Bizim bir İstanbul Emniyet müdür yardımcısı tanıdığımız var: "Hocam, tabancayla atış yaparken, arkadaki polis arkadaşını vuranlar oluyor." dedi. Silah atarken erken mi çekiyor ne yapıyor? Yâni silah şakaya gelmez.
Kendimden misal: Bir keresinde arkadaşlar, cuma namazından sonra bana dediler ki:
"--Hocam, şurda bir atış poligonu var, gidelim!"
Ben, istemez filân dedim.
"--Yok, gidelim!" dediler, götürdüler.
Atış poligonu, böyle bir apartmanın alt katında hazırlanmış ama, güzel hazırlamışlar. Merdivenlerle indik alt kata... Uzun duvar, yirmibeş metre ileriye kadar üstünde bir ray var, düğmeye basıyor. Gır gır bir şey geliyor, oraya hedef kağıdını asıyor. Ortası 12, onun etrafında bir daire 11, 10, 9, 8, 7, 6... veya numaralar dıştan 12'den başlayıp 1'e doğru gidiyordur, unuttum. Takılıyor. On metrede durabiliyor. Ondan sonra onbeşinci metre var, ondan sonra yirminci metre var, ondan sonra yirmibeşinci metre var... Düğmeye basıyor dırrrt, onuncu metreye kağıt gidiyor. Tabancayı veriyor;
"--Buyrun ateş edin!" diyor.
Kocaman hedef... On metreye getirdiler.
"--Ya, ben çocuk muyum? Ayıp, koyun yirmi metreye!.." dedim.
"--Yok hocam, sen on metreden başla!" dediler.
"--Ayıp, bu kadar yakın bir şeyi vuramaz mı insan?" dedim
"--Hele sen bir atış yap bakalım!" dediler.
Bir attım, hedefi vuramadım. Vurulmuyor. Ne yapıyormuşum?..
"--Hocam sen çok sinirlisin. Böyle nişan alıyorsun; göz, gez, arpacık, hedef... İkisini bir araya getireceksin, hedefe denk getireceksin. Tamam hedefi hedefliyorsun. Fakat tetiği çekerken böyle bir çekiyorsun, paaat kalkıyor buraya gidiyor." dediler.
Tetiği çekişten gidiyormuş.
"--Yok hocam, dediler, böyle atılmaz."
"--Nasıl olacak?"
"--Öyle sıktın mı kendini, tabanca kat'iyen hedefi vurmaz. Ne yapacaksın?.. Tabancanını tetiğinin bir boşluğu var. Bunları bilmez kullanmayan. Bir kere boşluğa kadar eli getireceksin, tabancanın boşluğunu alacaksın, hedefi nişanlayacaksın. Çok sakin, hatta nefesini bile almadan; nefes alırsan göğüsle beraber el oynuyor. Nefesini bile tutacaksın, hafif hafif tazyikini arttıracaksın elinin... Yâni birden değil. Yaparsan burnu aşağı gidiyor tabancanın, o zaman vuramıyorsun. Yavaşça, birden tetik bir noktada pat diye o zaman patlayacak. O zaman vurabilirsin!" dediler.
Öyle atış yaptık, on metreden delik deşik ettik kağıdı... Onu ben aldım, eve hatıra olarak da getirdim. Şuraları vurmuşuz filân diye. Sonra:
"--Onbeş metreye gitsin!" dedik.
Zorlaştı. Yirmi metrede çok daha zor... Yâni tabancayla o kadar mesafede bir insanı vurmak bayağı bir ustalık işi. Yâni şişeleri mişeleri vuruyorlar ya kovboylar, inanmıyorum ben...
..........
Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
FİTNELER VE ALLAH'IN RIZASI
Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahu biihsânin ecmâînet-tayyibînet-tâhirîn. Emmâ ba'dü ve kàlen-nebiyyi SAS:
a. Ümmetin Başına Fitnelerin Gelmesi
ME. 1010 (Leyağşeyenne ümmetî min ba'dî fitenün kekıtail-leyli yüsbihur-racülü fîhâ mü'minen ve yümsî kâfiren yebîu akvâmün dînühüm biaradin mined-dünyâ kalîl) Sadaka rasûlullah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...
Aziz ve sevgili kardeşlerim bu hadis-i şerif mühim bir hadistir, ciddi bir hadistir. Yâni insanı ürperten, tüylerini diken diken eden bir hadistir. Râvisi Abdullah ibn-i Ömer RA, ikinci halife Hazret-i Ömer'in oğlu olan Abdullah'tır. Bu Abdullah, dört meşhur Abdullah'tan biridir.
Dört tane meşhur Abdullah var Peygamber Efendimiz'in ashabı arasında. Bunlar ilimle, alimlikle, bilgilerinin çokluğuyla şöhret bulmuşlar. Genç, fakat dinî bilgileri yüksek... Dört Abdullah'tan birisi bu Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah, diğeri Peygamber'imizin amcası Abbas'ın oğlu Abdullah, Abdullah ibn-i Abbas... Bu da çok alim bir kimseydi ve diyorlar ki: "Peygamber Efendimiz'in akrabası olduğundan, amcazâdesi olduğundan Peygamber Efendimiz'e en çok benzeyen kişiymiş." Yâni Peygamber Efendimiz vefat ettikten sonra gelen insanlara, Peygamber Efendimiz'i görmeyen insanlara: "İşte bak buna benzerdi" derlermiş.
Üçüncüsü Abdullah ibn-i Amr ibnil-Âs, Mısır'ı fetheden büyük komutan Amr ibnil-Âs'ın oğlu Abdullah... O da çok âbid zâhid bir kimseydi. Hatta âbidliğinin, zâhidliğinin, ibadete düşkünlüğünün bir de hikayesi var:
Babası onu Kureyş'in en soylu, en zengin kızlarından biriyle evlendirmiş. Babası Amr ibnil-Âs kendisi Kureyş'in soylu bir kişisi. Oğlunu evlendirmiş. Bir zaman sonra bunları ziyarete gitmiş. Gelinine:
"--İyi mi geçiminiz?" diye sormuş.
Oğlunu soruyor yâni...
"--Çok iyi oğlun, mâşâallah. Hiç yatağa girmez, gece gündüz ibadette..." demiş.
Böyle imâlı bir tarzda, bizim yanımıza uğramaz gibi bir söz söylemiş. Tam hatırlayamadım, nükteli bir şekilde tam bir evlilik hayatı bile yaşamadıklarını imâlı bir tarzda söylüyor. Babası müthiş kızmış ve yakaladığı gibi bunu şikâyet etmiş Peygamber Efendimiz'e:
"--Bu bizim oğlan ne biçim oğlan? İbadet etmekten kocalık vazifesini yapmıyor!"
Efendimiz de ona nasihat buyurmuş. Yâni böyle bir insan Amr ibnil-Âs'ın oğlu Abdullah, o da ibadete düşkün.
Bir de Abdullah ibn-i Mes'ud... O da ufak tefek bir kimseymiş ama hadis bilgisi çok yüksek, fıkıh bilgisi yüksek... Sanıyorum, Bedir harbinde Ebû Cehil'i haklamak buna nasib olmuş. Ufak tefekmiş ama çıkmış devirmiş onu, göğsüne oturmuş. Adam ölüyor gidiyor, domuz, kâfir, İslâm düşmanı... O durumda bile demiş ki:
"--Yüksek bir yere çıktın ey koyun çobanı!" gibi bir söz söylemiş bu Abdullah ibn-i Mes'ud'a.
Kesmiş kafasını, gitmiş. Onlar Peygamber Efendimiz'i çok üzdü. Çok zulmettiler. Çok işkenceler yaptılar müslümanlara. Bedir harbinde yakalayınca, Abdullah ibn-i Mes'ud haklamış.
Bu dört Abdullah'a Abâdile-i Erbaa derler. Abdullah'ın çoğulu abâdile gelir Arapça'da. Abdullahlar demek yâni. Abâdile-i Erbaa... Onlardan Hz. Ömer'in oğlu Abdullah rivayet etmiş. İnsan ürperten bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Leyağşeyenne ümmetî min ba'dî fitenün) "Benden sonra, ben ahirete irtihâl ettikten sonra benim ümmetime, ümmetimin başına bir çok fitneler yağacak, bir çok fitneler gelecek, kaplayacak onların üstünü. O kadar çok fitneler olacak, (kekıtail-leyl) gece parçaları gibi karanlık fitneler... Gökyüzüne baktığın zaman karanlık gece nasıl simsiyah? Öyle karanlık gece gibi fitneler olacak benim ümmetimde... Karışıklıklar, fitneler, fesatlar, çekişmeler, vuruşmalar, kavgalar olacak.
(Yüsbihur-racülü fîhâ mü'minen) Öyle fitneler, öyle çetrefil işler, öyle acayiplikler ki adam sabahleyin mü'min olarak sabahlayacak, (ve yümsi kâfiren) akşama kâfir olacak. Bir gün muhafaza edemeyecek imanını... Akşama ne olacaksa o fitnelerin içinde taraf tutacak, vuruşurken, dövüşürken akşama kâfir... (Yebîu akvâmün dînehüm biaradin-mined-dünya kalîl.) Bir takım insanlar dinlerini şöyle azıcık bir dünya için satacaklar."
Muhterem kardeşlerim, hakikaten Peygamber Efendimiz'den sonra biliyorsunuz Hazret-i Ebûbekir halife oldu. İki sene yaşadı, altmışüç yaşında vefat etti. Peygamber Efendimiz'in yaşı kadar yaşta vefat etti Hazret-i Ebûbekir. İki senede çok güzel gelişmeler oldu.
Ondan sonra Hazret-i Ömer RA halife oldu. Oniki-ondört sene halifelik yaptı. Mescid içinde hançerlenerek, suikaste uğrayarak şehid oldu. Yâni bir fitne işte... Peygamber Efendimiz'in cennetle müjdelediği bir mübarek insan... Mescidin içinde bir alçak bunu hançerledi:
"--Kim beni hançerleyen?" diye sordu.
"--Filâncanın kölesi, dediler, müslüman değil, hristiyan, müslüman olmuş bir kimse değil" dediler.
"--Elhamdü lillâh, benim kanıma bir mü'minin eli bulaşmamış."
Öldürenin müslüman olmamasına sevindi Hazret-i Ömer.
Ondan sonra Hazret-i Osman halife oldu. Hazret-i Osman zamanında öyle fitneler oldu ki, bir takım insanlar Medine-i Münevvere'yi bastılar, halifeye kan kusturdular. Hazret-i Osman'a ki Peygamber Efendimiz'in iki kızıyla peşpeşe yuva kurmuş, Peygamber Efendimiz'in damadı, ilk müslümanlardan, aşere-i mübeşşereden, cennetlik insan... Hazret-i Ali kapısında nöbet tuttu, yâni bir zarar vermesinler diye. Fakat bir fırsatını buldular, bir vesileyle içeri girdiler, Hazret-i Osman'ı Kur'an okurken şehid ettiler. Şehid ettikten sonra da bir kaç gün cenaze merasimini yaptırmadılar, gömülmesine müsaade etmediler. Zalimler Medine'yi bastılar. Ahali kızıyordu ama bir şey yapamadı. Büyük bir fitne işte. Bu fitnelerde yanlış tarafta yer alan, katil olan, bilmem ne olan gitti...
Ondan sonra Hazret-i Ali Efendimiz geldi. Hazret-i Ali Efendimiz zamanında ikiye ayrıldı devlet; Şam tarafı, Irak tarafı diye... Çeşitli savaşlar oldu. İnsanların bir kısmı bu tarafı tuttu, bir tarafı öbür tarafı tuttu. Lüzumsuz, yalan yanlış şeyler oldu. Sonra Hazret-i Ali Efendimiz ölünce oğlu Hazret-i Hasan'ı zehirlediler, şehid ettiler.
Hazret-i Hüseyin Efendimiz'e Iraklılar: "Sen bize gel, biz seni baş tacı ederiz, seni halife yapacağız!" dediler. O da onların daveti üzerine, davete icabet ederek Medine-i Münevvere'den yola çıktı. Irak'a doğru giderken, yolda Kerbelâ denilen yerde Şam'dan gönderilen askerler bunların yolunu kesti; kadınlarıyla, çocuklarıyla, torunlarıyla tüm kafileyi katlettiler. Hazret-i Hüseyin Efendimiz'in mübarek kafasını kestiler: "Bak, hakikaten de öldürdük!" diye isbat etmek için kafasını Şam'a gönderdiler. Vücudunu Irak'a defnettiler. Kafası şimdi Kahire'de Hazret-i Hüseyin Camii denilen bir camide bulunuyor. Ben de ziyaret ettim, nasib oldu...
Peygamber Efendimiz'in torununa bu yapılır mı ya!.. Ne biçim müslümanlık, ne biçim insanlık, en biçim iktidar hırsı, saltanat hırsı! Hazret-i Peygamberin mübarek kucağına alıp öptüğü, kokladığı ciğerpâresi torunu öldürülür mü?.. Ne müthiş fitne!..
Ondan sonra fitneler devam etti. Medine'yi bastılar, mescidin kapılarını tuttular. Bir takım insanlara zorla itaati istediler. Zorla, "Ya itaat edersin, ya kafanı keseriz!" dediler. Mekke'yi bastılar. Mekke'de Kâbe'yi mancınıkla taşa tuttular ve Abdullah ibn-i Zübeyr RA'ı şehit ettiler. Neler neler oldu.
Hâlbuki insanlar Peygamber Efendimiz'in zamanında imanı öğrenmişti, ihlâsı öğrenmişti, Allah'a hâlis kul olmak nasıl olur öğrenmişlerdi. Peygamber Efendimiz'in mucizelerini görmüşlerdi. Ne kadar güzel bir kardeşlik olmuştu. Ne kadar ihlâslı bir müslümanlık olmuştu. İnsanlar ne kadar ihlâslıydı, samimiydi...
Ondan sonra bazı insanlar dinlerini azıcık bir menfaat için sattılar. Bu dünya denilen şey, yâni menfaat.
--Dünya nedir?
--İşte çapı şu kadar, ekvatoru, kutupları olan yuvarlak bir küre...
Hayır! Arapça'da dünya o mânâya gelmez. Onun için Araplar ard derler. Semâvâti vel-ard... Arz diyoruz. Dünya o demek değil. Dünya, şu içinde bulunduğumuz fâni hayatın menfaatleri demek. Dünya bu yakındaki hayat demek, fâni hayat... Bir de öteki hayat var ya, öldükten sonra ahiret olacak.
(Vel-ba'sü ba'del-mevti hakkun) Ona ahiret derler, o uzak sonraki demek. Dünya da yakındaki, burdaki demek. Şu dünya hayatının işleri, menfaatleri yüzünden insanlar dinlerini sattılar. Şu kadarcık dünya menfaati, şu kadarcık ömür için, kısa bir menfaat için dinlerini sattılar. İşte mü'min sabahladılar, akşama kâfir oldular. Kâfir öldüler. Allah saklasın...
Bu tabii önemli bir şeydir. İnsanı ürperten bir şeydir. Allah'ın bize ihtiyacı yok. Allah'ın kullara ihtiyacı yok. Yaratmış.
(Kün feyekûn) Ol dedi mi oluyor. Bizim gibi milyarlarca kulu var Allah'ın. Tanımadığımız daha nice nice varlıkları var. Melekleri var, gökteki, yerdeki, sulardaki, yerin altındaki varlıkları var. Yâni biz kim oluyoruz? Neyiz ki biz?.. Allah'ın bize ihtiyacı yok. Bizi yaratan o, bizim ihtiyaçlarımızı veren o... Bizim Allah'a ihtiyacımız var. Fakat insanların bir kısmı Allah'a çok karşı geliyorlar, çok asi oluyorlar, ahirete inanmıyorlar, inkâr ediyorlar. Dünya menfaati için yapmadıkları zulüm, cinayet, haksızlık, hırsızlık kalmıyor yâni.
Bu ilginç bir şey... İnsanlar dünyaya imtihan için gelmişler ama, imtihan olduğunu düşünen sadece iyi müslümanlar. Gerisi herkes harıl harıl dünyevî menfaat peşinde. Dinini düşünen, ahiretini kazanmayı düşünen insan azalmış. Eskiden de demek ki iyiler vardı, kötüler vardı. Şimdi de iyiler kötüler vardır.
Bizim yapmamız gereken nedir?.. Bizim yapmamız gereken, imanımızın gereği olarak Allah'a itaat etmek, Allah'ın emrini tutmak, ahireti düşünmek, cenneti kazanmaya çalışmak; cehenneme düşmemek için düşünüp taşınıp, ölçülü hareket etmek. Bizim yapmamız gereken bu... Ama insanların çoğu böyle yapmıyor.
--Hocam ben enayi miyim? Herkes öyle yaparken, ben böyle yaparsam olur mu? Yâni ben böyle yaptığım zaman acaba aç mı kalırım, açık mı kalırım?
Hayır! Hiç bir devirde, hiç bir ihlâslı müslüman aç ve açık kalmamıştır. Allah yine herkesin rızkını veriyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Kimin niyeti ahiret olursa; yâni Allah'ın rızasını kazanmak, cenneti kazanmak, ahiretteki mutluluğa ermek, ebedî saadete ermek olursa; Allah onun işlerini kolaylaştırır; gönlüne bir rahat, huzur verir, zenginlik verir. Ahireti istediği halde, dünyalık da onun peşinden kös kös gelir."
Koyunun kuzusu gibi gelir. Mecburen gelecek, çünkü Allah yazmış: "Sana şu kadar rızık yazdım, bu kadar ömür yazdım, bu kadar zenginlik yazdım, bu kadar nimet yazdım." diye. Dünyalık kuzu kuzu gelir arkasından...
"Ama bir insanın aklı fikri dünyalık olursa, menfaat olursa, ahireti düşünmezse; Allah onun işlerini dağıtır, gönlüne fakirlik korkusunu sokar." Endişeler, düşünceler, korkular içinde yaşar. Dünyalık kazanmak için boyna çırpınır, çalar, çırpar; rüşvet, iltimas... vs. Efendimiz diyor ki: "Dünyalıktan da eline Allah'ın yazdığından fazlası gelmez."
Onun da rızkı yazılı... Dünyalıktan da ona Allah'ın yazdığından fazlası gelmez. Çırpınsa da gelmez. Çünkü, "Senin rızkın bu kadar!" demiş Allah. Yaptığı günahla kalır.
Bunun bir misalini anlatayım muhterem kardeşlerim! Bunu herkes anlamaz, bu ince bir meseledir. Anlatmak için üzerinde durmak lâzım, çok önemli bir konudur. Çünkü insanlar, dünya hırsına kapılmazsa dünyalık elinden kaçacak, fakir olacak sanıyor. Bu günahları ondan yapıyor. Bunun bilinmesi lâzım, bu çok önemli.
Hazret-i Ali Efendimiz RA, yanındaki adamıyla Kûfe'deki mescide geldi. Mescidin kapısında hayvanı bırakacaklar, içeri girip namaz kılacaklar. Her halde bağlayacak bir teşkilât yapmamışlar.
Bu Teksas filmlerinde görüyoruz, meyhanenin önünde bile bir şey oluyor. Attan iniyor, atı bağlıyor. Adam içeriye trank şahma kapıdan giriyor. İki tabanca belinde, sağa bakıyor, sola bakıyor; kızdığı zaman iki tabancayı birden çekiyor, bütün lambaları tam ortasından vuruyor. Hepsi aşağı iniyor. Ne nişancılık...(!) Ben, şu kadar mesafeden attığını vuramayan il emniyet müdür muavini biliyorum. Hele sen burdan kalk da, pat diye vur... Filimlerde oluyor, şişeler devriliyor.
Demek ki orda, böyle deveyi bağlayacak bir şey yok. Şöyle bakınıyor Hazret-i Ali Efendimiz. Orda birisi var...
"--Gel buraya, şu deveyi tut veya şu atı tut; biz içeride namaz kılacağız!" diyor, yuları eline tutuşturuyor, içeri giriyor.
Çıkarken de kesesini çıkartıyor, içinden paralarını ayırıyor, bahşiş verecek. Beş dirhem alıyor. Beş dirhem nedir? Bilmem, o zamanın parası... Dışarı çıkıyor, ne adam var ne at var... "Allah Allah, bu at nereye gitti, bu adam nereye gitti? Araştırın bakalım!" filân derken, ata bakıyorlar ilerde... At orda duruyor. Gidiyorlar yanına, atın yuları yok... Yular ne demek?.. Atın ağzına gem, başından şöyle bir şey, uzun bir sapı var, üstündeki adam tutar. Siz hep arabaya bindiğiniz için bilmezsiniz, anlatmak gerekiyor. Var mı içinizde ata binen?.. İngiltere'de belki bilirler, suvarilik vardır İngiltere'de...
Çekersen dizgini bu tarafa gider. İkisini birden çekersen at durur. Salıverirsen, salıverdiğin kadar hızlı gider. Daha hızlı gitmesini istiyorsan, şırak şırak böyle vurursun, tırıs gider, dört nala gider, dıgıdık dıgıdık gider... filân neyse..
Bu yuları yok atın... E ne oldu? Adam onu çalmış götürmüş. Adam da yok ortada... Hz. Ali Efendimiz diyor ki beraber namaz kıldığı memuruna:
"--Git bir yular bul, çarşıdan al."
Adam gidiyor, biraz sonra elinde bir yularla geliyor. Bakıyorlar kullanılmış yular, kendi yuları.
"--Nerden buldun yuları?"
"--Yularcı dükkânına gittim. Orda gördüm. Az önce birisi getirmiş satmış o yuları. Aaa, bu yular bizim dedim."
"--Haa, sizin mi?" dedi.
Satmış. Kaça?.. Beş dirheme satmış. Beş dirhemi Hazret-i Ali'nin adamı ona vermiş, yuları almış. Adam beş dirhemi hırsıza vermişti, Hazret-i Ali'nin adamı da beş dirhemi ona verdi; onun kasası tamam, kâr-zarar denk... Hazret-i Ali Efendimiz de çıkarken ona beş dirhem verecekti, atı tuttu diye... Hırsız kaçtı, yuları sattı. Hazret-i Ali Efendimiz'in kesesinden beş dirhem yine yuları geri almaya harcandı, o da tamam... Hırsız dursaydı, Hazret-i Ali Efendimiz çıktığı zaman helâlinden beş dirhem alacaktı. Ama durmadı, atı uzağa götürdü, yuları çaldı, sattı; beş dirhem kazandı. Her şey tamam...
Hazret-i Ali Efendimiz ondan üzerine etrafına toplanan insanlara diyor ki:
"--Ey insanlar! Bakın, ibret alın, bu mühim bir olay... Bak, bu adamın kısmeti beş dirhemdi. Bu beş dirhemi bekleseydi, ben bahşiş olarak verecektim, gönül hoşluğuyla verecektim. Hem de o atı zaptettiği için hak etmiş olarak alacaktı. Çalıştığı için ücret olarak alacaktı. Helâl olacaktı. Fakat kötü huyluluğundan, yâni hırsız olduğundan hırsızlık yaptı, haramdan aldı. Adamın kısmeti beş dirhem."
Ona Allah beş dirhem yazmış. Beş dirhemi Hazret-i Ali'den helâl alacakken, hırsızlık yaptı haramdan geldi. Hazret-i Ali'nin kesesinden beş dirhem çıkacak, Hazret-i Ali Efendimiz onu bahşiş olarak vermeyi düşündü, o sevabı aldı. Çünkü niyetle sevap alınır, hemen. İyi şeye niyet etti mi bir insan sevabı alır.
Bu işler böyledir muhterem kardeşlerim! Çok mühim bir hikâye olduğundan ben bunu böyle buraya sokuşturarak anlattım. İnsanın, dünya hırsına kapıldığı zaman kazanacağı, Allah yolunda gitseydi alacağıyla aynıdır. Sonuç değişmez. Ama ya Allah yolunda gider helâlinden kazanır, ya da Allah yolunda gitmez haramdan kazanır. Ama adam haramdan kazanmışsa, bunun burda yine aynı kazanç olacağını bilemiyor, onu isbat edemiyoruz. İkinci ihtimalin isbatı zor oluyor. Fakat bu olayda isbat edilmiş oluyor. Hazret-i Ali Efendimiz'in bu macerasından sezinliyoruz.
Onun için ne yapması lâzım insanın?.. Allah'ın rızasına uygun hareket etmeye çalışması lâzım! Helâlinden kazanmaya çalışması lâzım! Haramdan ve günahtan uzak durmaya çalışması lâzım! Dinini iki paralık dünya için satmaması lâzım. Allah'ın rızasını gözetmesi lâzım, Allah'ı sevmesi lâzım. Allah'ın dinini sevmesi lâzım, Allah'ın Kur'an'ını sevmesi lâzım, Allah'ın ahkâmını sevmesi lâzım! Allah'ın yolunu sevmesi lâzım!.. Bunu yapmazsa ne oluyor? Değişen bir şey yok... Değişmediğini o anlayamıyor. Kurnazlık yaptım sanıyor ama, kurnazlık değil. Aslında kurnazlık da olmuyor.
b. İkindi Namazını Kaçıran Kimse
Bir hadis-i şerif, yâni sayfanın birinci hadisi bu. Üç hadis okuyacağım. İkincisi:
ME. 1011 (Ellezî tefûtühû salâtül-asr, fekeennemâ vütira ehlehû ve mâlehû)
Bu hadis-i şerifi de iki büyük hadis kolleksiyonunun sahibi iki büyük alim, İmam Buhârî ve İmam Müslim rivayet etmişler. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"İkindi namazını bir sebeple kaçıran bir kimse..." Neye benzer? Sedece ikindi namazını kılamamış, öğleyi kılmış da ikindi namazı işin gürültüsüne, patırtısına gelmiş.
--Dükkân açılacaktı, kapanacaktı, tren kalkıyordu, gidiyordu, iş hayatıydı, bilmem neydi... İşyerinden çıktım da, abdestim yoktu da, eve ulaşırsam alacaktım da, işte bir de baktım eve gelinceye kadar akşam oluvermiş...
Hikâye... Yâni, "İkindi namazını kaçırmış olan bir insan, sanki ailesini ve malını kaybetmiş insan gibidir."
İnsanın ailesi, çoluk çocuğu --Allah saklasın-- bir kazaya uğrasa, evinde bir yangın olsa, malı mülkü yansa, çoluk çocuğu ölse kıyamet kopar. Yerden yere atar insan kendisini... Yâni çok büyük bir felâket. Ama ikindi namazını kaçırdığı zaman öyle yapmaz. "Ne yapalım kaçtı, kaçarsa kaçsın!" der. İkisinin eşit olduğunu bilmiyor.
Akşam namazı için dememiş de, sabah namazı için dememiş de, ikindi namazı demiş Efendimiz SAS; acaba neden demiş?.. Çünkü sabah namazının vakti geniştir, kılabilir. Öğlen namazının vakti geniştir, kılabilir. Yatsı namazının vakti geniştir, kılabilir. Fakat ikindi vakti, güneşin batmaya başladığı, çarşı pazarın kapandığı, herkesin köyüne, kabilesine gündüz gözüyle erkenden gitmesi gereken sıkıntılı vakittir. Geceye kaldı mı yolunu kesebilirler. Aç kurtlar, çakallar saldırabilir. Yolunu haramiler kesebilir.
Herkes eskiden akşam olmadan şehrine dönerdi. Şehrin kapılar akşamleyin kapanırdı. Medine'nin kalesi vardı. Mekke'nin kalesi var hâlen, surları var... Kapanırdı. Kapanmazsa eşkiyalık olurdu, yol kesicilik olurdu. İnsanın dışarıda yolu kesilir, hücuma uğrardı.
İkindi namazı sıkışık olduğundan, tam dükkânlar kapanacak, tam işler bitirilecek, telâş çok... Telâş çok olduğundan; ekseriyetle öğle namazını rahat kılar, sabah namazını rahat kılar, yatsıyı rahat kılar da insan, ikindi namazında biraz kaçırma çok olabilir. Şimdi de öyle... Çünkü öğle tatili var. Öğle tatilinde abdest alır, namaz kılar. Her iş yerinde, fabrikada bile, yemek için tatil veriyorlar ya, yapar. İkindi zor... Ama ikindi namazını kaçıran, sanki evi ve ailesi ve malı helâk olmuş insan gibidir; o kadar zarardadır.
Millet onu bilmiyor, mânevî zararı küçümsüyor. Maddî zararı önemli görüyor. Meselâ cebimizden yüz paund düşse, kağıt para... "Hay Allah, defterimi alırken kalemimi alırken yüz paund düştü!" diye karalar giyiniriz, matem tutarız.
--Yüz paunt bu ya hocam, kolay mı?.. Allah Allah, şu kadar para...
Hadi onu bırak, bir paundu düşse insanın ona bile üzülür. Telefon ederken jetonu yutuyor makine, yumruk patlatıyoruz. Yuttun benim jetonumu diye gümbür gümbür vuruyoruz. Ona bile kızıyoruz, "Hay Allah! Bilmem ne..." diyoruz.
Maddî şeylere önem veriyor da, manevî kayıpları millet umursamıyor. Halbuki daha önemli. Efendimiz onu bildiriyor. "İkindi namazını kaçırmak, çoluk çocuğu, malı mülkü helâk olmak gibidir." diyor. Yâni, "Allah'ın dinine, ibadetine, ikindi namazına önem verin!" demek bu... Bir çok kimse bunu yapmıyor. Hele bu devirde, bu daha da önemsenmemiş durumda... Zaten dinî bilgiler verilmiyor insanlara...
Allah bizi rızasına erenlerden eylesin... Manevî zararlarını bilip, onlardan korunanlardan eylesin...
c. İntihar Eden Kimse
Üçüncü hadis-i şerif intiharla ilgili. Onu da okuyalım. Hani Diana ölmüş; Pakistan'da Diana'yı seven birisi intihar etmiş, dayanamamış onun öldüğüne... Haberlerde duymuş arkadaşlar. Pakistan'da birisi intihar etmiş. Çok seviyormuş da Diana'yı, o niye ölmüşmüş, o da intihar etmiş...
Ebû Hüreyre RA'den Buhârî'nin rivâyet ettiğine göre Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
ME. 1012 (Ellezî yahneku nefsehû yahnekuhâ fin-nâr, vellezî yat'anühâ yat'anühâ fin-nâr.) "Kendisini boğan insan, kendisini cehenneme atmış olur. Boğulup cehenneme atılmış gibi olur. Kendisine mızrak veya kılıç veya kama veya bıçak veya bir şey saplayarak hayatına son veren, böyle intihar eden kimse sanki kendisini bıçaklayıp ateşe atmış gibi olur; yâni cehenneme gider."
Bir insan kendisini öldürmek hakkına sahip değildir. Çünkü hayatı kendisine Allah vermiştir. Onun vazifesi, hayatı Allah'ın rızasına uygun olarak sürmektir. Yoksa kendi hayatına son vermek değildir. Izdırap çekebilir, acı çekebilir, hasta olabilir, ağrısı olabilir, ticareti bozuk olabilir, başına üzücü olaylar gelmiş olabilir, sevgilisi kendisini terketmiş olabilir... vs. vs... Bunların hiç birisi sebep değildir. Hayat bize Allah'ın emanetidir.
Vücut da Allah'ın emanetidir. Bu bir emanet, bunu istediğimiz gibi hor kullanmaya da hakkımız yoktur. Vücut Allah'ın bize emanetidir. Sana birisi araba verse, yakışıklı bir araba; dese ki: