Anlıyorlar, anlıyan anlıyor. Şimdi bu Almanlardan derviş olanlar var, Mevlevî olanlar var... Beş tarikattan icazet almış birisi... Bir arkadaşım öyle söyledi:
"--Hocam, falancayı tanıdın mı?.."
"--Tanımadım." dedim.
"--Beş tarikattan icazetli..." dedi.
Beş tarikata gitmiş, şeyhlerle tanışmış, konuşmuş, gönüllerini etmiş, icazeti almış. Ben herkese kolay icazet vermem ama, o şeyhlerden almış o... Ötekiler de vermişler. Belki biraz teşvik olsun diye vermişlerdir, bilmiyoruz.
Sonuç itibarıyla onlar da Allah'ın kulu, onlar da bizim muhatabımız.
Sahabe-i kiram Almanya'ya gelseydi, bunlardan bazısına öyle şeyler söylerlerdi ki, bir şeyler olurdu. Ama bu sözle olmuyor. Yâni, "Bizim dinimiz güzeldir, sen bizim dinimize gel!" demekle olmuyor. Neyle oluyor?.. Güzelliği senin kendi üzerinde görüp, hayran olması lâzım!.. Öyle oluyor etkilenme...
Ne demiş Almanın birisi:
"--Yâhu, bu Türklerin samimiyetine bayılıyorum, ne muhabbet var aralarında, şunlara bak!" diyormuş. "Almanlar arasında böyle bir şey yok, kardeşlik yok, soğukluk var. Bu Türklerin muhabbetine hayranım! Birbirleriyle olan sevgilerine, bağlılıklarına, muhabbetlerine; düğünde, bayramda, sevinçli günde, kederli günde toplanmalarına, birbirlerine ikramlarına, fedâkârlıklarına hayranım!" demiş.
Aralarına girmiş bizim arkadaşların. Neden?..
"--Seviyorum, bunlar muhabbetli insanlar... Bizim usülde dairende ölürsün, gelir memurlar kaldırır; muhabbet yok!.." demiş.
Bizde muhabbet var, anlıyorlar. Mevlânâ'yı okuyorlar, anlıyorlar, seviyorlar; müslüman olanları var. Ama bizim güzel örnek olmamız lâzım! Bir de yuva hazırlamamız lâzım ki, o yuvaya koşsunlar.
j. Sıcak Yuvalar Kuralım!
Danimarka'daki müslümanlarla, müslüman olmuş Danimarkalılarla konuştum ben...
"--Nasılsınız, sıkıntınız ne, ihtiyacınız ne, bizim size bir yardımımız olabilir mi?" dedim.
"--Hocam biz müslüman olduk, eski toplumumuzla bağları kopardık. Onlar bize, 'Niye dinimizi bıraktınız?' diye kızıyorlar, taassub gösteriyorlar. Onlardan koptuk ama, İslâm toplumu bizi kucaklayamıyor. Biz iki arada kalıyoruz." dediler.
Çünkü İslâm toplumunun yuvası yok, sıcak kucağı yok... Yâni yeni gelen insanın sıcak bir yuva bulmadığı bir ortamda, İslâm gelişmez. Neden?.. Adam hesap yapacak: "Falanca müslüman oldu, yapayalnız yaşadı, çok perişan öldü. Ailesi düşmanca tavır takındı, öbür taraftan da ilgi olmadı, ne perişanlık çekti." diyecek meselâ... Halbuki sıcak yuva bulsa, durum çok daha farklı olacak.
Peygamber Efendimiz'in zamanında bir müşrik imana geldiği zaman, nasıl sahabenin arasına giriyordu? Nasıl bir sıcak ilgi görüyordu, nasıl onlardan biri olabiliyordu?.. Bu çok önemli... Sıcak yuva, sıcak çevre, sevimli güzel bir çevre... Bunu kurmağa çalışacaksınız.
Yâni camiden ziyade sohbethane, lokal gibi bir yer olacak. Alman müslüman olacak, Alman da gelecek; o da zevk alacak, o da memnun olacak... Sonuç itibarıyla, o zaman yol açılmış olacak. Yâni ordan bu tarafa doğru akım tıkanmamış olacak, kolaylaşmış olacak, gelmesi mümkün olacak.
Aksi takdirde akım tıkanıyor. Otobanda giderken bir kaza olduğu zaman, yol tıkanıyor. Bütün üç şeritli yol duruyor. Neden bunlar müslüman olmuyor?.. Tıkanıklık var... Önü açılmadığı için, akım sağlanmadığı için olmuyor. Ortamı hazırlamadan bunları İslâm'a çağırsan, olmaz. Sevecek, görecek.
Pakistanlıların -- Cemâat-i Tebliğ'in-- güzel bir usûlü var: Bir yere gidiyorlar, İslâm'ı anlatıyorlar. Ondan sonra diyorlar ki:
"--Aramıza katılmaz mısın?.. Sen de gel aramıza katıl!"
Katılıyor, onlarla beraber geziyor, onlarla beraber yiyor, içiyor, yatıyor, kalkıyor... İslâm'ı hayatın içinde öğreniyor. Katı mektepte değil, sıcak yuvada İslâm'ı öğreniyor. Onun için mutlaka sıcak yuva kurmağa gayret edeceksiniz.
Sıcak yuva olacak; çay olacak, sevgi olacak, ilâhi olacak, muhabbet olacak, sohbet olacak, tad olacak, lezzet olacak, bilgi olacak... Gelen insan memnun ayrılacak, gülerek ayrılacak.
Abdül'aziz Hocaefendimiz'in evine Nureddin Topçu gelmiş, konuşmuş. Nureddin Topçu, felsefe doçenti, Fransa'da tahsilini yapmış bir insan... Bir sürü sıkıntısı var, bir sürü sorusu var, bir sürü meselesi var. Hocaefendi'ye sormuş, gece sabaha kadar konuşmuşlar. Sabah çıkmışlar, yanındaki arkadaş anlatıyor: Kapının önünde yutkunmuş, mütebessim, çok memnun durumda...
"--Aklıma bir iki soru daha geldi, içeri girsem, onları da sorsam olmaz mı?" demiş.
Sen doçentsin, âdâb-ı muaşereti bilirsin. Ama tad alıyor, sohbetten tatlı ayrılıyor.
Toplantıdan tatlı ayrılmak önemli... Yeri sevmek, ayrılmak istememek, ayrıldığı zaman da aklının, canının orda kalması... İyi bir müslümanı nasıl tarif ediyor, evliyâullah büyüklerimiz; Peygamber Efendimiz'in hadisi şerifinde nasıl geçiyor.
(Ve racülün kalbühû muallakun bil-mescid izâ harace minhü hattâ yeûde ileyhi) "Kalbi mescide takılı kalmış, tekrar oraya dönünceye kadar aklı fikri mescidde..." diye bildiriliyor. Mescidin böyle sıcak olması lâzım! Topluluğumuzun böyle sıcak olması lâzım!..
Böyle teşkilâtı, yuvaları kurduktan sonra gelişme büyük olacak. Ondan sonra neler yapacağız?.. Ondan sonra İslâm'ın yayılması için, Allah'ın rızasının kazanılması için yapılacak çok güzel şeyler var, onları biliyoruz ama; önce muhabbet olacak, muhabbetli toplum olacak ki, onlarla beraber bu işler olsun!..
İslâmî araştırmalar merkezi kuracaksınız, İslâmî araştırmalar yapacaksınız, Almanca neşriyat yapacaksınız... vs. vs. Onların hepsini Türkiye'de yaptığımız için biliyoruz, burda da yapabiliriz inşaallah!.. Ama önce köprünün kurulması lâzım, aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah hepinizden razı olsun... İşte burada, bu toplantıda bu fikirleri müzakere eder, burdaki günlerde bu aşıyı alır, bu aşkı, şevki içinizde duyar ve bundan sonra elbirliği ile güzel gayeler için çalışmayı, beraberce devam ettiririz diye düşünüyorum.
Buradaki sayı azdır ama bu bir tohum gibidir, bu bir incir çekirdeği gibidir. Bakın burda şu kadarcık insan var... Toplumun tamamına göre bu bir incir çekirdeği gibidir ama incir çekirdeğinden kocaman bir incir ağacı oluyor. Yıllarca incir veriyor, binlerce incir veriyor. Sonra o incirlerden de sayısız tohum hàsıl oluyor, nice nice başka ağaçlar hàsıl oluyor. Bir şeye başlamak önemlidir.
Peygamber Efendimiz onüç sene Mekke-i Mükerreme'de çalıştı, şu kırk rakamını buldu. Biz daha ilk günden kırk rakamındayız. (Biraz latîfe olsun, hoşa gitsin, heves gelsin diye söylüyorum.) Ama onüç yılda kırk kişi çok düşündürücü bir rakam değil mi?.. Peygamber SAS Efendimiz gibi Allah'ın rasûlü, güzeller güzeli, insanların serveri bir mübârek insanın çalışmasından onüç yıl geçiyor, kırk kişi müslüman oluyor...
Onun için, bu toplantının hayırlı bir başlangıç olmasını temenni ediyorum, ümid ediyorum, seziyorum. İnşaallah Almanya'da, Avrupa'da ve Dünya çapında çok güzel hizmetler yapacağız. Türkiye'nin kalıpları ve şartları, iyi çalışma imkânları vermiyor, dar geliyor. İnşaallah çalışmaları buraya kaydırırız. Dünya çapında çalışmaları burdan yaparız diye düşünüyorum.
Allah hepinizden razı olsun...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..
27. 09. 1997 - Creglinberg / ALMANYA
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
İSLÂM'IN HEDEFLERİ
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-àhirîn, muhammedinil-mustafâ ve alâ àlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmâìnet-tayyibinet-tahirîn...
Aziz ve sevgili kardeşlerim! Eğitim toplantımıza hoş geldiniz! Allah hepinizden razı olsun... Her şeyden önce Rabbimize, bizlere ihsan ve ikram ettiği kıymetli ve sayısız ve sonsuz, engin ve geniş nimetleri dolayısıyla hamd ü senâ ederiz. Allah'a hamd ü senâlar olsun, şükürler olsun ki, bize İslâm'ı tattırdı, müslüman olmayı nasib etti.
a. İslâm Nimeti
Nimetlerin en büyüğü, bütün nimetlerin anahtarı müslüman olmak nimetidir, şerefidir. Çünkü insan müslüman olduğu zaman, ebedî saadeti sağlıyor. Yâni ahirette cennete gitmeyi, böylece sonsuz saadete ermeyi Allah müslümanlara ihsan ettiği için, ahiret saadetinin en mühim şartı olan imanı kazanmış oluyor.
Şu dünya üzerinde ne kadar çeşitli insanlar var, ne kadar çeşitli zihniyetler var. Burada görmek mümkün, hatta şu binada görmek mümkün: Nasıl vakit geçirdiler, geceyi nasıl geçirdiler, sabaha nasıl çıktılar, güne nasıl başlıyorlar, günü nasıl yaşıyorlar, nasıl kazanıyorlar, nasıl harcıyorlar, ömürleri nerede geçiyor?.. Bunları görüyoruz. Kazanıyorlar, kazandıklarını da keyiflerine göre harcıyorlar. Nefislerinin ve şeytanın kendilerine ilham ettiği, fıs fıs söylediği şekilde günlerini geçiriyorlar.
Giyimleri giyimlerimize benzemez, zevkleri zevklerimize benzemez, sözleri sözlerimize benzemez, işleri işlerimize benzemez. Biz kapalıyız, onlar açık... Biz namusluyuz, onlar namus denen mefhum bakımından çok farklı durumlarda... Biz insafla, merhametle, adaletle hareket etmekle vazifeliyiz, zulümden kaçınmakla vazifeliyiz. Bunlar para toplamak için milletleri birbirleriyle çarpıştırırlar. Harp çıkartırlar, silah satarlar. Ülkeleri sömürürler, cahilleri kandırırlar.
Afrikayı sömürmüşler, Amerika'yı sömürmüşler, Avustralya'yı sömürmüşler, yerlileri öldürmüşler, afyona, içkiye alıştırmışlar... Büyük paranın geldiği yerde bunların yapmayacağı kötülük yoktur. Petrol gelecek yerde, petrol için her türlü harbi, darbı, kavgayı, gürültüyü yaparlar. Çünkü sayısız araç petrolden yakıt alıyor. Tüm ileri ülkelerin sanayilerinin temel maddelerinden birini petrol teşkil ediyor. Orda hiç şaka yoktur, orda harpler olur, orda canlar yanar, orda milyonlarca insan mahvolur...
Bizim işimiz öyle değil. Biz, her yaptığımız işten sorumlu olduğumuzu biliyoruz. Her şeyin kayda geçtiğini düşünüyoruz. Şurada konuşmalarımızın şu teybe, şu videoya çekildiği gibi, insanların bütün ömürleri boyunca yaptığı her şeyin kayda geçtiğini biliyoruz ve bunun hesabının sorulacağını biliyoruz. Mahkeme-i kübrâya inanıyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin zerre kadar hayır işleyenin hayrını boşa çıkartmayacağını, karşılıksız koymayacağını, zalimlere de cezasını vereceğini biliyoruz.
Onun için ayağımızı denk almamız lâzım! Mahkeme-i kübrâyı düşünüp her işimizi ona göre yapmamız lâzım ve öyle yapmaya da çalışıyoruz. Kadın ve erkek olarak, çoluk çocuk olarak, zengin ve fakir olarak, büyük küçük olarak ana fikrimiz sorumluluk... Ahirette hesap var, mahkeme-i kübrâ var. Melekler yaptıklarımızı yazıyor. Ana fikrimiz bu...
Karıncayı ezsek üzülürüz. Bilmeden karıncayı incitsek, ondan bile üzüntü duyarız. Kimseye zulmetmek istemeyiz. Onun için her şeye faydalı olmaya çalışırız. Herkese iyilik yapmaya çalışırız. Hiç bir şeye zarar vermemeye, şerre alet olmamaya gayret ederiz.
Aklı ve insafı ve vicdanı olan herkes, iki yolu mukayese ettiği zaman, iki tarafın yaptığı işleri karşı karşıya getirip, teraziye koyup, ölçüp tarttığı, gördüğü zaman gayet iyi bir şekilde anlar ki, elhamdü lillâh bizim yolumuz daha doğrudur.
Okuduğum sûre-i celîlede Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(İnne sa'yeküm leşettâ) "Sizin hayat sürüş tarzınız, sa'y ü gayretiniz, faaliyetleriniz farklıdır." Ve bu farklılığı ifade ediyor: (Ve emmâ men a'tà vettekà. Ve saddeka bil-hüsnâ.) Kim verir ve takvâ ehli olursa; Allah'ın gönderdiği peygamberlere, indirdiği kitaplara inanıp, sakınıp, çekinip, Allah rızası için fedakârlık yapıp, alıp, verip, Allah'ın emirlerine uygun hareket ederse; en güzeli de tasdik ederse, onun cennetlik olduğunu bildiriyor.
(Ve emmâ men bahıle vestağnâ. Ve kezzebe bil-hüsnâ.) "Kim Allah'ın gönderdiği en güzel nizamı, en güzel ahkâmı inkâr edip de, tembellik edip, iyilik yapmaktan uzak durup, hayrat ü hasenâtı yapmakta cimrilik gösterirse; onun da cehenneme gideceğini bildiriyor.
Tabii burası insanların serbest hareket edebildikleri bir âlem. Her insan bu âlemde istediği yolu tutturabiliyor. Eğer bir topluluk nizamı yoksa, topluluğun baskısı, cevri, zorlaması yoksa, istediğini yapıyor. Topluluğun baskısı varsa, kanunu, nizamı varsa ve onu iyi takip edebiliyorsa, ona uyuyor.
Toplulukları yönetenler de tarih boyunca kanun ve nizam yapmışlar, "Toplulukta yaşıyoruz, şunu şöyle yapcaksınız, bunu böyle yapmayacaksınız!" diye topluluk için kaide koymuşlar, kural koymuşlardır. Tarih boyunca nerde topluluk varsa, orda mutlaka bir kural vardır. Topluluğun kuralları vardır. O topluluğun kurallarına uymayanı, toplum çeşitli şekillerde cezalandırır.
İnsan çeşitli toplumları incelerse; Afrika topluluklarını, Eskimoları, Amazon yerlilerini, Avustralya'daki Aborijinleri... Birbirlerinden çok farklı şeyler. Çok değişik anlayışta, çok farklı zihniyetler.
Meselâ Mısır'da kıtlık olduğu zaman, Nil nehri bekledikleri şekilde bol su getirmediği zaman, içlerinden en zengin, en soylu aileden bir kızı kur'a ile seçerlermiş, Nil nehrine atarlarmış. Yâni kız beğenilsin diye de en iyisini seçiyorlar. O zaman Nil nehri memnun kalırsa, onlara fazla su getirecek, tarlalar bereketli olacak... filân. Tabii kız atılmak ister mi; belki atılmak istemez. Ailesi vermek ister mi; belki vermek istemez ama, toplum kural olarak koymuş. Ne yapalım, bu böyle olacak diye kızı kim bilir nasıl, belki bağırta bağırta nehre atarlarmış. O da inanıyorsa bu batıl kurala, o da belki boynunu büküyor, razı oluyor. O tarzda nehre atılırmış.
Bu da bir kural ama hiç bir şeye benzemiyor. Demek ki insanların ortaya attıkları kaideler, kurallar bu kadar korkunç, bu kadar iğrenç, bu kadar çirkin olabiliyor. Daha başka misaller var, misalleri çoğaltmak istemiyorum.
b. İslâm'ın Beş Hedefi
En güzel nizam, Allah'ın kullarına ihsan ettiği nizamdır. Çünkü Allah'ın kanunları beş ana kaideyi, ana hedefi hedeflemiş, beş gayeye ulaşmayı sağlamak için kural koymuş:
1. Yanlış inancı engellemek, imanı korumak. En önemli hedef bu...
(Efdalü mâ kultü ene ven-nebiyyûne min kablî lâ ilâhe illallah) "Benim ve Allah'ın benden önceki gönderdiği bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en faziletlisi, en üstünü 'Lâ ilâhe illallah' sözüdür" diyor. Allah var, şeriki, naziri yok, ortağı yok; sadece Allah var. Sadece âlemleri yaratan Allah'a insanların ibadet etmesi lâzım! En büyük kaide bu...
Onun için Hazret-i Adem AS'dan itibaren bütün peygamberler, bu inancın insanlarda doğru yer etmesi için; eğer yanlış bir inanç türemişse, o inancın düzeltilmesi için çok büyük mücadele vermiş. En büyük mücadeleyi vermişler. Nuh AS'ın mücadelesi odur, İbrahim AS'ın mücadelesi odur, Musa AS'ın mücadelesi odur, İsâ AS'ın mücadelesi odur, Peygamber-i Zîşan'ımız Muhammed-i Mustafa AS'ın mücadelesi odur. Birincisi insanların kafalarını, imanlarını korumak...
2. Allah'ın emirlerinin ikinci amacı: İnsanın vücudunu korumayı esas almıştır. İslâm dinine göre insanın vücuduna zarar vermek, vücudu zarara uğratmak caiz değildir. İslâm'ın bütün kuralları insan vücudunu korumak için, sıhhatini korumak içindir. Bu da çok güzel bir şey...
Tabii iman en önemlisi. Çünkü insanlar yanlış inançlardan kızlarını götürüp nehre atıyorlar. İnanç yanlış oldu mu Firavun'a tapıyor, Nemrut'a tapıyor, puta tapıyor, ateşe atıyor, işkence yapıyor. İnsanlar, kafa bozuk olduğu zaman, inanç bozuk olduğu zaman, doğru yapıyorum sanarak çok yanlış işler yapıyor. İnancın doğru olması en önemli, temel o...
İkincisi; vücudu koruyor. Çünkü Allah bu vücudu vermiş, bir emanet... Bunun zarara uğratılmaması lâzım! Vücuda zararlı her şeyi yasaklamıştır İslâm. İnsanın vücuda ihtimam etmesi lâzım, bakması lâzım, emaneti iyi koruması lâzım!..
3. Sonra sağlam aklın, sağlam muhakemenin korunmasını esas almıştır. Yâni şuurun korunmasını esas almıştır. Şuurun korunmasını engelleyen, şuuru gideren, aklı gideren her şeyi yasaklamıştır. Meselâ içki, afyon, esrar bunun için yasaktır.
Bu toplumlarda bu çok yaygındır. Alınıyor, satılıyor. Vücutlar da mahvoluyor, insanlar da mahvoluyor. Sonra da tımarhanede, hastahanede çırpına çırpına, kayışlarla yataklara bağlanarak, morfinle, ilâçla uyuşturulup ölmesi bekleniyor. Mahvoluyor yâni. Bir vücut, bir varlık mahvoluyor.
4. Sonra İslâm aileyi korumayı hedef almıştır, nesli korumayı hedef almıştır. Onun için aile düzeni vardır, yuva vardır. Hanım bellidir, efendi bellidir. Çocuklar bunlara emanet edilmiştir. O hiç bir şeye gücü yetmeyen çocuklar, o zavallılar, dünyaya geldiği zaman ağlayarak gelen o varlıklar, aciz varlıklar bu iki şefkatli büyüğü tarafından büyütülür. Nizam böyledir. Bu nizamı korumaya, desteklemeye çok önem vermiştir.
Onun için, nesli ve aileyi korumak için nikâh sevaptır, evlilik sevaptır amma, bunun dışındaki eğlence yollarının hepsi günahtır. Çok büyük günahları vardır.
Bu toplumlar onları yapıyor. Aslında bu toplumlar da bir zamanlar peygamberlerin yoluna tâbi iken sonradan değişmişler. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha hayatı sadece sırf keyif ve zevk için geçen insanlar var. Ve nüfusları artmıyor ve köpekleriyle ahbablığı çocuk yetiştirmeye tercih ediyorlar. Gûya düz yaşamayı, keyfince yaşamayı, evlilik cehenneminden, zindanından, oraya tıkılmaktan daha uygun görüyorlar. Ondan sonra da tabii belli bir yaş geçtikten sonra buruşuyorlar, ihtiyarlıyorlar, ölüp gidiyorlar.
İslâm buna da karşı... İslâm'da aile nizamı var, çoluk çocuğa sevgi, şefkat var, onları büyütmek var, onları büyütmek çok sevap... Zaten tabiat da böyle. Yâni insan neslinin üremesi için çare bunların yolu değil. İnsanın neslinin üremesi için yol, İslâm'ın gösterdiği yol. Onun için nesli korumayı da esas alıyor İslâm dini. Aile yuvasını tavsiye ediyor. Bunun için kanunlar koymuş, yasaklar koymuş, emirler var. O emirlere uymak gerekiyor.
Bakın biz burda elhamdü lillâh aile eğitimi yapıyoruz. Yâni ailece toplanmışız; hanımlar da geliyor, çocuklar da geliyor, beyler de geliyor. Bütün başka ülkelerde de yaptığımız toplantılarda durum böyle.
Demek ki nesli de koruyor İslâm dini, korumaya önem veriyor. Etti dört...
5. Beşincisini hatırlamaya çalışalım: Malı mülkü en sona bıraktık, çünkü mal mülk dünya metaıdır. Malı mülkü de israf etmemeyi ve yakıp, kırıp, dökmemeyi dinimiz emrediyor.
O halde nizam-ı âlem İslâm'la kàimdir. Yâni dünyaya İslâm hakim olsa, her şey güzel olacak. Polislere, mahkemelere iş kalmayacak, her şey güzel olacak. Ama insanlar bu gerçeği göremiyorlar.
b. İnsanın Düşmanları
Görememelerinin bir kaç sebebi var, bir kaç mâni var. O mânilerden dolayı İslâm'a gelemiyorlar insanlar.
1. En başta şeytan var. Açık seçik kesin bir düşman şeytan.
--Nerde bu düşman ki yakalayalım, canına okuyalım, yok edelim bu düşmanı?..
Bu şeytan açık bir düşman ama, görünüşü açık değil. Düşmanlığı açık bir düşman. Gözden gizli, insanın aklında, insanın içinde, insanın fikrinde, insana yanlış fikirler vesvese edip insanları yanlış yola çekiyor. En büyük şer kaynağı o...
Tabii her şeyi yaratan, bütün gücün kuvvetin sahibi olan Allah, niye böyle bir mahlûk yaratmış? Niye şeytanı yaratmış?.. İnsanoğlunu imtihan etmek için yaratmış. Şeytanın doğrudan doğruya kötülük yaptırım gücü yok. Yâni ensesinden tutup da insanı zorlayıp, zorla "Şu günahı işle!" diye bastırması ve zorla yaptırması yok. Sadece fikir veriyor.
Bu bizim için bir bakıma iyi bir şey. İyi ki gücü yok! Bir de zorba diktatör gibi zorla yaptırsaydı... Hani esir alıyorlar, ayaklarına zinciri bağlıyorlar, kırbacı ellerine alıp taş ocağında çalıştırıyorlar esiri... Yâni öyle yapsa, karşı gelemesek fena olacak ama, bu azılı düşmanın iyi tarafı sadece vesvese veriyor, o kadar.
"--Şunu yapsan ne kadar iyi olur, yapsana şunu ya, hadi yapsana ya, bak ne kadar tatlı, ne kadar zevkli..." bilmem ne.
Ordan girip, burdan girip, bir kulağından girip öbür kulağından çıkıp, aklını çelip, fıs fıs fıs vesvese... Vesvese ve fıs fıs sözlerinin arasında bir benzerlik var zaten. Böyle fıs fıs vesvese veriyor.
Demek ki, yapılması gereken işin doğru mu yanlış mı olduğunu düşünüp, kendi kendimizi tutabiliriz. İnsanoğlunun elinde bu imkân ve bu güç var. O halde bu gücü kullanmamız lâzım!..
2. İkincisi, insanın içinde kendisine ait bir varlık var, biraz ayrı bir varlık... Bir kendisi var insanın, nefsi var. O da insana bir şeyler söylüyor, şeytan gibi o da vesvese veriyor. Meselâ diyor ki:
"--Akşam saat ikide yattın, yoldan geldin, yat aşağıya. Uykun var, yorgunsun, haklısın, arslansın, kaplansın, ben senin iyiliğini istiyorum. Yatak yorgan sıcacık, kalkma, yat aşağıya!.."
"--Olur mu ya? Namaz vakti kalmam lâzım!" filân diyorsun.
E, biz burda kalkıyoruz ama, burda kalkılır. Tek başına yakalayınca insanı kaldırtmaz bazen. Kimse görmeyecek, kimse duymayacak, kimse bilmeyecek...
"--Biraz sonra kalkarsın!" diye de bazen aldatır. "Tamam tamam... Tamamen kalkma demiyoruz biz sana ya, Allah Allah! Biraz gözünü yum, şöyle uykusuzluk azcık bir geçsin, ondan sonra kalk!.." der.
Gözünü bir yumdurdu mu, derin bir uykuya bir dalarsın, namazın vakti geçer, meselâ...
Şeytan vesvese verir. Nefis şeytandan daha kuvvetlidir, bayağı bastırır. Nefis bayağı inatçıdır, bayağı istediğini yaptırır. İnsan nefsin böyle tonlarca baskısını hisseder. Kim hisseder? Meselâ içkiye alışmış bir insana:
"--İçkiyi bırak!" dersin.
Nefsi içkiyi istiyor ya, tatlı geliyor ya, o kadar zor gelir. Anası ağlar, karısı ağlar, çocuğu ağlar, arkadaşı yalvarır. Kendisi de bilir yanlış olduğunu, içkinin zararlı olduğunu... Tutamaz. Tonlarca baskı var, o an kendisini tutamaz.
"--Hocam biz içki içmiyoruz."
Sigara içenler anlar. Bırakamaz. Parmak kadar sigaraya koca pehlivan adam yeniliyor diyorum ben. Şu kadarcık sigaraya pehlivan gibi adam yeniliyor. Çünkü sigara onu yeniyor. Sırtüstü yere yatırıyor, içirtiyor.
Yâni alışkanlıklar nefistendir. Nefis alışır, ister, uykuyu ister. Uyku bazen tatlıdır. Çarşıdan alınmaz, mendile konmaz, fileye konmaz, torbaya konmaz, ondan tatlı şey olmaz... Uyku kadar tatlı şey olmaz. Uykuyu sever. Yemekleri de sever.
"--Hocam, hepimiz seviyoruz..."
Hepimiz seviyoruz ama bir miktar yiyoruz, ondan sonra yemiyoruz. Sonra haramdan yemiyoruz, helâl olmasını istiyoruz. Nefis istedi mi harama, helâle bakmaz. Elmalar daldan sarkıyor, adam yoldan geçiyor. Tarlada sahibi yok. Canı elmayı istedi, ne yapar? Elmayı koparır.
"--Çok susadım, çok canım istiyor, ağzım kurudu, bilmem ne..." filân.
"--E haram! Başkasının elması..."
Yer. Yâni hoşuna giden şeyin karşısında dayanamaz nefis. O da bir düşman. O da insana Allah'ın kurallarını, kanunlarını, şeriatin ahkâmını çiğnettirir.
3. Şeytan var, nefis var... Sonra?.. Kötü arkadaşlar var, kötü muhit var. Kötü arkadaş, kötü muhit insanı içine alır, o toplumun o havası içinde insan yuvarlanır gider. Onun için iyi çevre edinmek lâzım! Akıllı bir insanın, dünya ve ahirette mutlu olmak isteyen bir insanın mutlaka çevresini düşünmesi, iyi bir çevrede yaşamıyorsa, onu değiştirmesi lâzım!..
"--Hocam yıllardır ahbaplık ettiğim arkadaşlarım var. İşte, beraber kahveye gideriz, bilardo oynarız, kumar oynarız, gezeriz, tozarız..."
Tamam, senin arkadaş muhitin iyi değil, onu değiştireceksin. O değişmeden, ortam, muhit, çevre, arkadaş grubu, içinde yaşadığı toplum değişmeden, insan iyi insan olamaz. Bunun karşılığında bizim de kendimizi destekleyen, müslümanca yaşyamamızı sağlayan iyi bir çevre kurmamız lâzım!.. İyi bir çevre kurmak, cami kurmaktan da önde gelir. İyi bir çevre kurulursa, iyi bir toplum camiyi de yapar. O halde insan gittiği bir yerde, yaşadığı yerde çevresini kurmalıdır. Çevresini inşa etmelidir.
Ben İngiltere'ye gittim iki üç hafta önce... Orda bazı İngilizler geldiler bizim karşımıza, kelime-i şehadet telkin ettik, müslüman oldular. Elhamdü lillâh... Çalışsak çok kimse müslüman olur. Hazır. Yâni adamlar boşlukta, adamlar inançlarının yanlış olduğunun farkındalar. Doğru inanç, doğru şekilde, güzel şekilde sunulsa, müslüman olacaklar. Fakat müslüman olduktan sonra ikinci bir şey başlıyor. O müslüman olan insanların korunması lâzım! İslâm'a ısınması lâzım, çevre lâzım!
O bakımdan ben arkadaşlara söylüyorum; "Çevre kurun, topluluk kurun, dernek kurun, yeriniz olsun, lokaliniz olsun!" diyorum. Sıcak, yumuşak, tatlı ahbablıkların gelişebileceği çevresi lâzım. O çevre olmadı mı, yanlız kalan bir insan söner. Mum gibi söner. Cılızlaşır.