BEŞİNCİ BÖLÜM:
MAHMUD ES’AD COŞAN’IN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
I. MAHMUD ES’AD COŞAN’IN TASAVVUF ANLAYIŞI
Tasavvuf, Arapça’da yün giymek54, saf olmak, ilk safta bulunmak, suffa ashabı gibi yaşamak anlamına gelen bir kelimedir.
Kelâbâzî’ye göre giyim ve kıyafetleri dikkate alınarak tasavvuf ehline sûfiyye denilmiştir. Onlar nefsin hazzı için yumuşak ve güzel görünüşlü elbiseler giymezler. Sadece mahrem yerlerini örtmek için elbise giydikleri için sert kıldan ve kalın yün ipliğinden yapılan elbise ile yetinirler. 55
Her sufi içinde bulunduğu hale göre tasavvufu tarif etmiştir. Bu tariflerden bazıları şu şekildedir: Tasavvuf baştanbaşa edeptir. Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir. Kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir. Nefse karşı girişilen ve başarı olmayan bir savaştır. Herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olmamaktır. Bütün mensuplarının birbirini dost ve kardeş tanıdığı bir birliktir. Hak ile birlikte ve onun huzurunda olma halidir. Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Keşf ve temaşa halidir. Temiz bir kalp, pâk bir gönül sahibi olmaktır. Nefsinden fani, Hak ile baki olmaktır. Kabil insan olmaktır. Hakk’a ermektir (ermiş olmaktır). 56
54 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Rehber Yayıncılık, Ankara 1997, s. 689
55 Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, 1992 İstanbul, s. 54 56 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 512-513
a. Gerçek Mutluluğun Yolu
Coşan’a göre dünya hayatı çok hızlı geçen, ciddî ve çetin bir imtihandır. Burada insanın her şeyden önde ve en yüce gayesi, kendisini yaratan, yaşatan ve ahirette hesaba çekecek, sonuçta mükâfatlandıracak veya cezalandıracak olan ulu Rabbinin sevgi ve rızasını kazanmak olmalıdır.
Allah-u Teàlâ’nın rızasını kazanmanın tek çıkar yolu ise, en sonuncu, en doğru ve en hakikî din olan İslâm'dır. Diğer yollar ve dinler ya yanlış, bâtıl ve bozuk; ya da devri geçmiş, mer'iyyetten kalkmış ve geçersiz olduğundan; dünya ve ahiret saadeti isteyen herkesin, hayatını mutlaka ve mutlaka İslâm'ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından kaçınarak geçirmesi gerekir.
Kâfirlerin iki cihanda halleri perişan, àkıbetleri hüsrandır. Ancak ve sadece müminler felâh bulacak; Allah'a en mutî insan ve dinin ahkâmını en iyi uygulayan müslüman, kıyamet günü en sevgili ve en makbul kul olacaktır.
Coşan’a göre, İslâm dininin çok güzel ve çok faydalı bir yapısı, çok engin ve çok derin anlamlı prensipleri vardır. O, insanın hem bedenini sağlıklı tutar, hem ruhunu besler, hem gönlüne nur ve huzur doldurur. Hem dünya işlerini düzenler, hem ahiret saadetini sağlar. Hem ferdi korur, hem aileyi kurtarır, hem de cemiyete, devlete dirlik ve kuvvet kazandırır. Güçsüzü korur, zorbayı durdurur; herkese hakkını verir, görevini de düşündürür. Kadını himaye eder, erkeği yüceltir. Fakiri güldürür, zengini hayra yönlendirir; işçiyi sevindirir, ağayı, patronu duygulandırır.
Ne kusursuz, ne tam, ne hârika, ne şahane nizamdır İslâm! İslâm, her çağın ve özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddî ve mânevî, ferdî ve ictimaî dertlerin devası; akılların gıdası, gönüllerin sefası; karanlık gecelerin nurlu sabahı, ölümlü dünyanın âb-ı hayatıdır.
Coşan’a göre, tasavvuf olmadan imanın tadını duyarak yaşamak; İslâm’ın özünü, içyapısını, ruhunu, mahiyetini, inceliklerini, esrarını kavramak hemen hemen imkânsız gibidir.
Çünkü, tasavvuf Kur’an ahlâkıdır, Rasûlüllah'ın derûnî ahvâl ve hâlâtı, şeriatın ince âdâbıdır. Tasavvuf bencillik değil, başkalarını
düşünmektir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir. Laf ebeliği ve söz kalabalığı değil, samimiyet, ihlâs ve hikmettir. Kalp temizliği, irfan yüceliği ve amel-i sàlih üreticiliğidir. Kıyl ü kal değil, güzel haldir; taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir; gözlere nur, gönüllere sürûrdur.
Coşan’a göre, tasavvuf deliyi velî yapar; taşkını uslu kılar. Taş bağrı ısıtır, yumuşatır; merhametsizi rikkatli, katı kalpliyi gözü yaşlı eder. Şaşkını, gafili zulümâttan nura çıkarır; deryada çırpınanı sahil-i selâmete ulaştırır. Cahili eğitir, ma’rifet hazinesi eder; çölü, çorağı irfan pınarlarıyla sular, yeşertir. Çobanı sultanlaştırır, sığ bilgiliyi ummanlaştırır; kişiyi halka makbul ve mergub, Hakk’a mahbub eder. Topraktan yaratılan insanı nurlandırır, melekleştirir, Rahman'ın huzuruna lâyık eyler, iltifatına ulaştırır.
Tasavvufla samanlık seyran, daracık yerler adetâ meydan olur. Tasavvufla gaflet ve körlük izale edilir, mü'minin basiret gözü açılır; dünya sevgisiyle harabe haline gelen kalpler, Allah aşkıyla mamur olur; mânevî zulmetler dağılır, insanın içi dışı pür-nûr olur; mü'mine bir zindan olan şu köhne cihan, gerçek bir gülistan haline gelir.
Tasavvuf, dinimizin özü ve gerçek anlamı; asıl gaye olan insan- ı kâmil olmanın yolu ve yöntemidir.
Tasavvuf, tüm devirlerde olduğu gibi, hattâ onlardan da fazla, zamanımızın şu stresli, sinirli, gerilimli, bunalımlı, şüpheci, aceleci, dertli, hasta ve bedbaht insanının da; “Nerede?” diye gece gündüz aradığı, yalan-yanlış yerlerden sağlamaya çalıştığı gerçek mutluluğun ilâhî yolu ve anahtarıdır.57
b. Yaratılışımızın Gayesi
Coşan’a göre, müslümanın dünya görüşü, muhakeme tarzı ve zihniyeti son derece açıktır: Dâr-ı dünya bir imtihan yeridir, muvakkattir, fânîdir. Müslümanın asıl yeri, asıl yurdu, bâkî ve dâimî ikametgâhı ise âhirettir.
57 Coşan, Mahmud Esad, Takdim; Sefîne-i Evliyâ, Hüseyin Vassaf, c. 1, s. 5, Seha Neşriyat, İstanbul 1990.
İnsanın burada, Allah-u Teàlâ indinde geçerli, yegâne din olan İslâm’a uygun, onun alemlere rahmeti ve insanlara son elçisi ve habercisi Hz. Muhammed Mustafa'sı yolunda ve izinde yaşaması, dâimâ hayrât u hasenât ve ibâdât ü tâat eyleyip âhirete hazırlanması, gafletle bu aziz ömrü zâyî eylemeyip, ukbâyı berbat eylememesi gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur’ân-ı Hakim'inde:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)
(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn). “Ben insanoğlunu ve görünmez yaratıklar olan cinleri; bir başka sebeple değil, ancak bana ibadet eylesinler diye yarattım.”58 buyurmaktadır. İbadet etmek, Allah'a kulluk eylemek, ancak bilmek ve tanımaktan sonra mümkün olacağından, müfessirler ve âlimler, buradaki (li-ya’budûn) “Tâ ki ibâdet etsinler, ibâdet eylesinler” mânâsına gelen kelimeyi, (li-ya’rifûn) “Rablerini bilsinler, ma’rifetullah'a ersinler” diye tefsir etmişler, böyle izah eylemişlerdir.
Coşan, yaratılışımızın gayesi hakkında, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.nin meşhur eseri Ma’rifetnâme’sinin mukaddimesinde
yazdığı şu sözleri nakleder:
“—Cenâb-ı Hak dû alemi benî Adem için, onu da kendi ma'rifeti için halk eyledi.” Yâni dünyâ da, âhiret de insanoğlu için yaratılmıştır. İnsanoğlu ise Allah'ı bilsin, bulsun diye yaratılmıştır. “Pes hilkat-ı âlem ve Adem’den maksad-ı aksâ ve matlab-ı a’lâ, ma’rifet-i Mevlâ’dır.” Doğrudur, ayet ve hadislerle sabittir, böyledir. Hayatın asıl gayesi Allah'ı tanımak, ma’rifetullah'a ermek, onu bulmak, bilmek ve sonunda Allah’u Teàlâ Hazretleri’nin rızâsına nâil olmaktır. Hayatın gayesi budur.
58 Zâriyat, 51/56
Coşan, “Bu gayeye ulaşmanın yolu nedir, şartları nelerdir?” diye anlatırken, Şemseddîn-i Sivâsî Hz.nin bir şiirini nakleder:
Vâsıl olmaz kimse Hak'ka, cümleden dûr olmadan,
Kenz açılmaz şol gönülde, tâ ki pür nûr olmadan,
“İnsanlardan uzaklaşmadan, kimse Hakk’a ulaşamaz. Gönül pürnur olmadan, nurla dolmadan, o gönülde mânevî hazineler açılmaz.”
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ tecellî ede Hak,
Pâdişah konmaz sarâya, hâne ma'mûr olmadan.
“Gönlünden başka şeyleri çıkar ki, Cenâb-ı Hak gönlüne tecelli etsin. Padişah virâneye misafir edilmez. Hâne mâmûr olmadan pâdişâh teşrif etmez.” Evet, ma'rifetullah gayedir ama, kul ona lâyık ve her bakımdan pâk hale gelmeden, ma'rifetullah ele girmiyor, ihsan olunmuyor, kapı açılmıyor.
Coşan’a göre, ma'rifetullah'a ermek için, nefsi kötü sıfatlardan pâk eylemek gerekir (tezkiye-i nefs). Ameller niyetlere göre olduğundan, her husustaki niyeti, her yönden Allah'ın istediği hale getirmek, tashih etmek gerekir (tashih-i niyet). İnsanın kalbini, gönlünü, maneviyatını, kendisini meşgul eden, mâsivâ denilen, dünyâ denilen çirkinliklerden, pisliklerden, gölgelerden, paslardan, kirlerden temizlemesi gerekir (tasfiye-i kalp). Ahlâkı güzelleştirmek, mekârim-i ahlâka sahip olmak, rezâil-i ahlâktan kurtulmak gerekir (tezhîb-i ahlâk). Bunlar olmadan, ma'rifetullah ele geçmez. Kuru bilgi ve zâhirî ilimler, malûmat yığınları, okuyan herkes tarafından elde edilebilir. Fakat ma'rifetullah'a ermek için bu kademelerden geçmek gerekir.
Coşan, bu konudaki görüşlerini anlatmak için, Azîz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri’nin bir şiirini nakleder:
Can terkini urmadan, cânân eline girmez,
Zünnârını kırmadan, iman eline girmez.
“Candan geçmeden, canana ulaşamazsın! Nefsinin kâfirliklerini kırmadan, kâmil imana erişemezsin!”
Ey lâf kurucu nâmert, âhen dövülür mü sert, Olmadan esîr-i dert, derman eline girmez.
“Ey kuru lâfla meşgul olan nâmert! Demir ısınmadan, tavına gelmeden, kıpkırmızı olmadan, akıcı hale gelmeden dövülebilir mi? Şekil alabilir mi? İnsan bir güzel derdin, bir manevî neş’enin esiri olmadan dermana ulaşabilir mi?”
Su gibi arınmazsan, yerlerde sürünmezsen,
Taşlara urunmazsan, ummân eline girmez.
“İnsan mütevazi olacak, su gibi yerlerde sürünecek. Suyun taşlara çarpa çarpa aktığı gibi maksûduna koşacak, ummâna o zaman vâsıl olacak.”
Her demde Hüdâî’den, ilm oku meânîden Sevdikçe sivâyı sen, irfân eline girmez.
“Her an Hüdâî’den ilim oku, mânâlar öğren; mâsivallahı sevdikçe, Allah’tan gayriyle gönlünü meşgul ettikçe, ma'rifetullah eline geçmez.” diye ifade eder.
Coşan’a göre, tasavvuf yüce ve özge bir ilimdir, âlî ilimlerin en âlîsidir. Âdâb ve erkâna, usul ve şartlarına tam riayetle o maksad- ı aksâ ve matlab-ı â'lâya ulaşmayı anlatan ve sağlayan ilimdir. Tefsir gibi, hadîs gibi, kelâm gibi, fıkıh gibi şer’î bir ilimdir; şeriatın temeli olan ilimlerden bir ilimdir, fıkh-ı bâtındır. İlm-i makàm-ı ihsandır; ihsan makamına girmenin ve ermenin ilmidir.
Tasavvuf ve tarikatlar, bizim kültür tarihimizin en mühim ve en büyük müesseselerindendir. Tasavvufa âşinâ olmadan millî kültürümüzün anlaşılması mümkün değildir.
Coşan’a göre, bir kimse tasavvufu anlayamazsa, dilimizi
anlayamaz, tâbirleri anlayamaz, edebiyatı anlayamaz. Örfümüzü, âdâbımızı gerçek mânâsıyla kavrayamaz. Çünkü sultanlardan fukaraya kadar Osmanlı cemiyeti, tasavvufla yoğrulmuştur, tasavvuf terbiyesiyle yetişmiş bir cemiyettir.
Sultanlar da derviştir. Sultan Ahmed, Azîz Mahmud-u Hüdâî’nin dervişidir. II. Bayezid, sofu Bayezid; Sofular caddesinde medfun bulunan, ârif zâtın dervişidir. Daha öncekiler, daha sonrakiler, Osmanlı âlimleri, şairleri kahir ekseriyetle hepsi mutasavvıftır. Mevlânâ'dan müteessir olmamış, Yûnus'u tanıyıp benimsememiş, Eşrefoğlu Rûmî'den feyz almamış, Bursevî İsmail Hakkı'dan, Erzurum’lu İbrahim Hakkı'dan ve daha nice nicelerinden feyz almamış, bir yere intisabı olmayan, çok çok nadir insan görürsünüz.
Coşan’a göre, tasavvuf iyice incelendiği zaman bilinir ki, İslâm dininin özüdür. Aslı ve gerçek anlamıdır. İslâm’ın insana gösterdiği gaye olan insân-ı kâmil olmanın yolu ve yöntemidir. Gerçek mutluluğun ilâhî yoludur. Dâreyn saâdetinin anahtarıdır. İnsanın daldığı gaflet deryasından kurtulması tasavvufladır. Gönül gözünün, mâneviyatının, basiretinin açılması tasavvufladır. Harap kalplerin mâmur olması, zulmetlerin pürnûr olması tasavvufladır.
Tasavvuf, kulu halka mahbûb, Hakka makbûl eder. Halka mahbûb eder; çünkü mütevazî eyler, güzel ahlâklı eder. Hakka makbûl eyler; çünkü her şeyi ihlâsla yapan bir kul haline getirir.
İnsanı meleklerden yüksek makama çıkartır. Cehennemden kurtarır, cennete dahil eder. Cemâlullahı müşâhede ile müşerref eder.59
c. Tasavvuf ve Allah Sevgisi
Coşan’a göre, tasavvufun ilk meselesi Allah’a inanmak, Allah’ı bulmak, Allah’ı bilmektir. Buna ma’rifetu’llah denir, irfan denir. Böyle olan kimseye de àrif denir, àrif-i bi’llâh denir. Yâni Allah’ı
59 Coşan, Mahmud Esad, MZK Sempozyumu Açılış Konuşması, İstanbul, Aya İrini, 9. 11. 1990.
bilen, Allah’a ermiş bir kimse...
Allah’ı bilmek, Allah’a ermek, àrif olmak, Allah’ı sevmek ve her şeyi onun rızası için yapmak tasavvufun ana hedeflerinden birisidir. Tabii ana amaç, Allah tarafından sevilen bir kul olmaktır. Mutasavvıflar kulun sevgisine önem vermezler, kulun alkışlamasına önem vermezler, şöhrete önem vermezler. Allah’ın kendilerini sevmesini isterler. Bu sevgiyi kazanmak için gece gündüz çalışırlar.
Coşan’a göre, bir kulun Allah tarafından sevilmesinin ana şartı, Rasûlüllah’ın izinden yürümek, onun tavsiyelerini tutmak ve ona tâbî olmaktır. Rasûlüllah’ın yolundan gitmeyen evliyâ olamaz.
Ayet-i kerimede buyruluyor ki:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَََّّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللََُّّ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ
(اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fe’ttebiùnî yuhbibkümu’llàhu ve yağfir leküm zünûbeküm.) “De ki ey Rasûlüm: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!”60
Coşan bu konuda Eşrefoğlu Rûmî Hz.lerinin bir sözünü nakleder. Eşrefoğlu Rûmî’ye göre, mürşidlerin iki vazifesi vardır:
1. Kullara Allah’ı sevdirmek,
2. Allah’a kulları sevdirmek.
Kullara Allah’ı sevdirmek nasıl olacak?.. Allah’ı tanıtırsın, esmâ-i hüsnâsını açıklarsın; kullarına ikramlarını, bağışlarını, lütuflarını anlatırsın; dağları, çiçekleri, meyvaları, Allah’ın yarattığı güzellikleri gösterirsin; sıhhati, afiyeti kullara hatırlatırsın, “Bak bu nimetleri sana Allah verdi.” dersin, sever. Kullara Allah’ı sevdirmek, anlatmakla, göstermekle olur.
60 Âl-i İmran, 3/31
Allah’a kulları sevdirmek kimin haddine?.. Allah, kendisine tesir edilebilen bir varlık değil ki, Allah’a kulları nasıl sevdireceksiniz?..
Onu da şöyle cevaplandırıyor Eşrefoğlu Rûmî:
“—Müridleri Rasûlüllah’a uydururum, Rasûlüllah’ın sünnetine tâbî ederim, sünnet-i seniyyeye göre yetiştiririm. Onlar öyle olunca, Allah onları sever.”
Onun için, tasavvufta, tarikatta Allah’ın sevgisini kazanmak için birinci esas, Rasûlüllah’a ittibâ etmektir. Böylece, bid’atlardan uzak yaşamak, sünnete uygun yaşamak esastır.61
d. Nefsi Terbiye Etme Yolu
Coşan’a göre tasavvuf; insanın nefsini terbiye etme yoludur. Terbiye etmesi lâzım ki, felâh bulsun, kötülüklerden kurtulsun, Allah’ın sevdiği bir kul olsun!..
Muhtelif ayet-i kerimelerde bildiriliyor ki, insanın bir nefsi var, içinde bir kendi varlığı var:
إِنَّ النَّفْسَ َلأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي (يوسف:٣٥)
(İnne’n-nefse lemmâretün bi’s-sûi illâ mâ rahime rabbî) “Muhakkak ki nefis aşırı derecede kötülüğü emreder, Rabbimin merhamet ettiği hariç.”62 buyruluyor.
Bu insanın nefsi, kendi varlığı Allah korursa, yardım ederse, ıslah olur. Olmazsa, insanları kötülüklere sevk eder. Çünkü
bencildir, kendisini düşünür. Kendisi rahat etmek, kazanmak, eğlenmek, gülmek, her şeyi elde etmek ister; başkalarını düşünmez. Nefis kötülüğü, rahatı, keyfi, eğlenceyi emreder.
Onun için:
اعدى عدوُّك نفسـك التى بـين جـنــبــيك
61 Coşan, Mahmud Es’ad, İslâm, Tasavvuf ve Hayat, s.148, Seha Neşriyat İstanbul 1999; Avustralya, Adelaide, 25. 01. 1991; Hadis Dersi, İskenderpaşa Camii, İstanbul, 26. 01. 1997; Sevgi ve Kardeşlik, Almanya, Münih, 15. 03. 1997.
62 Yusuf 12/53
(A’dâ aduvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyk.) “Senin en büyük düşmanın, kendi içindeki nefsindir.” buyrulmuştur.
İnsanın içindeki bu iç varlığı, bu nefis denilen şeyi Allah neden yaratmış?.. Bu vücudu tedvir etmek için, idare etmek için yaratmış. Bu vücudun uyuması, acıktığı zaman yemek yemesi, kendisini kollaması, savunması, mikrop geldiği zaman mikropları alt etmesi, hastalığı yenmesi lâzım!.. Bu vücudun ayakta durması
için, Allah onu koymuş.
Fakat, kontrol edilmediği zaman, nefis insana kötülükleri emrediyor. Çok rahata düşüyor. Başkalarını çalıştırıp, kendisi onun sırtından geçinme tarafına gidiyor. Yâni, gayr-i ahlâkî yollara sapıyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس:٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini terbiye ederse, zabt ü rabt altına alırsa felâh bulur.” Yâni, Allah’ın sevdiği, râzı olduğu kul olur. Ahirette de cennete girer. (Ve kad hàbe men dessâhâ) “Kim de nefsine tâbî olmuşsa, nefsini yenememişse; nefsinin hevâsına, arzularına takılıp, kapılıp, onun peşinde sürüklenmişse; eğlence, kumar, plaj ve daha başka kötülüklere dalmışsa; mahvolmuştur, helâk olmuştur.”63 İşte tasavvuf; felâh bulmak, kurtulmak, cennete girmek için nefsi terbiye etmenin gerektiğini Kur’an-ı Kerim söylediğinden, bu iç varlığı terbiye etmeyi esas alıyor. Bu yönüyle de tasavvuf; insanın kendi vicdanını, iç varlığını, nefsini terbiye etme yoludur. Terbiye etmesi lâzım ki, felâh bulsun, kötülüklerden kurtulsun, Allah’ın sevdiği bir kul olsun!..64
e. Ahlâkı Güzelleştirme Yolu
Coşan’a göre tasavvuf, ahlâkı güzelleştirmenin yoludur. Tasavvufta güzel ahlâk öğretilir, kötü huylar bıraktırılır.
63 Şems, 91/9-10 64 Coşan, Mahmud Es’ad, Avustralya Sohbetleri, Adelaide, 25. 01. 1991.
Coşan’a göre, bu dünyada mutlu yaşamanın; cemiyetin, toplumun mutlu olmasının yolu güzel ahlâktır. Ahlâk, bir takım kaideler koyuyor. İnsanları insanlara zulmettirmiyor, haksızlık yaptırtmıyor. İnsanları insanlara acımaya, merhamet etmeye, insanlar için parasını harcamaya, vakıflar kurmaya, hayır hasenat yapmağa sevk ediyor.
Sonra, güzel ahlâk, insanlar arasındaki münasebetleri tanzim ediyor. “Sabırlı ol!” diyor, “Kızma!” diyor. “Kardeşini affet!” diyor. İnsanları affetmenin çok kıymetli bir şey olduğunu ifade ediyor.
Bu ahlâkî kaideler, toplum içinde bir huzur meydana getiriyor.
Ailede kocaya vazifeler yüklüyor, hanıma vazifeler yüklüyor. Koca hanımına sadık, evine, çocuğuna bağlı oluyor, onlar için çalışıyor. Hanım kocasına bağlı oluyor, çocukların eğitimi için çalışıyor. Yuvada mutluluk, toplumda düzen ve temizlik oluyor...
Toplumlar arasında münâsebetler güzel oluyor. Harb olmuyor, sulh oluyor. Gasp, zulüm olmuyor, iyilik oluyor... Bütün bunlar, insanların dünyada mutlu olmasını sağlıyor.
Ayrıca, ahirette mutlu olmak için de bunlar çok önemli... Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:65
أَكْثَرُ مَا يُدْخِلُ النَّاسَ الْجَنَّةَ تَقْوَى اللََِّّ وَحُسْنُ الْخُلُقِ (حم. خ . في الأدب، ت. ه. ك. حب. هب. عن أبي هريرة)
(Ekseru mâ yüdhılü’n-nâse’l-cennete takva’llàhi ve hüsnü’l- hulük.) “İnsanlar ekseriyetle iki sebeple cennete girecekler: Takvâ ve güzel huy...” Onun için, müslümanların takvâyı öğrenmesi
65 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.363, no:2004; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.442, no:9694; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.224, no:476; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.108, no:289, 294; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.360, no:7919; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.324, no:2474; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.235, no:4914; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.137, no:1050; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.470, no:3787; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.93, no:135; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.379, no:1073; Ramhürmüzî, Emsâlü’l-Hadîs, c.I, s.159, no:132; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.470; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.60, no:2340; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.311; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.141, no:44071; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.357, no:4283; RE. 80/3.
lâzım, güzel ahlâk sahibi olması lâzım!
Coşan’a göre, bu güzel ahlâkı öğrenmek için bir seri eğitim gerekiyor, eğitimsiz olmuyor. Nasıl ilkokuldan sonra ortaokul, ortaokuldan sonra lise, liseden sonra üniversite okunuyor. Ondan sonra, meslekî eğitimler, çeşitli kurslar görülüyor. Ondan sonra, mesleğinde faydalı bir insan haline gelinebiliyorsa; bir insanın da kızmamayı öğrenmesi, başkalarına iyilik yapmayı, sabretmeyi, affetmeyi, sevmeyi öğrenmesi çok önemli!..
Öğretmezseniz, öğrenemiyor insanlar... Meselâ, Yunus Emre’yi ele alalım: O devir tasavvuf devri, bizim Anadolu’da... Yunus Emre bütün şiirlerinde aşktan, tasavvuftan, sevgiden bahsediyor... İnsanları sevmekten bahsediyor. Mutasavvıf kendisi... “Ben buraya kuru iddia için gelmedim, ben sevgi için geldim. Dostun nazargâhı olan, Allah’ın tecellî ettiği yer olan kalpleri yapmağa geldim, insanları mutlu etmeğe geldim.” diyor.
Yunus belki oduncu, belki köylü, belki tahsilsiz bir insan; ama, bu eğitimi almış, sevmeyi öğrenmiş. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye bakıyorsunuz; baştan aşağıya aşk ve sevgiyi işliyor tema olarak...
Eşrefoğlu Rûmî’ye bakıyorsunuz; “Seni sevmek benim dinim imanım / İlâhî din ü imandan ayırma!” diyor. Şiirlerinde bunu işliyor.
İşte bu güzel ahlâkı, bu sevgiyi, bu sabrı, bu şükrü; her şeye yumuşak bakmayı, hayatın olayları karşısında metin durmayı, sıkıntılı hallerden sabrederek rahatça çıkmayı, güzel hallerde şımarmayıp şükretmeyi; kazandığı zaman başka insanlara da yardım edip, onları da mutlu etmeyi öğrenmesi lâzım insanın!.. Yâni, bir ahlâk eğitimi geçirmesi lâzım!..
Tasavvuf, bunu sağlayan ilimdir. Tasavvuf mekteb-i edebdir, medrese-i ahlâktır.
f. Tasavvuf Fıkh-ı Bâtın’dır
Coşan’a göre fıkıh ikiye ayrılır. Birisi, fıkh-ı zâhir; kulun lehine ve aleyhine olan ahvali, ahkâmı bilmek... Bir de fıkh-ı bâtın
var; bu da gönlün ahvalini, ahkâmını incelemek...
Çünkü, bazı ameller yapıldığı halde, gönül uygun şartlara
sahip değilse, o ameller kabul olmuyor. Meselâ, riya ile yapılan bir amelin kabul olmayacağını biliyoruz. Amel zahiren var ama, ihlâs olmayınca makbul değil. Ortalıkta bir amel-i salih görünüyor ama, riyâ ile yapıldığı için sevabı yok...66 Ayet-i kerîmede buyruluyor ki:
إِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللََُّّ مِنَ الْمُتَّقِينَ (المائدة:٧٢)
(İnnemâ yetekabbelu’llàhu mine’l-müttakìn) “Allah ancak takvâ ehli olanlardan kabul eder.”67 Müttakî olmayanın ibadeti kabul olmaz, müttakî olanınki kabul olur.68 Kötü huylar insanı hem cemiyette mutsuz ediyor, huzursuzluklar meydana getiriyor; hem de ibadetlerin kabul olmamasına, Allah’ın sevmediği durumların meydana gelmesine sebep oluyor. Onun için, herkesin takvâyı öğrenmesi, kötü huyları içinden atması lâzım!
Sonra, bir hadis-i şerifte bildiriliyor ki:69
إِن اللَََّّ لاَ يَقْبَلُ مِنَ الْعَمَلِ إِلاَّ مَا كَانَ لَهُ خَالِصًا وَابْتُغِىَ بِهِ وَجْهُهُ
(ن. طب. عن أبي أمامة)
(İnna’llàhe azze ve celle lâ yakbelü mine’l-ameli illâ mâ kâne lehû hâlisan ve’btugiye bihî vechuhû ) “Allah-u Teâlâ Hazretleri, kulun yaptığı ameli kabul etmez; ancak ihlâs ile yapılmışsa, sırf kendisi için yapılmışsa kabul eder.” Riya ile, gösteriş için, menfaat temin etmek için yapılmışsa, kabul etmez.
Başka bir hadis-i şerifte bildiriliyor ki:70
66 Coşan, Mahmud Es’ad, Aydın, Söke, 26. 04.1992.
67 Mâide, 5/27
68 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 26. 02. 1999.
69 Neseî, Sünen, c.X, s.204, no:3089; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.18, no:4348; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.23, no:5261; RE. 91/13.
70 İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.539, no:1690; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.373, no:8843; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.257, no:3481; Hàkim, Müstedrek,
رُب صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ
لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلاَّ السَّهَرُ (حم . خز. ع . هب. ق. كر. عن أبي هريرة؛ طب. عد. عن ابن عمر )
(Rubbe sàimin leyse lehû min siyâmihî ille’l-cûu ve’l-ataş) “Nice oruç tutan insan vardır ki, akşama kârı sadece aç kalmak, susuz kalmaktan ibarettir.”
Neden?.. Gündüz gıybet etmiştir; gıybet orucun sevabını gideriyor... Midesine oruç tutturmuştur da, gözü harama bakmıştır; orucun sevabı gidiyor... Yâni kötü huylar, orucun kabul olmamasına sebep oluyor. “Nice oruç tutan insan var ki, oruçları kabul olmuyor da, eline geçen sadece boş boşa aç kalmak, susuz durmaktan ibarettir.” Yâni ziyanda, sevap yok.
(Ve rubbe kàimin leyse lehû min kıyâmihî ille’s-seher.) “Nice geceleyin kalkıp namaz kılan vardır ki, uykusuz kalmaktan başka eline bir şey geçmez.” Yâni, kabul olmuyor.
Coşan’a göre, ibadetleri, hayırları yapmak yetmiyor; o hayırlı işlerin yapılmasında insanın içinin temiz olması, bir takım şartlara riayet etmesi gerekiyor. Onları öğrenmek lâzım!..
İşte tasavvuf, amellerin bu kabul şartlarını inceleyen ilimdir. Onun için fıkhü’z-zâhir; yâni namaz kılmanın, abdest almanın,
c.I, s.596, no:1571; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.242, no:1997; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.429, no:6551; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.316, no:3642; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.270, no:8097; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.239, no:3249; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.309, no:1425; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.78, no:77; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.346; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.268, no:3248; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.250; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.382, no:13413; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.309, no:1424; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.401; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.853, no:7491; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.348, no:1365; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.101, no:12658, 12661; Münzirî, et-Tergîb, c.II, s.94, no:1646.
zekâtın şekli gibi bilgilerin yanında, iç şartları da öğrenmek lâzım geldiği için, tasavvufa da fıkhü’l-bâtın deniliyor.
Ayet-i kerimede buyruluyor ki:
لاَ تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَاْلأَذَى (البقرة:٢٤٦)
(Lâ tübtilû sadakàtiküm bi’l-menni ve’l-ezâ) “Verdiğiniz sadakaları, zekâtları başa kakarak, eza vererek bâtıl hale, boş hale getirmeyin!”71
İşte amellerin kabul edilmesinde kalbin, gönlün ve için bir takım şartları var; o şartları kollamak lâzım!.. Onlara riayet edildiği zaman namaz, namaz oluyor; Kur’an, Kur’an oluyor; hac, hac oluyor; oruç, oruç oluyor; ibadet, ibadet oluyor... İşte bu çok önemli noktayı anlatan tasavvuf, fıkhü’l-bâtın diye isimlendiriliyor.72
g. Tasavvuf Kur’an ve Sünnete Dayanır
Coşan’a göre gerçek mutasavvıf, takvâ ehli insan demektir, en sağlam müslüman demektir. Tasavvuf ehli insanların ilimlerini, irfanlarını aldıkları kaynak Kur’an-ı Kerim’dir, Peygamber Efendimiz’in hadisidir. En çok istedikleri şey Allah’ın rızasıdır.
Coşan el-Fudayl ibn-i İyâd’ın bir sözünü nakleder:
“—Bid’at sahibiyle, yâni sünnete uygun olmayan yolda yürüyen bir kimseyle bir miktar oturan insan, ma’rifetullahtan hiç bir koklam koklayamaz. Bir daha ma’rifetullaha erişemez!”
Sonra izah eder:
Bid’atçıların yanında bile oturmayı uygun görmemiş bu mübarek insanlar. Bid’at yoluna gitti mi, tasavvufun t’si bile kalmaz; insan felâkete düşer. Ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz’in yoluna sarılacak, Kur’an-ı Kerim yoluna sarılacak.
Zâten Peygamber Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in mücessem uygulaması. Kur’an-ı Kerim mushafta, satırlarda, Fatiha’dan başlıyor, Muavvizeteyn’e kadar, satırlar içinde... Peygamber
71 Bakara, 2/164.
72 Coşan, Mahmud Es’ad, Avustralya Sohbetleri I, Adelaide, 25. 01. 1991.
Efendimiz de ahlâkı Kur’an olan, yürüyen Kur’an-ı Kerim. Canlı, mücessem Kur’an-ı Kerim.
كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَ (م. حم. طس. هب. عن عائشة)
(Kâne hulükuhü’l-kur’ân)73 “Rasûlüllah Efendimiz’in ahlâkı Kur’an-ı Kerim idi.”
Bu Kur’an-ı Kerim, nasihatleri ihtiva ediyor. Peygamber Efendimiz de, o Kur’an’a göre bir insan nasıl olması lâzımsa öyle bir kimse... Kur’an’ın insanda tatbik edildiği zaman, ne sonuç meydana getireceğini bize gösteren mücessem, canlı bir misal...
Onun için, Peygamber Efendimiz’e üsvetüne’l-hasene’miz diyoruz. Yâni, “Bizim güzel modelimiz, numûnemiz. Bakıp da kendimize örnek aldığımız, kendimizi ona benzetmeye çalıştığımız örnek insan, nümûne insan... Kendisini taklit etmemiz gereken model insan.” diyoruz.
Coşan’a göre gerçek tasavvuf, Kur’an’ın hayata tatbikatıdır. Gerçek mutasavvıf, Peygamber Efendimiz’in izinden yürüyen insandır. Takvâdan tir tir titreyen insandır. Allah korkusundan gözlerinden yaş akıtan insandır. Allah yolunda yürüyen insandır.
Coşan’a göre, tasavvufa düşman olanlar ya mutasavvıfları bilmiyorlar veyahut da niyetleri kötü... Mutasavvıfları bilen insan tasavvufa söz söylemez.
“—E efendim kötü nümuneleri de var!”
Kötü nümunelerinden dolayı koca bir grup lekelenmez. Kuyumculardan bir tanesi kalp altın yapsa, bütün kuyumcuları
suçlayacak mıyız?.. Öğretmenlerden bir tanesi talebesinden rüşvet
73 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.163, no:25341; Buhàrî, Edebü’l- Müfred, c.I, s.115, no:308; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.30, no:72; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.154, no:1428; Hz. Aişe RA’dan.
Lafız farkıyla: Müslim, Sahîh, c.I, s.512, no:746; Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.426, no:1342; Dârimî, Sünen, c.I, s.410, no:1475; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.II, s.171, no:1127; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VI, s.292, no:2551; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.II, s.499, no:4413; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.168, no:425; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.364; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk; c.III, s.382; Hz. Aişe RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.255, no:18378 ve s.380, no:18718; RE. 543/6.
alsa, bütün öğretmenleri suçlayacak mıyız?..
Coşan’a göre derviş olmak isteyen kimselerin, sünnet-i seniyyeye bağlı olması gerekir. Kur’an-ı Kerim’in ehli olması gerekir. Peygamber Efendimiz’in yolunun yolcusu olması gerekir. Bunun dışında tasavvuf yoktur!
Dervişlik yalnız kılık kıyafetle, sarık cübbe giymekle olacak şey değildir. Bu konuda Yunus Emre’nin şiirini nakleder:
Dervişlik olaydı tâc ile hırka,
Alırdık biz dahi otuza kırka...
Üç aşağı, beş yukarı pazarlık yapardık, otuza, kırka biz de alırdık. Dervişlik o değil ki...
Dervişlik Kur’an’ı yaşamak, Efendimiz’in sünneti yolunda gitmek, Allah’ın sevgisini kazanmak... Zâten Allah sevgisi başka yoldan da kazanılmaz.74
h. Tasavvufun Temeli Helâl Lokmadır
Coşan’a göre, tasavvufun, tarikatın aslı, esası, temeli helâl lokmadır. İnsan haram yedi mi, feyzi kapanır. Haram yedi mi, kalbi kararır. Haram yedi mi, kırk sabah ibadeti kabul olmaz. Haram yedi mi, felâkete uğrar.
O halde derviş olacaksa bir insan, hakiki derviş olmak istiyorsa, Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorsa, evliya olmak istiyorsa, ahirette cenneti kazanmak istiyorsa, lokmanın helâl olmasına, paranın helâl olmasına dikkat etmesi gerekir. Onun için, herkesin bu konuda olanca titizliği göstermesi şarttır.
“—Efendim feyiz alamıyorum!”
“—Efendim mâneviyâtımda eksiklik hissediyorum.”
“—Efendim gençliğimdeki duygularımı şimdi yaşayamıyorum. Gençliğimde daha da iyiydim, günden güne daha iyi olacakken, gittikçe daha beter oluyorum...” diyen kimselere Coşan’ın cevabı:
“—Lokmana dikkat et!.. Lokma insanı mahvediyor.”75
74 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Dersi, 28. 12. 1991.
75 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 25. 07. 1992.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:76
مَنْ أَكَلَ لُقْمَةً مِنْ حَرَامٍ، لَمْ تُـقْبَل لَهُ صَ لاَةٌ أَرْبَعِينَ لَيْلَـةً، وَلَمْ
تُسْــتَـجـَبْ لـَهُ دَعْوَةٌ أَرْبَعـِينَ صَبَاحًا؛ وَكُلُّ لـَحْمٍ يُنْبِــتـُهُ الـْحَ رَامُ
فَالنَّارُ أَوْلٰى بِهِ، وَ إِنَّ اللُّقْمَةَ الْوَاحِدَةَ مِنَ الْحَرَامِ لَتُنْبِتُ اللَّحْمَ
(الديلمي عن ابن مسعود)
(Men ekele lokmaten min harâmin) “Bir adam haramdan bir lokma yerse, (lem tukbel lehû salâtün erbai’ne leyleten) kırk gece namazı kabul olmaz; (ve lem tüsteceb lehû da’vetün erbaîne sabâhan) ve kırk sabah duası kabul olmaz.” Gece gündüz ibadeti, duası kabul olmuyor. Neden? Bir lokma haram yedi diye...
(Ve küllü lahmin yünbitühü’l-harâm) “Her bir et ki, yediği haram lokmadan hâsıl olmuştur, meydana gelmiştir; (fe’n-nâru evlâ bihî) ona cehennem ateşi daha lâyık olur.” Yâni, haram yeyip de vücudunda haram lokmadan et hâsıl olan kimsenin, o eti mutlaka cehennemde yanar.
(Ve inne’l-lokmate’l-vâhidete mine’l-haram) “Şu da bilinsin ki, haramdan bir lokma bile, (letünbitü’l-lahm) vücutta bir et meydana getirir, et hâsıl eder.” Haramdan bir parça hâsıl olduğuna göre, o da cehennemde yanacağına göre, o kişi mutlaka cehenneme atılacak demektir.77
Coşan’a göre, helâlden kazanıp helâl lokma yemek, birçok hayrın anası ve anahtarıdır. Bir insan haram lokma yerse, karnında haram lokma varken, onun işinden bereket gelmez.
Coşan bu konuda şu hadiseyi anlatır:
76 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.591, no:5853; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.28, no:9266; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.55, no:21483; RE. 409/4. 77 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 06. 06. 1997.
Ebû Bekr-i Sıddîk RA’a kölesi bir tabak yiyecek getirmiş. O da o tabağı almış, yemiş. Yedikten sonra, yiyeceğin nereden geldiğini sormuş. Bir müşrik komşunun düğününden geldiğini söylemişler. Bir başka rivayete göre, o köle, o yiyeceği gayr-i meşru, Allah’ın haram kıldığı bir şekil ile kazanmış, öyle getirmiş... Onun öyle olduğunu, yâni haram olduğunu anlayınca; parmağını boğazına sokmuş, gıcıklatmış boğazını, yediğini dışarıya çıkartmış. Yâni, yediği lokmayı kusmuş. Demiş ki
“—Haramla hasıl olan ete, ancak cehennem yakışır.” Yâni, “İnsan haram yerse, muhakkak cehenneme gider.” mânâsına...
Onun için, tasavvuf kitaplarında; Allah’a kurbiyet hasıl etmek için, Allah’ın rızasını kazanmak için takip edilmesi gereken yolu anlatan kitaplarda, “Bu işin ilk adımı, başı helâl lokmadır.” diye yazar. Lokma haram oldu mu, insan düzelemez.78
Coşan’a göre haram lokmalar ve günahlar zehir gibidir, insanı mahveder. Asit gibidir, insanın içini, mâneviyâtını tahrib eder. Onun için, lokmanın helâl olmasına çok dikkat etmek, günahlardan kaçınmak gerekir. Kısaca sakınan, çekinen, takvâ ehli bir müsluman olmak gerekir.
Coşan, “Yapamıyoruz hocam!” diyenlere, “Yapamıyorsan, o zaman da derviş olamazsın!” diye karşılık verir. Sonra, Yunus’un şu dörtlüğünü nakleder:
Ele geleni yersin,
Dile geleni dersin,
Böyle dervişlik dursun;
Sen derviş olamazsın! 79
i. Önce İlim, Sonra Tasavvuf
Coşan’a göre, bir insan önce dinin emirlerini, yasaklarını, farzlarını, sünnetlerini, fıkhı, hadisi, tefsiri, ulûm-u şer’iyyeyi güzelce öğrenirse, tasavvufu da güzel olur, ölçülü olur. Ayağı kaymaz, şaşırmaz, sapıtmaz; hayâlâta, evhâmâta düşmez ve ileri
78 Coşan, Mahmud Es’ad, Hadis Sohbeti, İskenderpaşa Camii, 03. 01. 1982.
79 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 25. 07. 1992.
geri atıp tutmaz. Yâni, yanlış yollara sapmaz.
Bu konuda Seriyy-i Sakatî Hz. şöyle buyurmuş:80
إذا ابتدأ الإنسـان بالـنسك، ثم كــتب الحديث فــتر؛ و إذا ابتدأ
يكـتـب الحديث، ثم تنسَك نفذ.
(İze’btedee bi’n-nüsüki) “Bir kimse önce tasavvufa başlarsa, bu mânevî hayatın merasimine başlarsa, (sümme ketebe’l-hadîs) sonra hadis yazmaya başlarsa; (fetera) fütür getirir. Yâni, önce tasavvuf yoluna girdi, sonra hadis öğrenmeğe kalktı; şaşırır, gevşer ve başarıya ulaşamaz.”
(İze’btedee bi-ketbi’l-hadîs) “Ama, önce hadis yazmakla işe başlar, (sümme tenesseke) sonra tasavvufa girer, nefis terbiyesine yönelirse; (nefeze) nüfûz eder, deler geçer, gayesine ulaşır, sonuca varır.”
Coşan, bu konuda büyüklerin şu sözünü nakleder:
من تصوف بغير فقهٍفقد تزندق
(Men tesavvefe bi-gayri fıkhin fekad tezendeka) “Bir kimse fıkıh bilgisi olmadan tasavvufa girerse, zındıklaşır.” Çünkü büyüklerin sözlerini anlamadan, kendisi yorumlamağa kalkar. Onların ifadelerinden yanlış mânâlar çıkartır:
“—Vay bu namazı küçümsüyor, vay bu şeriata çatıyor, vay bu alimi, vaizi kötülüyor...” bilmem ne diye, o şahsı kötüleme yoluna gider. Halbuki onun sözü başka mânâyadır, onun inceliği vardır. Anlamadığı için sapıtır.
Tesbih çekerken veya tasavvuf yolunda ilerlerken birtakım zuhûrât, vâridât kendisine zâhir olunca; “Vay ben oldum, erdim...” filan gibi bir noktaya gelir. Oradan da şaşırıp sapıtabilir.
Onun için, önce ulûm-u şer’iyyeyi öğrenmek lâzım ki, şeytan aldatmasın, nefis aldatmasın; tasavvufta yanılıp, şaşırıp, birkaç tecelliyle aldanıp, yanlış yollara düşmesin...81
80 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.55/36.
81 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Dersi, 21. 11. 1992.
j. Tasavvuf Düşmanlığı
Coşan’a göre bir takım insanlar tasavvufa düşman olmuşlardır. Bu tasavvuf düşmanlığını İngilizler körüklemiştir. Meselâ geçtiğimiz asırda, İngilizler Osmanlı’yla çeşitli cephelerde savaşırken, iki büyük tehlike tesbit etmişler:
1. Hac
2. Tasavvuf, tarikatlar
Neden?.. Hacca gittiği zaman müslümanlar, dünyanın dört bir yerinden gelip bir yerde toplanıyorlar. “İngilizler falanca yerde şöyle yaptı, böyle yaptı... Ona karşı şöyle tedbir alalım, böyle tedbir alalım!..” diyorlar. Ondan dolayı İngilizlerin ve gayrimüslimlerin, İslâm’a suikast için çalışanların oyunları bozulmuş oluyor. Onun için hacca düşmanlar...
O zamandan başlamışlar, hac mevsimi geldiğinde haccı engellemeye... İşte, “Salgın hastalık var!” filân diye yalan dolan haberler yaymağa... Bu, yakın zamanlara kadar devam etti. Sonra birden salgın hastalıklar filân hepsi kalktı. Yalanmış demek ki...
Coşan’a göre, tasavvuf düşmanlığının sebebi. bu tarikatlardan, tasavvuftan has müslümanların yetişmesidir. Hâlâ Orta Asya’da, Türkistan’da, Rus diyarlarında bozulmadan duran insanlar, bu tarikatlar sayesinde, tasavvuf sayesinde korunabilmişler, Rus baskılarının karşısında durabilmişlerdir. O bakımdan, böyle şeyler olduğundan, bir tasavvuf düşmanlığı almış gitmiş.
Coşan, bazı müslüman ülkelerde de tasavvufa düşman olunduğundan bahseder, onlara tepke gösterir:
Suud’da korkunç bir tasavvuf düşmanlığı var... İran’da kendine göre bir acaib tasavvuf düşmanlığı var... Radikal müslüman dediğimiz kimselerde bir tasavvuf düşmanlığı var... Halbuki, Kur’an-ı Kerim’de zikir emri var... Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emrediyor. Nefsi terbiye etmek, tezkiye etmek vazifesi Kur’an-ı Kerim’de var:
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس:٩-٠١)
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini terbiye etmişse, kötülüklerden arındırmışsa, felâh bulmuştur. (Ve kad hàbe men dessâhâ) Kim de nefsini yenememişse; nefsinin arzularına takılıp onun peşinde sürüklenmişse, mahvolmuştur.”82 buyruluyor.
Ahlâkı güzelleştirme emri Kur’an-ı Kerim’de var... Nefsin oyunlarına karşı tedbir almak, şeytanla mücadele etmek meselesi Kur’an-ı Kerim’de var... Tasavvufun tüm konuları Kur’an-ı Kerim’in emirlerinden çıkmış, hepsi Kur’an-ı Kerim’de var... Sen bunları nasıl inkâr edersin, zikri nasıl inkâr edersin?..
İslâm’ı bilip tasavvufu inkâr etmek mümkün değil... Ama cahiller bir yol tutturmuşlar, öyle gidiyorlar.83
82 Şems, 91/9-10 83 Coşan, Mahmud Es’ad, Güncel Meseleler, c.I, s.183, Seha Neşriyat, İstanbul, 1995.
II. MAHMUD ES’AD COŞAN’A GÖRE
MA’RİFETULLAH
Ma’rifet; Arapça’da bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, aşinalık anlamlarına gelir.84 Coşan’a göre, ma’rifet, kelime olarak arafe kökünden gelir. Arafe, bilmek demek. Ma’rifet, bilgi demek. Çoğulu maarif diye gelir; ma'rifetler demek. Eskiden Milli Eğitim Bakanlığı’nın adı da Maarif Vekâleti idi. Yâni çeşitli bilgilerin, görgülerin öğretildiği müesseseleri idare eden vekâlet demekti.85 Ma’rifetu’llah, Allah’ı bilmek demek. Ama sadece teorik bir bilgi değil. Allah’a kavuşup bilmek, Allah’a ermek mânâsına kıymetli bir mertebe...
Ma’rifetullaha ermiş olan insanlara àrif kimseler denir. Daha uzunca bir tabirle el-àrifu bi’llâh, Allah’ı bilen kimseler, Allah’a ma’rifeti olan kimseler...
Bu ma’rifetullah’a irfan da denir. Ma’rifetullah sahibi insanlara da, ehl-i irfan denir. Ehl-i ilim, çeşitli bilgileri bilen kimseler; ama ehl-i irfan, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bilen insanlar...86
İnsanlar dünyada tahsil görürler, çeşitli şeyler öğrenirler. Her biri bir meslekte kendini geliştirir. Çeşitli diplomalar alırlar, ihtisaslar yaparlar... Tamam, bunların her birisi birer ma'rifettir, birer bilgidir ama, Coşan’a göre insanın asıl vazifesi, Yaradanını
bilmektir.
Zaten, onun için yaratılmıştır:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)
(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn) “Ben insanları
84 Cebecioğlu, Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, s. 486; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995, s. 347.
85 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 28. 12. 1991.
86 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 14. 10. 1994.
ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”87 ayet-i kerimesindeki (li-ya’budûn)’u bazı arifler, (li-ya’rifûn) diye tefsir etmişlerdir. Yâni, “Ben insanları ve cinleri bilineyim diye, kullarım beni bilsin diye, beni tanısınlar diye yarattım. Gàfil olmasınlar, câhil kalmasınlar, benden uzak durmasınlar, Yaradanlarını bilsinler, nimetleri vereni bulsunlar diye yarattım. Bakalım bulacaklar mı diye imtihan için gönderdim.” diye izah etmişler.
Coşan’a göre, hayatın en mühim işi ma'rifetullahtır, Allah’ı bilmektir. Fakat insanlar hep kıyıda kenarda dolaşıyor da, işin özüne yaklaşmıyor. Çeşitli bilgileri öğreniyor da, asıl bilmesi gereken bilgiden uzak duruyor.
Coşan, bir hocasını anlatıyor: “Benim bir hocam vardı [Helmut Ritter] (1892-1971). Kendisi Avrupalı Alman’dı. Arapça bilirdi, Farsça bilirdi, Türkçe bilirdi... Almanca bilirdi Fransızca bilirdi, İspanyolca bilirdi, İngilizce bilirdi, Yunanca bilirdi, Latince bilirdi, Rusça bilirdi. On tane parmağım doldu. Daha başka diller
de biliyordu, İtalyanca filan...
E ne oldu?.. Bu kadar bilgiyi öğrendi ama, hani Allah bilgisi?.. Hani ma’rifetullah? Hani Rabbini bilmek?.. Hani bu kainâta niçin geldiğini, bu dünyaya neden geldiğinin esrârını çözmek?.. Onu öğrenmedi, kalktı gitti. Avrupa’da öldü, merasimle gömdüler. On tane, yirmi tane lisan biliyordu ama Allah’ı bilmedikten sonra kıymeti yok!” 88
a. Allah’ı Bilmek En Efdal İbadettir
Coşan’a göre, ma’rifetullah, Allah’ı bilmek çok yüksek bir vasıftır ve amellerin en üstünüdür.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:89
أَفْضَلُ الْعَ مَل الْ عِلْمُ بِاللَِّ ، قَلِيلُ الْعَمَلِ يَنْفَعُ مَعَ الْ عِلْمِ، وَكَثِيرُ الْعَمَلِ
87 Zâriyât, 51/56
88 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 28. 12. 1991. 89 Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.323, no:28940; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.820, no:1827; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.236, no:4050, RE. 77/10.
لاَ يَنْفَعُ مَعَ الجَهْلِ (الديلمي عن مؤمل، والثقفي عن أنس)
(Efdalü’l-amel, el-ilmü bi’llâh) “Amellerin, ibadetlerin en üstünü, en faziletlisi Allah’ı bilmektir. (Kalîlü’l-amel yenfau mea’l- ilm) Böyle bir ilimle, az bir amel bile insana çok sevaplar kazandırır. Ahirette yüksek mertebelere çıkmağa onu götürür. (Ve kesîrü’l-ameli lâ yenfau mea’l-cehl) Bu bilgi olmadan, cahillikle yapılan çok ibadetler, ameller insana fayda vermez.”
Demek ki amellerin, ibadetlerin, sevabını arttıran husus da ma’rifetullah... Yâni Allah’ı bilerek, ona yakınlık hasıl etmiş olarak yapılan ibadetlerin kıymeti çok oluyor. Cahillikle yapılan ibadetler, tabii netice itibariyle kusurlu olmuş oluyor. Bir tarafında bir eksikliği vardır. Ondan dolayı kıymeti olmaz.
Başka bir hadis-i şerifte buyruluyor ki:90
أَفْضَلُ اْلإِيمَانِ ، أنْ تَعْلَمَ أَنَّ اللََّ مَعَكَ حَيْثُمَا كُنْتَ (طب. حل. عن عبادة بن الصامت)
(Efdalü’l -îmân ) “İmanın en yüksek derecesi, (en ta’leme enne’llàhe meake haysü mâ künte) nerede olursan ol, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin seninle beraber olduğunu bilmendir.”
Yâni, Allah’ın orada hàzır ve nâzır olduğunu bilmesi. Hàzır
olmak, yâni yanında olması. Nâzır olmak ne demek?.. Yâni görüyor olmak. Allah görüyor. Kullar Allah’ı görmese bile Allah kulunu görüyor.
Görmese bile kullar, Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek, davranışlarına çeki düzen verecek. “Allah beni görüyor, Allah hàzır ve nâzır...” diyerek iyi kulluk edecek, edepli kulluk edecek. Saygısını, sevgisini, davranışlarını, huzurda olan bir insanın
90 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VIII, s.336, no:8796; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.305, no:535; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.124; Ubâde ibn- i Sàmit RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.225, no:204; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.37, no:66; Câmiü’l- Ehàdîs, c.V, s.194, no:3971; RE. 76/9.
saygısı ve davranışı haline getirecek.
b. Ma’rifetullah’ın Kıymeti
Coşan’a göre, ma’rifetullah hayatın ana gayesi olmalıdır. İnsanlar ma'rifetullaha ermeyi, arif bir kul olmayı hayattaki en önemli işi olarak görmelidir.
Hayatta gaye mühendis olmak değil, doktor olmak değil, siyasetçi olmak değil, profesör olmak değil, zengin olmak değil... Hepsinin umûmî gayesi Allah’ı bilmek. Bütün insanlar, hepsi, mesleği ne olursa olsun ana gayesi Allah’ı bilmek, asıl gaye o.
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ (الذاريات:٦٥)
(Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ liya’budûn.) “Ben cinleri ve insanları, ancak beni bilsinler, bana kulluk etsinler diye yarattım.”91 buyruluyor. Allah’ı bilecek.
Onun için, büyüklerimiz demişlerdir ki:
شمَّةٌ من معرفة اللَّ، خيرٌ من الدنيا وما فيها.
(Şemmetün min ma’rifeti’llâh) “İrfandan, ma’rifetullahtan bir koklamcık, azıcık bir ma'rifetullah, (hayrun mine’d-dünyâ ve mâ fîhâ) dünyadan da, dünyanın içindeki her şeyden de daha hayırlıdır.”
İnsan Allah’ı biliyor mu, àrif mi, àrif-i billâh mı, Allah’ı seven bir kul mu, velî bir kul mu, irfân sahibi mi?.. İşte ondan birazcık bir nasibi varsa, bunun böyle bir koklamı... (Şemmetün min ma’rifeti’llâh) Allah’ın ma'rifetinden, irfânından bir koklam, dünyanın içindeki her türlü zenginlikten daha hayırlıdır.
Coşan’a göre, bir kimse ma’rifetullaha ermişse, demek ki hayatın gayesini anlamış, yapması gereken işi yapmış demektir. Ama ma’rifetullahı yoksa, kaba sabaysa, àrif değilse, yobazsa,
91 Zâriyât, 51/56
cahilse, mâneviyâttan nasibsizse, irfânı yoksa, kuruysa, hamsa... O zaman kıymeti yok!..
Allah bizi irfân sahibi kullarından eylesin... Ma’rifetullahını ihsân eylesin... Àrif kullar eylesin bizleri. Tabii irfânın gereği olan işleri de yaparak yaşamayı nasib eylesin... Àrifâne yaşamayı, àrifâne ibadet etmeyi, huzuruna sevdiği, râzı olduğu kul olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasib eylesin...92
c. Ma’rifetullahın Alâmetleri
Coşan, ma’rifetullah’ın alâmetleri konusunda şu hadis-i şerifi zikreder:93
قَالَ اللَُّ عَزَّ وَ جَلَّ : عَلاَمَةُ مَ عْرِفَتِي فِي قـُلُوبِ عِبَادِي : حُسْنُ
مَوْقـِعِ قَدْرِي، َ أنْ لاَ أُشــْتَكٰى، وَأَ نْ لاَ اُسْـتَبْطأ، وَأَنْ لاَ أُ سْتَخْفٰى (الديلمي عن أبي هريرة)
(Kale’llàhu azze ve celle) “Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki...” diyor Peygamber Efendimiz.
(Alâmetü ma’rifetî fî kulûbi ibâdî: Hüsnü mevkıi kadrî, en lâ üştekâ, ve en lâ üstebtea, ve en lâ üstehfâ.) “Kullarımın gönüllerinde benim ma’rifetimin olduğunun alâmeti şu dört şeydir.” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Bize bildiren Peygamber SAS Efendimiz.
Bu dört şeyin birincisi:
1. Gönlünde Allah’ın Kadrinin Yüce Olması
حُسْنُ مَوْقـِعِ قَدْرِي،
92 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 04. 12. 1993. 93 Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.215, no:606; Münâvî, Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.54, no:117; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.61, no:14980; RE. 330/2.
(Hüsnü mevkii kadrî) “Benim kadrimin iyi bir mevkîde olması, güzel bir mevkide olması. Yâni, kulumun gönlünde kadr ü kıymetimin yerinin yüksekte olması...” Birisi bu.
Şimdi, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bazı kullar lâyıkıyla takdir edemiyorlar:
وَمَا قَدَرُوا اللَََّّ حَقَّ قَدْرِهِ (الأنعام:١٩)
(Vemâ kaderu’llàhe hakka kadrihî) [Allah’ın kadrini gereği gibi takdir edemediler.]94 Yaratıcı olduğunu, kudretini, varlığını, birliğini, ihsânlarını, nimetlerini, kullarına ne kadar nimetler bahşettiğini bazı kullar kavrayamıyorlar. Bazısı gàfil oluyor, bazısı kâfir oluyor, bazısı cahil oluyor...
Ama àrif kulun şânı nedir?.. Gönlünde Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kadrinin yüksek bir seviyede, güzel bir seviyede olmasıdır.
Àrif kullar Allah’ı güzel takdir ediyorlar, Allah’a saygıları çok güzel! Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı edepleri fevkalâde güzel!
“—Allah alemlerin Rabbidir, kâinâtın sahibidir, her şeyin hàlikıdır. Bize nimetleri veren odur, hayatımız ondandır. Aklımız, fikrimiz, her şeyimiz, nimetlerimiz ondandır.” diyerek Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne gönlünde en yüksek mevkii veriyor.
Coşan’a göre, kulun ameli nisbetinde, kulun àrifliği nisbetinde, kulun Allah’ı sevmesi nisbetinde Allah-u Teàlâ Hazretleri de kulunu seviyor. Ölçü o... Kulun hali ne ise, ameli ne ise, duyguları ne ise, sevgisinin miktarı, saygısının miktarı ne ise; Allah’ın da rızasının, lütfunun, ihsânının, kulunu sevmesinin mertebesi onunla orantılı olur.
Onun kadar olur diyemeyiz. Çünkü Allah’ın işi kulların işiyle ölçülemez. Allah-u Teàlâ Hazretleri kulunun küçücük bir hareketine, çok büyük mükâfatlar verir. Ama kulun haliyle orantılı olur. Kulda Allah saygısı varsa; Allah’ta da kuluna karşı sevgi var demektir. Allah saygısı yoksa, edep yoksa, ilgi yoksa, bilgi yoksa; o zaman Allah’tan da ona bir şey yok, mânevî bir
94 En’am, 6/91
mükâfat yok demektir.
Kulun gönlünde Allah’ın kadrinin en yüksek mevkîde olması lâzım! Allah deyince insanın cildinin ürpermesi lâzım, derisinin ürpermesi lâzım, gözünün yaşarması lâzım! Kendisini bir sevgi, bir heyecan dalgasının sarması lâzım! Çok güzel duyguların içine hemen geçmesi lâzım!.. Allah’ın adına, Allah’ın aşkına, Allah için her şeyi yapacak bir durumda olması lâzım!..
İnsan gerçekten aşık ise, Allah için canını verebilir. İyi bir kul, àrif bir kul, Allah sevgisi kalbinde çok yüksek olduğu için, Allah için her türlü fedakârlığı yapar, malını verir, canını verir. En kıymetli şey canı, ondan sonra malı... Aldığını Allah için alır, verdiğini Allah için verir. Sevdiğini Allah için sever, kızdığına da Allah için buğz eder.
2. Allah-u Teàlâ’yı Kullara Şikâyet Etmemesi
أنْ لاَ أُشــْتَكٰى،
(En lâ üştekâ) “Kulun gönlünde Allah sevgisi olmasının ikinci alâmeti, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni kullara şikâyet etmemesidir.”
Coşan’a göre bir insan hastalanabilir, başına bir sıkıntı gelebilir; çoluk çocuğuna, malına, mülküne, tarlasına, mahsulüne bir sıkıntı gelebilir. Bakarsın, tarlası bir felâkete uğrar. Bakarsın, Karadeniz’de gemileri batar... Bakarsın çocuğu hastalanır veya ölür; veyahut kendisi rahatsızlanır.
Bu gibi durumlarda insanlar ne yaparlar?.. Konuşurlar, feryâd ederler, sızlanırlar, başkalarına çeşitli laflarla şikâyetlerde bulunurlar.
Tabii esasında kimi şikâyet etmiş olur?.. Allah’ın kaderinden
şikâyet etmiş olur. O hastalığı veren Allah, o ölümü yazan Allah, o olayı halk eden, olduran Allah...
Binâen aleyh, àrif olan insan, olan olayların Allah tarafından oldurulduğunu, ölen kişilerin Allah tarafından öldürüldüğünü, her şeyin Allah’tan olduğunu, kaza ve kaderin Allah’tan geldiğini bilir. Bilince de, Allah takdir etmiş diye tahammül eder.
3. Duamı Kabul Edivermedi Diye Düşünmemesi
وَأَنْ لاَ اُسْ ـتَبْطأ،
(Ve en lâ üstebtaa) Bir de, “Vereceği şeyleri geç veriyor Allah, gecikti yine, verivermedi. İşte bekliyorum, bir türlü olmadı.” gibi, Allah’ın ikramının gecikmesi duygusu da olmaz arifte...”
Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri vaad ediyor: “Kullarım, bana dua edin. Ben sizin duanıza icabet ederim!” buyuruyor.
Kul da dua ediyor:
“—Yâ Rabbi bana şunu ver!”
Ondan sonra da:
“—Bak işte vermedi. İstiyorum kaç gündür hâlâ o bana gelmedi.” diyor.
İşte bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü verecektir, hikmetli bir sebebi vardır, zamanı vardır. Meyve bile belli bir zaman içinde olgunlaşıyor, ondan sonra insan onu yiyor. Her şeyin bir oluşması vardır.
Allah-u Teàlâ Hazretleri duaları kabul eder; bazen dünyada verir, bazen ahirette verir. Hikmeti vardır, istediği şey kaza ve kadere aykırı olduğundan, onun öyle olması mümkün olmadığından, hikmet-i ilâhîye uygun olmadığından başka bir şekilde olacaktır. Onda da insanın dikkatli olması lâzım!
4. Allah-u Teàlâ’yı Her Şeyde Müşahede Etmesi
وَأَنْ لاَ أُسْتَخْفٰى
(Ve en la üstahfâ) “Allah’ı uzakta ve gizli olarak görmez. Gizlenmiş bulmaz, gayıbda görmez; müşahede ediyormuş gibi görür. Àrif kul, Allah’ı her şeyde müşahede eder. Nereye baksa, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudretini görür, hikmetini görür, varlığının delillerini görür. Çünkü bütün varlıklar Allah’ın kudretinin, hikmetinin tecellileridir.
Şairlerin dediği gibi, kâinatın her olayı, her varlık, küçük
büyük her varlık, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin varlığına şahadet eden birer delildir, birer alâmettir.
Nasıl polis hafiyeleri, bir parmak izinden suçluyu buluyorlar, bir saç kılından suçluyu tesbit ediyorlar. Ellerine o büyüteçleri alıyor dedektifler, küçücük izlerden nasıl asıl şahsı buluyorlar. Kâinatın her tarafındaki olaylar ve varlıklar da, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin varlığına delillerdir.
Onun için, İranlı bir şair ne güzel söylemiş, bir şiirinin tekrar edilen beytinde:
Her giyâhî ki ez zemîn rûyed; Vahdehû lâ şerîke leh gûyed.
“Yerden çıkan her yeşil ot, ‘Allah birdir, şerîki nazîri yoktur.’ diye söylüyor.” Sanki parmağını böyle kaldırıyormuş gibi, yukarıya doğru dik çıkışını ona benzetiyor.
Ağaçlar, çiçekler, arılar, ballar, rüzgârlar, yağmurlar, güneşler, aylar... Her varlık Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudretinin tecellisidir. Varlığının, birliğinin şahididir, delilidir. Arif her şeyin Allah’ın yarattığı bir varlık olduğunu bilir, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni gönlüyle müşahede makamına erer.
Onun için, Yunus Emre o güzel ilâhilerle, ne kadar sade bir şekilde ifade ediyor bu hadis-i şerîflerin, ayetlerin mânâlarını.. İki Türkçe kelimeyle, iki satırın, iki mısraın içine ne kadar güzel yerleştiriyor. Ne buyurmuş:
İstemegil anı ırak,
Gönüldedir ana durak!
Yâni, "Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni uzaklarda arama! Senin gönlünde onun makamı, mekânı vardır. Yakınlar yakınıdır, karîb ü mücîbdir, her yerde hàzır ve nâzırdır." demiş oluyor.
Biz de kendimizi bu vasıflara sahip etmeye çalışalım! Àrif kullar olmak istiyorsak, bu sıfatları kendimiz elde etmeye gayret edelim! 95
95 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 14. 10. 1994.
d. Ma’rifetullah’ın Hakîkati
Coşan’a göre, tasavvufun iki gayesi var: Birincisi ma’rifetu’llah, yâni Allah’ı bilme yolu, mesleği bu. İkincisi tezkiye-i nefs; nefsini terbiye etmek... Yâni, Allah sevsin diye kendisine çeki düzen vermek, nefsini ıslah etmek, kötü huylarını atıp iyi huyları almak.
Ahmed ibn-i Hadraveyh Hz. şöyle buyurmuş:96
حقيقةُ المعرفة:المحبةُ له بالقلب، والذِّكْر له باللسان،
وقطعُ الهِمَّة عن كلِّ شيءٍ سواه.
(Hakîkatü’l-ma’rifeh) “Ma'rifetin, Allah’ı bilmenin hakikati üç şeyde tezahür eder, üç şeyde belli olur:
1. (El-mahabbetü lehû bi’l-kalbi) “Kalbiyle Allah’ı sevmek.”
Bir insan ma'rifetullah sahibiyse, gönlüyle Allah’ı sevecek. İçi Allah sevgisiyle tutuşmuş, yanmış bir kimse olacak.
Yunus Emre’nin divanını baştan sona dikkatle okuyorsunuz; bakıyorsunuz, dönüyor, dolaşıyor, muhabbetullahtan bahsediyor. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin Mesnevî’sini açıyorsunuz, okuyorsunuz; başından sonuna muhabbetullah, muhabbetullah, muhabbetullah...
Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’nin Divan’ını, Müzekki’n-Nüfûs’unu alıyorsunuz, ilâhîlerini alıyorsunuz:
Ey Allah’ım beni senden ayırma!
Beni senin cemâlinden ayırma!
Balığın cânı su içre diridir;
İlâhî balığı gölden ayırma!..
Ona bakıyorsunuz, o da muhabbetullah... İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri’ne bakıyorsunuz, muhabetullah... Yâni demek ki. ma'rifet erbâbının içi Allah sevgisiyle dolu oluyor.
96 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.105/12.
Muhabbetullah içinde cûşa gelmiş, içini yakmış, kavurmuş, ciğerini kebap etmiş oluyor. Bu bir.
2. (Ve’z-zikrü lehû bi’l-lisân.) “Diliyle Allah’ı zikretmek, anmak.”
Kalbiyle Allah’ı sevecek, diliyle Allah’ı söyleyecek, Allah’ı anacak. Her şeyi Allah’la meşgul...
Peygamber SAS Efendimiz’in hayatını inceleyin, hadis-i şerîflerini inceleyin, gününü nasıl geçirdiğine bakın!.. Her şeyi, her anı dua ve zikir... Camiye girerken şöyle dua ediyor, oturduğu zaman böyle dua ediyor, kalktığı zaman şöyle dua ediyor, çıkarken şöyle dua ediyor... Yeni elbise giydiği zaman şöyle dua ediyor, kendisine turfanda bir meyva geldiği zaman şöyle dua ediyor... Ağzına alırken şöyle dua ediyor, yemeği bitirdiği zaman böyle dua ediyor... Yatağına yatarken şöyle dua ediyor; uykuda, arada uyandığı zaman şöyle dua ediyor... Soyunurken şöyle diyor, giyinirken böyle diyor... Helâya girerken şöyle diyor, çıkarken böyle diyor... Yâni görüyoruz ki, Rasûlüllah SAS her anında zikrullaha gark olmuş durumda. Her anında niyaz halinde, münâcaat halinde, zikir halinde... Allah-u Teàlâ Hazretleri hiç hatırından çıkmıyor.
Derviş de böyle olacak tabii. Peygamber Efendimiz bizim üsve-i hasenemiz, örneğimiz.
3. (Ve kat’ul-himmeti an külli şey’in sivâhu) “Allah’tan gayri her şeyden himmetini kesmesidir insanın.”
Himmet ne demek?.. Bir şeyi yapmağa, elde etmeğe koşuşturmak, çalışmak, gayret etmek demek... Yâni himmetini, çalışmasını Allah’tan gayrı her şeyden kesecek àrif insan.
Hakikaten, àrif kulların bütün çalışmalarının gayesinin, amacının, hedefinin hep Allah-u Teàlâ Hazretleri olduğunu görürüz. Vermesi Allah içindir, alması Allah içindir, uyuması Allah içindir, uyanması Allah içindir, söylemesi Allah içindir, susması Allah içindir, sabrı Allah içindir, celâllenmesi Allah içindir. Sevmesi Allah içindir, kızması Allah içindir, dövmesi Allah içindir, vurup kırması, cihadı Allah içindir.
Demek ki, ne yapacağız? Gönlümüzden Allah’ı sevmeğe gayret edeceğiz. Dilimizle Allah’ı zikre devam edeceğiz. Allah’tan gayrı
şeyden alâkayı, himmeti döndürüp Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yoluna sarf edeceğiz. Onun rızasını elde etmeğe yönelip, işimizi ona sarf edeceğiz.97
e. Rıza Makamı ve Ma’rifetullah
Coşan’a göre, ma’rifetullaha ermiş insanlar, Allah’tan razı olurlar, rıza makamına ererler. Ma’rifetullaha ermeyenler, rıza makamını yakalayamazlar, gerçek rıza makamının sahibi olamazlar. Rıza makamının sahibi olabilmek için ma’rifetullaha ermek lâzımdır. “Ben Allah’ın her kaderine, takdirine razıyım!” dese bile bir insan, ma’rifetullahı tam değilse, rıza ve teslimiyeti de tam değildir.
Bu konuda Fudayl ibn-i Iyad Hz. buyurmuş ki:98
أحق الناس بالرضا عن اللَّ، أهلُ المعرفة باللَّ عَزَّ وجل.
(Ehakku’n-nâsi bi’r-rıdà ani’llâhi, ehlü’l-ma’rifeti bi’llâhi azze ve celle) “İnsanların Allah’tan razı olma makamına en lâyık olanları, Allah’tan razı olma sıfatına sahip olma durumu bakımından, en gerçek durumda olanları, (ehlü’l-ma’rifeti bi’llâhi azze ve celle) Aziz ve celil olan Allah’ı bilen, ma’rifetullaha ermiş insanlardır.”
Şimdi tabii, Allah’tan razı olmak sözünü biraz izah etmemiz lâzım: Tasavvufta düşünceler, hisler, duygular çok önemlidir. Bir insan Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin varlığına inanıyor. İnanıyoruz. (Âmentü bi’llâh) Allah’a inandık. Lâ ilâhe illa’llàh... Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh... Allàhu ekber... Bu sözleri her zaman söylüyoruz. Rahman ü Rahîm, çeşitli sıfatlarını biliyoruz. (İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn) “Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz.” diyoruz. Taklîden diyoruz bunları... Yâni şuurunu derinliğine kavramış, tam o mânâyı benimsemiş, içimize yerleşmiş, gözlerimiz pırıl pırıl, bu mânâyı sezerek demiyoruz. Taklîden bu sözleri söylüyoruz.
97 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 27. 11. 1993. 98 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.10/4.
Pekiyi, başımıza gelenler nedir?.. Allah’ın kaderi. Hastalık?.. Şifayı veren de Allah, derdi veren de Allah... Zenginlik, fakirlik?.. Zengin eden de Allah, fakir eden de Allah... İzzet ve zillet?.. Mevki makam sahibi eden de Allah, mevkiden makamdan kaydırıp düşüren de Allah... Öyle mi?.. Öyle...
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ
تَشَاءُ، وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ، بِيَدِكَ الْخَيْرُ، إِنَّكَ عَلٰى
كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (اۤل عمران:٦٢)
(Kuli’llàhümme mâlike’l-mülki) “De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allahım! (Tü’ti’l-mülke men teşâü ve tenziü’l-mülke mimmen teşâ’) Mülkü, egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden alırsın. (Ve tuizzü men teşâü ve tüzillü men teşâü) Dilediğin kulu aziz kul edersin, izzet sahibi, ikram sahibi, itibar sahibi edersin; dilediğini de zelil kılarsın. (Bi-yedike’l-hayr) Hayır senin elindedir. (İnneke alâ külli şey’in kadîr) Muhakkak ki sen her şeye kàdirsin!’”99
تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَ تُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ، وَ تُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ
الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنْ الْحَيِّ، وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
(اۤل عمران:٧٢)
(Tûlicü’l-leyle fi’n-nehâri ve tûlicü’n-nehâra fi’l-leyl) “Geceyi gündüze kavuşturursun, gündüzü geceye kavuşturursun. (Ve tuhricü’l-hayye mine’l-meyyiti ve tuhricü’l-meyyite mine’l-hay) Ölüden diri çıkartırsın, diriden ölü çıkartırsın.” (Ve terzuku men teşâü bi-gayri hisâb) [Dilediğini hesapsız rızıklandırırsın!]100 Demek ki Yuhyî ve Yümît, dirilten, öldüren; Muiz, Müzil, aziz
99 Âl-i İmran, 3/26
100 Âl-i İmran, 3/27
kılan, zelil kılan; Muğnî, Mu’tî, zengin kılan, fakir kılan; Mâni’, Dàr, Nâfi’, fayda veren, zarar veren; hepsi kimdir?.. Allah... Şek şüphe yok, ayetler böyle...
Onun için, mutasavvıflar bu durumları gördükleri için,
kendilerini bu hususta eğitmişler; Allah’ın kaza ve kaderine, mukadderata itiraz etmeyip, “Senden geldi bu yâ Rabbi!” deyip, sabırla, sabr-ı cemîl ile karşılamaya kendilerini alıştırmışlar; Allah’a teslim olmaya, teslimiyet duygusu içinde olmaya, itiraz etmemeye çalışmışlardır. Bu hususta meşhur bir hikâye vardır:
Mutasavvıflardan bir tanesi bir şehre girdiği zaman, muhafızlar yakalıyorlar, “Gel bakalım buraya, seni casus seni! Sen öbür şehirden bizim şehrimize casus olarak geldin, senin kafanı keseceğiz.” diyorlar. “Kesilsin kafası!” diye, alıp cellada teslim ediyorlar.
Cellada gidiyor adam. Ama, casus filân değil, derviş. Kılığının hırpânîliğinden şüphelenmişler. Tanıyan bir kimse yok, gariban bir kimse... Ama àrif bir kimse, evliyâullahtan bir kimse. Duyguları derin ve yüksek, tasavvufî bilgisi iyi olan bir kimse.
Kendi kendisine diyor ki:
“—Söyle bakalım, sen bugüne gelinceye kadar tasavvuftan bahsederdin, rıza ve teslimiyet makamından bahsederdin... ‘Allah’ın hükmüne razı olmak lâzım, itiraz etmemek lâzım! Haktan ne gelirse kabul etmek lâzım!’ derdin.
Şimdi seni haksızlıkla yakaladılar. Casussun diye itham ediyorlar, halbuki casus değilsin... Suçlu diyorlar ama, suçun yok... Kafanı keseceğiz diyorlar, halbuki mâsumsun... Söyle bakalım şimdi bu da Allah’tan mı?.. Allah’tan. Buna da razı mısın?..” Gözünü yumuyor, içinden itiraz geliyor mu diye şöyle bir dinliyor kendisini... Kafası kesilecek biraz sonra... Taşa başını koyacak, balta gelecek, ensesinden küt kafası kesilecek... Söyle düşünmüş:
“—Hayat bir gün bitecek nasıl olsa, ömrümüz bu kadarmış demek ki... Buna da eyvallah, buna da razıyım. Ne yapalım, ömrümüz burada bitiyormuş, Allah iman selâmetliği versin...” demiş.
İtiraz yok içinde... “Ömrüm bitiyor, kesiliyorum, öleceğim, hayatım sönüyor...” filân gibi bir itiraz yok. Celladın yanına kadar geliyor. Tam kafası kesilecek. Sesleniyorlar:
“—O mâsummuş, kusuru yokmuş!” diyorlar.
Kurtuluyor. Cellattan dönüyor, ipten dönüyor yâni. İpten dönmek derler ya, tam baltadan, ipten dönüyor. Ama bir sözü var, çok güzel bir sözü; yemin ederek söylüyor:
“—Vallàhi öldürülmekten halâsıma değil, öldürülmekten kurtulduğuma değil; o andaki düşüncemdeki ihlâsıma seviniyorum.” diyor.
Yâni, “İçimde itiraz yoktu ya, ‘Ölürsem öleyim, ne yapayım, Allah’ın takdiri bu imiş.’ diye o andaki ihlâs ve teslimiyetime hâlâ seviniyorum. Kurtuluşuma değil, halâsıma değil, ihlâsıma seviniyorum.” diyor.
İşte rıza değimiz, Allah’tan razı olmak dediğimiz şey bu... Teslimiyet makamı, rıza makamı tasavvufta yüksek bir makam diye, büyüklerimiz kitaplara yazmışlar. Bu duyguya sahip olmak, çok yüksek, ileri bir mertebe...
Eyyûb AS’ın ovalar dolusu sürüleri varmış; helâk olmuş. Kavmi kabilesi, evlâd ü ıyâli, çoluk çocuğu varmış; ölmüşler. Sıhhati, afiyeti varmış; tepeden tırnağa hastalanmış, cılk yara olmuş, vücudunu yaralar kaplamış. Yaralara kurtlar üşüşmüş, kurtlanmış yaraları... Eski devirde dezenfeksiyon, merhem vs. iyi olmadığından demek ki... Ama hepsine sabretmiş. Peygamber, Eyyûb AS sabrı... Sabretmiş, sabr-ı cemil göstermiş. Allah’ın da sevdiği bir kulu olmuş.
(Ni’me’l-abd) “Ne güzel kul!” diye Allah methediyor Eyyûb AS’ı. Demek ki, Allah’a razı olmak dediğimiz, Allah’tan razı olmak makamı dediğimiz şey buymuş. Yâni, bu bir duygu, bir anlayış, bir zihniyet, insanın içindeki bir anlayış ki, zihniyet ki, Allah’ın kaza ve kaderi karşısında Allah’a bağlılığı sarsılmıyor, müslümanlığına bir değişiklik gelmiyor, kendisini dağıtmıyor.
Allah’tan rıza makamına en lâyık olanlar, onu elde etme şansı en yüksek olanlar Allah’ı en çok bilenlerdir. Allah’ı biliyorsa, ma’rifetullaha ermişse, hakîkî mutasavvıfsa, o zaman Allah’tan razı olur. “Biliyorum ki bu senden yâ Rabbi!” der, her şeyine rıza
gösterir.
Allah’ı en iyi bilenler, Allah’ın kaza ve kaderine en güzel edeple boyun eğerler, razı olurlar. Başlarına gelen çeşitli dünyevî olaylar dolayısıyla kulluklarında bir zikzak, bir tezelzül meydana gelmez.101
f. Allah’ın Zâtı Anlaşılamaz
Coşan’a göre, Allah’ı gerçek mânâsıyla, derinlemesine, her yönden tanımak mümkün değildir; tanıyamayacağını anlamak akıllılıktır.
Bu konuda Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî Hz.nin sözünü nakleder. Buyurmuş ki:102
أكمل العاقلين، من أقرَّ بالعجز أنه لايبلغ كنه معرفته.
(Ekmelü’l-àkılîn) “Akıllıların en olgunu, müslümanların en
akıllı olanı kimdir? (Men ekarre bi’l-aczi ennehû lâ yeblüğu künhe ma’rifetihi) Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni hakkıyla bilmenin, mümkün olmadığını, bu konuda beşer aklının aciz olduğunu kabul eden, anlayan insan akıllıların en olgunudur.” Yine buyrulmuş ki:
اَلْعَجْزُ عَنْ دَرَكِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ؛
وَالْبَحْثُ عَنْ سِرِّ ذَاتِ اللَِّ إِشْ رَاكٌ .
(El-aczü an dereki’l-idrâki idrâkün) “Allah’ın zâtının, mahiyetinin anlaşılmayacağını anlamak, o hususta aczini kavramak (idrâkün) Allah’ı kavramaktır. Çünkü Allah’ın mahiyetini anlamağa beşerin takati yetmez. Anlayamayacağını anlamak Allah’ı anlamaktır.
(Ve’l-bahsü an vasfi zâti’llâhi işrâkün) Allah’ın zâtını
101 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 02. 12. 1991. 102 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.60/24.
anlatmağa girişmek de şirktir.”
Çünkü onu anlatamazsın sen. Diller onu söyleyemez. Kur’an ne söylemişse, Peygamber Efendimiz hadiste ne söylemişse o kelimelerle kalırız. Yoksa, başka bir şey söyledin mi, o deryâda yanlış şeyler yapabilirsin. Söylemek, konuşmak doğru olmaz.
Neden Allah tam mânâsıyla bilinemez? Çünkü:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ (الشورى:١١)
(Leyse kemislihî şey’ün) “Onun benzeri hiç bir şey yoktur.”103 Hiç ona benzeyen bir şey yoktur ki, şöyledir diye tarif edilsin. Benzersiz olan bir şey tarif edilemez. Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, yâni mahiyetini kul idrak edemez. Sıfatlarının mahiyeti de, kullar tarafından tam mânâsıyla anlaşılamaz. Zâtı anlaşılamadığı için, zâtının yakınlığı da anlaşılamaz.
Allah’ın zâtı düşünülemez ama Allah’ın âsâr-ı kudreti ve sanatının incelikleri, yaratıklarının acaipleri müşahede edildikçe ne kadar yüce olduğu, ne kadar büyük olduğu anlaşılır. İnsan o zaman kulluğunu daha güzel yapar.
g. Ma’rifetullah’ı Allah Verir
Coşan’a göre, Allah’ı bilme işini insan kendi başına yapamaz; Allah bildirirse bildirir. O bilgiyi verirse Allah verir.
Allah’ın bildirmesi için de, insanın o bilgiye lâyık olması lâzım! Lâyık olmayana bu bilgiyi vermez Allah... Bu muazzam cevheri Allah herkese vermez. Önce lâyık olması lâzım! Önce kendisini Allah’a sevdirmesi lâzım!
Onun için zikrediyoruz, onun için ibadet ediyoruz. Onun için faziletli işleri yapıyoruz. Onun için ahlâkımızı güzelleştirmeğe çalışıyoruz. Allah’ın sevdiği bir kul haline gelmeğe çalışıyoruz ilk önce... Sevdiği kul oldu mu, o zaman o kendisi ihsân edecek, öğretecek.104
103 Şûrâ, 42/11
104 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 09. 01. 1993; Tefsir Sohbeti, Akra, 01. 08. 2000.
h. Ma’rifetullahın Ölçüsü
Şakîk-i Belhî Hazretleri buyurmuş ki:105
من أراد أن يعرف معرفته باللَّ، فلينظر إلى ما وعده اللَّ ووعده الناس، بأيهما قلبه أوثق.
(Men erâde en ya’rife ma’rifetehû bi’llâh) “İnsan, kendisinin Allah’ı ne kadar bildiğini ölçmek istiyorsa, bilmek istiyorsa, yâni ‘Benim ma’rifetullah seviyem, Allah’ı bilme, tanıma seviyem ne derecededir?’ diye, bunu bilmek istiyorsa; (felyenzur ilâ mâ veadehu’llàhu ve veadehü’n-nâs, bi-eyyihimâ kalbühû evsak) Allah’ın vaadine mi güveniyor, kulların vaadine mi güveniyor, kalbi hangisine daha sağlam bağlı; ona baksın!”
Buradan anlaşılır Allah’ı bildiği... Eğer Allah’ın vaadine kalbi daha bağlıysa, Allah’ı biliyor; kulların verdiğine güveniyorsa, Allah’ı bilmiyor demektir.
Allah’ın vaad ettiği, kulun vaad ettiği ne demek?..
Allah diyor ki:
وَفِي السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ (الذاريات:٢٢)
(Ve fi’s-semâi rızkuküm ve mâ tûadûn) [Semâda da rızkınız ve size vaad edilen başka şeyler vardır.]106
مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ . إِ نَّ اللَََّّ هُوَ الرَّزَّاقُ
ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات:٧٥-٥٨)
(Mâ ürîdü minhüm min rızkin ve mâ ürîdü en yut’imûn.
105 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.65/13.
106 Zâriyât, 51/22
İnna’llàhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn) [Ben onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızkı veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.]107
وَاللََُّّ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (الجمعة:١١)
(Va’llàhu hayru’r-râzikîn.) [Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.]108 Bu gibi ayetler gösteriyor ki, Allah kullarına: “Ben size rızkınızı vereceğim.” diye vaad etmiş. “Allah Rezzâk’tır.” diye bildirmiş. Allah’ın vaadi bu...
“—Rezzâk ama, ne mâlum verecek mi, vermeyecek mi?” filan diye tereddüt ediyorsa, Allah’ı bilmiyor.
Kul da diyor ki:
“—Gel bana çalış, benim dediğimi yap, sana şu kadar maaş vereceğim!”
Meşrû veya gayrimeşrû iş. Şimdi, kulun vaad ettiğine mi kalbin, gönlün daha çok bağlı, yoksa Allah’ın vaad ettiğine mi daha bağlısın?..
Eğer Allah’ın vaadine bağlı isen, “Allah Rezzâk’tır, bana rızkı verecek.” diye Allah’a güveniyorsan, işte ma’rifetullah sahibisin, Allah’ı biliyorsun. Bu vaade güvenemiyor da kula kul olmuşsan, o zaman Allah’ı bilmiyorsun demektir.
Coşan’a göre bütün patırtı buradan çıkıyor. Dünya üzerindeki zulümler neden oluşuyor? Bir zalim oluyor, etrafında avanesi oluyor, yardımcısı oluyor. Mafya çeteleri, koca örgütler zulmü
böyle götürüyorlar. Teşkilatlı oluyor zulüm...
Ama millet Allah’a güvense, “Allah bana rızkımı verir, haramdan istemem!” dese, “Kula kul olmam!” dese, o zaman hiç bir zalim şımarmayacak, hiç bir zalim gelişemeyecek, büyüyemeyecek, hiç bir kötü insan destek bulamayacak. Hep Allah’ın vaadine güvenmemekten, kula kul olmaktan, kuldan beklemekten oluyor.
107 Zâriyât, 51/57-58 108 Cuma, 62/11
Dünyanın bozulması bu gibi şeyden oluyor. Yoksa, Allah ehli insanlar olsa, Allah’a güvenir, kimsenin parasına puluna tenezzül etmez, kula kul olmaz, dobra dobra konuşur ve ayağını sağlam basar, alnı yukarıda... İşte o zaman her şey düzelir.109
i. Ma’rifetullaha Ermenin Şartları
Coşan, ma’rifetullaha ermenin şartları konusunda, İbrâhim Hakkı Erzurumî Hazretleri’nin Ma’rifetnâme isimli eserinden nakilde bulunur:
İnsanın nefsini yenmesi ve ahlâkını tasfiye edebilmesi, kalbini nurlandırıp ma’rifetullaha erebilmesi için, şunları yapması gerekir:
1. Taklîl-i taàm, yemeği azaltmak. Yemeği azaltacak. İnsan çok yemek yerse nefsi azar. Yemeği biraz azaltacak, oruç filan tutacak. Nefsi zayıflayacak, kalbi nurlanacak, duyguları pırıl pırıl olacak.
Öyle oturup da, bir oturuşta bir kuzuyu yermiş bir pehlivan. İyi ama, onu yediği zaman insan yerinde duramaz, bir şeyler yapmak ister. Nefsini de böyle kuvvetlendirdiği zaman, insan hakim olamaz nefsine. O nefis ona kötü şeyleri rahatlıkla yaptırabilir. Duyguları şiddetli olur.
2. Taklîl-i menâm, uykuyu azaltmak. Menâm da nevm demek, uyku demek. Az uyuyacak da gecenin o esrarından istifade edecek. Zamanın güzel olan tarafı gecelerdir, gecelerin seher vakitleridir. Arifler o vakitlerde uyumamışlar, o gecenin güzelliğinde irfanlarını arttıracak ibadetler, zikirler, istiğfarlar eylemişler.
Yunus ne güzel söylemiş:
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni,
Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
3. Taklîl-i kelâm, konuşmayı azaltmak. İnsan çok konuştuğu
109 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 27. 03. 1993.
zaman hatalı sözleri çok söyler. İnsan konuştuğu kadar dinlemeyi
de öğrenmeli, tefekkür etmeyi öğrenmeli. Onun için tabii, kelâmı da azaltmak gerekiyor.
4. Uzlet-i enâm. Enâm, insanlar demektir burada. Yâni, insanlardan biraz ayrılacak. Çünkü insanlar insanları meşgul ediyorlar. Olur olmaz şeyle, kendisinin planı dışındaki şeylerle meşgul ediyorlar. Kahvede, stadyumda, gürültüde, patırtıda, istasyonda vs.de insan güzel çalışma yapamaz. Şöyle sakin, huzurlu bir yer arar, oralarda çalışmayı düşünür.
5. Zikr-i müdâm. Müdâm demek, devamlı demek, dâimî demek... Zikrin de sevabı çok. Zikre devam etmek de çok önemli.
Ebû Hüreyre RA’ın iki bin düğümlü bir ipliği varmış. Onları çekmeden yatmazmış.
Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri lütfuyla, keremiyle:
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ (البقرة: ٢٥١)
(Fe’zkürûnî ezkürküm) “Siz beni zikrederseniz, ben de sizi zikrederim.”110 buyuruyor. Yâni kul Allah’ı zikrettikçe, alemlerin Rabbi Allah-u Teàlâ Hazretleri de kulunu zikrediyor. Muazzam bir şeref... Çok büyük, çok kıymetli bir şey tabii bir kul için.
İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri Ma’rifetnâme’sinde,
“İnsan bunları yaparsa, şöyle biraz iç alemini tanıyabilir, nefsini tanıyabilir. Ruhunun, nefsinin mahiyetini anlayabilir. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevdiği işleri yaptığı için, gönül gözü açılır, gözünden perdeler kalkar, hakkı, hayrı görür, ârif olur.” diye bunları tavsiye etmiş.111
110 Bakara, 2/152
111 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 03. 11. 1995.