Elinde tesbihi, dilinde mırıldanması çok olsa bile... Demek ki, hatırlamaktan murad, itaat etmektir, kulluğu güzel
276 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.452, no:687; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.17, no:70; Saîd ibn-i Mansûr, Sünen, c.II, s.630; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.III, s.561, no:5761; Hàlid ibn-i Ebî Umran Rh.A’ten.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.154, no:413; İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.491; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1101; İbn-i Asâkir, Târih-i Dımaşk, c.IV, s.286; Vâkıd RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.671, no:1924; Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.531, no:3559; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIX, s.486, no:21295; RE. 405/4.
yapmaktır, rızasına uygun davranmaktır.
Her nefes alış verişte şuurlu olmak, Cenâb-ı Hakk’ın kulu olduğunu bilmek, ona karşı kulluk görevini doğru yapması gerektiğini hatırından çıkarmamak için, tesbih çekmek, yâni zikir kelimelerini tekrar tekrar söylemek de bir çaredir. Böyle yaptıkça, yavaş yavaş, yavaş yavaş, bu zorlamalı, itmeli kakmalı olan hatırlama, zikreden insanda dâimî bir hal haline gelir. O zaman devamlı Cenâb-ı Hakk’ı hatırında tutan, onu düşünen, her yaptığı işi Allah için yapan bir insan haline gelir.
Onun için denmiştir ki:
اَلذِّكْرُ بِالتَّذَكُّرِ
(Ez-zikru bi’t-tezekküri) “Cenâb-ı Hakk’ın insanın yâdında olması, hatırında olması, zikir işine çalışmakla olur, kendisini zorlamakla olur.”
Kula düşen Cenâb-ı Hakk’ı zikretmektir ve nimetlerine şükretmektir; Allah’a ibadet ve itaat etmektir, isyan etmemektir.
İsyan eden, nasıl isyan ediyor Cenâb-ı Hakk’a?.. Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini yiyor, derman buluyor, ayağa kalkıyor, yanakları kızarmış, kolu bacağı kuvvetli; ondan sonra kalkıyor, günah işlemeye gidiyor. Cenâb-ı Hakk’ın nimetini yeyip de, Cenâb-ı Hakk’a âsi olmaya gidilir mi?.. Ne kadar ayıp, ne kadar yanlış!..
Onun için, nimetlere şükretmek lâzım! Nankör olmamak lâzım, küfrân-ı nimette bulunmamak lâzım! Dine ve Allah’ın emirlerine lâkayt kalmamak lâzım!277
Coşan’a göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisini zikretmeyi çok seviyor. Allah’ın huzuruna insanoğlunun götürdüğü sevaplı işlerin, ibadetlerin içinde, Allah’ın en sevdiği Allah’ın zikridir. Yâni dervişliktir, yâni tasavvuftur. Görüyorsunuz, tasavvuf,
277 Coşan, Mahmud Es’ad, Tefsir Sohbeti, Akra, 18. 04. 2000; Cuma Sohbeti, Akra, 17. 11. 2000.
hadisleri uygulayan insanların yolu... Bunun bilinmesi önemli.
Bu hadisler o bakımdan benim hoşuma gidiyor. Böylece tasavvufa, zikre çatanlara bir ikaz oluyor bunlar: “Bak öyle yapmayın, çünkü zikri Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş.” diye ortaya çıkıyor.
Demek ki, Allah’ı çok zikredeceğiz. Çünkü Allah’ın huzuruna götüreceğimiz hayır, hasenât, ibadet ve tâatin içinde zikirden daha kıymetlisi yok! Onun için gece gündüz, oturduğumuz, kalktığımız her yerde, her zaman, her vesile ile, her işi yaparken dâimâ kalbimiz, dilimiz Allah’ın zikriyle meşgul olacak. Bunu unutmayın, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
Coşan’a göre zikir, bu kadar sevaplı olmasına rağmen, çok da kolay bir ibadettir. İnsan hastaysa, felçliyse, yatakta yatıyorsa bile, zikredebilir. Yatarken zikretmek yasak değil, yürürken zikretmek yasak değil, çalışırken zikretmek yasak değil...
Şimdi ben düşünüyorum: Çalışan bazı insanlar, işçiler neşeli oluyor. Meselâ, badanacı geliyor, evi boyuyor; bir ıslık çalıyor, neşe içinde badana yapıyor. Atölyede bakıyorsunuz, kızlar bir iş yapıyorlar, şarkı söylüyorlar. Ya topluca söylüyorlar; ya bir tanesi söylüyor, ötekiler dinliyor... Yâni herkes bir iş yapıyor, mırıldanıyor, keyfini, zevkini böylece izhar etmiş oluyor. Yaptığı işi de tatlı yapmış oluyor, seve seve çalışmış oluyor.
Müslüman ne yapacak?.. Ötekiler şarkı söylerse, ıslık çalarsa, müslüman da otururken, yürürken, kalkarken Allah Allah diyecek, zikredecek, sevap kazanacak. Çünkü, Allah’ın huzurunda en çok sevap kazandıran işlerden birisi Allah’ı çok zikretmek...
Birisi diyebilir ki:
“—Pekiyi hocam, Neden böyle çok zikretmeyi, tekrar tekrar zikretmeyi Allah emrediyor?.. Yâni bir defa söylemiyoruz da, neden ‘Allah’ı zikretmeyi çok yap!’ deniliyor.”
Çünkü, çok çok söylendiği zaman, insanın içinde iz bırakıyor; şuurunda iz bırakıyor, şuurunun altında iz bırakıyor. Sonunda, zikirden uyanıklık hasıl oluyor, muhabbet hasıl oluyor.
Tabii bir taraftan, insanın dışındaki bir olay olarak sevap hasıl oluyor; Allah sevap yazıyor, sevabı artıyor. Allah onu zikrediyor, mânevî değişiklikler meydana geliyor...
Coşan’a göre, zikirle ilgili söylenecek sözler çok ama, insanın kendi ruhunda ne meydana geliyor diye inceleyecek olursak; çok zikretmek suretiyle insanın üst şuuru, alt şuuru Allah fikriyle dopdolu doluyor, ma’rifetullah hasıl oluyor. Muhabbetullah hasıl oluyor, aşk hasıl oluyor, aşkullah hasıl oluyor. O zaman o kişi Mevlânâ Hazretleri gibi, Yunus Emre gibi bir insan haline geliyor.
Onları düşünün, onlar biliyorsunuz ne kadar sevgi dolu insanlar... İnsan da artık Allah sevgisine kavuşmuş bir insan olunca, üstün bir insan oluyor, bilge bir insan oluyor. Herkese sevgiyle bakıyor, her işi sevgiyle yapıyor, herkese iyilik yapıyor. İdeal, özlenen, gözlenen, heveslenilen insan seviyesine çıkmış oluyor.
İşte o noktaya ulaştıran bir mekanik yol olmuş oluyor. Yâni böyle yapınca, otomatik olarak, kendiliğinden o sonuç hasıl olduğundan, o sonuca götüren bir iş olduğundan; adım adım insan menzil-i maksuduna ulaştığı gibi, Allah Allah diye diye de aşkullah, muhabbetullah hasıl olup, kişi Allah’ı seven ve Allah-u Teàlâ tarafından sevilen, Allah’ın bir sevgili kulu, evliyası haline geliyor. Onun için bu tavsiye edilmiş.278
18. Emperyalistler En Çok Zikir Ehlinden Korkarlar
Coşan’a göre, tarih boyunca İslâm dinine en güzel, en hâlis, en olumlu, en verimli hizmeti hep zikir erbabı yapmıştır. İslâm tasavvufla, tarikatla, zikirle; boynu bükük, vefakâr, cefakâr ve fedakâr dervişlerle: alim, fazıl, kâmil, salih, yüce ahlâklı, arif şeyhlerle dünyaya hakim olmuştur. Çünkü onlar, Allah'ın rızası yolunu tutturmuş, takvâyı şiar edinmiş, haramlardan sakınmış, dünyayı gönüllerinden çıkarmış, ahireti tercih etmiş, ölümden kaçmamış, kimseden korkmamış, güçlüklerden yılmamış kişilerdir. Hayırları onlar yapmış, ibadetleri onlar işlemiş, cihada onlar gitmiş, paraya ve cana onlar kıymış, Kur'an'ı onlar yaymış. Sünnet-i seniyyeye onlar sarılmış, en sağlam din kitaplarını onlar yazmış, her güzel hizmeti onlar tahakkuk ettirmiştir.
Emperyalistler, İslâm düşmanları, ehl-i dünya, ehl-i zevk ve
278 Coşan, Mahmud Es’ad, Antalya, 14. 02. 1997.
ehl-i keyf, fasıklar ve münafıklar en çok ehl-i zikirden, şeyhlerden, dervişlerden, bu ihlâslı, imanlı, şuurlu, akıllı insanlardan korkarlar. Çünkü her kötülüğün, şeytanlığın, istismarın, günahın, haramın karşısına bu mübarek insanlar dikilirler. Mazlum milletlerin kurtuluşları bunların önderliğinde tahakkuk etmiştir. Çağdaş zulüm ve sömürüler de yine bu akıllı ve fedakâr insanların şuurlu çalışmalarıyla def edilecektir.
Zikrin, tasavvufun, tarikatin, nefs terbiyesinin, şeyhin, dervişin karşısına dikilen insanları bir dikkatle inceleyin: Göreceksiniz ki ya kâfirdir, ya ajandır, ya haindir, ya dönmedir, ya fasıktır, ya münafıktır, ya ukalâdır, ya cahildir...
Kendisini selefî, ya da kökten dinci sanan zavallılara gelince; onlara deriz ki:
“—A şaşkın! Git Kur'an'ı iyi oku, sünnet-i seniyyeyi tam öğren! Kimlere alet olduğunu idrak et! Sen dinine hizmet etmek ve Allah'ın rızasını kazanmak istiyorsan, var git ehl-i dünyayı yola getirmeğe çalış, emperyalistlerin uşaklarıyla uğraş! Sen kalkmışsın iyi bilmediğin, tanımadığın, zevkini tatmadığın, dinin özü gerçek tasavvufa saldırıyorsun, ne zaman uyanacak, aklını başına devşireceksin!279
279 Coşan, Mahmud Es’ad, İslâm, Ağustos 1994
IX. MAHMUD ES’AD COŞAN’IN TARİKAT ANLAYIŞI
Coşan, hocası Mehmed Zâhid Kotku Hz. vasıtasıyla Nakşî Tarikatı’nın, Halidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesine bağlıdır.
Hocalarından kendisine intikal eden bağlılık ve salâhiyet
itibariyle Nakşî Tarikatı’ndan başka Kàdirî Tarikatı, Sühreverdî Tarikatı, Çeştî Tarikatı ve Kübrevî Tarikatı’na intisabı ve salâhiyeti vardır.
Ayrıca rüya yoluyla kendisine Mevlevî Tarikatı, Bayrâmî Tarikatı ve Halvetî Tarikatı’ndan yetki ve görev verilmiştir. Bunu kendisi şöyle anlatır:
“—Bir güzel rüya ile bendeniz kardeşinizi Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’nin vekili yapıp, rüyada Ankara’da ıssız ve harab hale gelmiş Bayrâmiyye Tarikatı’nın tekkesine nasb ettiler. Sonradan silsilesini incelediğim zaman, zâten Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’nin de Hacı Bayrâm-ı Velî’ye bağlı olduğunu görmüş oldum.
Mekke-i Mükerreme’de gördüğüm bir rüyada da, Nakşî olduğumu söylediğim halde, rüyadaki bir şeyh efendi beni Mevlevî Tarikatı’na da bağladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz’e... O da zâten İmam Sühreverdî Hazretleri’nin evlâdındandır.
Böylece çok değerli, çok kıymetli, itibarlı, saygı ve sevgi toplayan yollara bağlılığımız vardır.” der.280
Coşan, konuşmalarında, sohbet ve konferanslarında herkesi ilgilendiren konulara ağırlık verir. Hemen her seferinde tarikattan, tasavvuftan bahsetmez, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yönü daha öndedir. Genel amaçlarını, “Misyonumuz İslâmî çizginin dışına sapmadan, sünnet-i seniyyeye bağlı, aşırılıktan uzak, çağa uygun, takvaya dayalı Müslümanlığı yaşamak ve yaşatmaktır.” diye ifade eder.
Özel konuşmalarında, tasavvuf ve tarikat içerikli sohbetlerinde, zaman zaman tarikatla ilgili temel prensiplerini,
280 Coşan, Mahmud Es’ad, İsveç, Stockholm, 10. 05. 1997.
uyulması gereken esasları anlatır. Bu düşüncelerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Kur’an’a ve Sünnete Bağlılık
Coşan’a göre tarikatının birinci esası, temel prensibi Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye tâbî olmaktır.
Coşan’a göre İslâm’da en sağlam kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Ondan sonraki kaynak, Kur’an-ı Kerim’i de açıklayan, öğreten, mücmel kısımlarını tafsil eden, yâni özet halinde olan kısımlarını açan, genişleten, anlatan, Peygamber SAS Efendimiz’in sünnet-i seniyyesidir.
Sünnet olmasa, zekâtın nasıl verileceğini bilemeyiz, namazı nasıl kılacağımızı bilemeyiz... Dinimizin bir çok bilgileri meçhul kalır, muğlak kalır, müphem kalır, karanlık kalır, anlaşılmaz durumda kalır. O zaman insan İslâm’ı, Kur’an’ı uygulayamaz. Bütün teferruat sünnet-i seniyyededir. Onun için sünnete sarılacağız. Şiârımız, parolamız, kuralımız, kaidemiz, uyacağımız en temel esas, Peygamber SAS’in sünnet-i seniyyesine sarılmak olacak.
Bunun dışında, Peygamber Efendimiz’in tavsiye etmediği, dinin aslına, esâsına uymayan, sünnete uymayan hareketlere, yaşam tarzına, davranışlara, dinde sonradan ortaya çıkmış, yanlış işlere de bid’at denir. Birisi böyle kalkıp da yalan yanlış bir şeyi ortaya çıkarmış ise, buna sàhib-i bid’at denir. Yâni bid’atı yapan, bid’atı ortaya koyan kimse demek, bid’atçı demek.
Kim böyle bir bid’atçı kimseye hürmet ederse, saygı gösterirse, tâzim ederse, İslâm’ın yıkılmasına, alaşağı edilmesine yardımcı olmuş olur. Çünkü İslâm’ın ayakta durması, Kur’an-ı Kerim’ledir ve Peygamber SAS Efendimiz’in sünneti yolunda yürümekledir. Sünnetten ayrıldı mı, Efendimiz’in tavsiyesinin dışına çıktı mı, yoldan, istikametten sapmış; cennetin yolundan ayrılmış,
cehennemin yoluna dönmüş demektir. 281
Coşan, Kur’an’ın dışında, Peygamber Efendimiz’in sünneti dışında her şeyden Allah’a sığınır. Kur’an yolunda, Peygamber
281 Coşan, Mahmud Esad, Cuma Sohbeti, Akra, 25. 06. 1999.
Efendimiz’in sünneti yolunda, itikàden ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere olduklarını söyler. Ehl-i sünnet itikadı dışındaki sapık ve aşırı, eğri ve bozuk yollardan da Allah’a sığınır. Coşan, sünnet-i seniyyeye uymak istedikleri için, tekkede bir hadis kitabı okuduklarını söyler. Çeşitli hadis kitapları okuduklarını, daha çok Hocası Mehmed Zâhid Kotku Hz.nden el almış olduğu üzere, müridlerin terbiyesi amacıyla, terakki ve tefeyyüz etmeleri için, Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin tertiplemiş olduğu Râmûzü’l-Ehàdîs isimli hadis mecmuasını okumaya devam ettiklerini bildirir.
Coşan, cemaat olarak lafla sünnete uyuyoruz deyip de, hal ve gidiş itibariyle sünnete aykırı birçok bid’atleri işleyen insanlar gibi olmadıklarını; Peygamber Efendimiz’in hadislerinin kitabını okuduklarını ve hayatlarını sünnet-i seniyyeye uydurmaya
çalıştıklarını, Efendimiz’in sünnetine göre yaşamaya gayret ettiklerini söyler.
Çünkü hadis-i şeriflerde, insanların bozulduğu ahir zamanda Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılan, onu öğrenen, öğreten, yaşayan, yaşatan, ihyâ eden insanlara yüz şehid sevabı verileceği bildirilmiştir. Bir insanın bir tek şehid sevabı kazanma durumunda bile cennete gireceği ortada iken, yüz şehid sevabı kazanmak, böyle devirlerde sünnete uymanın ne kadar kıymetli olduğunu, böyle yapanları Allah’ın ne kadar çok sevdiğini gösteren bir işarettir.
Coşan, cemaat olarak Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetini yaşamağa, ihyâ etmeğe; kılık kıyafetten başlayarak sözden öze doğru, dıştan içe doğru, kalıptan kalbe doğru, daimâ her hallerinde Efendimiz’in sünnetine uymaya niyet ettiklerini, karar verdiklerini belirtir.
Çünkü, tarikat büyükleri bu yolu tutturmuşlardır. Tarikat
silsileleri incelendiği zaman, hepsinin çok büyük şeriat alimleri oldukları, sünnet-i seniyyeye uydukları, çoğunun çok muteber Kur’an-ı Kerim tefsirleri yazdıkları, çok muteber hadis-i şerif kitapları tertip ettikleri, çok değerli fıkıh eserleri yazdıkları
görülür. Hepsi şeriata bağlılıkla anılmışlardır.
Coşan’a göre hangi hadis kitabı okunsa, hangi sünnet eseri
takip edilse hepsi makbuldür. “İster Râmûzü’l-Ehâdîs okuyun, ister İmam Nevevî’nin Riyâzu’s-Sàlihîn’ini okuyun, isterseniz Muhtâru’l-Ehàdîsin-Nebeviyye’yi okuyun, isterseniz İmam Buhârî’yi okuyun, isterseniz İmam Müslim’i, İmam Tirmizî’yi, İmam Neseî’yi, İmam Ebû Dâvud’u, İmam İbn-i Mâce’yi, İmam Ahmed ibn-i Hanbel’i okuyun!.. İsterseniz İmam Mâlik’in Muvatta’ını okuyun!.. Hepsi makbulümüzdür, başımızın tacıdır, kabulümüzdür, tavsiyemizdir.” der.
Coşan son yıllarında, yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak, Ak-Radyo’da tefsir sohbetlerine başladı (29. 09. 1998). Bu sohbetler bir saat kadar sürüyordu ve salı akşamları radyodan yayınlanıyordu. 4 Şubat 2001 günü elim bir trafik kazası sonucu vefat edinceye kadar devam etti.
Coşan, bu sohbetlerinde İbn-i Kesir tefsirini takip ediyordu. Zaman zaman Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tefsirinden ve İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri’nin tefsirinden nakiller yaptığı da oluyordu. Fâtiha’dan başlayıp, sırayla her sohbette birkaç ayet okuyup izah ederek sohbetlerini sürdürüyordu. 30 Ocak 2001 günü yaptığı son tefsir sohbetinde, Bakara Sûresi’nin 224. ayetine kadar gelmişti.
2. Niyetin Hâlis Olması
Coşan’a göre, tarikatının ikinci esası niyetin hâlis, muhlis olmasıdır. Çünkü amellerin kabul olması, niyetin hâlis olmasına bağlıdır:282
282 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.1, no:1; Müslim, Sahîh, c.III, s.1515, no:1907; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.670, no:2201; Neseî, Sünen, c.I, s.58, no:75; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1413, no:4227; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.25, no:168; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.I, s.73, no:142; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.50, no:1; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.9, no:37; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.17, no:40; Bezzâr, Müsned, c.I, s.380, no:257; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.336, no:6837; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.41, no:181; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.79, no:78; Tahâvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.42; Hamîdî, Müsned, c.I, s.16, no:28; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.195, no:1171;
إِنَّمَا الأَعْمَالُ بِالنـيَّاتِ (خ. م. د. ن. ه. حم. عن عمر)
(İnneme’l-a’mâlü bi’n-niyyât) “Ameller niyetlere göredir.” İnsan yaptığı ameli Allah rızası için yapmazsa, sevap alamaz.283 Coşan’a göre, ameller ihlâssız olursa, riyâkârca olursa, güzel olsa bile bir sevap kazanılamaz. Allah riyâ ile yapılmış, ihlâssız yapılmış ameli kabul etmez. Onun için, ihlâs-ı niyyete, niyetin hâlis olmasına çok dikkat edilmesini ister. Her işi yaparken niyetin yoklanması esastır.
Yapılan şey iyi niyetle olsa da, Kur’an’a ve sünnete uygun olmazsa, kıymeti yoktur, sevap alamaz. Dinde olmayan şeyi ihdas etmek bid’attır, binâen aleyh kıymeti yoktur. Herkes kafasına göre, iyi niyetine göre bir bid’at ortaya çıkartırsa, bu din daha önceki dinlerin mensuplarının yaptığı gibi olur, bozulur, çığırından çıkar.
Sünnet-i seniyyeye uygun işleri, insan kötü niyetle yapsa sevap kazanır mı?.. Kazanamaz. Niyet bozuk olup, iş güzel olsa da kıymeti yok; niyet iyi olsa, iş bozuk olsa da kıymeti yok. İkisi de önemli... Niyetin ihlâslı olması çok önemli; yapılan işin Kur’an-ı Kerim’e, sünnet-i seniyyeye uygun olması çok önemli! 284
Coşan’a göre, tasavvufta ihlâs; yani amelini, yaptığı şeydeki niyetini hàlis, muhlis kılmak ve yaptığı her şeyi pür Allah rızası için yapmak çok önemlidir. İnsanın niyeti pırıl pırıl, tertemiz, sırf
Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.62, no:188; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.244; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.136, no:656; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXII, s.166; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.171; Tahàvî, Şerh-i Maànî, c.III, s.96, no:4293; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.488, no:7438; Bezzâr, Müsned, c.I, s.64, no:257; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.380, no:3707; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.48, no:78; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.206, no:483; Hz. Ömer RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.342; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.422, no:7263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.1, no:1; Câmiü’l- Ehàdîs, c.IX, s.459, no:8819.
283 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 14. 06. 1996; 25. 10. 1996; 21. 01. 2000: 02. 06. 2000.
284 Coşan, Mahmud Es’ad, İsveç, Stockholm, 10. 05. 1997.
Allah’ı düşünüyor, sırf Allah için veriyor, başka bir hesap yapmıyor. Biz buna ihlâs diyoruz tasavvufta...
Coşan buna şöyle misal verir:
Meselâ, bir firmanın, bir fabrikanın sahibini düşünelim. Yanına gelip gidiyorlar, bağışlar, bir şeyler istiyorlar. O da, tamam diyor.
“—Şuraya bir yurt yapılsın! Bizim fabrikanın reklamı da üstüne konulsun!” diyor.
Şimdi bu sebeple insan bir iyilik yapıyor; kıymeti yok!.. Dünyevî bir menfaat elde etmek için yapıyor; kıymeti yok!.. Birisinin gözüne girmek için yapıyor; kıymeti yok!.. Maddî kazanç sağlamak için yapıyor; kıymeti yok!.. Niçin olacak? İnsan yaptığı bir şeyi niçin yapacak?.. Yaptığı bir şeyi insanın bir tek sebeple yapması lazım; Allah için yapması lazım, Allah rızası için yapması lazım! Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmak için yapması lazım!..
Biz tasavvufta buna da çok önem veriyoruz ve bir formül haline getirmişiz bu niyetimizi, büyüklerimiz öğretmiş:
إِلٰهِي أَنْتَ مَقْصُودِي، وَ رِضَ اكَ مَطْلُوبِي!
İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî!) “Yâ Rabbi, maksudum, arzum, gàyem sensin; ben senin rızanı istiyorum!” diyoruz. Her şeyde Allah’ın rızasını istiyoruz. Kulun rızasını değil, dünyada alkış, şöhret, para, pul, mevkî, makam değil; istediğimiz şey sadece Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızası...285
3. İtikadın Doğru Olması
Coşan’a göre dervişin itikadının doğru olması gerekir. İtikadı bozuk olursa, Allah-u Teàlâ o kimsenin hiç bir amelini kabul etmez.
Allah-u Teàlâ Kur’an-ı Kerim’de, kendisine sahih bir inançla bağlanılmadığı zaman, şirk koşulduğu zaman affetmeyeceğini bildiriyor:
285 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 05. 08. 1994.
إِن اللَََّّ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ (النساء:٨٤)
(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ') “Allah kendisine şirk koşulmasını aslâ mağfiret etmez, affetmez, bağışlamaz. Onun dışındaki her günahı bağışlayabilir.”286 Gaffârü’z-zünûbdur, Settârü’l-uyûbdur, afüvdür, affetmeyi sever, Mücîbü’d-deavâttır, duaları kabul edicidir; amma şirki kabul etmez. İtikad bozukluğunu kabul etmez.
Belki makbul olur noksan-ı amel,
Olmasın lîkin akîdende halel.
“Çok fazla ibadet yapamamak bile bazan insanı kurtarır belki ama, aman dikkat et itikadında bozukluk olmasın!”
Coşan’a göre, insanın itikadı bozuk oldu mu, bütün amelleri, işleri, icraatı, hayratı, hasenatı, harcamaları hebâen mensûrâdır. Havaya saçılmış, dağılmış gitmiştir, boşa gitmiştir. Allah’ın bir tek farzını inkâr etse, imandan çıkar, cehenneme gider.
Bir insan bütün ayetleri kabul etse de, bir tanesine ben bunu kabul etmiyorum dese, kâfir olur. İstemeden kâfir olur, kâfir olduğunu bilmeden kâfir olur. Böyle sözler vardır, elfâz-ı küfür
derler. Söylediği zaman insan farkında olmadan imandan çıkar, mü’min insan olmaktan dışarıya düşer. Onun için, iş şakaya gelmez, aman herkes itikadını iyi korusun diye, bu hususta kitaplar yazılmıştır.
Demek ki sahih itikadlı olmak da çok önemli...
4. Zikir
Coşan’a göre, tasavvuf yolunda ilerleyip de Allah’ın sevgili kulu olmak için, evliyâ olmak için, insân-ı kâmil olmak için,
286 Nisâ, 5/48
cennetlik kul olmak için, cehennemden kurtulmak için zikir vazifelerini yapmak lâzım!.. Çünkü zikir çok sevaplı, çok şerefli, çok kıymetli, çok kolay, çok önemli bir ibadettir.
En kolay ibadet zikirdir. Hasta insan da, felçli insan da, yatalak insan da, ihtiyar insan da, genç insan da zikir yapabilir.
“—Hocam, bu hasta üç senedir yatakta...”
Allah afiyet versin, zavallıcık... Esîr-i firâş olmuş diyoruz; yatağın esiri, kalkamıyor. Yüznumaraya gidemiyor da, altına sürgü sürüyorlar... Kalçaları yara oluyor, sırtları yara oluyor. Yattığı yerler deliniyor, cerahat oluyor. Hadi bakalım onları pansuman et. Yüzükoyun yatamıyor, yan yatamıyor, sırtüstü yatamıyor, inliyor, ağlıyor sızlıyor ama, çare yok...
Öyle insan da zikir yapar. “Allah... Allah...” der, “Estağfiru’llah... Estağfiru’llah...” der, “Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammed” der... En kolay ibadet...
Namazın abdestli olma şartı vardır. Orucun, haccın, zekâtın şartları vardır. Zikrin hiç bir şartı yoktur; abdestli iken de zikir yapılır, abdestsiz iken de zikir yapılır.
Coşan’a göre, tasavvuf yolunda, kemâle erme yolunda, Allah’ın rızasını kazanma yolunda, Allah’ın evliyası olma yolunda en kıymetli mânevî gıda, zikirdir. Onun için, dervişin zikir vazifelerini yapması gerekir. Zikir vazifelerini yaptığı zaman feyzini alır, arzu edilen sonuçlara ulaşır.
Onun için, dervişliğin esaslarından bir tanesi de zikir yapmaktır, ihmal etmemektir. Zikirlerine müdavim olmaktır. Aşk ile, şevk ile zikir vazifelerini yapmaktır.
Allah’ı hiç unutmamak, hep hatırında tutmak; o da zikirle olur. Sonra zikrin sevabı vardır, insanlar üzerinde te’siri ve sonucu vardır. Zikir yapa yapa, sevaplar birike birike, derviş de yavaş yavaş sonucunu görmeğe başlar.
O bakımdan zikir vazifesine devam esastır. Derviş olan, intisab eden kimselerin zikir vazifelerini yapmaları gerekir.
Coşan zikir konusunda bir hatırasını nakleder:
Bir ev sohbetinde, bizden yaşlı ağabeylerle oturmuştuk. O zaman arkadaşlar kendi hallerinden şikâyet ettiler: “İşte tad alamıyoruz, feyz alamıyoruz. Görenler var, biz niye böyle eksiğiz?”
filân diye böyle konuştular.
Ben de sonra Hocamız (Rh.A)’e, “Filânca akşam filânca yerdeydik. Böyle böyle konuştular.” diye naklettim durumu... Dedi ki Hocamız:
“—Ne yapayım, kendilerine verilen zikir vazifelerini yapmıyorlar.” dedi.
Halbuki Hocamız tasarrufat sahibi, evirip çevirdiği insanlar var, biliyoruz. Zikir vazifesini yapmayınca olmaz. Tesbihi olacak, zikri olacak; dersine, vazifelerine, üstüne aldığı zikirlere müdâvemet edecek! Bu önemli...
5. Murâkabe
Coşan’a göre, derviş devamlı murakabe halinde olmalıdır. Murâkabe, Allah’ın her yerde hàzır ve nâzır olduğunu ve seni gördüğünü, senin Allah’ın huzurunda olduğunu hissetmen; “Allah beni görüyor, o benim yanımda, her yerde hàzır ve nâzır...” diye, Allah’ın rızasına uygun hareket etmeğe dikkat etmen, günah ve isyan olacak işi yapmamağa gayret etmendir.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
“—İmanın en yüksek derecesi nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu hissetmendir, anlamandır.”
Ayet-i kerimede buyruluyor ki:
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ (الحديد:٤)
(Ve hüve meaküm, eyne mâ küntüm) “Ey insanlar, siz nerde olsanız, Allah sizin yanınızdadır.”287
وَاللَُّ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (البقرة:٥٦٢، الحديد:٤)
(Va’llàhu bimâ ta’melûne basîr) “Allah sizin yaptığınızı görüyor, işlediklerinizi görüyor.”288
287 Hadîd, 57/4
288 Bakara, 2/265; Hadîd, 57/4
لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ (الانعام:٣٠١)
(Lâ tüdrikühü’l-ebsàr, ve hüve yüdrikü’l-ebsàr) “Gözleri onu göremez ama, o gözleri görür.”289 Gözler birçok şeyleri göremiyor. Işık gitti mi, hiçbir şeyi göremiyor. Ama Allah her şeyi görür.
Coşan’a göre, derviş her şeyde Allah’ın tecellisi olduğunu görecek ve bu şuurda olacak. “Allah beni görüyor, aman ayağımı uzatmayayım... Allah beni görüyor, aman şu sözü söylemeyim... Allah beni görüyor, işitiyor, aman şu edepsizliği yapmayayım, aman şu günaha dalmayayım, aman şu saçma işi yapmayayım!” der. Dervişlik o zaman edebe uygun olarak yapılır.
6. Vukùf-i Kalbî
Coşan’a göre, dervişliğin şartlarından birisi de vukùf-i kalbî’dir. Vukùf-i kalbî demek, insanın gönlüne sahip olması demek, gönlüne hâkim olması demek, gönlüne bakması demek, gönlünü gözlemesi demek...
Çünkü, ayet-i kerimede bildirildiği gibi, Allah bu gözle görülemez. Bu gözün Allah’ı görmeğe tâkatı yoktur:
لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ (الانعام:٣٠١)
(Lâ tüdrikühü’l-ebsàr, ve hüve yüdrikü’l-ebsàr) “Gözleri onu göremez ama, o gözleri görür.”290 buyrulmuştur.
Gözler göremediğine göre, Allah nasıl bilinir, ma’rifetullaha nasıl erilir?.. Nasıl görülür?..
Gönülle bilinir. Ma’rifetullah’ın, Allah’ı bilmenin, idrakin uzvu, aracı, bizdeki aleti, duyusu kalbdir. Kalb, gönül demek... Gönülle bilinir Allah...
Onun için bu kalbi gözlemek lâzım, kalbe yönelmek lâzım!
289 En’am, 6/103
290 En’am, 6/103
Dervişin nazarını kalbinin içine çevirmesi lâzım!.. Gürültüden uzak, sakin, tenha bir yerde kalbine teveccüh edip, kalbini seyretmesi lâzım!
Bir şairin bir sözü var, burada uygun düşer. Diyor ki:291
Nasıl sığmış içim dışıma, Düşündükçe hayret ediyorum:
Dünya dar geliyor bakışıma, İçimi seyrediyorum!..
İç dediği şey gönül, kalp... İnsan içini seyrederse, gözü kapalı iken seyreder, başı eğikken seyreder. Dışarıyla ilişkisini kesebildiği zaman seyreder. Mâdem ki Allah kalple, gönülle tanınabiliyor, müşahedesi orada oluyor; o zaman insanın kalbine, iç alemine yönelmesi lâzım!
Allah insanın kalbine tecelli eder. Yerlere göklere sığmayan azametli Mevlâmız, mü’minin kalbine sığar, gönlüne tecelli eder. O zaman gönlüne bak, seyreyle! Seyreyle ki göresin... Bu da lâzım!
7. Hıfz-ı Nisbet
Coşan’a göre, derviş mürşid-i kâmile bağlanmışsa, o mürşid-i
291 Sedat Umran: 1926'da İstanbul’da doğdu. 1948'de İ.Ü. Edebiyat Fakültesi
Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. İlk şiir kitabı Meş’aleler kendi yayını olarak 1949'da çıktı. İkinci kitabı Leke 1979'da Soyut dergisi yayınları arasında yayımlandı. Umran, edebiyat dünyasında trajik ben'in ıstırabını ve eşyanın iç dünyasını yansıtan bu kitabı ile tanındı. Gittin Taş Atarak Denizlerime (1990), Kara Işıldak (1993) diğer eserleridir. Umran'ın şiirindeki son merhaleyi yansıtan 25 dörtlüğü ise Kış Dörtlükleri üst başlığı altında Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanmıştır. Umran'ın Almanca'dan yaptığı çok sayıda çevirisi de bulunmaktadır. Ahmed Haşim tesirinde başlayan şiirini giderek kendi mecrasına taşıdı, eşyanın metafiziğini araştıran şiirler yazdı. İnsan hayatında trajik olana eğilen, trajediyi gizemli bir boyutta ele alan eserleri ile modern Türk şiirinde kendine has bir yer edindi. Eşya dışında günlük hayat, aşk ve tabiat, insan ruhunun gerilime doğru yürüyen açmazları onun asıl yoğunlaştığı sahalardır. Sese ve kelimeye büyük ağırlık verir. Kendini tamamen şiire adamış, âdeta şiir için yaşayan bir şâir olmuştur. (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi; c. 8. s. 459, Dergâh Yayınları)
kâmil Peygamber Efendimiz’in vazifelendirdiği bir vekili ise, verese-i nebî ise, Peygamber Efendimiz’in mânevî varislerinden ise, sahih bir el ile vazife almış bir mürşid ise; o zaman ona hürmet etmek lâzım, onunla bağlılığı koparmamak lâzım, tarikatın silsilesine yapışmak lâzım!.. İpini elden bırakmamak lazım!.. Buna hıfz-ı nisbet denir.
Coşan’a göre bu, uçuruma düşmüş kimsenin, kendisini kurtarmak için sarkıtılan ipi tutması gibidir. Aşağıdan ipi tuttu, yukarıya doğru çekiyorlar; ipe sıkı tutunması lâzım! İpi bırakırsa, tekrar uçurumdan aşağı düşer.
Coşan’a göre, hıfz-ı nisbet çok önemlidir. O olmazsa, sanki bina yapılmış, kablolar döşenmiş, düğmeler hazır, lambalar takılı, ama ışıklar yanmıyor... Bir şey var, bir eksiklik var, ne eksikliği var?.. Neden yanmıyor?.. Şebekeye bağlı değil. Şebekeye bağlantı yapılmamış, sigorta takılmamış, şebekeye bağlı olmadığı için ışık yanmıyor. Hıfz-ı nisbet budur. Yâni mübarek mânevî yoluna bağlanacak ki, bağlantısı sağlam olacak ki, ışık gelsin.
Bağlantısı yok... Bağlantısı yoksa o zaman ışık yanmaz. Bu lambalar neden yanıyor?.. Işık kaynağından şehir cereyanına bağlantı yapılmış, ondan yanıyor. Doğrudan doğruya lambanın kendisi yanmıyor ki, bir şey geliyor da ondan oluyor. Öyle bir bağlılık olmazsa, feyz alınamaz.
8. Râbıta-i Muhabbet
Coşan’a göre dervişin şeyhine muhabbetle, sevgi ve saygı ile bağlanması gerekir. Buna rabıta-i muhabbet denir. Şeyhini beğenmezse, şeyhini tenkit ederse, şeyhine güvenmezse, şeyhini küçümserse, şeyhini düzeltmeğe çalışırsa, rabıta-i muhabbet
bozulur.
Bu konuda esas alınan, şu hadis-i şeriftir. Peygamber SAS buyuruyor ki:292
292 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.14, no:14; Neseî, Sünen, c.VIII, s.115, no:5015; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.534, no:11746; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.292, no:3338; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.30, no:71; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.395, no:25156.
وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ
وَلَدِهِ وَوَالِدِهِ (خ. ن. عن أبي هريرة)
(Ve’llezî nefsî bi-yedihî) “Şu nefsim, canım, hayatım elinde olan Rabbime yemin olsun ki; dilerse beni yaşatacak, dilerse beni öldürecek olan, hayatım, memâtım, her şeyim elinde olan Rabbime yemin olsun ki, (lâ yü’minü ehadüküm) sizden biriniz mü’min olamaz; (hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî) ben ona babasından da, evlâdından da daha hürmetli, muhabbetli, sevimli, sevgili olmadıkça...”
Peygamber Efendimiz’in ashabı öyle idi. Rasûlüllah’a atılan oklara vücutlarını siper ediyorlardı. Rasûlüllah’ın uğrunda ölmeğe can atıyorlardı. Rasûlüllah, “Şuraya gidin, şurayı fethedin!” diye gönderdiği zaman, şehid olmak aşkıyla gidiyorlardı. Rasûlüllah’a canlarını, mallarını, her şeylerini vermişlerdi.
Öyle olmayınca, o tarzda olmayınca, olmaz.
Bu oyuncak değil, bu şirk değil... Niye Rasûlüllah’ı seviyordu insanlar?.. Allah’ın elçisi diye... Allah onu peygamber gönderdi diye... Allah ona uyun diye emrettiği için... Allah’tan dolayı seviyoruz.
Kur’an’ı niye seviyoruz?.. Allah’tan dolayı, Allah’ın kitabı diye seviyoruz. Peygamberi neden seviyoruz?.. Allah’tan dolayı, Allah’ın peygamberi diye seviyoruz. Evliyâullahı neden seveceğiz?.. Allah’tan dolayı, Allah’ın evliyâsı diye...
Millet şimdi buna pür-hiddet, pür-şiddet saldırıyor:
“—Öyle şey olmaz!” Ya ne olacak, ne olmasını istiyorsun?.. Bir evlâdın anasını, babasını sevmesi suç mu, ayıp mı, günah mı, şirk mi?
“—Olur mu, tabii evlât babasını sever, anasını sever.” E peki, mürşid-i kâmili anasından, babasından aşağı mı?..
Ana baba bazan, “Otur karşıma, içki iç!” diyor. “Gel lan buraya!” diyor oğluna; bir kadeh ona döküyor, bir kadeh kendisine:
“—İç şunu, öyle yobazlık yok! Ben senin babansam, içeceksin
bu içkiyi... Hadi bakalım!” diyor. “Hakkımı helâl etmem!” diyor.
“—Etmezsen etme, ben Allah’a asi olamam, bunu içmem.”
Bazen anne baba insanı günaha sokuyor. Öyle anne babalar var ki, çocuğunu hırsızlığa alıştırıyor. O halde mürşid-i kâmil anneden, babadan önce gelir. Anne babayı sevmek haksa, ma’kulse, meşrû ise, mâzursa, anne baba seviliyorsa, mürşid-i kâmil daha çok sevilir.
Neden?..
َْالْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الأَنْبِيَاءِ (أبو نعيم، والديلمي، وابن النجار عن البراء)
(El-ulemâü veresetü’l-enbiyâ’)293 “Alimler, mürşid-i kâmiller peygamberlerin varisleridir.”
Peygamberler mal mülk bırakmazlar, ilim ve irfan bırakırlar. Kim ilim irfan sahibi ise, kimin mânevî silsilesi sağlamsa, nisbet-i mâneviyyesi varsa, Rasûlüllah’a varan bir enerji hattı varsa, o peygamber varisidir. Hürmet edilecek tabii...
Derviş mürşidini sevmezse, ondan feyz alamaz.
Coşan, şeyhe bağlılık ve muhabbet konusunda şöyle bir hikâye anlatır:
Eski zamanlarda, bir dervişi tekkenin mutfağında görevlenmişler. Yirmi sene, otuz sene geçmiş, hâlâ mutfakta çalışıyormuş. Aklına gelmiş:
“—Yâhu benden sonra gelenler gitti, gelenler gitti. Her birisini bir tarafa gönderdi şeyh efendi, orda vazife görüyor. Biz böyle saplandık mutfağa, boyna helva pişir, yemek pişir, odunları yak, üfle ocağa... Böyle gidiyoruz.”
293 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.341, no:3641; Tirmizî, Sünen, c.V, s.48, no:2682; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.81, no:223; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.289, no:88; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.262, no:1696; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.103, no:975; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.II, s.465, no:815; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VIII, s.337, no:3229; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.203, no:297; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXV, s.247; Ebü’d-Derdâ RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.75, no:4209; Berâ ibn-i Âzib RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VIII, s.92; Fudayl ibn-i Iyad Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.135, no:28679; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.367, no:14509;
RE. 222/17.
Böyle geçmiş içinden... “Bizden sonra gelen çoluk çocuğu bile şeyh efendi bir yerlere gönderdi vazifeli olarak, bize bir vazife vermedi yâ... Bizim canımız yok mu, haksızlık değil mi?” filân diye böyle şeyler düşünmüş mutfakta yemek yaparken tekkenin aşçısı... Hizmet etsin diye indirmişler oraya, hizmet edecek ki, sevap kazanıp ilerleyecek.
Rüya gibi bir şey görmeye başlamış: Şeyh efendi onu da çağırıyor huzuruna:
“—Hadi seni de filânca diyara halife gönderiyorum, git bakalım oraya!” diyor.
“—Pekiyi efendim, emriniz başım üstüne!” diyor. Seviniyor içinden, “Tamam, bize de hilâfet geldi, işte biz de bir beldeye gidiyoruz.” diyor.
“—Gel buraya! Gidiyorsun ama, bak o gittiğin yerde ne kazanırsan yarısı senin, yarısı benim olacak tamam mı?..”
“—Aman efendim, paranın pulun, malın mülkün kıymeti mi olur, hepsi sizin olsun...”
“—Hayır, hepsi değil, yarısı senin yarısı benim... Tamam mı?..”
“—Efendim hepsi sizin olsun, ben fakirim, malda mülkte gözüm yok...”
“—Hayır! Yarısı senin, yarısı benim...”
“—E peki, nasıl emrederseniz öyle olsun.” diyor, kalkıp gidiyor.
Şimdi bu gitmiş o diyara... Bir şehre yerleşmiş. Camiye giderken gelirken hoş geldin diyenler olmuş. Tanışmışlar, bakmışlar ki tatlı bir insan, sohbeti güzel bir insan, ahlâkı güzel, bilgili bir insan... Beğenmişler, “Allah Allah... Gurbetten gariban bir adam geldi amma çok olgun bir insan...” demişler. Sevmişler, arkadaşları artmış, çoğalmış, çevresi genişlemiş. Bildiği okuduğu ilimlerden sağa sola öğretmeğe başlamış. Talebeleri olmuş, orada epeyce şöhret kazanmış. Bu arada evlenmiş, beş tane çocuğu olmuş.
Yıllar geçmiş. Sonra o beldenin hükümdarı ölüvermiş. Ne olacak şimdi, hükümdar öldü... Yeni bir hükümdar seçelim, kimi seçelim?.. Dürüst olsun, akıllı olsun, tecrübeli olsun, bilgili olsun, mütedeyyin olsun, takvâ ehli olsun demişler, aramışlar, taramışlar. Birisi demiş ki: “Bu adam çok dürüst, çok akıllı, çok
ahlâklı... Bunu hükümdar yapalım!” Olur mu, olur. Hükümdar yapmışlar. Hadii derviş olmuş hükümdar... Var böyle hükümdar olan dervişler...
Hükümdar olmuş, memleketi idare etmeğe başlamış. Çok güzel, gayet güzel idare ediyor. Paralar birikmiş, hazine dolmuş, belde mâmur olmuş, fakirler memnun olmuş, her şey güzel...
Bir gün şeyhi çıkmış, gelmiş. Nasıl sevinmiş adam:
“—Aman efendi hazretleri, hoş geldiniz!” demiş, elini eteğini öpmüş, tahtına oturtmuş.
Herkes bakıyor:
“—Allah Allah, bu hükümdar, bu gelen adamı tahtına oturtuyor, önünde diz çöküp duruyor, bu ne haldir?..” diyorlar.
Böyle bir izzet, bir itibar, bir sevgi, bir muhabbet... Her şey güzel! Birkaç gün böyle kaldıktan sonra, kimsenin kalmadığı bir zamanda şeyh efendi demiş ki:
“—Otur şuraya!.. İyi güzel, bak buralara gelmişsin, epeyce çalışmışsın, kendini sevdirmişsin, hükümdar olmuşsun, zengin olmuşsun, çoluk çocuğa kavuşmuşsun. Köşklerin, sarayların, askerlerin, hazinelerin, her şey yerinde... Buraya gelirken seninle ne anlaşma yapmıştık, ne demiştim sana?.. ‘Ne kazanırsan yarısı senin, yarısı benim!’ dememiş miydim, hatırladın mı?..”
“—Evet efendim, hatırladım, hepsi sizin olsun!”
“—Hayır! Anlaşma ne: Yarısı senin, yarısı benim... Yarısını bölüşeceğiz.”
“—Peki efendim.”
“—Hadi bakalım, bölüşelim!”
İnmişler hazineyi bölüşmüşler, malları bölüşmüşler, atları bölüşmüşler, kumaşları bölüşmüşler... Şeyh efendi sıkı, gayet muntazam hesaplıyor, her şeyi ikiye bölüyor. Tam böyle bölüşmüşler.
“—Eee, daha var mı?..”
“—Yok efendim...” demiş. “—Çocuklar var!.. Çocuklar da burada olmadı mı, o da senin buradaki kazancın... Çocukları da bölüşeceğiz!” demiş.
“—Hay hay efendim, tamam...”
Bir tanesi senin, bir tanesi benim... Bir tanesi senin, bir tanesi
benim... Etti dört.
“—Beşincisi ne olacak?..” “—Senin olsun efendim...”
“—Hayır, olmaz! Yarı yarıya olacak, adalet olacak, böleceğiz bunu ortadan...”
“—Efendim olur mu? Ben hakkımdan vaz geçtim, o da senin olsun!”
“—Hayır, böleceğiz. Tut bakalım şunun bacağından, getir bakalım satırı!..”
“—Allah Allah... İmtihan mı ediyor beni, ne yapıyor; dur bakalım, bu adam ihtiyarladı mı?..” diye düşünmüş. Bacağından tutmuş, satırı getirmiş... “Herhalde en son anda vaz geçecek, dur bakalım!” demiş. Satırı kaldırdığı zaman, “Senin gibi şeyh olmaz olsun!” diye şöyle bir davranınca bütün bu hayaller bozulmuş. Rüya gibi bir şey görüyormuş meğerse...
O heyecanla elinde tutup kaldırdığı da helva kazanını karıştırdığı koca kepçe imiş. Bakmış önünde helva kazanı, etrafta hiç kimse yok... Bir his gelmiş içine, arkaya bir bakmış: Şeyh efendi şöyle kapıya yaslanmış, mütebessim ona bakıyor.
Demiş ki:
“—Evlâdım, sen bu kafayla burada, daha çok helva kazanı karıştırırsın!” demiş, yürümüş gitmiş.
Coşan bu hikâyeyi şöyle yorumlar:
Bu ne demek?.. Yâni tam hududa kadar getirdi ama, son noktada şeyhine bağlantısı tam değil... Bir noktaya kadar tamam da, ondan sonra yok...
Şimdi bizim müridlerin bir kısmı bir noktaya kadar müridlikte devam etti de, parti muhabbeti ile şeyh muhabbeti karşılaştığı zaman, kimisi partiyi tercih etti. Olabilir, buyurun, parti senin...
Tekke benim, tarikat benim, yol benim; parti senin, siyaset senin...
Muhabbet olacak! O olmazsa feyz olmaz, evliyâlık olmaz.
9. Sohbet-i Şeyh
Coşan’a göre dervişin uyması gereken şartlardan birisi de sohbet-i şeyh’tir. Şeyhin sohbetinden feyz alır mürid... Oturur,
kalkar, gelir, gider, feyz alır, yetişir. Müridin yetişmesinde sohbet- i şeyh çok önemlidir. Şeyhin sohbetine gitmek lâzım; canla dinlemek lâzım, tavsiyelerini tutmak lâzım!..
Sohbet yârenlik etmek demek değil, hayatın içinde, hayatı beraberce sürerken, davranışlarını terbiye etmek. Aile terbiyesi gibi... Peygamber Efendimiz ashabını yanına aldı, etrafında yaşarken yirmi üç senede İslâm’ı öğretti.
Hocamız Tasavvufî Ahlâk kitabını yazmıştır. Çok meraklı bir noktaya gelir, der ki: “Bunlar burada yazı ile olmaz, bu iş erbabından öğrenilir.” der keser. Ondan sonra mühim şeyler vardır, onları yazmaz. “Bunlar erbabından öğrenilir, böyle yazı ile anlaşılmaz.” der.
Çünkü bazı ukalâ insanlar okumakla mutasavvıf oluyor, hattâ şeyhliğe kalkan oluyor. “Ben okudum, çok biliyorum, bunlar tamam.” diyor. Şöyle derler, böyle derler diyor, şairlerden şiirler ezberliyor. “Ben biliyorum bunu, niye ben de şeyhlik yapmayayım yâ?” diyor.
İnsan kendi kendine şeyh olmaz ki, bunun bir yolu yöntemi var, hıfz-ı nisbet var... Nisbet-i mâneviyyesi olmazsa, Rasûlüllah’la bağlantısı olmazsa, feyz olmaz. Şebekeye cereyan bağlanmazsa, ışık yanmaz.
Kendi kendine kalkıyor şeyhliğe... Çok var böyleleri... Hocamız’ın vefatından sonra kaç kişi şeyhliğe kalktı. “Benim yapmam lâzım, bu bana yaraşır.” diyor, kendi kendine yakıştırıyor. Kimisi dedi ki:
“—Hocamız bana Râmûzü’l-Ehâdîs’i okuma müsaadesi vermişti, ben şeyhlik yapabilirim!”
Râmûzü’l-Ehâdîs’i okuma müsaadesi vermek, Râmûz’u okut diyedir, şeyhlik yap diye değildir. Kimisi dedi ki:
“—Hocamız bana başka isteklilere ders tarifi salâhiyeti verdi. Yâni mürid olmak isteyene dersi tarif ediver diye salâhiyet verdi, ben şeyhlik yapabilirim!”
Ders tarifi salâhiyeti vermek, hocanın vefatından sonra yerine geçmek mânâsına değildir. Yüzlerce kişiye böyle salâhiyet vermiştir. Hattâ köyde benim teyzeme de vermiştir, şehirde bizim komşu hacı teyzelere de vermiştir. Ders tarif etme salâhiyeti şeyh olma icazetnâmesi değildir. Râmûzü’l-Ehâdîs okuma müsaadesi
şeyh olma icâzetnâmesi demek değildir.
Kendi kendine şeyhliğe kalkıyor. Öyle olunca nisbet kopuk olur, bağlantısız ortaya çıkmak olur. Bağlantısız ortaya çıkanın bir şeyi olmaz.294
294 Coşan, Mahmud Es’ad, İsveç, Stockholm, 10. 05. 1997.