III. MAHMUD ES’AD COŞAN’A GÖRE NEFİS TERBİYESİ
Coşan’a göre, nefis insanın kendisidir, kendi benliğidir. İnsanın maddi hayatını, bedenî menfaatlerini temsil eden ve vücudu yönetmekle Allah tarafından görevlendiren benliğidir. Faydalıdır, olmalıdır, ölmemelidir.
İnsanın nefsi gereksiz bir varlık değildir. Peygamber SAS Efendimiz:
نَفْسُكَ مَطِيَّتُكَ، فَارْفَقْ بِهَا!
(Nefsüke matiyyetüke, fe’rfak bihâ)112 “Nefsin senin bineğindir, ona rıfk ile muamele eyle! Haşin davranma, sert davranma!” buyurmuştur.
O halde, insanın nefsi olması ayıp değildir. Fakat o nefis terbiye edilmediği zaman en büyük düşman haline gelmektedir.
Onun için hadis-i şeriflerde:
أَعْدٰى عَدُوُّكَ نَ فْسُكَ الَّتِي بَيْنَ جَنْبَيْكَ .
(A’dâ aduvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke) “En büyük düşmanın, iki yanın arasında bulunan şu kendin, kendi benliğindir, nefsindir.” buyrulmuştur.
Başka bir hadis-i şerifte:
أفْضَلُ الْجِهَادِ أَ نْ يُجَ اهِدَ الرَّجُلُ نَفْسَهُ وَ هَواهُ (ابن النَّجار عن أبي ذر)
(Efdalü’l-cihâdi en yücâhide’r-racülü nefsehû ve hevâhü)113 “Cihadın en faziletlisi, kişinin kendi nefsiyle ve nefsinin
112 Alûsî, Rûhu’l-Meànî, c.V, s.180.
113 Münâvî, Feyzü’l-Kàdir, c.II, s.31, no:1247, Ebû Zer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.744, no:11262; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.196, no:3977; RE:76/12
arzularıyla mücâdele etmesidir.” diye bildirilmiştir.
Peygamber Efendimiz, savaştan dönen bir grup kimseye:114
قَدِمْتُمْ مِنَ الْجِهَاد اْلأَصْغَرِ إِلَى الْجِهَادِ اْلأَكْبَر. قِيلَ: وَمَا الْجِهَادُ
اْلأَكْبَر؟ قَالَ: مُجَاهَدَةُ الْ عَبْدِ هَوَاهُ (خط. والديلمي عن جابر)
(Kadimtüm mine’l-cihâdi’l-asgari ile’l-cihâdi’l-ekber)“Şimdi küçük savaştan büyük savaşa geldiniz!” buyurdu.
(Kîle) Denildi ki: (Ve me’l-cihadü’l-ekber) “Büyük savaş nedir?”
(Kàle) Buyurdu ki: (Mücâhedetü’l-abdi hevâhü) “Kişinin kendi nefsiyle mücadelesi, nefsinin arzularıyla cihadı büyük savaştır.”
Yâni, “Kendi nefsinizi yenme, kendinizi aşma, arzularınıza hakim olma savaşı” diye, bunun en büyük savaş, cihad-ı ekber olduğunu belirtmiştir:115
a. Nefsin Arzuları
Coşan’a göre, İslâm’da nefsin bazı istekleri tabii görülmüştür. Reddedilmemiş, kanalize edilmiştir. Meşru yollardan karşılanması, dinin buyrukları arasına girmiştir.
Yemek, makul ölçüde meşrudur. Izdırar halinde, muzdar kalan insanın, çölde kalan bir insanın haram bir şeyi yemesi bile caiz olur canını kurtarması için.
Uyku, insanoğlunun enerji biriktirme vasıtasıdır. Ertesi gününü rahat geçirme ve enerji doldurma vasıtasıdır. Tavsiye edilmiştir?
114 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XIII, s.523, no:7345; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.430, no:11260; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.425, no:1363; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXIV, s.106, no:36961.
115 Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.359, no:355; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.408, no:5248; Harâitî, İ’tilâlü’l-Kulûb, c.I, s.35, no:32; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.431, no:11263; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143, no:412, 2144; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XVIII, s.270, no:19379.
Evlilik; neslin bekàsı için, insanın huzuru için, sükûnu için tavsiye edilmiştir.
Nefsin bazı arzuları doğru değildir. Meşru değildir. Normal değildir. Anormaldir. İşte onların karşısına çıkmak, İslâm’ın başlıca görevlerinden biridir. Çünkü bunlar, hilkatin kendisine koyduğu duyguları, başka istikametlere tevcih etmesinden kaynaklanmaktadır. Hilkatin yozlaşmasıdır, rayından çıkmasıdır. İstikametinden sapmasıdır.
Meselâ; kişinin yalnız kendisini düşünmesi, beni başkası ilgilendirmez demesi, kibir, ücub, cimrilik, riya, hırs, kin, gadab gibi kötü huylar ve nefsânî şehvetler dediğimiz bir yığın arzular... Tembellik, zevk ü sefaya düşkünlük, gaflet, söylenilen hakkı kabul etmemek, haram yemek, giymek, almak, işin kolayına kaçmak gibi bazı temayüller...
İnsan nefsinin ilk tutkusu, çocukluğunda yeme arzusuyla başlar diyor mutasavvıflar. Buna şehvet-i batın derler. Şeker ister, helva ister, çukulata ister, elma şekeri ister, horoz şekeri ister... Bu, midenin arzusudur, şehvetidir.
Sonra, şehvet-i ferc devresi, seks devresi gelir. O zaman, insanın başından aklı biraz yukarılara gider. Dinin emirlerinden, kontrolünden dışta, kabul edilmeyecek işlere sapabilir.
Bir zaman sonra aile kurar. O zaman dünya sevgisi gözünü kaplar. Hubb-u cem’-i mal: Mal toplama arzusu... Benim bu çocuklarım ne olacak?.. “Viran olası hanede evlâd ü iyâl var” duygusu başlar.
Sonra, zengin olunca, “Ben bu kadar zenginim de niye herkes bana itibar etmiyor; şöyle yükseklere çıksam da herkes bana itibar etse...” diye hubb-ü câh başlar. Mevki makam hırsı, arzusu başlar.
Bir zaman sonra, küçük mevkilerden de tatmin olmamaya başlar. Bu sefer hubb-ü riyâset başlar, âlâlardan daha âlâlara çıkmak ister... İşte bunlar, nefsin çeşit çeşit arzularıdır, hevasıdır.116
116 Coşan, Mahmud Es’ad, İslâm’da Nefis Terbiyesi, Millî Kütüphane, Ankara, 16. 10. 1989.
Nefsin bu arzuları; yâni hevâ-i nefs dediğimiz nefsin bu bitmez, tükenmez, tatsız, tuzsuz, zararlı, muzır, ısrarlı arzuları insanları çeşitli günahlara sürükler. Haramlara sürükler, hırsızlık yaptırır, başkalarını kandırtır. Namuslara lekeler, gölgeler düşürtebilir. İnsanlara içki içirtir, kumar oynatır. Heyecan duyuyorum diye, çeşitli gayr-i meşrû eğlencelere saptırır. Bu nefse dur demek lâzım! Bu nefsi ıslâh etmek lâzım!..
Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا (الشمس:٩-١٠)
(Kad efleha men zekkâhâ) “Kim nefsini ıslah ederse, kötülüklerden arındırırsa, o felâh bulmuştur, o kurtulacaktır.” O dünyada da başı dinç, başı dik bir insan olacaktır; ahirette de sevap alacak, mükâfat alacak, cennete girecektir, felâh bulacaktır.
(Ve kad hàbe men dessâhâ) “Onu ıslah edemeyen, kötülüklere gömen de ziyan etmiştir; dünyada da, ahirette de helâk olur.”117
İnsan nefsini ıslah edebilirse felâh buluyor; hem dünyada mutlu, bahtiyar oluyor, hem de ahirette cennetin yüksek derecelerini kazanıyor. Ama nefsine mağlub olursa, esir olursa, nefsinin hevâsına uyarsa, heveslerinin peşinde sürüklerse kendisini; o zaman da tabii hàib oluyor, perişan oluyor. Yaptığına milyon kere, milyar kere pişman oluyor. O bakımdan, nefsi yenmek çok önemli bir husus...118
Başka bir ayet-i kerimede ise şöyle buyruluyor:
وَأَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوَى. فَإِنَّ الْجَنَّةَ
هِيَ الْمَأْوٰى (النازعات:٠٤-١٤)
(Ve emmâ men hàfe makàme rabbihî ve nehe’n-nefse ani’l-hevâ) “Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi bu hevalardan,
117 Şems, 91/9-10 118 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 22. 07. 1994.
arzulardan alıkoyarsa; (Feinne’l-cennete hiye’l-me’vâ) o, cennete girecektir. Cennet onun durağı ve barınağı olacaktır.”119 O halde insanoğlunun iç terbiyesi, irade terbiyesi görmesi
lâzım! Kendi kendini kontrol eden bir insan olması lâzım! Zâten dinimizin ana gayelerinden birisi bu... Bu gàyeyi tahakkuk ettirmek için, bu nefsin terbiye edilmesi lâzım!..
b. Nefsin Terbiyesi
Coşan’a göre nefsin terbiyesi mümkündür. Tarih boyu bunun nice güzel misalleri görülmüştür. Nefsi terbiye etmenin ilmine tasavvuf diyoruz.
Nefis emmâre iken, Kur’an-ı Kerim’den, ayetlerden alınan bir takım sıfatlarla sıfatlandırılarak, hangi merhalelerden geçebildiği, nerelere vardığı belirtilmiştir.
Levvâme olur; hatasını anlayıp kendi kendisini tenkit etme, kritik etme noktasına gelir. Buna nefs-i levvâme derler. Sabah akşam nefsiyle mücadelede...
Nefsinin düşman olduğunu anladı, nefisle mücadele ediyor ama, nefis kuvvetli, bu zayıf... Küt yere vuruyor, yatırıyor bunu daimâ... Bu her seferinde:
“—Ah gene nefse yenildim, eyvah gene mağlup oldum, gene günahı işledim, gene hatayı yaptım. Benim hâlim ne olacak?” diye nefsine levm ediyor, kendisini kınıyor. İşte bu nefs-i levvâme...
Bir zaman sonra, mânevî hayatın bir takım güzelliklerini sezmeğe, Allah’tan gelen bir takım ilhamları almağa başlar. Buna nefs-i mülheme derler.
فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰ يهَا (الشمس:٨)
(Feelhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ.) [Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki...]120 ayetinden alır ismi. (Mülhime sözü yanlıştır, doğrusu mülheme.) Allah fücûrunu ve
119 Nâziat, 79/40-41 120 Şems, 91/8
takvâsını nefse ilham ediyor, doğruyu anlayabiliyor. Burası eğri, burası doğru diye biliyor.
Sonra istikrar kazanır. Oturur, karar bulur, sükûn bulur, rahat bulur. Karakteri sağlamlaşır. Kötülüğü sevmez. İyilikte severek devam eder hale gelir, mutmainne olur.
Mutmainne ne demek?.. Karar tutmuş, istikrar bulmuş demek. Artık nefis emmârelikten geçmiş, levvâmelikten geçmiş, ilhamlar, feyizler gele gele oturmuş, sağlam bir şey. Ne şeytana uyuyor, ne öyle arzulara kapılıyor, ne heveslere kapılıyor; kale gibi sağlam... Gemi gibi dümdüz yolunda gidiyor. İşte nefs-i mutmainne... Yâni mânevî güzel makamların ilki, mutmainne makamı diyorlar.121
Mutmainne olmuş bir nefs olunca da, mükâfatı hak eder:
يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ . اِ رْجِعِي إِ لَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً . فَادْخُلِي
فِي عِبَادِي . وَادْخُلِي جَنَّتِي (الفجر: ٧٢-٠٣)
(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh. İrcıî ilâ rabbiki radıyeten merdıyyeh. Fe’dhulî fî ibadî. Ve’dhulî cennetî) [Ey mutmain olan nefis! Sen ondan râzı, o senden râzı olarak Rabbine dön!.. Seçkin kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!]122 diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri ahirette ona iltifat buyurur.
Cennetine davet edeceği için radıyye, merdıyye; yâni, Rabbinin kendisine takdir ettiğinden razı, hoşnut, memnun, kadere itiraz etmeyen, Rabbinin her halini, her fiilini hoş gören;
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken
Ya hil’at ü yâhut kefen,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
121 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 28. 12. 1991.
122 Fecr: 89/27-30
gibi duyguların sahibi olan bir insan haline gelir. Tabii sonra, merdıyye; Allah tarafından sevilen bir insan haline gelir. Bundan yukarısı da peygamberlerin derecesi olan nefs-i safiyye’dir. Bu merhaleler, çeşitli metodlarla müslümanlara kazandırılmıştır.
Coşan’a göre, nefsin ıslahı için çâre, bizzat İslâm’ın kendisidir. İslâm’ın uygulanmasıdır. İslâm’ın emir ve yasaklarıdır. Çünkü o her şeyi ıslah eder. Namaz, bir insanı günde beş defa yıkayan, üzerinde kir pas bırakmayan ve daima kendisinin Rabbinin kulu olduğu şuurunda kalmasını sağlayan bir ibadettir.
Oruç, iradeyi eğiten çok kıymetli bir ibadettir. Nefsin şehvetlerini kesen, söndüren, bilhassa gençlere Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği bir ibadettir.
Zekât, merhamet duygusunu, yardımlaşma duygusunu, kardeşlik duygusunu geliştiren ve lafta bırakmayan, tatbikat sahasına indiren güzel bir ibadettir.
Hac, evrensel müslüman kardeşliğini sağlayan bir ibadettir. Dünya üzerinde hakkın hakimiyetinin sağlanması yolları ibadetlerle müslümanlara çizilmiş, mekanizma konulmuştur.
Nefsin ıslahı için yollardan bir diğeri, kurb-u nevâfil diye anlatılır. Bir hadîs-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurur:123
123 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2384, Rikàk, 84/38, no:6137; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.58, Birr ve İhsân, no:;347; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.206, no:7833; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.520, no:7087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.346, no:6188, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.4; Bezzâr, Müsned, c.II, s.460, no:8750; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.380; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.175, no:1438; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXVI, s.96, no:5460; Ebû Hüreyre RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.221, no:7880; Ebû Ümâme RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.256, no:26236; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IX, s.139, no:9352; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.327, no:1457; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, c.I, s.23, no:45; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVII, s.277, no:7491; Hz. Aişe RA’dan.
Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.II, s.381; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.168, no:4445; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.II, s.232; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.192, no:20301; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
وَمَا تَقَرَّبَ إِلَيَّ عَبْدِي بِشَيْءٍ أَحَبَّ إِلَيَّ مِمَّا افْتَرَضْتُ عَ ـلَـيْـهِ، وَ مَا
يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبُ إِلَيَّ بِالنَّ ـوَافِلِ حَتَّى أُحِبَّهُ؛ فَإِذَا أَحْبَبْـتُ هُ، كُـنْ ـتُ
سَمْعَهُ الَّذِي يَسْمَعُ بِهِ، وَبَصَرَهُ الَّذِي يُبْصِرُ بِهِ، وَيَدَهُ الَّتِي يَبْطِشُ
بِهَا، وَرِجْلَهُ الَّتِي يَمْشِي بِهَا (خ. عن أبي هريرة)
(Ve mâ tekarrabe ileyye abdî bi-şey’in ehabbe ileyye mimme’fteradtü aleyhi) [Kulum bana, kendisine farz kıldığım ibadetlerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz; en çok farz ibadetlerle yaklaşır. ( Ve mâ yezâlü abdî yetekarrabü ileyye bi’n- nevâfili hattâ ühibbehû) Kulum nâfile ibadetlerle de bana
yaklaşmaya devam eder, nihayet o kulumu severim. (Feizâ ahbebtühû) Bir kere de onu sevdim mi, (küntü sem’ahü’llezî yesmeu bihî) işiteceği kulağı olurum; (ve basarahü’llezî yübsiru bihî) göreceği gözü olurum; (ve yedehü’lletî yabtışü bihâ) tutacağı eli olurum; (ve riclehü’lletî yemşî bihâ) yürüdüğü ayağı olurum.]
“Kul, kendisine farz kılınmış olan ibadetleri yaptıkça, Allah’ın sevgisini kazanır ama, nafile ibadetlerle öyle bir gelişme gösterir ki, öyle ilerlemeye devam eder ki; Allah onun kıldığı nafile namazlarla, tuttuğu nafile oruçlarla, mecbur olmadan gönül hoşluğuyla verdiği sadakalarla, hayırlarla öyle bir mertebeye getirir ki, nihayet Allah o kulu sever. Ve Allah o kulu sevdiği zaman, gören gözü olur, duyan kulağı olur, tutan eli olur, yürüyen ayağı olur.” diyor Peygamber Efendimiz.
Bu, nefsin terbiyesinde ibadetlerin önemini gösteren, fonksiyonunu ifade eden hadislerdendir.
c. Nefis Terbiyesi ve Tarikatlar
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.229, no:1155-1160 ve c.VII, s.770, no:21327; Mecmaü’z- Zevâid, c.II, s.513, no:3498, 3499; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.82, no:6898; Nevevî, Riyâzu’s-Sàlihîn, c.I, s.246, no:1.
Coşan’a göre bilgili ve bilge bir kimseyi kendisine rehber edinmek ve ona teslim olmak; kendi ayıplarını onun direktifleriyle düzeltmeye çalışmak, kullanılmış çok yaygın bir yoldur. Hazret-i Peygamber’in yoludur.
Hazret-i Peygamber SAS, sahabesini sohbet metoduyla eğitmiştir. Yanında bulundurmak suretiyle, hayatın içinde uygulamalı olarak eğitmiştir. Onun için bu, en harc-ı alem, en güzel, en kolay, en müessir metoddur.
Onun için, biatler olmuştur. Tekkeler kurulmuştur. Tarikatlar kurulmuş ve çalışmıştır. Tarikatların her birinin kendisinin özel metodu vardır. Birbirlerinden farklı oldukları için tarikat adını almıştır. Bir başka yol, bir başka metod manâsına usüller çoktur.
Tasavvuf kitaplarında:
الطروق إلى اللَّ بعدد أنفاس الخلائق
(Et-turûku ila’llàhi bi-adedi enfâsi’l-halâik) buyrulmuştur. Yâni, “Allah’a giden yollar kulların, mahlûkların —değil kendileri— nefeslerinin sayısı kadar çoktur. Fevkalâde çoktur.” Ama, bunların elbette en kestirmesini, en müessirini seçmek meselesi vardır.
Mevlevîlerde duyarsınız, mutfakta çalışmıştır bir müddet. Aşçı olarak çalışmıştır. Ama, olgun bir derviştir. O meşakkati çeksin diye, o hizmet ona yüklenmiştir. Hizmet ederek izzet bulmuştur.
Aziz Mahmud-u Hüdâî’nin, Bursa kadısı iken, Üftâde Hazretleri’ne gidip kendisinin eğitimini istemesi üzerine, Üftâde Hazretleri’nin ona, sırığa ciğerleri taktırıp, Bursa sokaklarında ona ciğer sattırması meşhurdur. Çünkü, hakimliğin, kadılığın verdiği nefsî gururu, kibri ancak öyle sert bir metodla kırmak mümkün olur. Yoksa yanına yanaşılmaz.
Bahâeddîn Nakşıbend Hazretleri’nin senelerce —değil insanlara— hasta hayvanlara, kuşlara hizmet ettiği kayıtlıdır. Yedi sene kırık kanatlı kuşlara, hastalıklı kedilere ve sair mahlûklara hizmet ettiği yazılıdır. Çünkü, mahlûkata merhamet etmeyen, Allah’ın merhametine liyakat kesb edemez.
Tarikatlarda iki ana usûl vardır:
l. Tarîk-ı nefsânî: Nefsi riyâzetlerle eritmek, zayıflatmak; böylece aklın ve kalbin insan üzerinde kontrolünü ve hakimiyetini sağlamak yolu. Meşakkatli riyazet yolu... Bu metodu uygulayan tarikatlara Turuk-u Nefsâniyye derler. Yâni, nefsi ezme yoluyla insanın olgunlaşmasını, nefsin ıslahını sağlayan yoldur.
2. Tarîk-i rûhânî: Diğer bir yol da ruha kuvvet vererek, kalbi nurlandırarak insanı aşk ile şevk ile doldurup, aşkullah ve muhabbetullahtan gözü başka bir şey görmez hale getirip, her emri seve seve yapar hale getirmektir.
Kıllet-i taâm (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak), kıllet-i kelâm (lüzumsuz, mâlâyânî sözleri bırakıp az konuşmak, çok tefekkür etmek), uzleti enâm (insanlardan bir köşeye çekilip orada tefekkürle, ibâdetle meşgul olmak) ve zikr-i müdâm vardır. Allah- u Teàlâ Hazretleri’ni anarak sevap kazanmak suretiyle, kirlerden paslardan temizlenmek sûretiyle Allah’ın lütfuna erme metodu.
Bunun konsantre şekli; yâni, bir zamanda, bir mahalde yoğun bir şekilde uygulanan şekli halvettir, çiledir. Peygamber Efendimiz’in bir hadis-i şerîfi vardır, et-Tergîb ve’t-Terhîb’de;124
مَنْ أَخْلَصَ ِللَِّ أَرْبَعِينَ يَوْمً ا ظَهَرَتْ يَنَابِيعُ الْحِكْمَةِ مِنْ قَلْبِهِ عَلٰى لِسَانِهِ
(القضاعي عن ابن عباس؛ ش. حل. عن مكحول)
(Men ahlesa li’llâhi erbaîne yevmen) “Kim kırk gün Allah rızası için, ihlâs ile bir köşeye çekilip ibadetle meşgul olursa, (zaherat yenâbîü’l-hikmeti min kalbihî alâ lisânihî) gönlünden lisânına hikmet pınarları coşup akmaya başlar.” diye.
Onun için, kırk gün çile çekip erbaîne girip, halvete girip
124 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.285, no:66; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XIII, s.231, no:35485; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.359, no:1014; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.70; Mekhul Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.24, no:5271; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.224, no:2361; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXXI, s.394, no:45421; Münzirî, Tergîb ve Terhîb, c.I, s.24, no:13; RE. 398/11.
kendini kontrol edip, ibadetlerle meşgul olup yetişme usûlü vardır.
Eşrefoğlu Rumî’yi biliyoruz. Saadeddîn-i Hamevî’nin yanına gitmiş. Bir halvet çıkarmış, bir halvet daha çıkarmış, bir halvet daha çıkarmış... 120 gün, yâni dört ay ibadetle meşgul olmuş... Tabii, bu şeyler olmadan insanın gelişmesi mümkün olmuyor. Çünkü, insanoğlunun tabiatının sertliklerinin kırılması, ciddî çalışmalara bağlıdır.125
d. Kulluk ve Şehvetler
Coşan’a göre, nefsin şehvetleri çoktur. İnsanın şehvetleri yaşına göre öne çıkar: Küçükken şehvet-i batın vardır, yâni mide şehveti... Yemek ister, içmek ister, gazoz ister, şeker ister, çikolata ister, helva şekeri ister, kağıt şekeri ister, horoz şekeri ister, elma şekeri ister... Ayranı içer, arkasından gazoz ister, gazozu bitirir, arkasından bilmem ne ister filan... Yâni midesine hizmet.
Biraz büyüdü mü, şehvet deyince ilk hatıra gelen, bu sefer şehvet-i ferc denilen bazı cinsel arzulardır. Eğlenmek ister, flört ister, gezmek ister, konuşmak ister vs. Tabii bu kuvvetli bir arzudur. Allah bu arzuyu insanların içine koymuş, nesil devam etsin diye koymuştur. Hikmeti vardır, her şey hikmetlidir. Kontrol edilmediği zaman, insanların başını en çok belâya sokan budur. İnsanları günaha sokan, hapse düşüren ekseriyetle budur.
Midenin şehveti yemekle, karnı doydu mu biter. Şehvet-i ferc evlendiği zaman biter. Evlenince de bitmiyorsa, gözü hâlâ dışarıdaysa, artık onu recm etmek lâzım!
Ondan sonra, mal mülk sevgisi gelir. “Evlendim ya bir evim olsa, bir arabam olsa ya, biraz malım olsa ya...” filan diye onu ister. “Bizim bu çocuklar ne yapacaklar, evde ne yiyecekler, ne içecekler?..” filan demeye başlar. Mal mülk peşinde koşturur. Ticarete gider, şunu yapar, bunu yapar, uğraşır, didinir, onun peşinde koşar. Hubb-u cem’-i mal: Mal toplama arzusu... O da bir
125 Coşan, Mahmud Es’ad, İslâm’da Nefis Terbiyesi, Millî Kütüphane, Ankara, 16. 10. 1989.
kuvvetli arzudur. Sonunda para kazanmak için her şeyi yapar.
Haydi diyelim bu bakımdan da tatmin oldu, zengin oldu, malı da var. Bu sefer hubb-ü câh, mevki makam hırsı, arzusu başlar. “Ben bu kadar zenginim de niye herkes bana itibar etmiyor? Şöyle yükseklere çıksam da, herkes bana itibar etse...” demeğe başlar.
Küçük mevkilerden de bir zaman sonra tatmin olmamaya başlar. Bu sefer hubb-ü riyâset başlar; baş olma, en yüksek olma, bir tane olma arzusu gelir. Bir yerde başkanlık, reislik falan ister. Onun için başkalarıyla başkanlık mücadelesine girer. Milletvekili olmak ister. Milletvekili olmuşsa, “Niye ötekisi bakan oldu da ben bakan olmadım.” der. Âlâlardan daha âlâlara çıkmak ister.
Ondan sonra... Ondan sonra teneşir paklar insanı. Ondan sonra hiç olur ama, hiç oluncaya kadar hayatı anlayamaz.
Onun için, Bişr-i Hafî Hz. şöyle buyurmuş:126
لا تجد حلاوة العبادة، حتى تجعل بينك وبين الشهوات
حائطًا من حديد.
(Lâ tecidü halâvete’l-ibâdeh, hattâ tec’ale beyneke ve beyne’ş- şehevâti hàitan min hadîd) “Kendin ile şehevât-ı nefsâniyen arasında, arzuların arasında demirden bir duvar yapmadıkça ibadetin tadını duyamazsın, kulluğun tadını hissedemezsin!” Bu kuvvetli bir söz... Yâni ne demek istiyor Bişr Hazretleri: İbadetin tadını duymak için, şehvetleri terk etmek lâzım! Öyle terk etmek lâzım ki, zayıf bir terk değil, sanki onlarla aranda demirden bir duvar varmış gibi terk etmek lâzım!.. Kerpiçten merpiçten olursa, tuğlaları filan söker, yine öbür tarafa geçebilir insanlar. Demirden bir duvar yapmak lâzım!
Bunları terk ettiği zaman ibadetin tadını duyar insan. Bir şehveti terk ettiği zaman, hakikaten Allah onun ağzına bir bal damlatır, gönlüne bir tatlılık yayılır.
Nâ-meşrû şehvetleri, istekleri, arzuları, nefsin hevâsını terk etmedikçe, insan ibadetin tadını duyamaz ve seyr-i sülûkünde
126 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.43/7
ilerleyemez.127
e. En Güçlü İnsan
Coşan’a göre, insan kızdığı zaman, sinirlendiği zaman nefsine hàkim olabiliyorsa, nefsini yenebiliyorsa, o zaman güçlüdür, kuvvetlidir. Sabredemiyorsa, nefsine hàkim olamıyorsa, pehlivan da olsa zayıftır.
Bir hadis-i şerifte anlatılıyor ki, gençler birbirleriyle güreşiyorlarmış, el ense yapıyorlarmış. Peygamber SAS de oradan geçiyormuş. Uzaktan Peygamber Efendimiz’i görünce, utanmışlar; “Eyvah tam spor yaparken, birbirimizle güreşirken yakalandık.” diye.
Peygamber SAS Efendimiz yanlarına gelince, buyurmuş ki:128
لَيْسَ الشَّدِيدُ بِالصُّرَعَةِ، إِنَّمَا الشَّدِيدُ الَّذِي يَمْلِكُ نَفْسَهُ عِنْدَ الْغَضَبِ
(خ. م. حم. ق. عن أبي هريرة؛ د. عن ابن مسعود )
(Leyse’ş-şedîdü bi’s-sur’ati) “Pehlivan, güçlü kuvvetli insan, güreşte karşı tarafı yenen insan değildir; ( inneme’ş -şedîdü’llezî yemlikü nefsehû inde’l-gadab) asıl pehlivan, gadablandığı zaman kendisine, nefsine hakim olabilen kimsedir. Asıl kuvvetli olan
127 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 04. 07. 1992.
128 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.72, no:5649; Müslim, Sahîh, c.XIII, s.19, no:4723; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.236, no:7218; İmam Mâlik, Muvatta’
(Rivâyet-i Yahyâ), c.II, s.906, no:1613; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.446, no:1317; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.305, no:8270; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.241, no:21656; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.105, no:10226; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.363; Bezzâr, Müsned, c.II, s.377, no:7697; er-Rebi’, Müsned, c.I, s.274, no:710; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.25, no:1730; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.213, no:1212; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IV, s.189, no:1419; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VIII, s.347, no:25894; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.188, no:20287; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.522, no:7705; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.169, no:2140; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.248, no:19330.
odur.”buyurmuş.129
f. Nefis Kötülükleri Emreder
İnsanın içinde nefsi var. İnsanın nefsi kötülükleri ister. Yâni, Allah’ın yasaklamış olduğu, topluma da zararlı olan, kişinin şahsî hayatında da başarılarını engelleyen, ailevî hayatında da zararlı olan şeyleri ister nefsi... Bu ayet-i kerimede:
إِنَّ النَّفْسَ َلأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ (يوسف:٣٥)
(İnne’n-nefse leemmâretün bi’s-sû’) “Muhakkak ki, nefis kötülükleri çok çok emredicidir.”130 diye bildirilmiştir. Nefis bu, engel tanımaz, keyfine göre bazı şeyler ister.
Coşan’a göre, nefsin isteklerinin yapılmaması icâb ediyor. Bu mücadeleyi insan içinden vermediği zaman, toplumlar mahvoluyor, devletler yıkılıyor, milletler tarihten siliniyor, mâğlûbiyetler oluyor. Yâni insanoğlunun içindeki o kötü şeyleri emreden nefsine karşı çıkması, onu yenebilmesi çok önemli bir iş olduğu için, böyle bir çalışma İslâm’da çok şerefli bir çalışma olarak emredilmiştir bize... Bizim o çalışmayı yapmamız lâzım!
Onun için, hemen tevbe etmemiz lâzım! Cenâb-ı Hakk’ın yoluna dönmemiz lâzım! Döndüğümüz yolda sağlam yürümemiz lâzım! Allah’a vefâlı olmamız lâzım, verdiğimiz sözü tutmamız lâzım! 131
129 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 21. 11. 1992.
130 Yusuf, 12/53
131 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 07. 1995.
IV. MAHMUD ES’AD COŞAN’A GÖRE
TEVBE
a. Tevbe Nedir?
Tevbe, Arapça’da dönmek, dönüş mânâsına geliyor.
Coşan’a göre tevbe; insanın gittiği yanlış yoldan, Allah’ın rızasına uymayan hayat tarzından dönüş yapması, Allah’ın sevdiği, razı olduğu yöne dönmesi, Allah’ın istediği yola girmesi demek. Yâni, hatasını bırakması, hatalı istikàmetinden vaz
geçmesi demek.
Tevbe cân ü gönülden yapılırsa, ona tevbe-i nasuh denir. Yâni samîmî bir tevbe, gerçek bir tevbe mânâsına... İnsanın halini düşünüp, dünyayı ahireti iyice hesaplayıp, tefekkür eyleyip, hakîkî bir dönüşle Cenâb-ı Mevlâ’nın yoluna dönmesi gerekir.132 Tarikata girişte ilk yapılan iş tevbedir. Allah’a dönüş yapmağa tevbe derler. O halde anlaşılıyor ki, tevbe sadece “Tevbe yâ Rabbî!” demek değildir; tevbe insanın hayatının akışını, yönünü, yaşam tarzını değiştirmesi demektir. O bakımdan Allah’a tevbeyi güzel yapmak lâzım! 133 Coşan’a göre Allah’ın dergâhı, dergâh-ı ilâhi ümitsizlik yeri değildir. Allah tevbe edeni sever, tevbe edenin tevbesini kabul eder. Bu konuda şu hadis-i şerifi nakleder:134
“Kim bir günah işler de, kalbine bir yanma, içine bir pişmanlık düşerse; daha diliyle istiğfar etmeden, Allah o günahı affeder.”135 Sonra, başka bir hadis-i şerifi hatırlatır:136
132 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 02. 10. 1998.
133 Coşan, Mahmud Es’ad, Zikir Dersi Tarifi, Pensilvanya, U.S.A. 22. 07. 1995.
134 İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.241, no:1596; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.
135 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 10. 1994.
136 Buhàrî, Sahîh, c.IV, s.1774, no:4473; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2129, Tevbe
49/10, no:2770; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXIII, s.69, no:139; Hz. Aişe RA’dan.
Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.287, no:7663; sahabeden bir şahıstan.
مَنْ تَابَ إِ لَى اللَِّ، تَابَ اللَُّ عَلَ يْهِ
(Men tàbe ila’llàhi, tâba’llàhu aleyhi) “Kim Allah’a yönelirse, Allah’a tevbe ederse, Allah da ona yönelir, teveccüh buyurur.”
Demek ki tevbe, insanın yanlış yoldan, cahilâne yaşayıştan, câhilâne işlerden, günahlardan, haramlardan, kusurlardan, gafletlerden sıyrılıp Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği yola, yöne dönmesi demek oluyor.137
Coşan, akşam olunca herkesin derin derin düşünmesini; “Benim hayatım nasıl geçiyor, bu günüm nasıl geçti; kârım ne, zararım ne?.. Allah’ın sevdiği yolda mıyım, yanlış yolda mıyım?” diye kendisini hesaba çekmesini tavsiye eder.
Eğer günahkârsa; “Benim yolum yanlış, ben gaflete düşmüşüm! Cenâb-ı Mevlâ’nın razı olmayacağı işleri yapmışım. Aman kendimi toparlayayım!” diye tevbe edip, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna dönmesi gerektiğini söyler.138
b. Hayırlı İşleri Ertelemeyin!
Coşan’a göre, bazı insanlar günahları bırakıp da doğru yola girince, sıkıntılı bir hayat başlayacak diye korkarlar. Onun için
günahları, hataları, gevşeklikleri bırakmak istemezler; “İleride bırakırım!” derler. “İleride bırakırım!” demek, yâni tevbeyi geriye atmak, kötülükleri bırakmamak şeytanın bir aldatmacasıdır.
Coşan, bu konuda Peygamber SAS Efendimiz’den şu hadis-i şerifi nakleder:139
اَلتَّسْويفُ شُعَاعُ الشَّيْطانِ، يُلْقِيهِ فِي قُلُوبِ المُؤمِنِينَ
137 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 24. 11. 1995.
138 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 02. 10. 1998.
139 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.75, no:2420; Abdurrahman ibn-i Avf RA’dan.
İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.305; Ebû Seleme, babasından.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.371, no:10208; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XI, s.406, no:11072; RE. 198/4.
(الديلمي عن عبد الرحمن بن عوف
(Et-tesvîfu şuàu’ş-şeytàn) “Yarın yaparım, sonra yaparım diye, yapacağı bir hayırlı işi geciktirmek, geriye atmak düşüncesi, şeytanın bir ışınıdır. (Yulkîhi fî kulûbi’l-mü’minîn) Bu ışını mü’minlerin gönüllerine tutar, ‘Bunu ileride yap!’ der, öyle kandırır.” Şeytanın telkinidir bu.140
Şeytan bir insana kötü bir şeyi yaptıramazsa, bu sefer yapacağı iyi şeyleri yaptırmamağa çalışır. “Namaz kılma, oruç tutma, tevbe etme, zekât verme...” der. Onu da yaptıramazsa, tehir ettirir; “Tamam, ver ama sonra verirsin... Tamam, namazı kıl ama sonra kılarsın... Hacca gideceksin ama sonra git!” diye sonraya bıraktırır. Sonraya bıraktığı zamanda da, arada o iyi şeyi unutturur. Sonradan insan bir hatırlar, dizini döver:
“—Tüh, eyvah, ben falanca şeyi yapacaktım, unuttum gitti.” diye çok pişman olur ama iş işten geçer.
Bu şeytanın bir oyunudur. İleride yaparım diye iyi şeyleri ileriye atmak şeytandandır.141
c. Tevbeyi Geciktirmekten Sakının!
Peygamber SAS Efendimiz tevbede acele etmeyi emrediyor; tehir etmeyi, geciktirmeyi yasaklıyor, “Sakın tehir etmeyin!” diyor:142
إِيَّاكَ وَالتَّسْوِيفَ بِالتَّوْبـَةِ، وَ إِيَّاكَ وَالْ غُرَّةَ بِحِلْمِ اللَِّ عَنْكَ
(الديلمي عن ابن عباس)
(İyyâke ve’t-tesvîfe bi’t-tevbeti) “Tevbe etmeyi ileriye atmaktan,
140 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 13. 08. 1999.
141 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 02. 10. 1998.
142 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.388, no:1564; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.399, no:10291; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.327, no:9724; RE. 173/2.
geciktirmekten sakın! Şimdi yapmayayım da yakın bir zamanda, ileride yaparım diye ileriye atmaktan sakın! Yâni, hemen yap!” diyor Peygamber Efendimiz muhatabına...
Sonra devam ediyor: (Ve iyyâke ve’l-gurrate bi-hilmi’llâhi anke) “Allah’ın sana karşı halim selim davranmasına da aldanma!” diyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Esmâ-i Hüsnâ’sından birisi de Halîm’dir. Allah-u Teàlâ Hazretleri Halîm’dir, çok hilim sahibidir.
Hilim ne demek?.. Yumuşak davranmak, kızılacak bir şeyin karşısında bile parlamamak, sert davranmamak...
Coşan’a göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri halimliğinden dolayı günahkâr kula cezayı birden vermiyor. Kâfir, küfrüyle yaşıyor. Kàtil, adam öldürmüş, ortada geziyor. Hırsız, hırsızlığı yapmış, gene de yapıyor fırsat buldukça; başına yıldırımlar yağmıyor. Müslüman bir kul İslâm’ın emirlerini tutmuyor ama, başına bir belâ, bir ceza gelmiyor. Namaz kılmıyor da, yine sıhhati yerinde... Yine dükkânı tıkır tıkır çalışıyor, kasasına paralar yine şarıl şarıl, şıkır şıkır akıyor.
Aslında cezalı durumda olduğu halde, Allah mühlet veriyor.
“Belki kulum yaptığı hatadan üzülür, pişman olur, tevbe eder.” diye fırsat veriyor. Onun için, bir günahtan sonra, bir müddet kulun başına bir şey gelmiyor. Bu arada kul tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul ediyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulunun tevbe etmesinden çok memnun oluyor. Fevkalâde razı oluyor tevbe edenlerden... Kulun hatasını anlayıp dönmesini çok seviyor, onun için affediyor.
Şimdi bazı kullar, “Bak ben günah işledim de Allah başıma belâyı sarmadı, başıma yağdırmadı cezaları...” diye biraz böyle rahatlıyor; günahı bir daha işliyor, hatayı bir daha işliyor.
Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki:
“—Sakın Allah’ın sana o anda halim davranıyor olmasına aldanma!”
Neden?.. Halim davranır da, cezayı hak ettiğin zaman da, birden gazabıyla seni kahreder. Bir sille, bir şamar, bir ilâhî cezâ, belâ gelir, dokuz takla atar suçlu insan...
Neden?.. Verilen müddeti değerlendirmedi, Allah’ın tevbe için
zaman verdiğini anlamadı; günah üzerine günah işlemeğe devam etti. Nasihatleri tutmadı, ikaz edenlerin ikazlarına aldırmadı:
“—Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” dedi.
Coşan’a göre bugün için, bu hadis-i şerifteki nasihat çok önemlidir. Çünkü bugünün insanı hem günah işliyor, hem de Allah’tan rahmet bekliyor. Eski zamanın mübarek insanları, ömürlerini ibadetle geçiriyorlardı, gene azaptan korkuyorlardı:
“—Acaba Allah beni azabına uğratır mı?” diye, tir tir titriyorlardı.
Bu zamanın cahili de hem günah işliyor, hem de Allah’ın rahmetini bekliyor. Ne kadar tezat... Eskiler ne kadar ihtiyatlı, yeniler ne kadar ihtiyatsız... Ne kadar şaşkın, ne kadar yanlış düşünüyorlar!.. Yâni bu işin şakası yok ki, ya azaba uğrarsa, ondan kim kurtaracak onu?
Onun için, eskilerin yaptığı gibi hem ibadet, itaat etmeli, hem de, “İbadetlerim kabul oldu mu? Yoksa benim bilmediğim, anlayamadığım bir hatamdan, kusurumdan dolayı Allah beni cezaya çarptırır mı?” diye müteyakkız olmalı! 143
Coşan, tevbe konusunda başka bir hadis-i şerifi hatırlatır:144
عَجِّلـُوا بِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ!
(Accilû bi’t-tevbeti kable’l-mevt) “Ölüm geliverir; ölüm gelmezden önce tevbe etmekte acele edin!” diye Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi var.
Ölüm sizi günah üzerinde devam ederken, hatta günah işlemekte iken, tam günah anında yakalayıverir. Azrâil gelir, tam içki masasında canınızı alır, meyhanede canınızı alır, kumar masasında canınızı alır... Allah korusun, zina mahallinde canınızı alır. Suç üzere olmak çok fenâ...
Tabii ne yapmak lâzım?.. Suçu, günahı, hatayı, yanlışı, küçük de olsa, büyük de olsa hemen bırakmak lâzım! Tevbeyi
143 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 07. 1995; 29. 11. 1996.
144 Elbânî, Silsiletü’d-Daîfe, c.I, s.74, no:75.
geciktirmemek lâzım! 145
Coşan. tevbeyi terk etmek konusunda şöyle bir olay anlatır:
Kastamonulu Latîfî, şairlerin hayat ve eserlerinden bahseden Tezkire'sinde (s.100) Bezmî adlı bir şairi anlatırken şunları
yazmış:
“Bezmî, Rumeli'nden içki ve eğlence seven bir şairdi. Yavuz Sultan Selim devrinin sonlarında vefat etti. İçkiye ve içki meclislerine devam eden bir kimseydi.”
Örnek olarak verdiği şiirleri arasında, şu beyit de yer alıyor:
Tevbe ettim ki etmeyem tevbe,
Tevbeye tevbe-i nasùh olsun!..
Bunlardan anlaşılıyor ki, zavallı Bezmî devamlı içerek ve bu yolda devam etmekten pişmanlık da duymayarak, hattâ daha da ileri gidip tevbekâr olmamağa da iyiden iyiye azmederek, ayyaş ve kalender bir ömür sürmüş.
“—Peki ama, acaba ölümü nasıl olmuş?..” Bir meyhane köşesinde, kadeh elde, sarhoş ve günahkâr bir vaziyette iken ölmüş.146
d. Allah’a Yönelmeyene Allah Yönelmez
Coşan’a göre tevbe etmek lâzım, Allah’a yönelmek lâzım! Allah’a yönelmeyene Allah da teveccüh etmez, tevbesini kabul etmez, yanlış yoldan döndürmez. Kul yanlış yoldan dönmek isteyecek ki, Allah onu döndürsün.
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:147
مَنْ لاَ يَسْتَغْفِرُ اللََّ، لاَ يَغْ فِرُ اللَُّ لَهُ ؛ وَمَنْ لاَ يَتُوبُ، لاَ يَ تُوبُ اللَُّ عَلَيْ ه؛
145 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 02. 10. 1998.
146 Coşan, Mahmud Es’ad. Diyanet Gazetesi, sayı.193, s.4, 15. 07. 1978.
147 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.629, no:5967; Hz. Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.396, no:10284; RE. 447/3.
وَمَنْ لاَ يَرَ ْْحَمُ، لاَ يَرْحَمُهُ اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ (ابو الشيخ عن جرير)
(Men lâ yestağfiri’llâh lâ yağfiru’llàhu lehû) “Bir kimse ki Allah’a istiğfar eylemiyor, Allah’tan mağfiret taleb etmiyor, affını istemiyorsa, Allah onu mağfiret etmez.”
(Ve men lâ yetûbu lâ yetûbü’llàhu aleyh) “Kim Allah’a tevbe edip yönelmezse, Allah da ona teveccüh etmez, yönelmez, tevbesini kabul etmez.”
(Ve men lâ yerhamu lâ yerhamhu’llàhu azze ve celle) “Kim merhamet etmezse, Aziz ve Celîl olan Allah da ona merhamet etmez.” Coşan’a göre bunun sebebi, insanların dünyaya imtihan için gönderilmesidir. Allah dilerse;
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ َلآمَنَ مَنْ فِي اْ لأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا (يونس:٩٩)
(Ve lev şâe rabbüke leâmene men fi’l-ardı küllühüm cemîà.) “Ey Muhammed-i Mustafâ’m, eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde ne kadar insan varsa, hepsi toptan imana gelirlerdi, hiç kâfir kalmazdı.”148 Çünkü, bir mucize gösterir Cenâb-ı Hak, herkes diz çöker, secdeye kapanır, “Ne büyüksün yâ Rabbi! Anladım gerçeği...” der, imana gelir. Ama dünya imtihan yeri olduğundan, Allah-u Teàlâ Hazretleri serbest bırakıyor.
Serbest bırakınca da, küfrü mü seçecek, imanı mı seçecek, cenneti mi isteyecek, cehennemi mi isteyecek, doğru yolda mı gidecek, kötü yolda mı gidecek; kul kendisi karar verecek.
“—Beni affet yâ Rabbi!” diyecek ki, Allah affetsin.
Allah’a yönelecek, tevbe edecek ki, Allah onun tevbesini kabul etsin, ona teveccüh buyursun.149
e. Günahı Küçük Görmekten Sakının!
Coşan’a göre günahları küçük görmek, önemsememek,
148 Yunus, 10/99
149 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 28. 08. 1998.
sahibine çok büyük bir ceza getirebilir. Günahları önemsemeyen insanın, küçük günahları birikir, birikir; sonra kendisini yakıp mahveden korkunç bir ateş olabilir.
Bu konuda şu hadis-i şerifi nakleder:150
“—Günahların küçük, önemsiz görülenlerinden aman çok sakının! Bu önemsenmeyen, aldırılmayan, küçük gibi sanılan günahlar şuna benzer: Birtakım insanlar, bir vadinin ortasındaki düzlüğüne gelmişler, konaklamışlar. Birisi bir dal getiriyor, öbürü bir başka dal getiriyor. Herkes bir parça dal getiriyor. Nihayet, ekmeklerini pişirecek miktarda malzemeyi topluyorlar.
Hepsi birikince yakıyorlar, kocaman bir ateş oluyor. Ondan sonra ekmeklerini pişiriyorlar, yiyorlar.
Küçücük dallar bir araya toplandığı zaman, çok büyük bir ateş oluyor. İşte önemsenmeyen günahlar da böyledir. O günah sahibini Allah bir hesaba çekerse, o küçük görülen, önemsenmeyen günahtan dolayı helâk olur. Öyle günahı küçük görmek olmaz! ” Efendimiz SAS, bu hadis-i şerifinde bizi küçük günahları önemsememe durumuna düşmekten men ediyor. “Canım ne olacak, az bir günah, küçük bir günah, önemsiz bir günah...” diye, aldırmayıp işlemekten men ediyor. “Sakın ha öyle yapmayın, günah küçük de olsa sakının, çekinin!” demiş oluyor.
Coşan, günah işleme konusunda, İbn-i Haceri’l-Askalânî’nin Münebbihat’ından şu sözü nakleder:
“—Günahların küçüklüğüne bakmayın, kime karşı işlendiğini düşünün o hatanın!”
150 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.331, no:22860; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VI, s.165, no:5872; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.219, no:7323; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.II, s.129, no:904; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.456, no:7267; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.380, no:1527; Ramhürmüzî, Emsâlü’l- Hadîs, c.I, s.105, no:67; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.314; Sehl ibn-i Sa’d RA’dan.
Lafız farkıyla: Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.402, no:3818; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.212, no:10500; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.184, no:20278; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.369, no:10203; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.359, no:9813; RE. 173/9.
Sonra izah eder: Kime karşı işleniyor günah?.. Cenâb-ı Hakk’ın emri çiğneniyor, haramı işleniyor. Kime karşı işleniyor bu cürüm?.. Allah’a karşı... Binaen aleyh, çok büyük bir terbiyesizlik, çok kötü bir şey...
O halde herkes ayağını denk almalı, küçük günahlardan bile kaçınmalı! 151
f. Tevbenin Hakîkati
Coşan’a göre tevbe, sözle “Tevbe yâ Rabbi, beni affet yâ Rabbi!” demek değildir. Tevbe, hayatının tarzını değiştirmektir, yolunu değiştirmektir. İnsanın kafasını, gönlünü değiştirmesidir; gayelerini, ideallerini değiştirmesidir. İnsanın kötülükleri bırakmasıdır, güzel tarafa dönmesidir, hayatında dönüş yapmasıdır.
Duyuyoruz:
“—Falanca adam vardı, bir dönüş yaptı, çok iyi müslüman oldu.” diyorlar.
“—Daha önce nasıldı?..”
“—Meyhaneden çıkmazdı, içki içerdi, kumar oynardı, haylazdı, yol kesiciydi, hayduttu...”
Tarih kitaplarında böyle insanlar var. Haramîymiş, dağ başlarında kervan soyarmış, silah çekermiş, soygunculuk yaparmış. Allah bir vesileyle gönlüne bir yumuşaklık vermiş, dönmüş; Allah’ın yoluna girmiş, çok gözyaşı dökmüş, ibadetler etmiş. Ondan sonra, çok iyi bir insan olmuş, tarihe çok büyük bir insan olarak geçmiş.
İnsan pişman olup da iyi yola girdiği zaman, Allah-u Teàlâ onun geçmiş günahlarını siliyor. Defterden siliyor, meleklerine unutturuyor. O olayların cereyan ettiği araziye, bölgelere, eşyalara, meleklere, her şeye unutturduğunu bildiriyor.
Coşan, tevbe konusunda iki hatırasını nakleder:
Amerika’da bir şehirde bana, çok güzel hizmet eden, yaşlı bir siyahi zenci müslümanı gösterdiler. Yaşlanmış ama camide çok güzel hizmet ediyordu.
151 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 07. 1995; 24. 09. 1999.
“—Hocam bunu biliyor musunuz, kim bu?” dediler.
Tabii ben oraya ilk defa gittiğim için:
“—Bilmiyorum. İlk defa görüyorum. Siz de biliyorsunuz benim buraya ilk defa geldiğimi...” dedim.
“—Bu şahıs buranın mafya çetesinin reisiydi, gangsterdi. Ama sonradan müslüman oldu, işte böyle düzeldi. Şimdi de çok güzel müslümanlık yapıyor.” diye söylediler.
New York’ta birisini söylediler. Teksas’ta petrol kuyuları olan bir yahudi müslüman olmuş. “—Samîmî, gerçekten müslüman olmuş mu?..” dedim.
“—Çok güzel müslüman oldu. Caminin hizmetlerini yapıyor, eşikte oturuyor. Gayet güzel ahlâk sahibi, çok mütevâzı, çok güzel hizmetler ediyor, ibadetler ediyor.” dediler.
İşte dönüş, yâni tevbe bu. Gerçek bir dönüş hepimiz için gerekli... Hepimiz kendi hayatımızın, şöyle bir geriye dönüp muhasebesini yapmalıyız ve bir dönüş yapmalıyız. Nereye dönüş yapmalıyız?.. Güzelliğe, fazilete, iyiliğe, dindarlığa, Allah’ın sevdiği yola, Allah’ın sevdiği bir insan olmaya dönüş yapmalıyız.152
g. Israrı Terk Etmek
Coşan, tevbe konusunda Hàris el-Muhàsibî Hz.nin bir sözünü nakleder. Buyurmuş ki:153 “—Kulu tevbeye sevk eden, ısrarı terk etmesidir. Günahı tekrar tekrar işlemeyi terk etmesidir.”
İnsan bir kere bir günahı işleyebilir ama onu alışkanlık haline getirmeyecek, yapmışsa tevbe edecek, bir daha düşmemeğe gayret edecek, ısrar etmeyecek.
Israr etti mi, küçük günahlar bile büyür. Peygamber SAS buyurmuş ki:154
152 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 09. 12. 1994.
153 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.58/6.
154 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.199, no:7994; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.456, no:7268; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.218, no:10238; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2072, no:3071; Suyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XVI, s.452, no:17251.
لاَ صَغِيرةَ مَعَ الإِ صْرَارِ ، وَلاَ كَبِيرَة مَعَ اْلاِسْتِغْفَارِ
(الديلمي، هب. عن ابن عباس)
(Lâ sağîrete mea’l-ısrâr) “Israr olduğu zaman küçük günah kalmaz, küçük günah büyür. Çünkü ısrar ediyor, inat ediyor, tekrar ediyor, devam ettiriyor; o zaman büyür. (Ve lâ kebîrete mea’l-istiğfâr) Tevbe edince, büyük günahlar da affedilir.” diye bildiriliyor.
Demek ki, kulun tevbe etmesinin asıl sebebi, ısrârı terk etmesidir. O halde bizler günahta ısrar etmeyeceğiz. Yaptığımız bir hata küçük de olsa tekrar tekrar yapmayacağız. Bir defa yapmışsak, hemen bırakacağız. Israrı bırakınca Allah tevbeyi nasib ediyor. Israr ederken tevbe olmaz.155
h. Samîmî Tevbenin Karşılığı
Coşan’a göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri, günahkâr da olsa kullarını bağışlıyor, tevbe edenleri seviyor:
إِنَّ اللَََّّ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُ تَطَهِّرِينَ (البقرة:٢٢٢)
(İnna’llàhe yuhibbu’t-tevvâbîne ve yuhibbu’l-mütetahhirîn.) “Hiç şüphe yok ki, Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri, temizlikte titizlik gösterenleri sever.”156 diye tevbekâr kulları sevdiğini bildiriyor.
Sonra:
وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى (طه:٢٨)
(Ve innî legaffârun limen tâbe ve âmene ve amile sàlihan
155 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 28. 11. 1992.
156 Bakara, 2/222
sümme’htedâ.) “Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen, sonra doğru yolda giden kimse için çok afv u mağfiret ediciyim.”157 diye ayet-i kerime var.
Müslüman olmayan bir kimse imana gelse, o imanı geçmiş bütün günahların hepsinin silinmesine sebep olur.
Günahkâr bir kul samîmî, içten, candan bir tevbe ile tevbe etse, hayatının akışını değiştirse, hayata bakışını değiştirse, davranışları tamamen Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun şekilde olmaya başlarsa; böyle bir dönüşü Allah sever ve geçmiş günahlarını siler.
Coşan, bu konuyu açıklayan başka bir hadis-i şerifi naklediyor: Buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:158
مَنْ أَحْسَنَ فِيمَ ا بَ قِيَ، غُفِرَ لَ هُ مَا مَضٰى؛ وَمَنْ أَسَأَ فِيمَا بَقِيَ،
أَخَذَ بِمَا مَضٰى وَمَا بَقِيَ (كر. عن أبي ذر)
(Men ahsene fîmâ bakıye, gufire lehû mâ madà) “Kim tevbe ettikten sonraki yaşamında, ömründe iyi kulluk yaparsa, kulluğunu Allah’ın istediği tarzda yaparsa; (gufire lehû mâ madà) bu tevbesinden önceki geçmiş günahları, Allah tarafından afv u mağfiret olunur.”
(Ve men esâe fîmâ bakıye) “Ama geriye kalan zamanında kötülük ederse: (uhize bimâ madà ve mâ bakıye) hem geçmişte işlediği günahlardan, hem de daha sonraki işlediklerinden hesaba çekilir, cezası verilir.”
Demek ki, insan tevbesinde sàdık olmalı, tevbesini bozmamağa çok gayret etmeli; dönüşü erkekçe, mertçe, samimi olmalı, sağlam
157 Tàhâ, 20/82
158 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.46, no:6806; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.382, no:664; Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.422, no:10357; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXV, s.374; Ebû Zerr-i Gıfârî RA’dan.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.564, no:5769; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.244, no:10357; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1360, no:2363; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXXI, s.385, no:45358; RE. 398/4.
olmalı, tam olmalı, kesin olmalı! Artık imandan sonra geriye dönmemeye, güzel yola döndükten sonra eski hatalarını tekrar
işlememeye çok gayret etmeli! 159
i. Allah Mağfiret Dileyen Kulundan Hoşlanır
Coşan’a göre, Allah-u Teàlâ kulunun kendisine yönelmesini seviyor. Kul günahkâr ve suçlu bile olsa, kendisine iltica edip yalvarmasından, af dilemesinden hoşlanıyor. Bu konuda şu hadis- i şerifi naklediyor:
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:160
يَعْجَبُ الرَّبُّ مِنْ عَبْدِهِ، إِذَا قَالَ: رَبِّ اغْفِرْ لِي! وَيَقُولُ : عَلِمَ
عَبْدِي، أَنـَّ هُ لاَ يَغْفِرُ الذُّنوُبَ غَيْرِي (حم. عن علي)
(Ya’cebü’r-rabbü min abdihî, izâ kàle: Rabbi’ğfirlî) “Kul, ‘Ey Rabbim, beni mağfiret eyle!’ dediği zaman, Allah o kulundan memnun olur, hoşnut olur, beğenir, sever kulunu... (Ve yekùlü) Buyurur ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: (Alime abdî ennehû lâ yağfiru’z-zûnûbe gayrî) ‘Aferin, kulum benden başkasının günahları mağfiret etmediğini bildi.’ der.”
Tabii bu da bir şuurdur, bir idraktir. Çünkü bazı insanlar Allah’ın varlığını anlayamıyor, birliğini anlayamıyor, hikmetlerini anlayamıyor. Doğrusu; yeri göğü böyle hikmetle, böyle düzenle, böyle mükemmellikle, böyle güzellikle yaratan Rabbimiz... Bunu anlayabilmek, Allah-u Teàlâ’nın hoşuna gidiyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri ma’rifetullaha sahip olanı seviyor.
Halbuki kul suçlu; suçlu olduğu için, (Rabbi’ğfirlî) “Yâ Rabbi benim günahım var, beni mağfiret eyle, affeyle!” diyor. Allah onun
159 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 01. 11. 1996.
160 Ebû Dâvud, Sünen, c.VII, s.174, no:2235; Tirmizî, Sünen, c.V, s.501, no:3446; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.97, no:753; Taberânî, Dua, c.I, s.250, no:786; Tirmizî, Şemâil-i Muhammediyye, c.I, s.191, no:234; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.20, no:132; İbn-i Asâkir, Hadîs-i Erbaîn, c.I, s.41; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.393, no:10275; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.154, no:26855; RE. 511/11.
günahına bakmıyor da, kendisinin Rab olduğunu anlayıp, kendi dergâhına yönelmesine, kendisinden af dilemesine bakarak onu seviyor ve ondan hoşnut oluyor, onu affediyor.
Bu çok önemli aziz ve muhterem kardeşlerim! Bazı insanlar bu önemli noktayı kavrayamıyorlar. Yâni Cenâb-ı Hak, ne kadar günahkâr olursa olsun kul tevbe etti mi, mağfiret diledi mi hoşnut olur, sever.161
Coşan’ın naklettiği başka bir hadis-i şerifte, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurur: “Günahkâr, kusurlu, pür-hatâ bir kul, elini Cenâb-ı Mevlâ’ya açar ve gönlünü, yönünü döndürür ve ‘Yâ Rabbî!’ yâni, ‘Ey benim Rabbim!’der. Allah-u Teàlâ Hazretleri onun ‘Yâ Rabbî!’ demesine nazar buyurmaz. Çünkü günahlı, çünkü suçlu, çünkü hatâları çok...
Sonra kul yine devam eder, tekrar ‘Yâ Rabbî!’ der. Cenâb-ı Hak yine nazar buyurmaz; çünkü kabahati, kusurları çok...
Ama üçüncü defa, ‘Yâ Rabbî!..’ diye tekrar söyleyince, o zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine der ki:162
قَدِ اسْتَحْيَيْتُ مِنْ عَبْدِي، وَ لَ يْسَ لَهُ رَبٌّ غَيْرِي.
161 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 23. 07. 1999.
162 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.468, no:1488; Tirmizî, Sünen, c.V, s.556, no:3556; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1271, no:3865: İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.160, no:876; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.675, no:1831; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.X, s.443,no:19648; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.211, no:2965; Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.165, no:1111; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.138, no:337; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.235, no:1311; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVIII, s.465, no:7486; Selmân-ı Fârisî RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.423, no:13557, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan;
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.31, no:4591; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.III, s.391, no:1867, Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.142, no:4108; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.II, s.251, no:3250; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.61, no:912; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.64, no:3128, 3166, 3167, 3266-3268; Câmiu’l-Ehàdîs, c.IX, s.16, no:7811-7814; RE. 87/13.
(Kad istahyeytü min abdî, ve leyse lehû rabbün gayrî) “Ey meleklerim, ben bu kulumdan utandım! Onun benden başka Rabbi, Mevlâsı olmadığını bildiği halde ve bana ‘Yâ Rabbî!.. Yâ Rabbî!.. Yâ Rabbî!..’ diye yöneldiği halde, ona icabet etmemekten ben utandım ve onu mağfiret ettim.” buyurur.
Şeyh Sa’dî burada diyor ki:
“—Şu Mevlâ’nın keremine, lütfuna bakın ki, günahı kul işliyor, yapıyor; ama Allah affetmemeğe utanıyor!..”
Tabii asıl utanması gereken kul... Çünkü hatâlı, çünkü günahkâr, çünkü suçu, kabahati çok... “Ama öyle ısrarlı isteyene vermemek benim şânıma yakışmaz!” diye Cenâb-ı Hak, “Ben kulumdan utandım. O benden başka Mevlâsı olmadığını bildiği
için, ben onu afv ü mağfiret ettim. Şâhit olun, onu bağışlıyorum.” diyor.163
j. Gençlikte Tevbe Daha Güzel!
Coşan’a göre gençlikte, insanın kanı kaynarken, canı isterken, duyguları kuvvetli iken insan tevbe ederse, iyi olur. O zaman, gençliğinden itibaren ömrünü sevaplı geçirmiş olur. Uzun yıllar günahta yaşamış yaşamış da, sonradan tevbe etmiş insan gibi olmaz. Bu konuda şu hadis-i şerifi nakleder:
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:164
وَالتَّوْبَةُ حَسَنٌ، وَ لٰكِنَّ فِي الشَّبَابَةِ أَحْسَنُ .
(Ve’t-tevbetü hasenün) “Tevbe güzeldir. İnsanın günahlarından dönmesi, Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, doğru yola girmesi güzeldir; (ve lâkinne fi’ş-şebâbeti ahsen) fakat gençlikte tevbe daha güzeldir.”
Yaşlılıkta zaten günaha mecali kalmadığı için, tevbe etmek
kolaydır. Gençlikte duygular çok kuvvetli olduğu için, tevbe etmek
163 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 04. 12. 1998.
164 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.329, no:3492; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1353, no:43551; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.269, no:13086.
zordur. Onun için, genç insanın tevbe etmesinin kıymeti daha fazla, sevabı daha fazla...165
k. Tevbekâr Genç, Günahkâr Yaşlı
Coşan’a göre gençlerin tevbekâr olması çok kıymetli olduğu gibi, yaşlıların da günahlara devam edip, gençlere kötü örnek olması çok fena bir şey...
Bu konuda Peygamber Efendimiz’den şu hadis-i şerifi nakleder:166
مَا مِنْ شَيْءٍ أَحَبُّ إِلَى اللَِّ عَزَّ وَجَلَّ مِ نْ شَاب تَائِبٍ، وَمَا مِنْ شَيْءٍ
أَبــْغَـضُ إِلَى اللَِّ مِنْ شَــيْـخٍ مُقِـيمٍ عَلٰى مَـعـَاصيـهِ؛
(Mâ min şey’in ehabbu ila’llàhi azze ve celle min şâbbin tâibin) “Pek azîz ve pek celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tevbe etmiş, doğru yolda yürüyen bir genç delikanlıdan daha sevimli hiç bir şey yoktur. (Ve mâ min şey’in ebgadu ila’llàhi min şeyhin mukîmin alâ meàsîhi) Allah-u Teàlâ’nın, yaşına rağmen Allah’a isyanda devam eden, günahta ısrar eden yaşlı kimseden daha çok kızdığı bir şey yoktur.”
Birinci cümlede, tevbekâr gencin Allah’ın en sevgili kulu olduğu belirtiliyor, ondan daha sevgilisi yoktur diye bildiriliyor. İkinci cümlede de, günahta ısrar eden ihtiyarın da, Allah’ın en çok kızdığı kimse olduğu bildiriliyor.
Demek ki, gençler Cenâb-ı Hakk’ın yolunda yürümeye gayret etmeli! Hata etmişse bile, hemen tevbe edip Cenâb-ı Hakk’ın yoluna girmeli! Onlar böyle tevbekâr olur, hatalardan, günahlardan uzak dururlarsa, çok sevap kazanacaklar, Allah’ın sevgili kulu olacaklar. Çok güzel bir şey...
165 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 21. 03. 1997. 166 İlk cümlesi: İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.IV, s.418, no:1282; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.118, no:963; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.379, no:10233; RE. 383/9.
Bir de yaşlanmış, saçı sakalı ağarmış adam, hâlâ günahta ısrar ediyor. Bu da çok çirkin bir şey!..
Neden?.. Çünkü bu kadar yaş yaşamış, eğriyi doğruyu öğrenmiş; esintili çalkantılı zamanları geçmiş, durulmuş, sakinleşmiş. Bunun hâlâ günahta ısrar etmesi, gençlere kötü örnek olması, toplum için büyük zarar, son derece kötü bir şey...
Onun için, böyle günah işleyen yaşlı kimselerin de kendi kendine:
“—Yâhu emekliliğin yaklaştı, saçın başın ağardı. Çocukların evlendi, torunlara kavuştun, karıştın. Hâlâ bu gidiş nereye? Nereye doğru gidiyorsun, nedir bu senin hâlin?..” diye ciddî ciddî sorması lâzım!
Aklını başına devşirmesi, tevbekâr olması lâzım! 167
l. Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez
Coşan’a göre, kul hatasını anladığı zaman, boynunu büktüğü zaman, tevbe ettiği zaman, Rabbü’l-àlemîn affeder. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek yoktur. “Allah beni affetmez, affetmeyecek, mahvoldum, bittim, çaresiz bir durumdayım...” diye bir şey yok.
Bu konuda şu ayet-i kerimeyi okur:
قُلْ يَاعِبَادِي الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللََِّّ ،
إِنَّ اللَََّّ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُ وَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الزمر:٣٥)
(Kul) “Ey Habîbim, o mü’minlere müjdele, söyle: (Yâ ibâdiye’llezîne esrafû alâ enfüsihim) Ey nefislerine israf etmiş olan, yâni günah işlemiş, nefislerine zulmetmiş olan kullarım! (Lâ taknetû min rahmeti’llâh) Günah işledim diye Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşmeyiniz!. (İnna’llàhe yağfiruz’-zünûbe cemîa) Rabbü’l-àlemîn, hiç şüphe yok ki günahları toptan affeder. (İnnehû hüve’l-gafûru’r-rahîm) Çünkü o çok mağfiret edici, çok merhamet edicidir. Rahmeti çok engindir. Günahları çok da olsa,
167 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 28. 07. 2000.
toptan affeder.”168 Onun için, Allah CC Hazretleri’nin rahmetinden ümit kesmek haramdır. İçki içmek haram, faiz yemek haram, hırsızlık haram, şu haram bu haram... Allah’tan ümit kesmek de böyle günah, bunun gibi haram...
Coşan, bu konuda Mevlânâ’nın türbesinin duvarına asılı
meşhur dörtlüğü söyler ve izah eder:169
بازآ بازآ، هر آنچه هستی بازآ
گر کافر و گبر و بت پرستی بازآ!
اين درگه ما درگه نوميدی نيست؛
صد بار اگر توبه شکستی بازآ!
Bâz â bâz â, her an çi hestî bâz â!
Ger kâfir ü gebr u putperestî bâz â!
İn dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nist;
Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â!
(Bâzâ bâz â, her an çi hestî bâz â) “Vaz geç, dön gel! Her ne olursan ol, o yanlış yolu bırak, dön gel!” Bâz âmeden, vazgeçip gelmek demek. Yâni dön, bırak gel mânâsına geliyor, rücû et mânâsına geliyor.
(Ger kâfir ü gebr u putperestî bâz â) “Kâfir de olsan, ateşperest de olsan, putperest de olsan, bırak o yanlış yolu, vazgeç, dön, bu hak yola gel!”
(İn dergeh-i mâ) Bizim şu ilâhî dergâhımız, yâni Allah-u Teàlâ
Hazretleri’nin dergâh-ı izzeti, (dergeh-i nevmîdî nist) ümitsizlik dergâhı değildir.
(Sad bâr eger tevbe şikestî) “Zayıflık gösterip, ayağın günaha kayıp da yüz defa tevbeni bozmuş olsan bile, (bâz â) yine dön, yine
168 Zümer, 39/53
169 Bu Farsça kıta Mevlânâ’nın değildir; Mevlânâ’dan önce yaşayan bir İranlı şairindir. MEC.
gel! Yine kabul eder Allah...”170
Coşan’a göre, bir müjdeli durum var: Kul ne kadar günahkâr olsa, Allah affedebilir.
Onun için, kul tevbe ederken günahı bırakacak; bir... Günahına pişmanlık duyacak; iki... Bir daha hiç günah işlememeğe azm ü cezm ü kasd edecek; üç... Sonra yine hata ederse... Yâni niyeti etmemekti ama, yine ayağı kaydı, yine ayağı sürçtü, yine hata etti, yine pişman oldu, yine yüzü karardı... Yine tevbe eder, yine Allah kabul eder.
Ama bile bile, ısrarla günah işlerse, o zaman Allah sevmiyor.
Günahta ısrar ederken, günahı bırakmağa niyeti yokken diliyle tevbe eden, Rabbiyle alay eden kimse gibidir. Onun günahı çok büyük...171
m. Allah’ın Kuluna Karşılık Vermesi
Coşan, Allah-u Teàlâ’nın kuluna karşılık vermesi konusunda meşhur bir hadis-i şerifi nakleder. Ebû Hüreyre RA’ın rivâyet ettiğine göre, şöyle buyurmuş Peygamber SAS Efendimiz:172 “Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki: Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim.”
Coşan, bu sözlerin mânâsını şöyle açıklıyor:
170 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 02. 10. 1998.
171 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 18. 01. 1992; Cuma Sohbeti, Akra, 22. 12, 2000.
172 Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2694, no:6970; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2067, no:2675; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.413, no:9340; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.479, no:6601; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.412, no:7730; Taberânî, Dua, c.I, s.27, no:18; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.505, no:1029; Ebû Hüreyre RA’dan.
Buhàrî, Sahîh, c.VI, s.2741, no:7098; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.272, no:13899; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.457, no:3180; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.254, no:6141; Bezzâr, Müsned, c.VI, s.503, no:2543; Selmân-ı Fârisî RA’dan.
Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.323, no:17502; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.396, no:1137; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.891, no:1897; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.15, no:12; Süyûtî, Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.41, no:14922; RE. 328/1.
Allah-u Teàlâ Hazretleri mekândan münezzehtir. Her yerde hâzır ve nâzır olduğu için şuradadır diyemeyiz. Zâtını bilmemiz mümkün değil. Ama, “Bana bir karış gelirse, ben bir arşın gelirim.” diyor. Sanki iki cismin birbirine yaklaşması gibi söylüyor. Neden?.. Bizim aklımız alsın diye... Allah-u Teàlâ Hazretleri bize meseleleri anlatmak için böyle buyuruyor.
Buradan çıkan mânâ ne?..
“—Kulum bana biraz yaklaşma gayreti gösterirse, yâni bana iyi kulluk etmeğe yönelirse, tevbe ederse, iyiliğe yönelirse; ben ona çok daha fazla lütfederim.” demek.
“—O az bir şey yapınca, ben ona lütfumu, keremimi, rahmetimi fazla fazla ihsân ederim, saçarım!” demek.
“—O bana kavuşmak için, benim rızamı elde etmek için ufacık bir gayret, bir kıpırdama gösterirse, ben de ona fazlasıyla lütuf kapılarımı açarım, umduğunu fazlasıyla ona ihsân ederim.” demek.
Onun için, şairin birisi demiş ki:
Rahmeteş râ bahâ ne-mihûyed;
Belki u râ bahâne micûyed.
“Allah rahmeti için bahâ istemiyor, bedel istemiyor; belki o bahâne arıyor.” Sen bir güzel davranışta bulun, onu bahâne edip rahmet edecek. Yâni, bir bahâne olunca, lütfunu bol bol ihsân ediyor.
Onun için, bize düşen, bu gafleti bir tarafa bırakıp Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne yönelip, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne gönlümüzü tam bağlayıp, hüsn-ü zannımızı yöneltip, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin lütfuna muntazır olmaktır.
Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle yapan kullarına, lütuflarını, onların gayretleri ile kıyas edilemeyecek kadar kat kat fazla ihsân edecektir.173
173 Coşan, Mahmud Es’ad, Hadis Sohbeti, İskenderpaşa Camii, 28. 02. 1982.
V. MAHMUD ES’AD COŞAN’IN UZLET ANLAYIŞI
Coşan’a göre uzlet, kendisini insanlardan çekmek veya kendisinin öteki insanlara zararı dokunmasın diye bir kenara çekilmek demektir. Azele kökünden, azletmek veya uzlet etmek diye iki masdarı vardır.
Azletmek, bir yüksek memuru görevinden ayırmak demek oluyor. “Padişah hazretleri sadrazamı makamından azleyledi.” diyoruz, yâni ayırdı demek.
“Kişi uzlet etti.” diyoruz. Yâni, kendisini insanlardan ayırdı, bir kenara çekildi demek oluyor.
Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Rh.A de, dervişler i’tikâfa girerken:
“’—Ben şuraya kendimi kapatayım da, insanlara zararım olmasın. Şerrimi, zararımı insanlardan çekmiş, almış olayım!’ diye niyet edin!” derdi.
Tabii bu tevazu oluyor. “Ben gireceğim de, kemâlât-ı ahlâkıyyeye, mâneviyyeye sahip olacağım da evliyâ olacağım!” filan diyerek girmek başka; bir de, “Ben aciz naçiz kul bir kenara çekileyim de, başka insanlara zararım olmasın.” diye girmek, tevazu dediğimiz şeye daha uygun olduğundan böyle niyet ettirir, böyle alırdı i’tikâfa... O da bir mânâ tabii.
a. Uzletin Faydası
Coşan’a göre uzlet, insanlardan tamâmen kopmak, toplumdan tamâmen uzak kalmak, her şeyden kesilmek değildir. Bu insanı mahveder. Tamamen uzlet insanı köreltir, kabiliyetlerini köreltir ve zararlı olur. Topluma da zararlı olur. Çünkü herkes uzlet ederse, toplum olmaz. Yâni kum taneleri gibi olur. Çimento ile böyle karışık kum tanelerinin beton olduğu gibi, toplumun sapasağlam olması lâzım! Bu da müslümanın topluma ait görevlerini yapmasıyla olur. Onun için, tamamen uzlet yoktur. Muvakkat bir zaman için,
kendini anlamak, tanımak için, kemâlâtı kazanmak için, nefsini terbiye etmek için, ahlâkını güzelleştirmek için, kalbini nurlandırmak için, ma’rifetullaha ermek için, böyle bir çalışma gerekiyor.
Hani öğrenciler öğrenciliklerini yapıyorlar da ondan sonra iş hayatına atılıyorlar. Birtakım çalışmalar, hazırlıklar yapılmadan bu işler yapılamıyor. Hayatın Allah’ın rızasına uygun geçmesi için de, bir uzlet terbiyesi alması lâzım insanların...174
Coşan’a göre halvet kırk gün yapılabildiği gibi, Ramazan’da hiç olmazsa on gün de yapılabilir. Ramazan’ın son on gününde yapılan halvete i’tikâf denir. Evinden camiye gelir, camide yatıp kalkar, az uyur. Tabii, oruç da var Ramazan’da. Kimseyle de konuşmaz, zikre, ibadete devam eder. O da var... On gün oluyor. Tabii, kırk gün değil ama o da güzel bir şey. Ramazan’da bunu birçok kardeşlerimiz el-hamdü lillâh yapıyorlar, Allah kabul eylesin...
Biraz da insanlardan geri çekiliyorlar, el-ünsü bi’llâh’ı öğreniyorlar. Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle ünsiyet etmenin,
mahremâne dostluk eylemenin lezzetlerini tadıyorlar.
O mânevî âlemin zevkleri tariflere sığmaz. Evliyâullahtan bir zât-ı muhterem tebessümle demiş ki:
“—Padişahlar bizim bu mânevî zevklerimizi bilselerdi, bunları elimizden almak için, üstümüze orduyla gelirlerdi.”
Allah’la ünsiyet etmek güzel de, bunun aksi:
اْلإِسْتِئْـنَاسُ بِالنَّ اسِ، مِنْ عَ لاَمَاتِ اْلإِفْ لاَسِ .
(El-isti’nâsü bi’n-nâs, min alâmâti’l-iflâs.) “İnsanlarla ülfete alışmak, insanlar olmadan yalnız durunca yapamamak, bunlar iflasın alâmetidir.” denilmiş. Halbuki uzletin, yalnızlığın insana sağladığı faydalar o kadar büyük ki… İnsan böylece ıslah oluyor. İnsan böylece gerçekleri öğreniyor. İnsan böylece mütefekkir oluyor. İnsan böylece àrif oluyor. İnsan böylece Yunus Emre gibi oluyor, Mevlânâ gibi
174 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 03. 11. 1995.
oluyor, İbrâhim Hakkı Hazretleri gibi oluyor. Onlar çok büyük zirveler, yâni muazzam insanlar.
İşte bu eğitimle olduğu için, insanların münasip bir şekilde, tecrübeli bir mürebbînin emrinde bunu yapmaları lâzım!
b. Peygamber SAS’in Uzleti
Coşan’a göre, esas itibariyle İslâm cemiyet dinidir, cemaat dinidir, topluluğa önem verir. İnsanların bir arada oturmasına, konuşmasına, bilişmesine, tanışmasına, dost olmasına, beraber çalışmasına çok büyük önem verir. Topluluğu koruyucu her türlü güzel emirlere, kanunlara sahiptir. Bu bakımdan İslâm’ın en önemli özelliklerinden birisi, sosyal yönü çok kuvvetli olan bir din olmasıdır diyebiliriz. Fakat bunun yanında yine, uzlet denilen bir mesele de mevcut.
Hatta bu nereden, nasıl oluyor diye, şöyle bir düşünecek olursak: Biliyorsunuz Peygamber SAS Efendimiz bu uzlet denilen hali bir müddet kendisi, kendi isteğiyle yaşamış. Hatta tarih kitaplarında, sîret kitaplarında, Peygamber Efendimiz’in hayatını anlatan kitaplarda, “Peygamber Efendimiz SAS’e peygamberlikten önce uzlet sevdirildi.” buyruluyor. Yâni demek ki, yalnız kalmayı istemeye başlamış cân u gönülden. Onun için de biliyorsunuz, Peygamber SAS Efendimiz Hıra Mağarası’na çekilirdi.
Hacca gidenlerin bir kısmı Hıra Dağı’nı görmüşlerdir. Hıra Dağı, Mekke-i Mükerreme’den Mina’ya giden yol üzerinde. Mina’ya doğru giderken solda kalan, ovanın ortasında dik bir dağdır. Ama çok sivri bir dağdır. Ben arkadaşlarla konuşurken, tepesi Mevlevî külahı gibi derdim. Hakikaten ortada birden sipsivri yükselen bir dağ... Tabii insanın gücüne, kuvvetine göre kırk beş dakikada, bir saatte, bir buçuk saatte tırmanılabiliyor. Çok yalçın bir kayalık dağ...
Ta yukarısına çıktığınız zaman, orada Peygamber SAS Efendimiz’in uzlet eylediği mağarayı görebiliyorsunuz. Çok nefis bir yer. Böyle bir kayanın yarığı, içeriye doğru gittikçe incelerek gidiyor. Oraya oturduğunuz zaman kıbleye doğru, tabii yarığın öbür tarafına insanın ulaşması mümkün değil. Çünkü gittikçe
daralarak gidiyor. Fakat oradan bu tarafa, (aircondition) gibi çok güzel, püfür püfür hava geliyor. Çevresi sıcak olmasına rağmen, oradan çok serin, güzel bir hava geliyor. Çok tatlı, güzel bir mekân...
Tabii, insanların oraya gelmesi çok zor... Yâni, sıradan insanların şuraya uğrayayım demesi mümkün değil, çok yalçın olduğu için... Bayağı bir zahmetle çıkıldığı için, Peygamber Efendimiz orayı seçmiş ki, kimsenin kendisine gelip de, “Ne yapıyorsun burada, nasılsın, iyi misin?” diye huzurunu bozacak bir durum bahis konusu değil. Hatice Validemiz RA bazen ona yemek götürürmüş. Bazen kendisi gelir, yemeği alır, götürürmüş. Orada, günlerce yalnız başına o mağarada kalırmış.
Mağaranın sol tarafında, yere böyle yatay olarak konulmuş gibi olan güzel bir taş var, büyükçe de bir taş. Şöyle aşağı yukarı iki metre eninde, üç-üç buçuk metre boyunda gibi... O kadar düz konulmuş ki, o kadar muntazam konulmuş ki... Tabii orada bir kayayı böyle koymak beşerin işi değil, Allah nasib etmiş, öyle yaratmış, öyle eylemiş. Oraya durduğunuz zaman, bütün ova ayağınızın altında... Bir de Harem-i Şerif görülüyordu benim çıktığım zaman. Şimdi yüksek binalar yapıldı belki görülmez ama, Kâbe-i Müşerrefe’nin olduğu yer, oradan direkt baktığınız zaman görülüyordu.
Çok şâhâne, güzel bir yer. Manzarası tariflere sığmaz. Bir geminin en üst, ön tarafı gibi böyle her taraf ayağının altında... Efendimiz oraya gidip, orada günlerce yalnız kalıp, o yıldızlı, pırıl pırıl, berrak Hicaz seması altında ne güzel geceler geçirmiştir. İnsan anlayabiliyor.
Onun öyle Hıra Mağarası’na gitmesini gören kavmi, yâni Kureyş, Mekke ahâlisi demişler ki:
عَشِقَ مُحَمَّدٍ رَبَّ هُ
(Aşıka muhammedün rabbehû) “Muhammed Rabbine aşık oldu, ondan yapıyor bunu.”
Tabii, Peygamber SAS Efendimiz’in Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı bağlılığı, kulluktaki derecesi tariflere sığmaz.
Elbette öyle, elbette àşık-ı sàdıkı Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin... Ama daha peygamber olmadan, böyle bir uzlet kendisine sevdirilmiş ve günlerce böyle tenha, böylesine tenha, böylesine güzel bir yerde, böylesine tefekküre açık bir yerde kalmış Peygamber SAS Efendimiz
Tabii Peygamber Efendimiz nümûne-i imtisâlimiz olduğundan, yâni model insan, örnek insan olduğu için, büyüklerimiz de aynı şekilde, kâmil bir insan olmak için böyle yapmak gerektiğini düşünmüşler. Zaten Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifleri de var. Buyuruyor ki:
“—Kim ihlâs ile zamanını, kırk gün Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tahsis ederse, gönlünden lisânına rahmet pınarları şırıl şırıl akmaya başlar.” diye hadis-i şerîfler var, rivayetler var.
Sonra, Kur’an-ı Kerim’de Mûsa AS, o da Allah’ın bir peygamberi. Ona ve bizim Peygamberimize salât ü selâm olsun... O da Tur Dağı’nda otuz gün kaldı. On gün daha ilavesiyle, kırk gün kaldı. O da Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği için:
وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلاَثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِ عَشْرٍ (الأعراف:٢٤١)
(Ve vâadnâ mûsâ selâsîne leyleten ve etmemnâhâ bi-aşrin) “Mûsâ AS’a otuz gece vâde verdik ve ona on gün daha ilâve ederek kırka tamamladık.”175 diye Kur’an’da bildirildiği için, bu Kur’an’ın işareti olmuş oluyor. Büyüklerimiz bu işareti kavramışlar ve bu çalışmayı kendi hayatlarında yapmışlar.
Kırk gün olduğu için, buna Arapça erbaîn derler. Erbaîn, yâni kırk demek. Kırk rakamının adı. Farsça’da kırk çil’dir. Çihil veya çil... Kırk günlük mânâsına çile demişler. Bir de insan işte böyle yalnız kalarak, uzlette yalnız kalarak çalıştığı için, halvet de demişler. Bu halvet çalışması gerekiyor, yapılıyor. Çünkü en kıymetli ibadet tefekkürdür.176
175 A’raf, 7/142
176 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.68, no:2688; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.157, no:4647; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.38, no:836; İbn-i Ebi’d- Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.122, no:216; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VI, s.240; İbn-i
لاَ عِبَادَةَ كَالتَّفَكُّرِ (طب. هب. والقضاعي عن علي)
(Lâ ibâdete ke’t-tefekkür.) “Düşünmek kadar şerefli, kıymetli, sevaplı bir ibadet asla yoktur. Tefekkür etmek, düşünmek çok sevaplı bir ibadettir.” buyruluyor.
Hatta, “Bir miktar tefekkür, bir saatlik tefekkür bir senelik ibadetten daha hayırlıdır.” diye rivâyet var. “Bir saatlik tefekkür altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır.” diye rivâyet var. Bunlar tabii tefekkürün cinsine, güzelliğine, derinliğine, tesirliliğine göre, sevabı farklı olur.
O tefekkürün olması için de, insanın biraz gürültüden, patırtıdan, kalabalıktan ayrılıp, sakin bir yerde başını dinlemesi gerekiyor.
c. Cemaatle Beraber Olmak
Cemaat ne demek?.. Topluluk demek, toplum demek... İnsan
camiye gidecek, camideki toplumla namaz kılacak, ana cemaate devam edecek.
Coşan’a göre, “Sürüden ayrılanı kurt kapar!” dedikleri gibi, cemaatten ayrılan da zarar görür. Bir takım iyilikleri öğrenemez, birtakım kötülüklerden korunamaz diye, toplum hayatını teşvik ediyor İslâm...
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:177 مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَسْكُنَ بحْبُوحَةَ الجَنَّةِ فلْيَلْزَمِ الجَ ماعَةَ، فَإِنَّ الشَّيْطَانَ
Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.306, no:1014; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.179, no:7889; Hz. Ali RA’dan.
İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Vera’, c.I, s.122, no:216; Hz. Hasan RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.163, no:44135, 44136; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2039, no:3038; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.446, no:17233, 17253; RE. 482/3.
177 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.536, no:5673; Müsnedü’ş-Şâfiî, c.I, s.244, no:1207; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.277, no:451; Hz. Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.207, no:1033; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.406, no:9140; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.385, no:22421; RE. 424/5.
مَعَ الْوَاحِدِ، وَ هُوَ مَعَ اْلإِثْنَيْنِ أَبْعَدُ (الديلمي عن ابن عمر)
(Men serrahû en yesküne buhbûhate’l-cenneh) “Cennetin ortasında mesken tutmak, sâkin olmak, oturmak kimin hoşuna giderse, kimi memnun ederse, sevince gark ederse; (felyelzemi’l- cemâah) cemaate devam etsin, cemaatten ayrılmasın, cemaate yapışsın, sarılsın!”
(Feinne’ş-şeytàne mea’l-vâhid) “Çünkü şeytan tek insanla beraber olur.” Yâni, şeytan bir insanı tek olarak gördüğü zaman, yanına yanaşır, vesvese verir. İçine kötü duyguları aşılamağa çalışır. Onu kötü yollara çekmeğe çalışır, günah işletmeğe çalışır.
(Ve hüve mea’l-isneyni eb’ad) Ama, iki kişi oldu mu, onlardan uzak durur.” Bu ne demek?.. İki müslüman bir araya geldi mi, birbirlerine dînî bakımdan yardımcı olurlar demek.
İslâm’a göre, şehirlerde oturmak daha kıymetli sayılıyor. Tek başına tenhalarda, dağ başlarında oturmak makbul sayılmıyor. Hattâ bir hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:178
مَنْ سَكَنَ الْبَادِيَةَ جَفَا (ق. حم. د. ت. عن ابن عباس)
(Men sekene’l-bâdiyete cefâ) “Kim böyle tenhalarda, yalnız yerlerde, köyde filân yaşarsa, orada mesken tutarsa, katılaşır. Yâni duyguları azalır, yüreğinin yumuşaklığı gider, katı yürekli bir insan olur.”
Hakîkaten öyle... Şehirde oturan bazı kimseleri ben tanıyorum, daha tenha bir yere gittiği zaman; köyde oturan bir kimse de daha tenha bir yere, yalnız bir yere gittiği zaman, zamanla duyguları, iç
178 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.523, no:2256; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.124, no:2859; Neseî, Sünen, c.VII, s.195, no:4309; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.357, no:3362; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.101, no:20040; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.III, s.154, no:4821; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.72; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.IX, s.70, no:649; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.406, no:41588; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.253, no:2499; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.401, no:4821; RE. 424/6.
alemi kararıyor ve zayıflıyor. Onun için, şehirde oturmak tavsiye edilmiş. Şehirde ilim var, topluluk var, cemaat var, bir şeyler öğrenmek var, insanların birbirleriyle yardımlaşması var. İslâm’da bu makbul tutulmuş.
Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: 179
مَثَلُ الْمُؤْمِنَيْنِ إِذَا اْ لتَقَيَ ا، مَثَ لُ اْ ليَدَيْنِ يَ غْسِلُ إِحْدَاهُمَا اْ لأُخْرٰى (ابن شاهين عن أنس)
(Meselü’l-mü’mineyni ize’ltekayâ, meselü’l-yedeyni yağsilü ihdâhüme’l-uhrâ) “Birbiriyle karşılaşan iki müslümanın misali, biri diğerini yıkayan iki el gibidir. Eller nasıl birbirlerini yıkıyorsa, müslümanın da birisi ötekisine fayda sağlar.”
Hani sabunu elimize alıyoruz, iki eli birbirine ovuşturarak, elin içini, dışını, parmak aralarını, her yeri güzelce köpürtüp, tertemiz elimizi yıkıyoruz. Tek elle insan elini yıkayabilir mi?.. Yıkayamaz. Ne avucunun içini yıkayabilir, ne dış tarafını yıkayabilir. Hani düşünelim ki, bir insanın bir eli var, ikinci eli yok... O zaman, o elinin tam yıkanması mümkün olmayacak. İki el oldu mu, birbirini yıkar.
İki müslüman da bir araya geldi mi, birisi ötekisini yıkayan iki el gibi olurlar, birisi ötekisine fayda sağlar. Günahlarını affettirirler. İyi şeyleri beraber yapmakta teşvikçi olurlar, hatırlatıcı olurlar:
d. Uzlet Eğitim İçin Gerekli
Coşan’a göre, tasavvufta ilerlemek için bildirilen şartlardan birisi de uzlettir. Bir insanın tasavvufî eğitiminde uzlet gerekli... İnsanlardan ayrılacak; kalabalığın gürültüsünden, patırtısından, lafından, dedikodusundan, kendisini meşgul etmesinden,
179 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.132, no:6411; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXI, s.444; Selmân-ı Fârisî RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.386, no:21028; RE. 392/1.
kendisini günaha sokmasından, bulaştırmasından bir kenara çekilecek; kendi tasavvufî eğitimini tamamlamağa çalışacak. Kendisinin içini dinlemesi için, böyle bir yalnızlık şart...
Onun için, halvet denilen veyahut kırk gün devam ettiği için Arapça erbaîn denilen; yahut Farsça çil veya çihil kelimesi kırk demek olduğundan çile denilen, yâni kırk gün süren ibadet demek olan, bir eğitim usûlü vardır. Derviş işinden gücünden, eşinden, ailesinden, kalabalıktan alınır şeyh tarafından; tenha bir yere sokulur. Bu bir caminin bu iş için hazırlanmış hücresi, odası olabilir veyahut daha başka bir tenha yer olabilir.
Meselâ Kastamonu’da, Halvetiyye Tarikatı’nın büyüklerinden Şeyh Şa’bân-ı Velî Hazretleri’nin camisi var... O Şeyh Şa’bân-ı Velî Hazretleri’nin camisinin arka tarafı ahşap, çok güzel, sevimli... Arka tarafta, üç kat, küçük küçük, tavanı alçak tek kişilik odalar var. Müteaddit, yirmi otuz tane var arka tarafta... Belki alt tarafta da var, bilmediğimiz miktarda...
Oralara sokuyor dervişleri Efendi Hazretleri... Namaza çıkıyor, abdest alıyor ama, kırk gün orada kimseyle görüşmeden tenhada, tek başına böyle bir eğitim görüyor. Hocası geliyor, nasihat ediyor, konuşuyorlar; o ayrı... Halvetin içindeki eğitimin incelikleri ayrı ama, kırk gün camiden çıkmıyor, evine gitmiyor, kimseyle konuşmuyor, sohbet etmiyor; böyle bir eğitim geçiriyor.
Tabii insanın iç aleminde ilerlemesi için, iç aleminin cihazlarını parlatıp çalıştırması için, mânevî yolculuğunda, seyr-i sülûkunda ilerlemesi için bu şart...
Yalnız kaldı mı insan, Kur’an öğrenebilir, zikir yapabilir, kitap okuyabilir, kitap yazabilir.
Kur’an ezberleyecekse bir insan, bir sayfayı kaç defa okuması lâzım!.. Tefsir okuyacaksa, daha başka bir şey yapacaksa, saatler lâzım!.. Hocalık yapacaksa, talebesiyle meşgul olması lâzım!.. Hep bunlar zaman istiyor.
Onun için, uzlet, yâni boş zaman ve tenhalık büyük bir nimettir. Yâni hayatını boş geçirmemek isteyen, Allah’ın rızasını kazanmak isteyen insan için; hem ilim öğrenmek için bir fırsattır, hem ibadet için bir fırsattır. Çok büyük bir nimettir.
Eskiler bu uzleti sevmişler. Onun için tenhalara çekilmişler, şöhretten kaçınmışlar. Camilere, tekkelere kapanmışlar. Böyle vakitlerini Allah’ın rızasına uygun geçirmeğe çalışmışlar.
Bunlardan bizim çıkartacağımız ders: Yalnızlığın bir nimet olduğunu ve bir büyük fırsat olduğunu unutmamak; zamanımızı en güzel şekilde değerlendirmek... Elimizde kitap varsa, kitap okumak; hiç bir şeyimiz yoksa, tesbih çekmek, dua etmek... Kur’an-ı Kerim ezberlemek, birisine bir şey öğretmek suretiyle o zamanı değerlendirmeğe, sevapla geçirmeğe gayret etmek lâzım!..180
Coşan’a göre, insanların arasına insan ancak iki ana sebeple çıkar: Bir; onlardan istifade etmek için çıkar. Kendisinin din, iman ve sevap bakımından bir şey kazanacağı yere gider. İnsanların ilim meclislerine gitmeleri, namaz için camiye gitmeleri, zikrullah için bir yerde toplanmaları... gibi.
Bir de istifade ettirmek için, nasihat etmek için çıkar. Gafillere, cahillere hakkı söylemek için gider. Falanca yere gidiyor nasihat ediyor, filanca yere gidiyor nasihat ediyor, “Böyle etmeyin, şöyle yapmayın!” diyor. Kahvehaneye giriyor, “Burayı bırakın, camiye gelin!” diyor meselâ.
Bu iki sebep olmadığı zaman, insan evinde durup kitap okumalı; Kur’an okumalı, ezberlemeli, tefsir okumalı, hadis okumalı!.. Başı dinç olur, dini sâlim olur, gönlü rahat olur, bedeni rahat olur, gamı az olur.181
Coşan’a göre, bazı kimselerin uzlete çekilmesi ve ibadet etmesi, birtakım çalışmaları tamamlayıp belli bir sonuca ulaşmak içindir. Devamlı tavsiye edilen bir şey değildir, eğitim içindir.
Üniversiteler genellikle şehirden uzak bir yerde kuruluyor, kampüsleri oluyor. Hani şehrin eğlencesinden, öğrenciyi çalışmaktan alıkoyacak engellerden uzaklaşılsın diye... Hattâ çocuk bir imtihana hazırlanacağı zaman, odasına kapanıyor. Yâni, evdeki insanlardan bile ayrılıyor. Bu bir eğitim için yapılıyor.
Bir şeyi başarmak için bir müddet uzlet, yâni yalnızlığa
180 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 10. 10. 1992.
181 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 01. 08. 1992.
çekilmek vardır, olur, doğrudur. Hakîkaten insan böyle bir yalnız yere, halvete çekilirse, uzlete çekilirse, bir müddet eğitim görürse; o zaman gönlü nurlanır, o eğitimin sonunda iç alemi ilerler, aydınlanır ve güzel sonuçlara ulaşır. Tabii, bu müstesnâ... Ama insan devamlı toplumdan kaçarsa, insanlardan kaçarsa, tenhalarda durursa, bu doğru değil... İslâm bunu istemiyor; cemaati, toplumda beraberce yaşamayı teşvik ediyor ve yalnız, tek kalmayı uygun görmüyor.182
182 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 21. 06. 1996.
VI. MAHMUD ES’AD COŞAN’IN ZÜHD ANLAYIŞI
Coşan’a göre zühd; dünyayı gözünde büyütmemek, dünyaya kıymet vermemek, dünyaya meyletmemek; ahireti düşünmek, ahiret için çalışmak... Tok gözlü olmak, aç gözlü olmamak, hırslı olmamak...183 Dünya sevgisinin insanın kalbine yerleşmemesi demek...
Bir hadis-i şerifte:
حُبُّ الْدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ .
(Hubbü’d-dünyâ re’sü külli hatîetin)184 “Dünyayı sevmek bütün kötülüklerin kaynağıdır, başıdır, esasıdır.” buyrulmuştur.
Sonra Coşan dünyayı anlatır:
Dünya dediğimiz, bu yerküre demek değildir. Yaşadığımız hayatta insanın kalbini çelen şeylerdir dünya... İnsan burasını gàye edinirse, burası için çalışırsa, sırf burayı severse; öbür tarafı, öteki dünya dediğimiz ahireti unutursa, işte bu sevgi makbul bir sevgi değildir.
Ayet-i kerimede bildiriliyor ki:
زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَ الْبَنِينَ وَ الْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ
مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَاْلأَنْعَ امِ وَالْحَرْثِ، ذٰلِكَ مَتَاعُ
الْحَيَاةِ الدُّنْيَا، وَاللََُّّ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ (اۤل عمران:٤١)
183 Coşan, Mahmud Es’ad, İsveç, Stockholm, 09. 05. 1997.
184 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.338, no:10501; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.388; İbn-i Asàkir, Târih-i Dimaşk, c.IIIL, s.428; Hz. İs AS’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.192, no:6114; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.412, no:1099; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXXI, s.326, no:45030.
(Züyyine li’n-nâsi hubbü’ş-şehevâti mine’n-nisâi ve’l-benîne ve’l- kanâtîri’l-mukantarati mine’z-zehebi ve’l-fiddati ve’l-hayli’l- müsevvemeti ve’l-en’àmi ve’l-hars) “Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. (Zâlike metâu’l-hayâti’d-dünyâ) Bunlar dünya hayatının geçici nimetleridir. (Va’llàhu indehû hüsnü’l-meâb) Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.”185 Bu sayılan şeyler dünyada kalan şeyler, ahirete gitmeyen şeyler... İnsan malını mülkünü, parasını, markını ahirete götüremiyor. Burada kalıcı, fâni şeyler... İnsanın asıl hedefi ahiret olmalı, bu dünyaya karşı zühd sahibi olmalı!..
“—Dünya benim için önemli değil, mühim olan Allah’ın rızası... Benim için para mühim değil, benim için mevkî, makam o kadar önemli değil! Ben günah işleyip de o parayı kazanacağıma, kazanmam daha iyi... Günah işleyip de, can yakıp da, zulmedip de o mevkîye çıkacağıma, çıkmam daha iyi...” diye düşünmeli! 186
a. Zühd Nedir?
Coşan, zühdle ilgili şeyleri topluca ihtiva eden bir hadis-i şerifi nakleder. Burada Peygamber SAS Efendimiz zühdü maddeler halinde tarif eder:187 1. “Allah’ın sevdiği şeyi senin sevmen; Allah’ın buğz ettiği, kızdığı şeye senin de buğz etmendir.”
Zühd, dünyaya aldırmamak ama, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını düşünmek... Allah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek. Cenâb-ı Hak neyi sever?.. Merhameti sever. Merhametli olmak... Neyi sevmez?.. Yalanı sevmez. Yalanı bırakmak... Neyi sever? Yardımseverliği sever. Neyi sevmez? Cimriliği sevmez. Cimriliği
bırakmak...
Allah mü’mini sever, kâfiri sevmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri dürüst insanı sever, yalancıyı sevmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri
185 Âl-i İmran, 3/14
186 Coşan, Mahmud Es’ad, Almanya, Münih, 15. 03. 1997.
187 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.300, no:3365; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.379, no:6191; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.204, no:12935; RE. 212/3.
mazlumu sever, zâlimi sevmez... Çoğaltabiliriz, sonsuz misaller bulunabilir. Ama bu esas çok önemli: Allah’ın sevdiğini sevmek, Allah’ın buğz ettiğine buğz etmek... Zühd budur işte...
2. “Dünyanın haramından kaçınır gibi, helâlinden de
sakınmandır. Çünkü helâli hesaptır, haramı azaptır.” Dünyalığın haramı mutlaka azaptır. “Sen, bu haram parayı, rüşveti, hırsızlığı, zulmü yaptın, gasbı yaptın?” diye elbette onun azabı olacak, korkunç azabı olacak... Azap bir kelime ama onun ne kadar korkunç olduğunu cehenneme düşenler bilecekler, görecekler.
Dünyalığın helâlinin de hesabı vardır. “Nereden kazandın?.. Kazandığının zekâtını verdin mi? Vazifelerini yaptın mı, cihada harcadın mı?.. Doğru yerlere mi sarf ettin, gösterişe, alkışa mı sarf ettin?..” diye bunları hep soracak Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, hesap vermek de zordur.
Onun için, zâhid olan kimse dünyalığın helâlinden bile sakınır, titizlenir, haramından sakındığı gibi...
3. “Kendine acıyıp merhamet ettiğin gibi, bütün müslümanlara merhamet etmendir.”
Herkesi kendin gibi düşün! Sana bir kötülük yapılmasını istemediğin gibi, sen de bir başkasına kötülük yapma!.. Bu çok önemli bir ahlâk kuralıdır. Kendisini düşündüğü gibi, bütün müslümanları düşünecek.
4. “Haram sözlerden kaçındığın gibi, bir fayda getirmeyecek olan boş, faydasız, anlamsız konuşmalardan da uzak durmandır.”
Müslüman biraz sükûtîdir, susması çoktur. Haramdan kaçındığı gibi, mâlâyâniden de kaçınır.
5. “Kokuşmuş ve kokusu şiddetlenmiş bir leşi yemekten uzak durduğun, sakındığın gibi, çok yemekten uzak durmandır.”
Bu da işte çok kimsenin yapamadığı bir şey... Yemekler güzel, imkânlar çok, kesede para var, buzdolabında çeşit çeşit nimetler var, masaya çeşit çeşit şeyler konuluyor. Gel de çok yemekten sakın!.. Biraz zor bu devrin insanı için.
Çünkü bu devirde, bizim ülkelerimizde nimet çokluğu var.
Nimete şükredilmiyor, nimetler bol bol yeniliyor, çok çok yeniliyor. Nefis besleniyor da, vazifeler düşünülmüyor.
Tabii bu devirde de, yine açlıktan kırılanlar da var. Afrika’da, Orta Asya’da, Hindistan’da, Pakistan’da, dünyanın bazı yerlerinde, Balkanlar’da, Kafkasya’da nice nice acı çeken insanlar, ızdırab çeken insanlar var.
6. “Dünyanın servetinden, süs ve zînetinden sakınman, ateşten uzak durur gibi uzak durmandır.”
7. “Dünyada emelini kısa tutmandır. İşte bunları yapmak, asıl zühd budur.” diye Efendimiz sonunda bir daha te’kiden, “İşte zühd, bu saydıklarımdır!” diye buyurmuş.
Emel; ümit demek... Tûl-i emel, insanın yaşamının çok uzun olacağını, ölümünün geç olacağını sanması... Bu düşünce insanın tevbe etmesini, yola gelmesini, tevbeden sonra da iyi kul olup, Cenâb-ı Hakk’ın razı olacağı güzel işler yapmasını engelliyor.
Ama hemen öleceğini bilse; meselâ, amansız bir hastalığa, doktorların çare bulamadığı bir derde düşmüş bir insan... Artık günleri sayılı, kendisi de biliyor. Böyle bir insanın hali nasıldır?.. Tevbe eder, günahlardan sıyrılır, borçlarını öder, hakları olan kimselerle helalleşir, âhirete hazırlanır.
O halde insan emelini kısa tutacak, “Ya hemen ölüverirsem?” diyecek ve hazırlığını ona göre yapacak. Zâhidlik bu...188
b. Zühdün Aslı
Coşan’a göre dünyaya aldırmamak, dünyalığa önem vermemek, istememek zühddür. Dünya sevgisi, dünyalık hırsı insanları her hataya sürükler.
Onun için, gönlünde onlara rağbet olmayacak mü’minin... Dünya mı, para mı, pul mu, mevki mi, makam mı?.. İtecek hepsini bir tarafa... “Benim arzum bunlar değil, ben Allah’ın rızasını istiyorum!” diyebilecek. Dünyalığın hepsine karşı tok gözlü olacak; aldırmaz, istemez, rağbet etmez hali olacak.
Pekiyi insan bu hale nasıl gelir? Nedir bunun aslı, esası, kökü?.. Bu istenilen bir şey ama, biz öyle miyiz?.. Hepimiz para
188 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 14. 07. 2000.
peşindeyiz, pul peşindeyiz, çalışma peşindeyiz, mevkî peşindeyiz, makam peşindeyiz, dünya sevgisi içimizde... Bunun aslı, esası, kökü nedir?..
Fudayl ibn-i Iyad Rh.A buyurmuş ki:189
أصل الزهد الرضا عن اللَّ تعالى.
(Aslü’z-zühdi er-rıdâ ani’llâhi teàlâ) “Zühdün aslı, esası, kökü Allah’tan râzı olmaktır.” Yâni Allah’ın her hükmüne râzı olan, kazasına, kaderine râzı olan zâhid olur, pervâsız olur, yürüyüşünde efe olur. Öyle ona buna eyvallah etmez... Hakikî zâhid olma vasfına böyle bir insan erişebilir.190
c. Dünya Hırsının Kötülüğü
Coşan’a göre, dünyayı istemeyip ahireti isteyene Allah dünyalığı veriyor. Allah’ın àbid, zâhid, sevgili kuluna, dünya köle gibi hizmet ediyor. Ahireti unutup da, dünyalığı elde etmek isteyene, Allah dünyalığı vermiyor ve onu köle gibi kullandırıyor.
Peygamber SAS Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuşlar:
Allah-u Teàlâ Hazretleri dünyaya dedi ki: “—Ey dünya, ey dünyalık, ey mal, mülk, mevkî, makam vs... Sana haris olan insana kendini haram eyle, eline geçme! Hırslı insan seni elde edemesin, ona gitme!
Sana karşı zâhidâne davranan, sırt döndüren, Allah’ın rızasını düşünen, ahireti kazanmak için dünyaya önem vermeyen àbid, zâhid insanların eline girmeğe çalış, onlara git!
Sana karşı haris olan insanı sen köle gibi kullan! Sana karşı zâhid olan kimseye de hizmet eyle.” diye vahyetti.
Tarih boyunca àbidlerin, zâhidlerin, Allah’ın sevgili kulu, halis muhlis büyük zâtların, evliyâullahın hayatları okunursa, onların yaşam tarzları incelenirse, bu gerçek görülür. Hakîkaten dünyaya kıymet vermemişlerdir, ölümü göze almışlardır, Allah’ın rızasını
189 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.10/8, Kahire, 1986.
190 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 16. 12. 1991.
kazanmak istemişlerdir.
Ecdadımız ortada... Bu diyarlara niçin gelmiş dedelerimiz Orta Asyalardan, Orta Doğulardan?.. Allah’ın dinini yaymak için, Allah yolunda şehid olmak için... Allah hem onlara ömür vermiş, hem mal mülk vermiş, hem bu koca diyarları vermiş. Biz de onlara verilen o ikramlardan, bir kısmı elimizden çıktığı halde, hâlâ istifade ediyoruz.
Onun için, dinin bu gerçeklerini anladığımıza göre, hayatımızı buna göre tanzim edelim! Allah’a güzel kulluk etmeye çalışalım, ahireti kazanmaya çalışalım! Allah-u Teàlâ Hazretleri hem dünyamızı, hem ahiretimizi mâmur eylesin...191
d. Musibetlere Sabır
Coşan’a göre, dünya hayatında insanın başına musibetler gelebilir. Hiç kimse musibeti taleb etmez ama, herkese gelir musibetler... En çok peygamberlere gelmiş, sàlih kullara, arif kullara, evliyâullaha gelmiş. İmtihandır çünkü... İnsan dünyada her zaman tatlı şeylerle imtihan olmaz, bazen de musibetlerle imtihan olur. Onları da metânetle karşılayabilmek lâzım, ondan dolayı yıkılmamak lâzım!
İnsan fani dünyanın geçiciliğini, boşluğunu, hiçliğini, değersizliğini anlamışsa, gelen musibetlere karşı dirençli olur, sabırla karşılar. Bu konuda Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:192
مَنْ زَهِدَ فِي الدنْيَا، هَانَتْ عَلَيْهِ المُصِيبَاتُ (هب. كر. و تمام، وابن النجار عن علي)
191 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 30. 12. 1994.
192 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.370, no:10618, 10623; Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.I, s.226, no:348; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.74; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXV, s.292; İbn-i Asâkir, Ta’ziyetü’l-Müslim, c.I, s.51, no:67; ; Kazvînî, Ahbâr-ı Kazvin, c.II, s.485; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.28, no:42; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.602, no:5886; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1324, no:43440; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1403, no:2406; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XLI, s.440, no:45722, 45723; RE. 404/1.
(Men zehide fi’d-dünyâ, hànet aleyhi’l-musîbàt) “Kimde zühd duygusu varsa, zâhid bir kul ise; o zaman, dünyanın içindeki musibetler ona hafif gelir. ‘Olabilir böyle şeyler.’ der, musibetlere karşı metîn olur.”
Müslüman iki sebepten ecir alıyor: Nimetler geldiği zaman şükrediyor, sevap kazanıyor, ecir alıyor... Musibetler geldiği zaman sabrediyor, yine ecir kazanıyor. İkisinde de sevap kazanıyor.
Onun için, bu dünya hayatının içerisinde böyle olaylar olabilir. Hastalık gelebilir, ölüm gelebilir; idarî hayatta, ailevî hayatta çeşitli problemler çıkabilir.
“—Çıkar, ne yapalım! Herkese geliyor. Zaten dünya hayatı geçicidir, fanidir.” deyip metîn olacak, dayanıklı olacak insan... Bu da önemli bir şey...193
e. Peygamber SAS’in Zâhidliği
Coşan’a göre, Peygamber SAS Efendimiz şâşaalı, saltanatlı, debdebeli, haşmetli, zînetli, süslü bir hayat geçirmedi. Son derece sâde bir yaşam sürdü ve eline imkânlar geçtiği halde bile, bu sâde, basit yaşamını değiştirmedi. İmkânı olmayan bir insanın fakîrâne, sâde yaşaması normaldir. İmkânı yok, mecbûren öyle yaşıyor. Ama imkânı olan insanların mütevâzi yaşamaya devam etmesi, sâde bir hayat sürmeye devam etmesi, bu önemli bir hadisedir.
Peygamber Efendimiz öyle yaşadı. Hasır üstünde yattı. Kendisine yumuşak bir yatak hediye eden bir kimsenin yatağını, bir gece üstünde yattıktan sonra, ertesi gün teşekkür edip iade etti: “Bu yatak beni çok rahatlandırıyor. Gece çok rahat uyumuşum, gece ibadetine kalkamamışım. Onun için bunu geri al!” dedi.
Sâde bir sofrası vardı. Aylarca evinden duman tütmezdi. Halkın arasında idi, halktan ayrılmamıştı, kopmamıştı. Evi Mescid-i Şerifine bitişik idi ve sâde idi. Peygamber SAS Efendimiz’in evinin o eski hali, maalesef muhafaza edilmemiştir.
193 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 26. 08. 1994.
Mescid genişletilecek diye yıkılırken, o eski halini bilenler, yıkılmasını istememişler ve ağlamışlardır. Demişlerdi ki:
“—Ah, Peygamber Efendimiz’in odaları yıkılmasaydı da, bunların ne kadar sâde olduğunu, ne kadar basit olduğunu, ne kadar küçük olduğunu halk ilâ nihâye bilseydi. Yâni, asırlarca sonra gelenler de, Peygamber Efendimiz’in evi ve odaları nasıldı, bilselerdi.”
Nasılmış ebadı Peygamber Efendimiz’in odalarının?.. Eni bir arşın, boyu üç arşın... Yâni bir somya sığacak kadar, bir yatak sığacak kadar küçük bölmeler halindeydi. Yemesi öyle sâde idi, yatması sâde idi, hareketleri sâde idi. Her şeyiyle Peygamber SAS Efendimiz sâde bir hayat sürdü ve sâde bir hayatı tavsiye etti.194
Bir keresinde Cebrâil AS geldi:
“—Yâ Rasûlallah! Allah-u Teàlâ Hazretleri sana selâm söylüyor. İstersen şehrin etrafındaki şu dağları Allah senin için altın yapacak.” dedi.
“—İstemem!” dedi Peygamber Efendimiz. “Bir gün bulayım, elime bir şeyler geçsin, yiyeyim, şükredeyim; bir gün bulamayayım, sabredeyim.” dedi. Tabii yaşamayı, mütevazı yaşamayı tercih etti.
“—Hükümdar peygamber mi, kul peygamber mi olmak istersin?” diye ikisinden birisini tercih etmesi istendi kendisinden; kul peygamber olmayı tercih etti Peygamber Efendimiz.
Saltanatsız, sade, mütevazı, gösterişsiz, fukarayla düşüp kalkan, onlara yardım eden, onların arasına sokulan, halkın içinden, halkı seven, halk için yüreği çarpan, herkesin iyiliğine, yardımına koşan bir insan olmayı tercih etti.195
Bunların hepsinin temelinde bir duygu vardı: Dünyayı umursamamak, dünyaya değer vermemek... Dünyalık dediğimiz mal, mülk, ihtişam ve rahatlığı gàye edinmemek... Ahireti istemek, ahirete rağbet etmek... Allah’ın rızâsını düşünmek, Allah’ın rızasını kazanmak için çalışmak...
Geceleri ibadetle, gözyaşlarıyla ihyâ etmek; gündüzleri halkın
194 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 06. 1996.
195Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sohbeti, İstanbul, 27. 03. 1993.
hizmetine koşup çalışmak, hizmet yapmak... Hayırlı iş yapmak, başkalarının gönlünü almak ama, başkalarının malını mülkünü almamak... Başkalarının hakkı olan imkânlar elinin altında olsa bile, onu kendi lehine kullanmamak ve sâde hayatı devam ettirmek... İşte buna zühd, zâhidlik deniliyor.
Dünyada zâhid olmak; yâni dünya hayatını çok önemli görmemek, ahiret hayatını önemli görmek, ahiret hayatına çalışmak önemli bir duygudur ve makbul bir duygudur. İşin doğrusu da odur; çünkü, mü’min için ahiret kıymetlidir.
İşte zühd denilen duygu insanı haramlardan, hırsızlıklardan, zulümlerden, haksızlıklardan koruduğu gibi, insanı Allah’a yöneltiyor, Allah’a ibadet ettiriyor... Göz yaşlarıyla ibadet ettiriyor, aşık-ı sâdık bir kul haline getiriyor. Çok çalışkan bir insan haline getiriyor.196
f. Zühd Gönlü Rahatlatır
Coşan’a göre zühd gönle rahatlık verir. Çünkü zühd sahibi bir insanda hırs olmaz, haksızlık yapma duygusu olmaz, kin olmaz... İnsanın kalbi, “Şunun ayağını nasıl kaydırırım, bunun malını nasıl alırım?” diye, kötü duygularla dolu olursa, o zaman rahatsız olur. Vicdanı taşlaşmamışsa, “Sen bunu nasıl yaparsın?” diye onu sorgular.
Bu konuda Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurur:197
اَلزُّهْدُ فِي الدُّنْيا يُرِيحُ الْقَلْبَ وَالْبَدَنَ، وَالرَّغْبَةُ فِيهَا تُكْثِرُ الْهَمَّ
والْحَزَنَ، وَالْبَطَالَةُ تُقَسِّي الْقَلْبَ (القضاعي عن ابن عمر)
(Ez-zühdü fi’d-dünyâ) “Dünyaya rağbet etmemek, dünyaya aldırmamak, dünyalık konusunda müstağnî olmak, àbid zâhid bir
196 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 06. 1996.
197 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.188, no:278, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Lafız farkıyla: Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.288; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.VII, s.347, no:10536. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.177, Ebû Hüreyre RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.204, no:12936.
kul durumunda olmak; (yürîhu’l-kalbe ve’l-beden) gönlü de, bedeni de rahatlandırır.”(Ve’r-rağbetü fîhâ) “Dünyaya rağbet, dünyayı sevmek, (tüksirü’l-hemme ve’l-hazen) üzüntüleri, hüzünleri arttırır. (Ve'l-batàletü tükassi’l-kalb) Tembellik de kalbi karartır, katılaştırır.”
İnsan dünyadan rağbetini çekerse, duygularını, işini, aklını, fikrini ahireti kazanmağa yöneltirse; ruhu da rahatlıyor, gönlü de rahatlıyor, bedeni de rahatlıyor. Dünyaya meyli de; üzüntüsünü, tasasını, hırsını arttırıyor. Hani alüminyum bir kabın içine asit koysan, madenî kapları asit mahvediyor. İnsanın içinde böyle kötü duygular, hırslar olunca, bu duygu onu çeşitli tasalara düşürüyor.198
g. Sof Giyinmek
Coşan’a göre, imanın bir lezzeti vardır, tadı vardır ki, tadına doyum olmaz. Mü’min bir insanın yürüyüşü başkadır, gülüşü başkadır, bakışı başkadır, hareketleri başkadır. Fedakârdır, cefakârdır, tatlıdır, sevimlidir, hizmet ehlidir... İmanın tadını tatmış olmak çok büyük bir nimet... İmanın böyle kendisine güzel duygular aşılaması haline gelmek, çok güzel bir derece...
Herkese nasip olmuyor bu. İman güzel bir şey de, herkes imanın güzelliğini duyamıyor. Bâtıl inancı var, yanlış inancı var, taşa tapıyor, puta tapıyor, boş şeylere tapıyor, yanlışa tapıyor. İlmî olmayan, ilmen yanlışlığı belli olan şeylere tapıyor. Ama bırakamıyor, hakîkî imanı yakalayamıyor.
Neden?.. Allah nasib etmediği için. Allah sevmezse, iman nasib etmez. Allah sevmezse, imanın tadını duyurmaz.
Hani anadan babadan müslüman, “Lâ ilâhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh” diyor, ama günahlardan kendisini çekemiyor, ibadetlere gelemiyor. Neden?.. İmanın tadını tatmamış da ondan...
İman, insanın içine sağlam olarak girdi mi ve insan onun tadını iyice aldı mı, artık o çok hoş bir insan olur. Çok mutlu olur, dünyada da, ahirette de bahtiyar olur.
198 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 07. 06. 1996.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:199
مَنْ سَرَّهُ أَنْ يَجِدَ حَلاَوَةَ اْلإِيمَانِ، فَلْيَلْبَسِ الصُّوفَ تَذَلـُّلاً لِرَبـِّهِ
عَزَّ وَجَلَّ (الديلمي عن أبي هريرة)
(Men serrahû en yecide halâvete’l-îmân) “Kim imanın tadını hissetmek istiyorsa, (felyelbesi’s-sùfe tezellülen li-rabbihî azze ve cel) Aziz ve Celîl olan Rabbinin huzurunda tevâzu göstermek için sof giysin!” Yâni, “Sof giyince Allah onu sever ve imanın lezzetini, tadını ona duyurur.”
Allah-u Teàlâ Hazretleri mütevazi kullarını sever; mütekebbir, kendini beğenmiş, burnu Kaf Dağı’nda, kimseyi beğenmez, herkese tepeden bakan, herkese çalım satan, caka yapan insanları sevmez. Faziletli olsa da, kıymetli olsa da, mütevâzi olan kulları sever.
Coşan’a göre, eskiden fakirâne kıyafet, sade kıyafet sof idi. Çünkü herkesin en basit geçim tarzı olan koyunu, keçisi vardı. Koyunun, keçinin tüyleri uzadığı zaman bunlar kırpılırdı. En basit usüllerle yün eğrilir, iplik yapılırdı. Ondan kumaş olurdu. Çok basit şekilde dokunurdu veya örülürdü. En ucuz malzeme yün idi. En sade giyim yünlü giyimdi.
Sahabe-i kiram da hep yün giymişlerdir. Çünkü hakîkaten Hint’ten, Yemen’den gelen kumaşlar yoktu. O zaman öyle ince ipekli veya daha başka bir malzemeden yapılmış pamuklu bir ince kumaş, son derece kıymetli idi. Çünkü sıcak tutmayacak, serin olacak diye herkes onu arardı. Yapımı zor olduğundan herkes elde edemezdi ve sof giyerdi.
Onun için, sof giymek tevazuun alâmeti olmuştur. Fakirliğin, yoksulluğun sonucudur. Onun için, tasavvufta da Allah’ın rızasını kazanma yoluna giren kimseye, sôfî deniliyor. Yâni sof giyen,
199 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.536, no:5671; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.III, s.252; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.302, no:41119; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.381, no:22408; RE. 424/4.
fukara, yoksul, mütevazi insan demek oluyor.
İşte giyimini böyle yapan kimse, tevâzuan sof giyen kimse, imanın tadını tadar. Tevazu gösterdi mi, Allah ona imanın güzelliğini hissettirir, o duyguları nasib eder.200
h. Dünya ve Ahiret İçin Dengeli Çalışmak
Coşan’a göre, bu ümmetin en hayırlıları ahiretleri kendilerini dünyalarından alıkoymayan; dünyaları da kendilerini ahiretten alıkoymayan kimselerdir. Yâni hem dünyalığa gerekli şekilde, ölçüsü kadar kıymet veriyorlar, çalışıyorlar; hem de ahirete gerektiği gibi ölçüsünü verip, ölçülü bir şekilde çalışıyorlar.
Şimdi bir insanın çalışmayıp başkasına yük olmasından veya çoluk çocuğunu muhtaç duruma düşürmesinden, çalışması, kazanması, çoluk çocuğuna yedirmesi, başkasına da hayır hasenât yapması daha sevaplıdır. O bakımdan, bu dünyalık çalışmayı yapacak. Yâni, helâl bir kazanç çalışması yapacak, sünnet-i seniyyeye uygun olan bu.
Ben hep ibadet edeceğim diye dağ başına çekilip de, hiç böyle dünyalık çalışmamak tarzı makbul değil. Tamamen dünyaya dalıp da cumasını, namazını, ibadetini, hayrını, hasenâtını, haccını ve sâiresini terk etmek de yanlış... Dengeli olacak, ölçülü olacak. Ne kadar değer vermek gerekirse, o kadar değer verecek.
Bu konuda Hàris ibn-i Esed el-Muhàsibî Hz. buyurmuş ki:201
خيار هذه الأمة، الذين لا تشغلهم اۤخرتهم عن دنياهم؛ ولا دنياهم عن اۤخرتهم.
(Hıyâru hâzihi’l-ümmeh, ellezîne lâ teşgalühüm âhiretühüm an dünyâhüm; ve lâ dünyâhüm an âhiretihim) “Bu ümmetin en hayırlıları onlardır ki, ahiretleri onları dünyalarından alıkoymuyor; dünyaları da onları ahiretlerinden alıkoymuyor.”
Yâni hem dünyayı, hem de ahireti dengeli bir şekilde
200 Coşan, Mahmud Es’ad, Cuma Sohbeti, Akra, 21. 06. 1996.
201 Sülemî, Tabakàtü’s-Sûfiyye, s.58/5, Kahire, 1986.
götürüyor. Dünya vazifelerini ihmal etmiyor; dünyaya dalıp ibadetlerini de ihmal etmiyor.
Coşan, bu konuda Ebü’d-Derdâ RA ile Selmân-ı Fârisî RA arasında geçen şu hadiseyi nakleder:
Ebü’d-Derdâ RA, Selmân-ı Fârisî ile ahiret kardeşiydi. Peygamber Efendimiz sahabe-i kirâmı birbirleriyle kardeş etmişti, bu ikisi de birbirleriyle kardeş olmuşlardı.
Selmân-ı Fârisî bir keresinde Ebü’d-Derdâ Hazretleri’nin evine, onu ziyarete gitmiş. Kapıyı çalmış, karşısına Ümmü’d- Derdâ çıkmış. Ümmü’d-Derdâ kim?.. Ebü’d-Derdâ Hazretleri’nin hanımı. Ümmü’d-Derdâ künyesi. İsmi Huceyme imiş.
Ümmü’d-Derdâ’ya, Ebü’d-Derdâ’nın nerede olduğunu sormuş.
“—Yok evde...” demiş.
Ama bakmış ki Ümmü’d-Derdâ’nın üstü başı perişan, ev perişan... Çok bakımsız.
“—Bu ne hal?..” demiş.
“—Senin kardeşin dünyayı terk etti.”
Yâni, Ebü’d-Derdâ dünyaya aldırmıyor.
Beklemiş, gelmiş Ebü’d-Derdâ.
“—Hoş geldin!” demiş, memnuniyetini izhar etmiş. Sevinmiş gerçekten. Selmân-ı Fârisî Hazretleri’ne yemek çıkarmış:
“—Buyur ye!” demiş:
“—Sen de otur, beraber yiyelim!..”
“—Yok, ben yemeyeceğim. Oruçluyum.”
“—Otur!” demiş, oturtmuş.
“—E oruçluyum!..”
“—Olsun! Benimle beraber yiyeceksin.” demiş. Yemeği yedirmiş. Tabii Ramazan orucu değil. Ramazan orucu olsaydı, Selman da tutacaktı. Ramazan değil, nafile oruç. Yâni, sevap kazanmak için tutulan bir oruç. Sonra?.. Akşam orada misafir kalmış. Demek ki uzaktaydı ev. Yâni Peygamber Efendimiz’in mescidine gelemediler. Akşam orada misafir kalmış. Yatağı hazırlamış Ebü’d-Derdâ RA, “Yat!” demiş.
“—Sen ne yapacaksın?..”
“—Benim biraz meşguliyetim var.”
Namaz kılacak, tesbih çekecek filan...
“—Yok! Sen yatmazsan ben de yatmam.”
“—Pekiyi.” demiş, o da yatmış.
Söz dinliyor gene, birbirlerini kırmıyorlar.
Yatmış. Biraz sonra, Selmân-ı Fârisî uyudu sandığı bir zamanda, yavaşça yatağından kalkmak istemiş. Selman’ın hatırı kırılmasın diye yattı ama, uyumadı, kalkacak, ibadet edecek. Fakat Selman RA da uyumamış. O kalkarken bileğinden tutmuş:
“—Yat aşağıya!..” demiş, tekrar yatırmış.
Bu birkaç defa böyle olmuş. Neticede bakmış kurtuluş yok, uyumuş. Yatmış, uyumuş. Ama teheccüd vaktinde Selmân-ı Fârisî Hazretleri kaldırmış onu:
“—Haydi kalk şimdi!” diye.
Beraber kalkmışlar, abdest almışlar, teheccüd namazlarını kılmışlar. Ondan sonra Mescid-i Saadet’e gelmişler, sabah namazına... Fakat rahatsız olmuş Ebü’d-Derdâ RA. Orucunu bozdurdu, gece ibadetini yaptırmadı, evvelki günler kıldığı kadar namaz kılamadı, tesbih çekemedi filan... İçinde bir eziklik var demek ki, Peygamber Efendimiz’in yanına varıp şikâyet etmiş:
“—Yâ Rasûlallah! Selman bana orucumu bozdurdu, ibadetlerimi tam yaptırtmadı.” demiş.
Selmân-ı Fârisî de gelmiş:
“—Yâ Rasûlallah! Evine gittim, evi perişan, hanımı perişan... Evde yiyecek yok, içecek yok, eşya yok, üst yok, baş yok... Ondan sonra baktım, gündüz oruç tutuyor, gece uyku uyumuyor filan... Onun için böyle yaptım.” deyince, Peygamber Efendimiz Selmân-ı Fârisî Hazretleri’ni haklı görmüş ve buyurmuş ki: “—Selman haklı! Çünkü senin üzerinde ailenin, yâni hanımının, çoluk çocuğunun hakkı var... Senin üzerinde senin vücudunun hakkı var...” Vücudun hakkı nedir?.. Yemek yiyecek,
uyuyacak, istirahat edecek. “Senin üzerinde Rabbinin de hakkı
var... (Fea’ti külle zî hakkın hakkahû) Her hak sahibine hakkını dengeli olarak ver! Yâni ihmal etme!” buyurmuş.
Ne hanımını, evini ihmal edecek, ne işini, dünyasını ihmal edecek, ne vücudunun istirahatını ihmal edecek, ne de ibadetini ihmal edecek. Nasıl yapacak?.. Hepsini zamanında yapacak. Hepsini sünnet olan ölçüler içinde yapacak.202
202 Coşan, Mahmud Es’ad, Tabakàtü’s-Sûfiyye Sh. İstanbul, 28. 11. 1992.