Yer güzel rahat... Konferans salonu güzel ve program çok kaliteli idi. Tabii organize eden kardeşlerimiz de, dinleyen kardeşlerimiz de hepsi ilmiye mesleğine girmiş kimseler; doktora yapan kimseler, ilmî kariyer sahibi insanlar... Çok kaliteli konuşmalar oldu. Konuşmacılar kıymetli insanlar ve konuşmalar kaliteli idi, İslâmî idi. İslâm'dan bir sapma, İslâmî nokta-i nazardan tenkid edilecek birşey gözüme çarpmadı. Aksine çok güzel nasihatler, çok güzel tavsiyeler dinlemiş olduk.
Bu, işin tabii mânevî bakımdan en güzel tarafı... Konuşmaların Allah'ın rızasına uygun konuşmalar olması, mesajların İslâmî olması... Bakın bugünkü ilk konuşmacı ne kadar güzel söyledi; tarihi yazmanın da bir İslâmî şuurla yazılması var, o ayrı bir üslûb...
Sanıyorum bu işi organize eden kardeşlerimiz, böyle hayırlı sözlerin söylenmesini ve dinlenmesini organize ettikleri için büyük sevap aldılar. Söyleyenler söyledikleri için sevap kazandılar, dinleyenler dinledikleri için sevap kazandılar. Uyguladıkları takdirde daha devamlı sevap kazanacaklar.
b. Allah İçin Kardeşlik
Bu konuşmaların, bu toplantının, bu günlerin bir başka amacı da, kardeşlik haftası... Kardeşlik İslâm'ın en güzel, en kolay, en sevaplı işlerinden birisi... Biz biliyoruz ki ibadetlerin hepsi meşakkatlidir. İnsan o meşakkati göze alır, onun için, "Aferin, bu kulum benim uğrumda, benim yolumda meşakkati göze aldı." diye Allah ona mükâfat verir. Zahmetinin, meşakkatinin mükâfatını kat kat verir.
Onun için ibadetin en faziletlisi, en zahmetlisidir. Namaz zahmetlidir. Oruç zahmetlidir, meşakkatlidir; hastalar tutamıyor, yolculukta tutulamıyor. Hac çok zahmetlidir. Gençken yapmanızı tavsiye ederiz. Yaşlılar dökülüyorlar, çok zor oluyor, kolay bir iş değil... Cihad ondan daha zor bir ibadettir, çok tehlikeli bir ibadettir.
Ama böyle zahmetli olmadığı halde, mükâfatı çok büyük olan ve ibadet sayılan bazı işler vardır İslâm'da... Bunlardan birisi kardeşliktir. Müslümanın müslümanı Allah için sevmesi, onu kardeş kabul etmesi, onunla dost olması, dostluğunu devam ettirmesi... Bunların derecesi şehidler ve peygamberler gibi, onlarla ölçülecek kadar yüksektir.
Peygamber Efendimiz SAS'in hadis-i şeriflerinde, bu kesin olarak ifade edilmiştir, açık açık ifade edilmiştir. Meselâ sahih hadis kitaplarında sahih bir hadis olarak rivayet edilir ki. Yedi sınıf insanı Allah-u Teàlâ Hazretleri mahşer gününde mahşer gününün sıkıntılarına uğratmayacak, üzüntülere, korkulara düşürmeyecek, onları taltif edecek, Arş-ı A'lâ'nın gölgesinde, nurdan koltuklarda rahat bir şekilde onları oturtacak. İnsanlar telaştayken, korkudayken, endişedeyken, titrerken, terlerken, perişanken, onlar çok rahat olacaklar.
Kim o yedi sınıf insan, onları sayıyor hadis-i şerif... Onlardan bir tanesi de, (racülâni tehàbbâ fillâh) "İki insan ki birbirleriyle Allah için kardeşlik ediyor, dost oluyor." Bizim burdaki kardeşliğimiz odur işte... Yâni Allah rızası için birbirimizle dostuz, kardeşiz, ihvânız. İhvân Arapçada kardeşler demek zaten...
Bunun sevabı o kadar yüksektir ki...
"--Kimdir bunlar yâ Rasûlallah, o kadar büyük mükâfatlara mazhar olacaklar?.. Peygamberler midir bunlar, şehidler midir yoksa?.." diye ashab-ı kiram sordular.
"--Hayır peygamber değiller, şehid değiller. (Hümül-mütehàbbûne fillâh) Bunlar birbirlerini Allah için seven, dost olmuş olan kimselerdir." diye Rasûlüllah Efendimiz bildiriyor.
Cennette de makamlarının yüksek olacağı bildiriliyor, mahşer yerinde de böyle olacağı bildiriliyor. Tabii dünyada da kardeşliğin pek çok maddî, dünyevî avantajı vardır. Hiç kimsesiz bir turist olarak ben İngiltere'ye gelmek zorunda kalsaydım, ne kadar sıkılırdım. "Bir an önce Türkiye'ye döneyim!" diye düşünürdüm. Ama böyle bir sürü kardeşimizin arasında sanki Türkiye'nin bilmem kaçıncı vilâyeti gibi kendimi rahat hissediyorum ve kendi öz yurdumdaymışım gibi rahatlık duyuyorum.
Siz de birbirinizle böyle tanışınca, aynı rahatlığı hissedersiniz, bu normaldir. Bu rahatsızlığı hissedemeyen insanlarda psikolojik rahatsızlık meydana gelir. Biz bu psikolojik rahatsızlıklara doktorlar çeşitli isimler verir. Bu hastalıklardan bir tanesi dâüs-sıla, vatan hasreti hastalığı... da', hastalık demek... Adam hasta olur, kıvranır: "Ah şu benim köyceğizimi bir görebilsem, bir dönebilsem anamın, babamın yanına..." diye böyle diyâr-ı gurbette hasta olur, psikolojik sıkıntılara düşer.
Böyle yabancı ülkelerde olan insanlarda bunun dışında başka rahatsızlıklar da olur. İşte bu kardeşlik onları da engeller. Gönüldaş, dindaş, arkadaş, kardeş insanlar varsa onlarla sohbet eder, dertleşir, yardımlaşır, hediyeleşir vs. Bunun ruh sağlığı için, beden sağlığı için ve yaptığımız çalışmalarda başarı için muazzam faydası vardır.
Onun için, bu toplantıların bir amacı da tanışmadır. Biz bu toplantıları önceden anons ettik. Bu toplantılar üç günde, dört günde bitti ama, aylardır bunun için çalışıyorlar. Önceden anons etmemizin, önceden duyurmamızın sebebi: İngiltere'deki duymayan kardeşlerimiz duysun, tanıyamadığımız, bilemediğimiz, dağınık kardeşlerimiz de toplansın, gelsin diyedir.
Önümüzdeki senelerde sanıyorum bunu daha geniş tanıtma ile yapmamız lâzım! "Biz geliyoruz İngiltere'ye, falanca yerde toplanacağız, haberiniz olsun!" diye ilan edelim! O zaman İngiltere'nin her neresinde ise, sizin de tesbit edemediğiniz pek çok kimse gelebilir, böylece daha büyük bir tanışma olur.
Burda da böyle bir tanışma tahakkuk etti diye düşünüyorum. Daha önce birbirlerini görmemiş kardeşler, "Haa, bak falanca yerde hemşehrim varmış, filanca yerde meslektaşım varmış!" diyecekler, onlarla tanışacaklar. Bu da bir başarıdır. İnsanın bir yeni müslümanla kardeş olması, cennette derecesinin bir derece daha yükselmesine sebep olur, muhterem kardeşlerim! Başka hiç bir ibadetle çıkamayacağı bir derece daha yükseğe çıkar insan...
Onun için müslüman kardeşlerinizin sayısını arttırmağa gayret edin! Kardeşliğe önem verin! Adres alın, kardeşliği tam yapmağa çalışın, severek yapmağa çalışın, fedâkârca yapmağa çalışın, Allah rızası için yapmağa çalışın!
Kardeşlik yâr olmaktır, bâr olmamaktır. Verici olmaktır, fayda sağlayıcı olmaktır. Yâ olmak, yardımcı olmak, yâver olmak, destek olmaktır. Ama bâr olmamaktır, yük olmamaktır, istismar etmemektir
Dâimâ fedâkâr olacak müslüman... Dâimâ Allah rızası için başkalarına hizmet edici, yardım edici, destek olucu olacak; sevap kazanacak. Çünkü Peygamber Efendimiz'in meşhur bir hadis-i şerifi vardır: "İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır." İnsanlara faydalı olmak çok önemli bir şeydir. Velev ki, insanlar o faydanın farkında olmasa bile...
Meselâ şurda çamurlu bir yer vardır, kimse geçemiyordur ordan... Geçerse, ayakları çamura batıyordur, pantolonları ıslanıyordur. Siz oraya bir kalas uzatırsınız. Adam kalasın üzerinden, çamura bulaşmadan karşı tarafa geçer. Bundan bile sevap alırsınız. Kimse bilmez bunu ama, ona bir yardım ettiniz. Teşekkür etmeyi bile düşünmez adam; "İşte birisi buraya bu kalası koymuş." der, gçer gider. Veya köprü, veyahut buna benzer istifade edilecek bir şey... Bunların hepsinden sevap hasıl olur.
c. İslâm'ın Batıda Öğrenilmesi
Bir de, ben şahsen Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde profesör idim, 27 sene hocalık yaptım. Onun arkasından da sekiz yıldır yine ilmî hayatın içindeyim. Kitap neşrediyorum, dergi çıkartıyorum, konferanslar veriyorum, sempozyumlar düzenliyorum, ilmî hayatın içindeyim. Bakın, burda sizin farkında olmadığınız bir hazine var: Siz burada çok kültürlü bir ortamdasınız. Müslüman ama, muhtelif anlayışlara, kültürlere sahip insanlar var; onlarla tanışıyorsunuz. Bizde monotonluk var; biz Türkiye'deki kardeşlerimizi biliyoruz, onlarla tanışıyoruz, onları dinliyoruz.
Ama siz bir Cezayirliyi dinliyorsunuz, bir Mısırlıyı dinliyorsunuz, bir Pakistanlıyı dinliyorsunuz, bir Hintliyi dinliyorsunuz; bir Endonezyalıyı, bir Afrikalı'yı, bir Amerikalı müslümanı veya dünyanın hiç tahmin edilmeyen yerinden gelen müslümanı dinliyorsunuz. Bu insanlar bir şeyler söylüyorlar size...
Meselâ biz İslâm tarihini okuduk. Benim öğrenci olduğum zamanda benim aldığım sertifikalardan birisi, İslâm tarihi sertifikası idi. Ama bu sabahki Dr. Menâzir Ahsen'in işaret ettiği güzel noktalara, bizim profesörlerin hiç birisi işaret etmemişti.
Bizim profesörler, Peygamber Efendimiz'den askerlik arkadaşından bahseder gibi bahsediyorlardı. "Muhammed geldi, gitti..." Muhammed senin babanın oğlu mu?.. Hazret desene!..
Doktora tezinin imtihanına girdiler bizim fakültede... Jüri üyeleri:
"--Şimdi hadi bakalım, hazretsiz mazretsiz bir konuşma yap bize!" demişler.
Yâni hazret istemiyor, aleyhis-selâm istemiyor, rahmetullàhi aleyh istemiyor... Allah deyince, "celle celâlühû" demeyecek, Peygamber deyince, "Sallallàhu aleyhi ve sellem" demeyecek... Sahabeden bahsederken "Radıyallàhu anh" demeyecek...
Derse ne olur, terbiyesiz adam! Sevap kazanacak, ne diye onu engelliyorsun?.. Yâni böyle insanların yanında yetiştik. Ama şimdi bu konuşmacı çok güzel noktalara işaret etti.
Daha önce Islamic education konusunu anlatan Gulâm Nebî Sàkıp bey, çok güzel noktalara temas etti. Ben bunları çok güzel konuşmalar olarak görüyorum. Belki siz farkına varmıyorsunuz, size tabii geliyor. Yâni, "Ol mâhîler ki deryâ içredirler, deryâyı bilmezler." dedikleri gibi, balık denizin içindeyken deryanın kıymetini bilmez, dışarı çıktığı zaman bilir. "Vay canına, su ne kadar önemliymiş!" diye suyun dışına çıktığı zaman, çırpınmaya başladığı zaman anlar.
Bunlar güzel şeyler... Hâlis muhlis müslüman insanlar var; birkaç dakika içinde çok güzel hayat tecrübelerini, ömürlerinin hulâsasını sunuyorlar koprime olarak... Yâni güzel bilgiler kazanılıyor.
Ben şu kanaatteyim: Türkiye İslâmî zihniyetten ayrıldıktan sonra, Osmanlı imparatorluğu yıkılıp cumhuriyet kurulduktan sonra, lâiklik geldikten sonra; İslâmî kültüre karşı lâik reformlar, devrimler yapıldıktan sonra; Türkiye'de İslâm'ı bilen insanlar tahrib edildikten, asılıp kesildikten, yok edildikten sonra, İslâm doğru anlmaşılmaz bir hale geldi. İslâm savunulmaz hale geldi. Müslümanlık devrini tamamlamış bir eski akîde, çağdışı bir düşünce sistemi olarak görülmeğe başlandı.
Bu çağdışı sözünü hep duydunuz geçtiğimiz yıllarda... Bu İslâm'ın çağdışı olmadığı, çağlar boyuncaki bütün ideolojilerden daha sağlam bir ideoloji olduğu şimdi anlaşıldı, konuşuluyor. Bizim bu semirlerde hep konuşuldu, geçtiğimiz günlerin toplantılarında hep bunlar söylendi. Bu bize onur veriyor, kuvvet veriyor, müslümanlığımızı besliyor.
Ama herkes İslâm'ı tenkid etseydi, siz de diyecektiniz ki: "Acaba ben yanlış yolda mıyım, mutaassıp mıyım?.."
İneğe tapınan Hintli, elbette kendi akîdesinden şüphe edecek. "Yâ, Allah Allah! Benim tapındığım bu hayvanı kimileri kesiyor, kimisi derisinden kösele yapıp pabucunun altına takıyor. Ben buna nasıl tapınırım?" diye kendisinden şüphe etmesi lâzım!.. Bir budistin, bir brahmanistin, bir Japonun böyle aşağılık kompleksine düşmesi lâzım!
Ama müslümanlar düşürülmüştü bu aşağılık kompleksine... "Müslümanlık kötüdür, İslâm kanunu kötüdür, çöl kanunudur... Kur'an-ı Kerim kötüdür... Hazret-i Muhammed'in getirdiği kaideler şöyledir, böyledir..." Türkiye'de bunlar söylendi. Dinsizlik moda gibi, idealmiş gibi telkin edildi. Ediliyor, etmekte olan bir zümre var.
Aziz Nesin öldü gitti, işte biliyorsunuz çalışmasını ve etrafında toplanan insanları... Çetin Altan'ın oğlu Ahmed Altan'ın bir yazısı var; burada vakit kısa olduğu için anlatamam, anlatılamayacağı için de anlatamam. Alenen Firavunlardan daha dinsiz, daha korkunç zihniyete sahip ve bunları da açıkça söyleyen insanlar var, açıkça işleyen insanlar var...
Şimdi en büyük alimler tarafından, dünyayı görmüş, beynel-milel kongreler tertiplemiş, birçok eser yazmış insanlar, size İslâm'ın güzel olduğunu size isbat ediyor burda, söylüyor, anlatıyor delilleriyle... Bu çok güzel bir şey!
Bu, sizden önce buralara gelen insanlara da yapıldı. Emin olun, ben Türkiye'deki İslâmlaşmanın güçlenmesini; cumhuriyet devresinde, ellili yıllardan sonra, altmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda İslâm'ın günden güne güçlenmesini ve gençler arasında, entellektüeller arasında yayılmasını, batıya tahsil görmek için giden, sonra müsbet fikirlerle Türkiye'ye dönen insanların çalışmalarına bağlıyorum.
Meselâ benim gibi sakallı bir insanı Bilkent Üniversitesi'ne konferansa çağırıyorlar. Ben hayret ediyorum, "Benim gibi bir insanı nasıl çağırabiliyor bunlar?" diye... Siyasal Biylgiler fakültelerine konferansa çağırıyorlar, ilgiyle dinliyorlar, salon tıklım tıklım doluyor. Bu hayret edilecek bir şey... Eskiden böyle şeyler olmazdı.
En kaliteli eğitim müesseselerindeki en kaliteli gençler, İslâm'a en büyük ilgiyi duyuyorlar. Çünkü öteki sistemlerin de ne olduğunu gördüler. Görmeyen, bilmeyen, bilmediği şeye hayranlık duyabilir, bilmediği bir şey ona cazib gelebilir. Ama işte Amerika, işte Avrupa... İşte adamların akîdeleri, işte söyledikleri laflar... İşte inkârları, işte câhillikleri, işte gàfillikleri, işte hainlikleri, işte kalleşlikleri... Bunları gördükten sonra, akıl sahibi insanlar sağlam olan nizamı anlayabiliyor.
Yâni Türkiye'deki bu gelişmenin kaynağı, batıya gelmiş olan kardeşlerimizin, batıdaki hür müslüman düşünceyi öğrenmelerinden ve dönüşlerinde bunu Türkiye'ye getirmelerindendir. Onun için Türkiye'de yeni modern İslâmî gelişme münevverler arasında olmuştur, mühendisler arasında olmuştur. Mühendistir, teknik elemandır, teknik eleman olduğu için Avrupa'ya gönderilmiştir. İslâmî tahsil için gönderilmemiştir, teknik bilgileri alsın diye gönedirlmiştir. Türkiye'nin teknolojik kalkınmaya ihtiyacı olduğundan buraya gönderilen şahıslar, buradan müsbet fikirlerle dönmüşlerdir. Bu çok güzel bir şey...
Osmanlıların münevverleri batıya geldiği zaman, Fransa'ya geldiği zaman, Fransa'dan Türkiye'ye çok kötü şeyler getirdiler ve Türkiye'yi mahvettiler. O Fransa'da, Avrupa'da tahsil gören münevverler yok mu, bütün vebal onların omuzunda... Onlar dinsizliği getirdiler, Fransızların ateizmini getirdiler. Her çeşit negatif fikrini getirdiler. Ama bugün buralara gelen insanlar, buralardan çok kuvvetli dînî duygularla dönüyorlar. Batıyı tanıyan, her iki kültürü bilen insan olarak da, karşısına çıkan insana eze eze sözlerini söyleyip, onları perişan ediyorlar.
Ben de her zaman yazıyorum ve konuşmalarımda da söylüyorum: "Siz tek taraflı bir şeyler biliyorsunuz; biz sizin bildiğinizi de biliyoruz, sizin bilmediklerinizi de biliyoruz." diyorum. Elhamdü lillâh...
Burda, İngiltere'de doktora yapmış birisi bizim fakülteye geldi, öğrencilerimden; şimdi profesör... Fakülteye [Ankara İlâhiyat Fakültesi] geldi, ondan sonra ateizm (tanrı tanımazlık, tanrıya inanmazlık) üzerine doçentlik tezi yaptı. Ateist jüri üyelerini eze eze, bastıra bastıra, çiğneyip, silindir gibi ezip, kâğıt gibi pestilini çıkartıp doçent oldu.
Çünkü biliyor, hem orayı biliyor hem burayı biliyor. "Ateizm aklen mümkün değildir. Bir insan akılcı ise, ilim adamı ise ateist olamaz." dedi. Tezinde felsefî yönden isbat ediyor. Ötekisi de bir şey diyemiyor. Ateist ama, elinde ateizmini savunacak imkân yok, bir de savunacak kapasitesi yok...
Onun için bu batıdaki İslâmî gelişme, İslâm alemi için aydınlatıcı olmuştur. Yabancı kültürlerin etkisinde, yabancıların baskısı altında İslâm'ın hak din olduğunu mukayeseli olarak gören ve imanı kat kat, yüz kat kuvvetlenen insanlar memlekete dönmüştür. "İslâm hiç de öyle çağdışı bir akîde değildir, çağdışı bir sistem değildir; asırlara hakim olan ve istikbale de hakim olacak olan, insanlığı kurtaracak olan sistemdir." diyebilmişlerdir.
Siz işte böyle bir ortamı burda, dört günlük gördünüz. Ama ben bunu biliyorum ki doksanlı yıllardan önce, belki ellili altmışlı, yetmişli yıllarda, onların o havası içinde yetişmiş insanlar, Türkiye'ye İslâm'ın güzelliğini anlattılar. Entellektüel bir müslüman tabaka meydana geldi bugün Türkiye'de... Çok kuvvetli insanlar meydana geldi.
Artık bizim karşımızda Aziz Nesin'lerin, Nadir Nadi'lerin, Çetin Altan'ların ve sâirenin duracak hali yok, söyleyecek sözü yok, savunacak hükmü yok... Elhamdü lillâh böyle bir sonuç hasıl olmuştur.
Onun için sizin bu toplantınızın büyük önemi vardır. Tesbit edilen bu konuşmaların, videoların, bantların yayınlanmasını temenni ederim. Bunu yaparsanız bir hizmet etmiş olacaksınız, o konulardaki ilgililere mesajı taşımış olacaksınız ve tesbit etmiş olacaksınız. Hayrı dâimîleştirmiş olacaksınız. Bunu da içinizden bazı arkadaşlar yaparsa, son derece faydalı olur. Ben kendim çok istifade ettim.
Türkiye'de tabii 27 sene üniversitede hocalık yaptım ama, müteaddit defalar da yurtdışına bir şeyler yapmak için müracaat ettiysem de, bizim yurtdışına çıkmamız mümkün olmadı. Türkiye içinde doktora, doçentlik, profesörlük yaptım. Bundan kötü bir sonuç çıkmadı. Çok iyi hocalarım vardı. Yâni ben Avrupalı ilim adamlarını da tenkid edecek kadar, bilimsel noktada elhamdü lillâh iyi olarak yetiştim ama, mukayeseli yetişmek ve çok kültürlü bir ortamda İslâm'ı kavramak çok güzel bir şey...
Onun için, bu toplantıların mutlaka devam etmesi lâzım! Dînî bir görev olarak devam etmesi lâzım! Dinimize hizmetin bir çaresi olarak, yolu olarak devam etmesi lâzım! Daha büyük çapta, daha geniş kapasitelerle devam etmesi lâzım!..
d. Esas İşimiz İslâm'a Hizmet Olmalı!
Dünkü konuşmamda söylediğim gibi, biz Türkiye'deki, Avustralya'daki çalışmalarımızda hanımlara ayrı program yapıyorduk. Yâni aynı kampta hanımlar, beyler ve çocuklar için üç ayrı çalışmamız oluyor. Çocukları da kategorilere ayırıyoruz: Ana okulu seviyesindeki çocuklar ayrı; söz anlayan, bilgi kazanabilen ilkokul, ortaokul çocukları ayrı; biraz daha yüksekler ayrı bir seviyede... Hepsinin başına yetkili bir şahıs koyuyorduk ve onlar için çok yetiştirici oluyordu, faydalı oluyordu. Bayağı pedagoji uzmanları bu işte çalışıyorlardı.
Bilmiyorum burda bunun yapılıp yapılamadığını, mekânın müsait olup olmadığını... Mekânın bu gibi çalışmalara müsait olduğu yerleri arayıp, bulup, bunu yapmanızı; önümüzdeki toplantıları bu tarzda yapmanızı tavsiye ederim.
Tertip heyetini tebrik ederim, böyle toplu programları alıp götürmek kolay değildir. Yatılan, gezilen ortam, iyecekler vs. temizdir. Yoksa aksi takdirde salgın hastalık olur bu gibi yerlerde...
Biz İspa Turizm olarak yetmiş seksen kişilik bir Mısır gezisi yaptık. Çok orijinal bir geziydi. Nilde üç gece, beşyıldızlı yüzer otelde seyahat ettik. Asuan barajından, tâ eski Firavunların koca saraylarının olduğu yere kadar, rüya gibi, binbir gece masalları gibi seyahat ettik. Ama en son gün hepimiz diyare olduk. Hepimiz hasta olduk, zehirlendik, tıbbî bakımdan gıda zehirlenmesine uğradık. Mısır dönüşümüzde uçaktan hastaneye gittik, Yeşilköy Havaalanı'ndan Hayrünnisâ Hastanesine gittik. Kimisi sedyeyle gitti. Bir eczacı kardeşimiz vardı, uçakta yatırdılar, doktorlar başına geldi, sedyeyle gitti.
Hepimiz zehirlendik. Neden?.. İçilen su, yenilen et, yıkanılan kullanma suyu, eller vs. bunların hijyen dediğimiz sağlığı koruyucu şartlara uygun olması lâzım! Bu olmadığı zaman, böyle toplu yerler toplu felâketler getirir. Yâni tohptan zehirlenme olur, toptan hastalanma olur, hastalık yayılır. Bir takım tatsız, bahtsız şeyler olur. Elhamdü lillâh burda o bakımlardan bir ciddiyet gördüm, o da güzel bir şey...
Meselâ Mısır seyahatinden öyle bir izlenimle döndük ki, seyahat çok güzel, Nil çok güzel, manzara çok güzel, etkileyici; "Ama bir daha Mısır'a gider misin?" deseler, Mısır'a gitmekten, böyle bir seyahati bir daha tekrarlamaktan biraz korkacağım. Neden?.. Şartlar uygun değil.
O bakımdan, ondan da puan aldı arkadaşlarımız, Alllah razı olsun...
Dinleycilerin ilgileri güzeldi, sordukları sorular güzeldi, kaliteliydi; onlar için de güzel oldu. Allah-u Teàlâ Hazretleri bizleri, Allah'ın rızasına uygun bir kalbe sahib olan kimseler eylesin... Allah'ın rızasına uygun şeyleri düşünebilen, üretebilen kafaya sahip kimseler eylesin... Dîn-i mübîn-i İslâm'a güzel hizmet eden kimseler eylesin...
Ben çok net olarak söylüyorum, her yerde her zaman ifade ediyorum, bu sabah Menâzir Ahsen Beyin de söylediği gibi; hepimizin asıl mesleği, kendi mesleğimiz içinde İslâm'a nasıl hizmet edeceğimizi düşünmektir. Doktor olabiliriz, mühendis olabiliriz, veteriner olabiliriz, çeşitli mesleklerde olabiliriz. Ama, "Ben bu tahsilim ve bu şartlarım içinde, İslâm'a kendi çapımca karınca kararınca kendi mesleğimde, kendi cephemde nasıl hizmet ederim?" diye düşünmeliyiz.
Çünkü hepimiz müslümanız, Allah'ın dinine yardım etme hepimizin aslî vazifemizdir. İslâm için çalışma, yaşama, hattâ can verme, mal verme aslî vazifemizdir. Bu zihniyetle kendimizi güzel yetiştirmeye Allah bizi muvaffak eylesin...
Biliyorum ki, --kendim de o yolda yürüdüm, bütün arkadaşları da teşvik ediyorum-- ilmî bakımdan kuvvetli olursak, adamlar mecburen bizden vazgeçemiyorlar.
Meselâ Amerika'da tahsil görmüş kardeşimiz var, sakallı... Ama Amerika'da tahsil görmüş, mesleğinde mâhir, çok ileri; kimse gık diyemiyor, "Sakalın kes!" diyemiyor. Desin hadi bakalım, "Seni işten atıyorum!" desin; yerini dolduracak insan yok... Kendi sahasında onun bileğini tutacak, onunla bilek güreşi yapacak ikinci insan yok...
İşte böyle olmamız lâzım! Ondan sonra da ben müslümanım diye serbest hareket etmemiz lâzım!
Bir gün uçakta bekliyoruz, kalkış da birkaç dakika gecikti. Rezerve edilmiş ön koltuk boş, birisi gelecek, gelmiyor... "Suudi Arabistan'lı bir bakan gelecek!" dediler, herkes onu bekliyor. Uçak dolu, hazır... En son o geldi. Kapıdan bir girdi ama, Suudlu simasında ve özelliklerinde değil... Çok uzun boylu, beyaz yüzlü, bir başka hoş bir insan... Ön kapıdan, pilot tarafından uçağın içine şöyle bir girdi ama, doldurdu kapıyı... Artık kaç kişilik uçaktı bilmiyorum ama, herkes görünüyordu.
"--Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" dedi.
Herkes aval aval bakıyor. Adam selâm veriyor işte kendi usûlüyle...
"--Ve aleyküm selâm ve rahmetullah..." dedim ben.
Adamın pervâsızlığı hoşuma gitti. Yâni umursamıyor karşısındaki insanları... Entari giyinmiş. Bakın şu kıyafetlerin hepsi batı kıyafeti... İçimizde kendimize özgü bir kıyafetle giyinmiş insan yok.
Entari giyinmiş, etekli, beyaz, uzun bir entari... İşte Suudlu, sakallı bir bakan... "Ben müslümanım!" diyor. Neden?.. Parası var, mevkii var, makamı var, itibarı var...
Şimdi o gelmeden önce diyordu ki hostes:
"--Aman ses çıkartmayın; petrolleri var bunların, sonra petrol vermezler!" diyor, uçaktaki yolculara şaka yapıyor.
Petrolü var, parası var, itibarı var; adam ne yapıyor?.. Dik duruyor, "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!" diye selâm veriyor.
Şimdi biz olsak çekiniriz, eziliriz. İşte şöye bir bakarız, otururuz oturacağımız yere... Herkese selâmı veredi, almayan kaybetti, alan kazandı. Ben de ona selâm verdim, ötekiler aval aval baktılar. Sosyal terbiye eksik...
Sonra orda bir yazı gördü: (The future is in the sky) "İstikbal göklerdedir." Baktı baktı, bana sordu:
"--Bu ne demek?" dedi.
Hakîkaten düşündüm, biz anlıyoruz ama ne demek olduğunu; yabancı için çok saçma bir söz... Anlamadı adam, anlamsız buldu. İngilizceyi iyi bilen bir kimse, ama bana soruyor; çünkü ben selâmı aldım ya...
Şimdi ben devam etmeyeceğim o fıkranın ilerisine ama, yalnız şu var: Güçlü olduğunuz zaman kendi kültürünüzle gidersiniz, rahat hareket edersiniz. Öbür tarafa da, eze eze kabul ettirirsiniz. Zayıf olmayacaksınız, kuvvetli olacaksınız, kuvvetli müslüman olacaksınız. Kafa yönünden kuvvetli olacasınız, din yönünden kuvvetli olacaksınız, ahlâk yönünden kuvvetli olacaksınız, her yönden kuvvetli olmağa çalışacaksınız; bu sizin vazifeniz. Allah'ın dinine hizmet etmek için kuvvetli olmak zorundasınız, ona göre çalışın!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri İslâm'ı bu diyarlarda da güzel temsil etmeyi, yaymayı cümlemize nasîb eylesin... Bu diyarlara ve dünyanın öteki yerlerine, her yere İslâm'ı götürmekle muvazzafız, görevliyiz. İslâm'ı her yere götürmemiz lâzım!