Kaç beş kişiyiz, burda kaç tane aile var, bir cami kuramamışız. Irkçılık yapmıyorum, Türkçülük yapmıyorum ama, bizim Pakistanlıların salât ü selâmlarını anlamadık. Çok hoşumuza gitti, makàmı da hoşumuza gitti, kameraya da aldık ama anlayamadık. Bir sürü laflar söylediler, anlamadık. Urduca bilmediğimize göre bizim de Türk camimiz olması lâzım!.. Lütfen burda bir camimiz olsun. Muslih müslüman olmak için, insanın bir teşkilatı olması lâzım, muhterem kardeşlerim!
g. Maddî Fedâkârlık Şart!
Muhterem kardeşlerim! "Bütün işler paraya dayanıyor." diyorlar. Ben tabii tam katılmıyorum. Bütün işler imana dayanıyor aslında. İman oldu mu, parasız insanlar da büyük işler başarıyorlar. Peygamber SAS Efendimiz'in parası yoktu. Sahabe-i kiramın üstüne giyecek giyimi yoktu. Ama çok büyük işler başardılar.
Fakat o iman olduktan sonra da, yine işlerin yapılması paraya dayanıyor. Ebûbekr-i Sıddîk bütün servetini Peygamber SAS'in önüne koymuş. Müslüman olduğu zaman kırkbin mi, altmışbin mi altını varmış, onların hepsini Peygamber Efendimiz'in emrine tahsis etmiş. Zengin insanken, çoluk çocuğuna hiç bir şey bırakmamış, "Allah ve Rasûlü yeter bana..." demiş, bütün parasını Rasûlüllah'ın emrine vermiş.
Osman-ı Zinnûreyn, koca bir orduyu techiz etmiş. Yüz deveyle Şam'dan gelen bütün malları, kıtlık senesinde Medine ahalisine tasadduk etmiş. Yüz deveyi de kesmiş, etlerini de fakirlere dağıtmış. Yüz deve demek, yüz tane BMC kamyon demek. Yüz tane içi yük dolu, erzak dolu kamyonu bağışlamış. O zamanın kamyonları develerdi. Yüz deveyi mallarıyla beraber bağışlamış.
Parasız iş olmaz, her işin bir maddî tarafı vardır. İslâm dininin maddî tarafı zekât ve sadakadır. Peygamber Efendimiz'e bazıları demişler ki:
"--Yâ Rasûlalah, sen Allah'ın rasûlüsün, biliyorum; uzat elini, ben sana bey'at edeceğim. Yalnız, lütfen bana zekâtı zorunlu kılma, beni zekâttan affet, ben zekât vermeyeyim. Zaten on tanecik devem var, ailem de kalabalık... Şimdi bunlardan kalkar, zekât vermeye çalışırsam malım azalır. Bir de ben korkak bir insanım, canım çok kıymetli, düşmandan çok korkuyorum; bana cihadı da emretme!" demiş.
Samîmî bir insan olduğu için erkekçe, dobra dobra söylemiş. O da sahabi...
Peygamber Efendimiz demiş ki:
"--Zekât olmazsa, cihad olmazsa, o nasıl müslümanlık olur?.. Zekât olmazsa, cihad olmazsa, o nasıl müslümanlık olur?.."
Allah zekât verin demiş, Peygamber Efendimiz vermeyin demez. Allah'ın rasûlü, Allah ne emrettiyse onu yapar. "Öyle müslümanlık olmaz!" deyince, adam hatasını anlamış.
"--Yâ Rasûlallah uzat elini, cihada da zekâta da razı oldum, o şekilde sana bey'at ediyorum!" demiş.
İslâm'ın maddî yönü budur. Zenginin parasıyla fakirler mutlu oldu. O kıtlık diyarında mutluluklar, servetler paylaşıldı. Siz de paranızı Allah yolunda harcayın!.. Ben bir şiirin sonuna bir mısra ekleyerek söylüyorum, hoşuma gidiyor:
Neyleyim, neyleyim, dalları neyleyim? Br>Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim?
Hak yoluna verilmedik malları neyleyim?..
İlk ikisi bir başkasının, sonuna ben eklenti yaptım: Hak yoluna verilmedik malları neyleyim?.. Kazan, kazan, kazan...
"--Hepiniz başkasının malını daha çok seviyorsunuz!" diyor Peygamber Efendimiz.
Diyorlar ki:
"--Yâ Rasûlallah, bu sözünüzdeki nükteyi anlayamadık. Herkes kendi malını sever. Altıncıklarım der, paracıklarım der, mallarım der, mülklerim der..."
İnsan malı sever. Verirken eli titrer. Bir insan bir hayrı yaparken, altmış tane şeytanın aldatmasından yakayı kurtarıp öyle yapar. Şeytan, "Verme, fakir kalırsın, aç kalırsın!" der. "Aptal mısın, sen nasıl çalıştıysan o da çalışsın!" der. "Allah versin de, koğ kapından!.." der. Halbuki Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Kapındaki dilenci Allah'ın sana hediyesidir."
Ver parayı, sevap kazan!.. Kim gelirse, Peygamber Efendimiz vermiş.
Bir keresinde Peygamber Efendimiz'e çok güzel bir elbise hediye edilmiş. Yakışıklı, çok güzel bir elbise hediye etmişler, sırtına giymiş.
Çok sıkıntı çekiyorlardı. Öyle pamuklu kumaş filân bulamıyorlardı, postları bürünüyorlardı. Mağara adamları gibi postlarla yaşıyorlardı. Ebûbekr-i Sıddîk postunu dikenle iliştirmişti. Zengin adamdı ama, hak yolunda vere vere kalmamıştı.
Yağmur yağdığı zaman Mescid-i Nebevî'nin içi, postlar ıslandığı için ağıl gibi kokardı. Tabaklanmış İtalyan derisi değil ki, kokardı. Temizdi ama kokardı. Öyle fukara idiler.
Çok güzel bir elbise verdiler Peygamber Efendimiz'e... Bu Peygamber Efendimiz'e lâyık diye birisi getirmiş, vermiş. Giydi, zâten güzeller güzeli, güneş yüzlü, ay yüzlü; çok yakıştı Peygamber Efendimiz'e... Sahabeden birisi geldi:
"--Yâ Rasûlallah, bunu bana verir misin?" dedi.
[Peygamber Efendimiz hemen eve gitti, o elbiseyi çıkardı, getirdi, o kimseye verdi. Halbuki ona ihtiyacı vardı.]
h. Hanımlar da İslâm İçin Çalışmalı!
.........
İran'da, bugünkü Tahran'ın olduğu yerde Rey şehri vardı eskiden. Rey şehrinin hakimi vefat etmiş, yerine bir küçük çocuk tahta oturmuş ama, henüz çocukluk çağında olduğu için yönetim annesinin elinde imiş. Sultan Mahmud oraya haber göndermiş, demiş ki:
"--Bana tâbî olsun, parayı benim adıma bassın, hutbeyi benim namıma okusun, benim devletimin sınırları içine girsin. Yoksa gelirim, asarım keserim, yakarım yıkarım!" diye bir tehdit göndermiş.
Şimdi bu kadın bu tehdidi almış, yaşlı, nihayet küçük bir bölgenin hakimi... Ötekisi Sultan Mahmud-u Gaznevî, ordusu var, filleri var... Hindistan'ı fethetmiş, Afganistan'a hakim, İran'a yayılmış, Gazne devletini kurmuş. Kadın ona cevap vermiş, demiş ki:
"--Böyle bir ferman göndermişsin, sana tâbî olmamı istemişsin. Tâbî olmazsam, gelip savaşacağını söylemişsin. Allah şâhid ki, gelir benimle savaşmaya kalkarsan, ben de sana karşı koyarım, ben de seninle çarpışırım! Çünkü arslanın erkeği olduğu kadar, dişisi de olur.
Seninle çarpışırım, iki ihtimal var: Ya sen beni yenersin; normal olanı bu, çünkü sen kuvvetlisin, güp güp yeri sarsan fillerin var. Sen zaten bir sultansın, şöhretlisin, cihana namın yayılmış; 'Sultan Mahmud bir ihtiyar, acûze kadını yendi.' derler. Bu senin şânına, nâmına bir şey eklemez, belki eksiklik getirir. 'Utanmamış da, gitmiş, ihtiyar kadınla çarpışmış.' derler.
Ya bu olur, ya da Allah bana yardım eder, ben seni yenerim. Belli olmaz. O zaman cihana rezil olursun; 'Bir koca karı Sultan Mahmud'u yendi.' derler. Onun için benim üstüme pek gelme!" demiş. O da böyle bir mektup yazmış.
Çok hoşuma gidiyor. Dilem, ikilem diyoruz buna mantıkta; öyle de olsa sonuç bu, böyle de olsa sonuç bu... Bu cevabı alınca, Sultan Mahmud oraya sefer yapmaktan vaz geçmiş. Yâni aslanın erkeği olduğu kadar, dişisi de oluyor. Hattâ ben biliyorum ansiklopedilerden, televizyon programlarından; arslanların hanımları çalışıyor, beyler uzanıyor, yan gelip yatıyor. Ötekiler avlıyor, bey de gelip yiyor. Bazan erkeğin de avlandığı oluyor ama, asıl avlanan, büyük işi yapan hanımlar oluyor.
Onun için bizim toplumumuzda kadınlar da İslâm için çalışacak. Çünkü erkekler her yere giremiyor. Haremlik var, selâmlık var, çeşitli zorluklar var... Kadınlar camiye gelemiyor, çoluğu var, çocuğu var. Gelse, cami bir hale dönüyor ki, harp meydanı gibi... Biz "Allahu ekber!" deyip namaza duruyoruz camide... Arkadan tak, tuk, bağırmalar, çağırmalar; bütün katalitik sobaların çakmaklarıyla oynuyorlar. Çaktırıyorlar onları... Bizim namazda aklımız bir geliyor, bir gidiyor.
Çocukların camide cemaate musallat olması, kıyamet alâmetlerindenmiş. Çünkü camide huzurla ibadet edilecek. Onun için gelemiyor camiye... O zaman ne oluyor?.. "Biz bu kadınlara İslâm'ın haberini nasıl ileteceğiz?" diye kara kara düşündüm, bir çare buldum.
Nasıl bir çare buldum?.. Uzay yoluyla, ses dalgalarıyla, Akra radyosuyla... Hanımların mutfağına kadar gidiyoruz, bıdır bıdır mutfakta konuşuyoruz. Oturma odasında konuşuyoruz, patates soyarken konuşuyoruz, yün örerken konuşuyoruz... Sadece süpürge süpürürken, makinanın gürültüsünden konuşamıyoruz. Sair zamanlarda hep konuşuyoruz. Çaresini ben böyle buldum.
Bir de televizyon olsa, tamamen göz göze, yüz yüze anlaşacağız.
Soru:
--Türkiye'nin durumu ne olacak, bizim dışarıdaki görevlerimiz nelerdir?
Türkiye'nin durumu çok berbat... Ekonomisi berbat, bütçesi delik. Bütçeyi doldurmak için yalan uydurdular, sekiz yıllık eğitim vs. diye. Sağlayacakları paralarla bütçeyi yamayacaklar, işlerini götürmeye çalışıyorlar. Öyle şey olmaz. Havuzu deldikten sonra, bütçe başka yerden yamanmaz. Ama tabii, onların maksatları hayır değil.
Türkiye'de sıkıntılı durumlar var. Biz Türkiye'de ikamet eden insanlar olarak çalışacağız, anlatacağız, yanlışları söyleyeceğiz, uğraşacağız, hakkımızı savunacağız. Ama siz de buralardan çalışacaksınız. Çünkü eski bir fizikçi varmış (Arşimidis), bir laf söylemiş:
"--Bana bir dayanak verin, dünyayı yerinden oynatırım!" demiş.
Uzayda bir dayanak vereceğiz adama, o da bir manivela kolu bulacak, dünyaya dayayacak, dünyayı oynatacak. Doğru, bizim veremiyeceğimizi biliyor, ondan istiyor. Yâni bu, aletin önemini gösteriyor. Dayanağının sağlam olması halinde insanın çok büyük güçleri yerinden oynatabileceğini gösteriyor.
Bizim de Türkiye dışında dayanaklarımız olmalı, Türkiye'nin durumlarını düzeltmeye çalışmalıyız.
Onun için hep beraber İslâm için çalışalım! Şu dâr-ı dünyâda hayat imtihanını başarı ile verelim!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi başarılı eylesin... Doktoramızı yapmayı, mânevî doktorayı yapmayı nasib eylesin... Güzel sertifikalar, diplomalar almayı nasib eylesin...
Sevdiği kul eylesin, hüsn-ü hàtime nasib eylesin... Kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin... Ahirette yüzü gülenlerden eylesin... Sıratı yıldırım gibi geçenlerden eylesin... Mahşer gününde Arş-ı A'lânın gölgesinde nurdan minberlere oturup, trübünlerden mahşer halkını seyredenlerden eylesin... Defter, divan açmadan, ayıplarımızı etrafa saçmadan, kimseye duyurmadan, affıyla affederek, bigayri hisâb cennetine dâhil eylesin...
Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin... Cemâlini ayın ondördü gibi görmeyi nasîb eylesin... Selâmün kavlen min rabbin rahîm ayetinde bildirilen selâmına mazhar eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili kardeşlerim!..
29. 08. 1997 - İNGİLTERE