Ama zekâtı çıkartıp verdiğin zaman, fakir seviniyor. Güle oynaya, sevine sevine gidiyor, çoluk çocuğuna yiyecek içecek bir şeyler alıyor, evine götürüyor. Baba açız diye ayaklarına dolanan çocuklar seviniyorlar. Karınları doyuyor, bir kenara uzanıyorlar. Oh, karnı doydu, o da seviniyor: "Çoluk çocuğum üç gündür açtı, şimdi bir şey yedi." diyor.
Biz şimdi burda açlığı anlayamayız. Biz Yirminci Yüzyıl'ın nimetlerine batmış olan müslümanlar açlığı anlayamayız. Türkiye'de de anlayamayız, burda da anlayamayız. Mutfaklar dar geliyor bize... Nimetleri koyacak yerler bulamıyoruz. Arabayla gidiyoruz, bagajla yiyecek içecek alıyoruz. Sabah akşam tıkınıyoruz; ha babam, ye babam, ha babam ye babam; boyna yiyoruz. Her çeşit nimet, meyva, peynir, etli, sütlü, tatlı, kremalı, maşrûbat, me'kûlât... Biz açlığı anlayamayız. Ama Peygamber SAS Efendimiz zamanındaki insanlar, bir hurmaya muhtaç idiler. Aç kalıyorlardı. Sen çekirge yedin mi hiç?..
--Ayy, çekirge yenir mi?..
Onlar kurutup, çekirge yiyorlardı. Çekirge geldi mi, topluyorlardı çekirgeleri... Sen aç kal da göreyim, böcek yer misin, yemez misin?.. Eğridir komando okuluna git, seni komando yetiştirmek için orda öğretirler.
Adam asker; dağda, çölde, ovada kalacak, yanında yiyeceği yok... Hangi otları yerse beslenir, hangi böcekleri yakalar yutarsa, hayatı devam eder?.. Hayat mücadelesi...
Onlar açtı, onlar açıktı, onlar çıplaktı. Hiç unutamıyorum. Adamın birisi sabah namazının farzını kıldı mı, hemen Peygamber Efendimiz'in camisinden çıkıyor, gidiyor. Bir, iki, üç, dört... Alah Allah! Hani abdesti sıkışsa bir gün olur bu... Her gün selâm verince fırt gidiyor. Birisi önüne dikilmiş bir gün, demiş ki:
"--Dur yâ, acelen ne yâ?.. Burası Peygamber Efendimiz'in mescidi, Peygamber Efendimiz namazı kıldırdı; ne kaçıyorsun yâ, ne oluyor yâni?.. Farzı kıldın, hop, hemen gidiyorsun. Burda korkulacak bir şey mi var, niye böyle gidiyorsun?"
Boynunu bükmüş, demiş ki:
"--Evde bir tanecik örtü var. Ona ben sarılıyorum, setr-i avret eyleyip burda namaz kılıyorum. Hızla eve gidiyorum, ev biraz uzakta... Hanıma veriyorum örtüyü; hanım örtünüyor, o da setr-i avret edip namaz kılıyor. Ben gitmesem namazı kılamayacak, onun için gidiyorum.
Demek ki namaza yarayacak elbisesi yok kadının... Bir tek örtü var, ikisi müşterek kullanıyorlar. İkinci bir örtü yok...
Örtü yok, yemek yok, hurmaları var. Aylarca bir hurma bir su... Su da yok, su da kıt, su da az... Bir hurma bulurlarsa, ağızlarına atarlarsa, "Elhamdü lillâh karnımızı doyurduk!" diyorlar.
Peygamber Efendimiz'in Medine'nin ortasında, mescidin yanında evi var. Peygamber Efendimiz sabahleyin eve gelirdi, ev halkına sorardı:
"--Yiyecek bir şey var mı?.."
"--Yok yâ Rasûlallah!"
Bir hurma olsa, yiyecek var diyecekler; bir hurma da yok... Yiyecek bir şey yok.
--E bakkaldan alsınlar, süpermarkete gitsinler, arabanın arkasını doldursunlar...
O zaman süpermarket yok ki, araba yok ki...
"--Ben de zaten oruç tutmaya niyetliydim. Tamam, yiyecek bir şey yoksa, ben de zaten aklımdan oruç tutayım diye geçiriyordum." dermiş Peygamber Efendimiz, oruca niyetlenirmiş.
Bazen gidiyor, soruyor:
"--Evde yiyecek bir şey var mı?.."
"--Yarım tas süt var yâ Rasûlallah!"
O kadar.
"--Getirin bakalım!" diyor. "Hadi sen iç, sen iç..." diye taksim ediyor sütü....
Süt başlı başına bir gıda.
Bir gün evden sokağa çıkıyor Peygamber Efendimiz. Geceleyin karnının acıkmasından, acımasından sokağa çıkıyor... Sokakta biraz ilerlediği zaman, karanlıkta birisi ile karşılaşıyor. Selâmlaşıyor, soruyor:
"--Kimsin?.."
"--Ebûbekr-i Sıddîk RA..."
"--Yâ Ebâbekir, gecenin bu vaktinde seni hangi sebep sokağa çıkarttı? Neden çıktın dışarıya?.."
Diyor ki:
"--Yâ Rasûlallah! Evde yiyecek yoktu da, bu gece açım da, açlıktan uyku tutmadı da, ondan dışarıya çıktım."
Halbuki Ebûbekr-i Sıddîk zengindi. Kaç bin altını vardı, Rasûlüllah yolunda sarfetti. Hiç bir şeyini bırakmazdı, nesi varsa verirdi. O kavmin eşrafından, âyânından, zenginlerinden idi.
Biraz daha ilerliyorlar, karanlıkta bir iri karaltı daha karşılarına çıkıyor; bakıyorlar Hazret-i Ömer...
"--Yâ Ömer, geceleyin ne arıyorusn sen sokakta?.."
"--Yâ Rasûlallah! Evde yiyecek bir şey yoktu da, açlıktan uyku tutmadı da, şöyle bir dışarıya çıkayım dedim."
Bak üçü de aynı sebepten, evlerinde yiyecek olmadığı için dışarı çıkıyorlar. Bunların üçü de muhacir, Mekke'den Medine'ye gelmiş olan kimseler... Yâni Medine'de tarlaları, bahçeleri, hurmalıkları yok.
"Ne yapalım, ne yapalım?" derken, ensardan bir zâtın, gàlibâ Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'nin kapısını çalıyorlar. İstanbul'da kabri olan mübarek zât... Onun kapısını çalıyorlar.
Kapıyı bir açıyor: Aaa, gecenin yarısında iki cihan güneşi Muhammed-i Mustafâ... Geceleyin güneş olur mu? Olur. Peygamberimiz ay gibi, güneş gibi... Aklı başından gidiyor, "Buyur yâ Rasûlallah!" diyor, içeriye alıyor. Peygamber-i Zîşânımız, Ebûbekr-i Sıddîk, Ömerül-Fâruk içeri giriyorlar.
Hemen bunların önüne, bir hurma ağacı izkı, salkımı getiriyor, koyuyor önlerine... Bir hurma izkında olmuş hurma olur, olmamış hurma olur, yarısı olmuş hurma olur; hepsi olur. Yarısı olmuş hurmaya belâh derler. Belâh çok hoş olur; çünkü olmayan tarafı kıtır kıtırdır, olan tarafı tatlıdır. İnsan bisküitin üstüne lokum koymuş gibi olur.
Küçükken ben bayılırdım. Parmak bisküitin üstüne uzun bisküit koyardım, çatır çutur yemesi çok güzel olurdu. Şimdi şeker hastalığım olduğu için yiyemiyorum. Param var, param olduğu halde yiyemiyorum. Parayla da değil yemek, Allah yedirmeyince yedirmiyor.
Fabrikatöre bir hastalık veriyor, doktor da bir perhiz koyuyor:
"--Ya bu perhizi yaparsın, ya mezara yatarsın?" diyor.
"--Aman, ben mezardan korkuyorum, yatmam!" diyor, yememeğe razı oluyor.
Fabrikatör, mâlikanesi var, arabası var, hizmetçisi var, kasası var, banknotları var, dolarları var, markları var, sterlinleri var; yiyemiyor. Yedirmiyor Allah...
Rızık nedir? "Rızık insanın boğazından geçendir." derdi Hocamız. Boğazından geçmedikten sonra, kavanozda duran şey dışını yalamakla insanın midesine gitmez. Kasada duran; o rızık değil, o vebal... O kasada durdukça vebal, çünkü Hak yoluna verilmeyince hesabı var, zekâtı verilmezse hesabı var.
Şimdi, hurmanın yarısı olmuşu tatlı olur, tavsiye ederim. Eğer Medine'ye giderseniz sorun:
"--Yâhu bize bir sabah namazında bir hoca gelmişti, öldüyse Allah rahmet eylesin, kaldıysa Allah selâmet versin... Yarısı olmuş hurmayı çok medhetmişti, şundan bir yiyeyim!" deyin, bakın hoşunuza gidecek.
Çatır çutur da ses çıkar ağzında çiğnenince insanın... Hem sulu, hem tatlı, hem çatırtılı, çuturtulu, güzel...
Getirmiş ev sahibi, koymuş böyle salkımıyla... Ordan alıyor, burdan alıyorlar. Zâten hurma aldınmıydı, bir tanesinde kaç kalori varmış?.. Doktorlar söylüyorlar, kalori hesabı yapıyorlar, "Aman ondan fazla yeme!" diye yasak koyuyorlar. Bir tane hurma da üçyüz kalori mi varmış? Bir tane hurma attın mı ağzına perhiz gitti, o günkü kontenjanı doldurmuş oluyorsun.
Tabii o da kana karıştı mı, açlığın gider. Yâni midesi boş olsa bile, şeker kana karıştı mı, tokluk duymaya başlar insan. İnsanın acıkması, kandaki şekerin azalmasındandır. Kıvranır böyle... Neden? Şeker azaldı kanında...
Onlar hurmayı atıştırırken; Peygamber Efendimiz, Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Ömerül-Fâruk Efendimiz hurmadan olgununu, yarısı olgununu koparıp koparıp yerken, hemen bir hayvan kesmeğe gidiyor. Onun öyle bir şey kesmeğe gittiğini görünce, Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Yavruluyu kesme!"
O da gidiyor, sanıyorum bir oğlak kesiyor. Kısa zamanda hazırlıyor.
Eve gelen misafire, Hocamız (Rh.A) soru sordurtmazdı.
"--Karnın aç mı, yemek istiyor musun?.."
Utancından istemiyorum der. Ev sahibi misafire "Karnın aç mı?" diye sordu mu, yan çizmek istiyor demektir. "Teşekkür ederim." diyecek o da... "Tamam, Peki öyleyse..." diyecek, sordum diyecek bir de... Kimi kandırıyorsun, öyle şey olur mu... Yemeği getireceksin, önüne koyacaksın, "Buyur kardeşim!" diyeceksin. Karnın aç mı, tok mu demek yok; onun açlığı, tokluğu kendisine ait... "Yolcu geldi mi, önüne yemek konulacak!" derdi Hocamız (Rh.A). "Karnın tok mu, aç mı diye sormak ayıptır." derdi.
Birisine sormuşlar, gelen misafire ev sahibi sormuş:
"--Hoş geldin! Aç mısın, susuz musun, uykusuz musun?"
O da demiş ki:
"--Çeşme başında uyudum, öyle geldim." demiş.
Çeşme başında uyuduğuna göre, su içti demek ki... Uykusu da yok... Ne kaldı?.. Karnı aç. Yâni, "Karnım çok aç, çabuk yemek getir!" demek istiyor. Her sözün arkasında bir de başka anlam var.
Hemen oğlağı kesmiş, pişirmiş, getirmiş. Bak, ne güzel ev sahipliği yapıyor. Hemen önüne bir hurma salkımı koyuyor, "Siz buyurun, bundan yiyedurun!" diyor. Sonra hemen kayboluyor, oğlağı kesiyor, bir şeyler hazırlıyor.
En kolayı ciğerdir. Kurbanı kestin mi, ciğerini sökersin; ciğeri kavruldu mu, olur bir yemek... En kolayı odur. Tabaka tabaka kesersen, olur. Küçük küçük keser de soğan doğrarsan, o da olur. Ona yahni derler. Ama orda soğan moğan nerde olacak.
Yemek de getirmiş biraz sonra... Peygamber Efendimiz etten bir miktar ayırıyor, ev sahibine diyor ki:
"--Bundan Fâtımatüz-Zehrâ'nın evine de gönder; biliyorum ki o da günlerdir aç idi, sevinir!" diyor, kızına da göndertiyor.
Allahu ekber!.. Cihanın efendisi, Allah'ın habibi, Muhammed-i Mustafâsı günlerdir aç... Peygamber Efendimiz'in yâr-ı gàrı, gamgüsârı Ebûbekr-i Efendimiz aç, zengin olduğu halde... Ömerül-Fâruk Efendimiz aç... Neden?.. Muhacir...
Evsahibi o kadar aç değil. Neden?.. Uhud Dağı'na doğru falanca yerde bahçesi var, hurma ağacı var. Onun durumu nisbeten iyi... Bağı bahçesi olduğundan, evi barkı olduğundan, koyunu keçisi var.
Bunlar muhacir, bunlar Allah yolunda yerlerini, yurtlarını, mallarını, mülklerini terk ettiler. Tarlalar, bahçeler yok... Ev, bark yok... Yersiz yurtsuz Medine-i Münevvere'ye geldiler. Neden?.. Dinleri için, Allah'ın emri yerine gelsin diye, dinlerini yaşamak için...
Kaldılar biraz Mekke-i Mükerreme'de ama, çok sıktı ötekiler, çok fenâ sıktılar. Mânevî baskı yaptılar, maddî baskı yaptılar, iktisâdî baskı yaptılar. Mal almadılar, mal satmadılar. Kız almadılar, kız vermediler. Döğdüler, söğdüler, işkince yaptılar. Dayanılmaz hale geldi, yaşanmaz hale geldi, onun için hicret ettiler. Muhacir, yâni fakir, yâni yoksul... İşte böyle...
c. Toplumsal Bir İbadet, Zekât
Onun için, zekât en önemli ibadetlerden biridir. Neden?.. Açı doyurur, fakiri giydirir, yoksulu sevindirir. Sen namaz kılarsın, istediğin kadar kıl; o adamın açlığı geçmez. Sen oruç tutarsın, ona bir faydası yok... Ama zekât verirsen, ona faydası var. İctimâî bir ibadet, sosyal bakımdan faydalı, toplumsal faydası olan bir ibadet zekât...
Çıkartıyorsun, parayı veriyorsun, adam da istediği şeyi alıyor. Zeytinyağı lâzımsa zeytinyağı alıyor, ekmek lâzımsa un alıyor, et lâzımsa et alıyor, sebze lâzımsa sebze alıyor. Zekât, en önemli ibadetlerden birisi...
Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz'e, Peygamber Efendimiz'den sonra halife olunca bazı kabileler geldiler, bir teklifte bulundular, pazarlık yaptılar:
"--Ey Ebûbekir! Biz müslümanız, namazlarımızı kılacağız ama, gel sen şu zekâtı kaldır, bizden zekât isteme! Zekât vermek bizim zorumuza gidiyor." dediler.
Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz dedi ki:
"--Rasûlüllah zamanında verdiğiniz zekâtlar neyse, aynen onları vereceksiniz. Bir eksiltme yaparsanız, zekâttan kaçarsanız, sizi kâfir sayarım, çarpışırım!" dedi.
Allah'ın emirleri seçme ve ayırma tanımaz.
"--Ben istediğimi yaparım, istediğimi yapmam! Namaz kılıyorum ya, zekât vermesem de olur..."
Olmaz!..
"--Zekât da veriyorum, namaz da kılıyorum, hacca gitmesem olur..."
Hayır, olmaz!.. Hepsi lâzım! Ne emredilmişse onları yapmak lâzım, neler yasaklanmışsa onlardan kaçmak lâzım!.. Bir tanesini yaptım diye, ötekisini yapmamağa bahane olmaz. Çünkü Allah'ın emirleri bir bütündür. İslâm bir hayat tarzıdır. İnsanın her şeyiyle İslâm'ın emirlerini tutması lâzım!..
Onun için, "Secde edin, rükû edin, yâni namaz kılın!" diyor. Ondan sonra, (Va'büdû rabbeküm) "Rabbinize ibadet edin, öteki ibadetleri de yapın!" diyor.
Asıl ibadet, kelime anlamı olarak kulluk yapmak demektir, itaat etmek demektir. Yâni Rabbiniz ne söylüyorsa, onu yapın; neyi yasaklıyorsa, ondan kaçının!.. Allah'ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçmak ibadettir. Allah'ın emirleri çoktur, sadece otuziki farz, ellidört farz değildir; bir yaşam tarzıdır.
Namaz ibadettir, harama bakmamak da ibadettir, çünkü harama bakmayın diye Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor. Yalan söylememek de ibadettir, gıybet etmemek de ibadettir. Yâni Allah'ın bütün emirleri ibadettir.
d. Hayır İşleyin ki Felâha Eresiniz!
(Vef'alül-hayr) "Ve hayır yapın! (Lealleküm tüflihûn.) Bunları böylece yaparsanız; namaz kılarsanız, öbür ibadetleri yaparsanız, hayır işlerseniz, o zaman felâh bulursunuz, o zaman düze çıkarsınız." O zaman azabdan kurtulursunuz, o zaman cezâya uğramazsınız, cehenneme düşmezsiniz, çatır çatır yanmazsınız, zebaniler kafanıza tokmak vurmaz, cehennemin akrepleri sizi sokmaz, yılanlar boynununuza dolanmaz.
--Hocam yılan da dolanacak mı insanın boynuna?..
Zekâtı vermeyenlerin vermedikleri zekâtlar zehirli yılan gibi onun boynuna dolanacak, onu ısıracak ve diyecek ki:
"--Ben senin vermediğin, depo ettiğin, kasada sakladığın, kesede tuttuğun, sandığa koyduğun paranım!" diyecek, zehirli zehirli ısıracak, öyle azap görecek.
Altın gümüş paralar cehennem ateşinde kıpkırmızı kızdırılacak, alnına, sırtına ve öbür yanlarına yapıştırılacak. Cızzz, cızzz, cızzz... "İşte sakladığın paralar bunlar!" diye.
(Ve tükvâ bihâ cibâhühüm ve cünûbühüm ve zuhûruhüm, hâzâ mâ keneztüm lienfüsiküm fezûk mâ teknizûn.) "İşte bu hak yoluna harcamayıp da bankalarda biriktirdiğiniz bunlardı işte... Bakın bakalım, tadı nasılmış?" diye, onlarla vücutları yakılacak.
(Vef'alül-hayr) "Cimrilik yapmayın, hayır işleyin!" Hayrın çeşitleri sayılamayacak kadar çoktur. Hayır işlemenin sınırı yoktur. Hayır yapacak... Hayırlı olan her işi, güzel olan, doğru olan her şeyi müslüman yapmağa çalışacak. Yâni namazla sınırlı değil, ibadetle sınırlı değil; ömrü hayırla geçecek!
Sen hayırlı mısın, hayırsız mısın?.. Ümmet-i Muhammede hayrın dokunuyor mu, dokunmuyor mu?.. Yararlı mısın, zararlı mısın?.. Hayırlı mısın, şerli misin?.. Mühim olan bu... Hayır yapacak, şer yapmayacak; yarar sağlayacak, zarar sağlamaycak.
Bazı insanlar ümmet-i Muhammede zarar veriyor. Bazı insan şahsî çıkarı için ümmeti satıyor, milleti satıyor, orduyu satıyor... Kendisi kurtulacağım, kendisi rahat edeceğim, kendisi rüşvet alacağım diye mahvediyor ortalığı... Onların hepsinin hesabı olacak.
(Vef'alül-hayr) Hayır işleyin ki, bütün bunları yapın ki, (leallehüm tüflihn) felâha eresiniz." İnsanın felâha ermesi nedir?..
(Femen zühziha anin-nâri ve üdhilel-cennete fekad fâz) "Kim cehennemden kurtarmışsa paçasını, cehenneme düşmemişse, cehenneme atılmamışsa, Allah'ın lütfuyla, keremiyle, affıyla, mağfiretiyle cennete girmişse; (fekad fâz) işte felâh bulan odur.
--Ötekiler?..
Ötekiler hapı yuttu. Sırattan ayağı kaydı, cehenneme düştü. Cehenneme bir defa düşen, en kısa zamanda cehennemde kaç yıl kalır da çıkar?.. Peygamber SAS Efendimiz bir korkunç haber veriyor ki bize, müthiş bir haber:
"--Ey ümmetim cehenneme düşmemeğe çalışın! Günah işlemeyin, haramlara dalmayın, vazifeleri ihmal etmeyin, farzlardan uzak durmayın, cehenneme düşmeyin!.. Çünkü eğer cehenneme bir düşerseniz, cehennemde ömürlerce kalırsınız, ahkàben kalırsınız."
Ahkàben ne demek, ömürlerce demek... Ahkàb, hukublar demek. Hukub da seksen küsur sene demektir. Bizim yüz yıla bir asır dediğimiz gibi, bunlar da bir ömrü seksen küsur sene saymışlar. Birkaç ömür boyu kalırsınız.
(Lâbisîne fîhâ ahkàben) Cehenneme bir düşen, en aşağısı, en tenzilatlı tarifesi, en az müddet cehennemde azab gören, ahkàben kalacak. Yâni en aşağı üç ömür kalacak demek. İki ömür kalsaydı, hukubeyni derdi. Bir ömür olsaydı hukuben derdi. Demek ki ikiden fazla; en aşağısı üç, en yukarısı sonsuz...
O zaman üç tane seksen küsur sene, 250 sene eder. Yalnız bu hadisin arkasında bir şey daha söylüyor Peygamber Efendimiz, buyuruyor ki:
(Ve inne yevmen inde rabbike keelfi senetin mimmâ teuddûn) "Ahiretin bir günü, dünyadaki bin yıl gibidir." O zaman ahiretin üçyüzaltmışbeş günü, üçyüzaltmışbeş bin sene eder. E en aşağı 250 sene kalacak, demek ki 250 tane üçyüzaltmışbeş bin sene kadar kalacak.
Yâni bir insan cehenneme düştü mü hapı yuttu. Onun için, cehenneme düşmemeğe çalışacak. Düşmemek için ne yapacak:
"--Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, ibadet edin, hayır yapın ki, felâh bulasınız." buyruluyor.
Aksi takdirde hapı yuttunuz, felâh bulamazsınız. Yâni müslüman iken bile insan, günahkâr olduğu zaman cehenneme girer, günahı kadar yanar. En aşağısı da 365.000 x 250 sene; veya Arapların seneleri 354 gündür, 354.000 x 250 sene cehennemde yanar bir insan...
e. Hakîkî Müslüman Olmak
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi hakîkî müslüman eylesin... Haramlardan korunan, ibadetleri yapan, ömrünü hayırla geçiren, Allah'ın rızasını kazanan kullarından eylesin... Cehennemine sokmadan, ateşlere yakmadan, doğrudan doğruya cennetine buyur ettiği;
(Yâ eyyetühen-nefsül-mutmeinneh. İrciî ilâ rabbiki râdıyeten merdıyyeh. Fedhulî fî ibâdî. Vedhulî cennetî.) "Ey mütmainne olan nefis, Rabbinin lütfuna, rahmetine, gel! Sen ondan razı, o senden razı olarak has kulları arasına gir, cennetine gir!" diye dâvet ettiği kullarından eylesin... Azabına uğratmadan cennetine soktuğu, nimetine erdirdiği, cemalini gösterdiği kullarından eylesin...
Bu mümkün, olabilir, her insan bunu yapabilir. Çoban da olsa, işçi de olsa, köylü de olsa, bunu yapabilir. Zor bir şey değil... İbadetleri yapacak, haramlardan kaçınacak, haram yemeyecek, elinden geldiğince hayır işlemeye çalışacak.
Kolaylaştırdığı kimselere kolay gelir. Amma kolaylaştırmadığı kimselere bir abdest almak azabdır, bir namaz kılmak felâkettir. Bir vakit bulup da bir namaz kılamaz. Bir elini cebine atıp da bir hayır yapmak çok zor gelir. Biraz parasını alsan hayra, canını alıyormuşsun gibi, sanki can damarını yakalamışsın da çekiyormuşsun gibi zor gelir.
--Yâ hacca git!..
--Hacca gidip de pis Araba para mı kaptıracağım?..
--Sen pis Araba para kaptırmıyorsun, Allah'ın hac vazifesini yapıyorsun! Tabii masraf da yapacaksın. Süpermarkete gittiğin zaman, çarşıya pazara gittiğin zaman temiz (!) Almana para kaptırmıyor musun?.. Arap pis de, Alman temiz mi?.. Ne biçim laf...
Böyle diyenler var, böyle cahiller, böyle gàfiller var. Onlara zor gelir ibadet... Bir kelime-i şehadet getir desen, dili dönmüyor adamın... Yâ öyle değil, şöyle söyle... İngilizceyi kıvırtmayı öğrenmiş, Almancayı su gibi konuşuyor, ana dili gibi, bülbül gibi... "Bir kelime-i şehâdet getir!" diyorsun, getirmesini bilmiyor. Doktor olmuş, Amerikalarda tahsil yapmış, papyon kravat takmış, lâcivert elbise giymiş. Türkiye'ye dönünce, zengin fabrikatör babası düğün yapıyor, evlendirecek. "Eh bir de hoca çağıralım da, dînî nikâh da yapalım!" diye çağırmışlar. Giden arkadaş anlatıyor:
"--Vallàhi hocam, gusül abdestini bilmiyor adam... Amerikadan gelmiş, doktora yapmış." diyor. Gusül farz... Cenâbetten gusül abdesti almak farz... "Kelime-i şehadet getir dedim, dili dönmüyor." Hiç söylememiş ki, söylemeyene zor gelir.
Şu Almanların tebrik ederim sözü var, (Gratilireinen) mi ne deniliyor; dilimi ona döndürünceye kadar kaç defa tekrarladım. Yâni düz değil, söylemesi zor geliyor. (Dankşan) kolay, düz bir kelime ama (Gratilireinen) demek zor geliyor.
Adamcağız da Amerika'da ne İngilizceler döktürmüştür, ne edebiyatlar yapmıştır. Ordan doktora kazanmış. Papyon kravatlı... Nikâh olacak, kelime-i şehâdet getirmesini bilmiyor, gusül abdestini bilmiyor. Evlenecek, cünüb gezecek; şu hale bak şu felâkete bak!..
Müslüman evlâdı... Yine müslüman olduğu için hoca çağırmışlar da dînî nikâh kıydırıyorlar. Kimisi de:
"--Dînî nikâha ne lüzum var?.. Hocayı da şeytan görsün, istemem hoca moca... Nedir bu hocalardan çektiği milletin? Bunlar her şeyi yasaklıyorlar." der.
Bizim üniversitede bir doçent vardı. Yüksek perdelerden geziyor, havalardan atıyor, tutuyor. Burada da bir Almanla evlendi, burada kaldı. Malını mülkünü, kitaplarını da buraya getirdi, Almanlara vakfetti.
"--Bu hocalar da, dört kadınla evlenmeyi keyifli bir şey olarak iyi çıkartmışlar." diyor.
Ben talebeyim, o da bir bölümün başkanı... Biz de bölümün kütüphanesinde çalışıyoruz. Kitaplar var, raftan alıyoruz, açıyoruz, okuyoruz.
"--Hocalar da keyiflerine göre iyi çıkartmışlar. İki tanesi bir kolunda, iki tanesi bir kolunda, dör tane karı... Alem bir tane bulamazken dört tane kadın..."diyor.
Dedim ki:
"--Hocam, bunu hocalar çıkartmamıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu müsaade var."
"--Yok, öyle şey olmaz!" dedi.
Açtım Kur'an'ı, buyur oku:
(Fenkih mâ tàbe leküm minen-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâ') Vesnâ, iki; sülâse, üç; rubâ', dört... Neden dört kadına kadar müsaade var?.. Meselâ kocası öldü cihadda, kaldı çoluk çocuğu ile... Kadınların sayısı çok, bunlara kim bakacak?.. Dünyanın binbir türlü hali var. Adam meseleyi sırf keyif ve zevk sanıyor. İctimâî bir görev olarak düşünmüyor. İşin içinde başka işler olduğunu düşünmüyor.
O alemlerin Rabbi, dörde kadar evlenin demiş, o dul kadın orda ağlasın, inlesin mi?.. Çoluk çocuğuna nasıl bakacağını, feleğini mi şaşırsın?.. "Dörde kadar alın, yetimlerine bakın!" diye insânî bir amaç var burda, sadece zevk ve keyif değil...
Sen İslâm'ı anlamamışsın!.. Bir de yüksek perdeden İslâm alimi geçiniyor, Kur'an'ı okumamış. Dört kadınla evlenmenin Kur'an'da olduğunu bilmiyor. Dört kadınla evlenmeyi Avrupalılar tenkid ediyor diye, o da dört kadınla evlenmeyi düşman bellemiş kendisine... Avrupalıların gözüyle bakıyor İslâm'a...
Bir de gel bakalım şöyle, hayatın içine gir bakalım!.. Bu müslümancıklar Allah yolunda cihad ediyor, canlarını veriyor. Arkada çoluk çocukları dul, yetim kalıyor. Bunların çözümü ne?..
Sonra Alman bir kadınla mı evli?.. Bir kadınla nikâhlanıyor, on kadınla flört yapıyor. Bir kadınla yetinmez. Avrupa'da bir kadın evlendiği zaman bâkire midir?.. Değildir. Bâkireyi acemi sayıyorlar, tecrübesiz sayıyorlar. Televizyonlarında, gazetelerinde, hayatlarında bunların ömürleri kadın erkek karma karışık geçiyor.
Kim söylemiş öyle, bir kadınla evlilik mevlilik diye... Yalan, hepsi yalan!.. Bunlarınki dörtle de sınırlı değil... Bunların ömürlerinde hayatlarına girmiş kadınların sayısını sayamazsın bile... Kendisi de bilmez, güler geçer, sırıtır pis pis; "Gençli macerâlarım!" der. Kazanovanın aşk maceraları diye romanlara girer.