101 ilâ 120. sayfalar

Peygamber Efendimiz'in azılı düşmanları var, çok yakınlarından... Ebû Leheb'in Peygamberimizin amcası olduğunu biliyor musunuz?.. Ebû Leheb'in Abdullah'ın kardeşi, Abdülmuttalib'in oğlu olduğunu biliyor musunuz?..

Sonra bir zaman gelip de azılı düşmanlarından bazılarının, Allah'ın nasib ettiği kimselerin müslüman oluşları var. Müslüman olduktan sonra davranışları var. İnsanın tüyleri diken diken oluyor. İnsanın hayatında bir değişim meydana geliyor, bir büyük inkılab oluyor. Büyük bir çevrilme ve değişme oluyor. İşte onu yakalamak lâzım!.. Onu yakalamadan, Peygamber SAS'in hayatını uzaktan video seyreder gibi, roman okur gibi okumaktan bir şey olmuyor. O aşının gelmesi lâzım!..

O aşı İslâm düşmanına aşılandığı zaman, İslâm dostu oluyor. Rasûlüllah Efendimiz için canını verecek hale geliyor. İşte hakîkî iman orda saklı...

Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek de yetmiyor muhterem kardeşlerim! İkaz ediyorum bakın: İmam hatip okulunu bitirmek yetmiyor, ilâhiyat fakültesini bitirmek yetmiyor. İlâhiyat fakültesi profesörlerinden çok daha dindar, çok daha şevkli, aşklı Teknik Üniversite profesörleri bilirim. İlâhiyat profesörü olmak, ilâhiyatçı olmak, imam-hatipli olmak yetmiyor; başka bir şeyler lâzım!..

121

İşte onu yakalamak için hafız olmak da yetmiyor. Misal vereceğim: Mevlidhanlığa kaymış sesi güzel olduğu için... Mevlid'i coşkulu okuyabilmek için bir kaç kadeh atmadan Mevlid okumağa çıkmıyor. Çekiyor kafayı, hafif yollu, çok fazla değil... Hafif yollu kafayı çekiyor, ondan sonra lüks otomobili ile caminin yanına kadar geliyor, tam ehl-i dünya... Mevlid'ini okuyor, para için pazarlık yapıyor, kendisinin cebine konulan zarfı açıyor, sahibinin yüzüne fırlatıyor: "Ne bu yâhu böyle, bu kadar az para?.. Şurdan aşağı olmaz!" diye pazarlık yapıyor, ses sanatkârı gibi... Tekrar lüks arabasına biniyor, öteki Mevlid'e yetişmeğe gidiyor... Böyleleri var.

Demek ki hafız olmak yetmiyor, aşk olması lâzım, iman olması lâzım, iman kuvveti olması lâzım!.. Allah'tan yana yakıla onu istemek lâzım!.. Onun anahtarı Peygamberimiz'in hayatında, sahabe-i kiramın hayatında...

Bakın biz dergilerimizin yanında Sahabe Hayatından Tablolar diye kitap neşrettik, okuyun! Hanım Sahabiler bölümünü hanımlar okusunlar!.. Ötekisini beyler okusunlar!.. Yâni mü'min bir insanın hayat tarzından çağrışımlarla, etkilenimlerle o hale gelmek için bu... Rezonans diyorlar ya, bir yerde titreşim olunca öbür tarafa geçebiliyor; öyle bir şey olabilmesi için sahabe-i kirâmın hayatını öğrenmek lâzım!

122

İşte gerçek imana ermiş olan insanların İslâm'ı iyi tanıyan insanların, İslâm'ı tanıdığı zaman hayatları değişiyor, hayatlarındaki amaçları değişiyor. Çalışmaları değişiyor, çalışmalarının hızı, kuvveti değişiyor. Bizim de öyle olmamız lâzım!

Öyle olduğunu farz ederek şunları söylemek istiyorum: Nasıl Peygamber SAS Efendimiz'i son derece ağır baskılar altında tuttukları zaman, hayatına kasdettikleri, öldürmeye kadar vardıkları bir toplumdan, çok ağır baskılar yaptıkları zaman, "Sen bu davadan vaz geç!" diye amcası teklif edince;

"--Bir elime Güneş'i, bir elime Ay'ı verseniz, ben bu dâvamdan vaz geçmem!.. Hükümdarlık verseniz, hazineler verseniz, başkan yapsanız, her türlü arzumu yerine getirseniz, bu davamdan vaz geçmem!.. Amca, eğer sen beni bundan sonra himayenden çıkartmak maksadıyla bu sözleri söylüyorsan; hani, 'Evlâdım, yeğenim, senin yüzünden Kureyş'le başım derde girdi. Seni koruyacağım derken onlarla kötü oluyorum. Artık bu dâvâdan vaz geç! Vaz geçmezsen, seni koruyamam!' diyorsan, ben bu dâvâdan vaz geçmem, Allah bana yeter!" dedi, ağladı Peygamber Efendimiz.

123

Ebû Tàlib'in yanından kalkıp gitti. Onun üzerine arkasından Ebû Tàlib seslendi:

"--Yeğenim, sen nasıl istersen öyle yap; ben seni hayatım boyunca himâye edeceğim!" dedi.

Kuvvetli, nüfuzlu bir insandı. O varken dokunamadılar Peygamber Efendimiz'e... Peygamber Efendimiz'i himâye etti.

Şimdi, "Bir elime Ay, bir elime Güneş verilse, hükümdar yapılsam, hazineler elime verilse, başkan seçilsem, en güzel, en soylu aileler kızlarını bana verseler bile bu dâvâmdan vaz geçmem!" dedi. Sıkıntı, meşakkat, ölüm korkusu, açlık, çeşit çeşit ızdıraplar çekti, dâvâsından vaz geçmedi. Bu böyle bir dâvâ...

Şimdi bu davayı anlamak için, ordan bir ateşin aşılanması lâzım! Bizim de öyle çalışmamız lâzım! Yirminci Yüzyıl'dayız, biz de "Hayat nedir?" diye soruyoruz kendi kendimize... "Bizi kim yarattı?" diyoruz, "Hayatın amacı nedir?" diyoruz. "Nerden geldik nereye gideceğiz?" diyoruz, "Öldükten sonra ne olacağız?" diyoruz. Bizim de Peygamber SAS gibi, bizim de Hazret-i Ebûbekir RA gibi, Hazret-i Ali RA gibi, sahabe-i kiram gibi çalışmamız lâzım!..

124

d. Sahabenin Müslümanlığı

Şevkinizi kırmak için söylemiyorum, hayat tecrübem olarak söylüyorum: Bizim amacımız veteriner olmak, doktor olmak, mühendis olmak, politikacı olmak, asistan olmak, doçent olmak, profesör olmak, zengin olmak, varlıklı olmak, köşk sahibi olmak, arsa sahibi olmak, yazlık kışlık sahibi olmak değil... Para kazanmak da değil... Rızık aramak da değil... Çünkü Allah diyor ki:

"--Rızkı ben veririm!"

Belki biz buna tatminkâr bir şekilde kànî olmuş değilizdir. Ama sahabe-i kiram İslâm'a hizmetten gayri bir meslek edinmemişlerdir. Sırf İslâm'a hizmet için çalışmışlar ve Allah onları da beslemiş. O kadar beslemiş, o kadar değişmiş, o kadar gelişmiş ki durumları, Ebû Eyyûb-el-Ensârî Abdullah ibn-i Abbas'ı ziyarete gittiği zaman; Peygamber SAS Efendimiz'den sonraki yıllarda, vefatından sonra... Abdullah ibn-i Abbas bir şehrin valisi... Vali olmuş, bakın; nereden nereye?... Ebû Eyyûb-el-Ensârî de Peygamber Efendimiz Medine'ye geldiği zaman Efendimiz'e, "Yâ Rasûlallah, bizim hanemize buyur!" demiş, altı ay Peygamber Efendimiz'i hanesinde misafir etmiş bir kişi, sahabeden bir zat...

125

Abdullah ibn-i Abbas RA diyor ki:

"--Sen Rasûlüllah SAS'i altı ay misafir ettin; al şu konağımı, içindeki bütün eşyalar ve kölelerle birlikte sana hediye ediyorum!" diyor.

Var mı böyle hediye verecek birisi içinizde?.. Peki bu paralara nerden sahib oldular?.. Allah yolunda cihad ettiler, ölmek için gittiler. Dediler ki karşılarındakilere:

"--Müslüman olun! Müslüman olursanız selâmete erersiniz. Biz size İslâm'ı tebliğ etmeğe geldik. Müslüman olursanız, bizimle eşit haklara sahib olursunuz, bizim yanımıza gelirsiniz.

Olmuyoruz derseniz; o zaman hor ve hakir olarak bizim emrimizde ve bizden aşağı olarak yaşayınız ve cizye veriniz. Cizye, gayrimüslimin İslâm devletinde verdiği verginin adı.

Bunu da kabul etmiyoruz derseniz, o zaman sizinle savaşırız."

"--Ölürsünüz..."

"--Ölsek bile bizim amacımız bunlardır. Ölürüz, şehid oluruz, şavaşırız!" dediler.

Kime söylediler?.. Bizans ordusuna söylediler, Sâsânî ordusuna söylediler, Mısır ordusuna söylediler... Yayıldıkları her yerde, karşılaştıkları yönetimlere söylediler.

126

"--Müslüman olun, bizimle eşit olun! Olmazsanız, cizye verin, İslâm devletine verginizi verin! O da olmazsa, kâfir olduğunuz için savaşırız sizinle!.." dediler.

Savaştıkları zaman kazandıkları ganimetlerle hepsi zengin oldu, hepsi yönetici oldu. Ölen öldü, şehid oldu da; yaralanan yaralandı... O mübareklerden bir tanesi bir arkadaşına diyor ki:

"--Şuraya bana örtüyü tutuver! Şöyle peştemalı tut da, bir yıkanayım." diyor.

Bir kova su alıyor, yıkanacak. Yıkanırken, ötekisi tuttuğu örtüden onun vücudunun üst tarafına bakıyor: Buraya mızrak saplanmış, kapanmış, buruşuk, derinin burasında mızrak izi belli... Buraya bir kılıç darbesi gelmiş, etleri derileri, kasları, kesmiş; iyileşmiş ama, cart diye burasının yırtık olduğu belli... Vücudun her yerinde böyle bir takım izler... Diyor ki:

"--Senin vücudun delik deşik, paramparça..."

Böyle olmuş.

Halid ibn-i Velid, büyük komutan, seyfullah, RA... Eskiden azılı İslâm düşmanı, Uhud savaşında dağın arkasına saklanıp da müslümanlara saldırıp, büyük telefat verdiren, sonra da müslüman olan kimse... Suriye'de kabri var. Camisinin önüne anıt dikilmiş, sözü yazılmış. Diyor ki:

127

"--Şu benim vücudumda bir karış yer yoktur yaralanmadık; ya kılıç darbesi, ya mızrak yarası, ya ok yarası... Yüz savaşa katıldığım halde, vücudumun her tarafı yara izi olduğu halde, (Hâ ene emûtü alâ firâşî) işte yine yatağımda ölüyorum!"

Yâni şehidlik nasib ederse Allah, ediyor. Etmezse yaralanıyor, kalıyor. Ölen ölüyor, kalan kalıyor, gàzi olan da ganimete sahib oluyor. En kârlısı şehid olan... Avrupalılara göre en kârlısı, hayatını kurtarıp ganimete konan... Bize göre en arzu edilen şey şehid olmak, canını vermek...

Şimdi, "Sen Rasûlüllah'ı altı ay hanende misafir ettin, al sana şu konak!.." diyor. Konakta eşyalar var, savaşlarda filân kazanılmış köleler var... Kölenin kıymeti nedir?.. Bugün sizin sahib olduğunuz bir araba gibi bir şey bu... Yirmi tane kölesi varsa bir insanın, yirmi tane arabası var demektir. Jaguar, Taunus, Mercedes... çeşitli boylarda yirmi tane araba. Yüz kölesi varsa, yüz tane arabası var demektir. Öyle kıyaslayabilirisiniz, yâni köle az bir şey değil. Konağı içindeki eşyalar ve kölelerle beraber Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri'ne, şu İstanbul'da, Eyüp'te kabri olan mübarek büyüğümüze hediye ediyor. İkrama bak!..

128

İkramın sebebi ne?.. "Sen zamanında, Medine'ye geldiği zaman Rasûlüllah'a misafirperverlik göstermiştin." diye.

O da onları alıyor, köleleri azad ediyor, malları tasadduk ediyor, yürüyüp gidiyor ordan.

Muhterem kardeşlerim! Onların gözlerinde dünya yok! Dünya hırsı ile kaplanmış gözlerle bakarsanız, onları anlayamazsınız. Onlar ahiret adamı... Onların gönlüne, onların kanına o iman aşılanmış, o iman girmiş. Onlar Yirminci Yüzyıl'ın müslümanları gibi değil, onlar sahabe...

O aşka sahip olmayınca, üniversitede profesör olmak yetmiyor, imam-hatip okulunu bitirmek yetmiyor, hafız olmak yetmiyor. O aşka sahib olacaksın!

Birisi ölüyor. Diyor ki Peygamber Efendimiz:

"--O cehennemliktir!"

Rasûlüllah'ın hizmetinde bulunmuş. Rasûlüllah'la bir dakikalık sohbet etmiş insana biz sahabi diyoruz. Rasûlüllah'ın hizmetinde, sohbetinde bulunmuş birisi ölüyor da, Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--O cenennemliktir!"

"--Neden?.."

"--Ganimet malından bir şeyler çalmıştı da ondan... Rasûlüllah'ın hizmetinde bulunup da hırsızlığı aynı anda götürmek, çok büyük suç... O iman ortamında bu yamuk hareket çok büyük suç...

129

Onun için onlar kendilerini çok iyi kollamışlar. Rasûlüllah'ın sözüne tam uymaya, Allah'ın rızasını kazanmağa çok dikkat etmişler. Bizim gibi değil...

e. Zamane Müslümanlığı

Şimdi bizim kendi İslâmlığımızda, müslümanlığımızda yamukluklar var. Bizim kafamızdaki İslâm kavramı, İslâm hakkındaki kanaat, bize mahsus bir İslâm. Yâni benim İslâm anlayışım, senin İslâm anlayışın... Ama o anlayış, asıl İslâm değil. Asıl İslâm sahabenin İslâm'ı, Peygamber Efendimiz'in karşısında bulunan insanların İslâm'ı...

Kendi müslümanlığımızı, İslâm anlayışımızı onlarla mukayese etmezsek, onlara eşit hale getirmezsek, yamuk müslüman olarak kalırız. Yamuk müslümanlardan misâl vereyim, diyor ki:

"--Biranın içindeki alkol miktarı azdır, bira helâldir."

Mısırlı falanca alim fetva vermiş, bira içilebilirmiş. Nedenmiş?.. Alkol miktarı azmış. Peygamber Efendimiz öyle tarif etmiyor ki, alkolün yüzdesiyle mi söylüyor?.. "İçtiğin zaman sarhoşluk veren her şey içkidir." diyor.

Bizim fakülterde bir profesör vardı, diyordu ki:

130

"--Ramazan bayramında arkadaşımı ziyarete gittim. O da bana bir küçük kadehte likör ikram etti. Onu da mı içmeyeceğim?.."

Beni sıkıştıracak köşeye, bana itiraz yollu söylüyor. Yâni ben biraz softayım, onların nazarında katı müslümanım, kökten dinciyim. "Bayramda da, arkadaşımın evine ziyarete gitmişken de, şu kadarcık bir likör etmişken de mi içmeyeceğim, onu da mı içmeyeceğim?.." diyor.

Tabii içmeyeceksin, içki haram!.. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haram! Öyle buyuruyor Peygamber Efendimiz.

İslâm'ı Yirminci Yüzyıl'ın mantığı ile tartmayın, İslâm'ı Rasûlüllah'ın anlattığı şekilde tanımağa çalışın! Bugünün yamuk müslümanları, İslâm'dan kaçmak için hadisi reddediyorlar. Çünkü hadis tarif ediyor İslâm'ı... Hadisten kaçınıyorlar, "Kur'an bana yeter!" diyorlar.

Kur'an yeter ama, sen Kur'an'a da uymuyorsun!.. Çünkü Allah Kur'an-ı Kerim'de, "Rasûlüllah'a uyun!" diyor.

(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebinî yuhbibkümullàh) "Rasûlüm de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin!" buyuruyor. Kur'an'a da uymuyor aslında ama, adamlar kendisini ve halkı öyle aldatıyor.

131

Yamuk müslüman diyor ki:

"--Efendim, şimdi bu bankaların verdiği faiz helâldir, yenilip yutulabilir."

"--Niye?.." diyorsun;

"--Çünkü Kur'an-ı Kerim'de yasak olan, (ed'afu mudàafeh) kat kat faizdir. Bu kat kat faiz değil, tek kat faizdir, bunu yiyebilirsin." diyor.

Bazısı da diyor ki:

"--Sen yemezsen bana getir, ben yiyeyim!"

Bazıları da;

"--Sen orucu boz, günahı bana ait!" diyor.

Demiyor mu, duymadınız mı?.. Halbuki Kur'an-ı Kerim'i okusalar, Allah CC buyuruyor ki: "Bazıları der ki:

(İttebi sebîlenâ velnahmil hatâyâküm) 'Bizim yolumuza siz tâbî olun, sizin hatâlarınızı, günahlarınızı biz yüklenelim!' Onlar onların hatâlarını yüklenemezler ama, kendi günahlarının üzerine, onların yüklenmeye niyet ettikleri günahlar kadar da günah onlara verilir, berikiler de yine sorumlu kalır." diyor Kur'an-ı Kerim.

Şimdi bozuk bir müslümanlık var muhterem kardeşlerim, bozuk İslâm anlayışı var. Rasûlüllah'ın asr-ı saadetinin müslümanlığı lâzım! Sahabe-i kiramın imanı lâzım, ahlâkı lâzım!.. Onun için onları okumamız lâzım!

132

Onların okuduğumuz zaman, biz Yirminci Yüzyıl'ın İslâm fedâileriyiz, Yirminci Yüzyıl'ın sorumlularıyız. Bu asır bizden sorulacak, bu asrı Allah sizlerden ve bizlerden soracak. Peygamber Efendimiz'in ashabı nasıl görevlerini yaptıysa, bu asırda İslâm hücuma uğruyor da savunulmuyorsa, sorumlusu biziz... Savunulması gerekiyorsa, savunmacısı biziz, sizsiniz, biz müslümanlarız. Az da değiliz, öteki adamlardan hiç bir eksikliğimiz de yok!..

Avrupa'da bulundum, Almanya'yı tanıyorum, İsveç'i biliyorum, siz de İngiltere'yi biliyorsunuz, belki Amerika'yı gördünüz... Bizim bunlardan bir eksikliğimiz yok!..

Biz Allah'ın dinini doğru öğrenmemiz lâzım!.. Kendimize mahsus İslâm, Yusuf'a ait İslâm, Mehmed'e ait İslâm, Ali'ye ait İslâm, Es'ad'a ait İslâm, Uğur'a ait İslâm; öyle şey yok... Sübjektif değil de gerçek İslâm, objektif İslâm neyse, o İslâm'ı öğrenmemiz lâzım!.. Adam onu öğrenmek istemiyor.

--Başını ört kızım!

--Yok örtmem...

--Kur'an-ı Kerim'de;

(Yüdnîne aleyhinne min celâbîbihinne) buyurmuş Allah... Yâni Allah'ın emrine uyacaksın, Rasûlüllah'ın emrine uyacaksın, o zaman müslüman olacaksın.

133

--Namaz kıl yavrum!

--Dersim var, bilmem ne... vs.

--Annesi bunu namaza kaldır!

--Daha küçük, uykusu bölünmesin.

Biz Ankara'da bir mahalleye taşındık. Merkez bankası memurları kooperatif kurmuşlar, 150 evlik mahalle yapmışlar. Koca bir tepeyi, 901 râkımlı tepeyi parsellemişler, Kalaba köyünün merasını iç etmişler, allem etmişler, kallem etmişler, oraları almışlar, mahalleyi kurmuşlar. Veballeri onlara ait... Biz de birisinin mülkünü satın aldık, oralı olduk.

Çocuk parkı var, sığınak var, çarşı var, pazar var, sinema yeri var, dinlenme yeri var, her türlü şey düşünülmüş. Mahalle bir bütün olarak hazırlanmış, her şey var, cami yok, cami yeri yok... Kilise yeri de yok, adamların dinle imanla ilgili kaygıları yok...

Biz orda cami yapmağa kalkışınca, bir ev aldık, ezan okumağa başladık. Şiddetle karşı çıktılar. Ezanın hoparlörünün kablosunu kestiler. Diyorlar ki:

"--Çocuklarımız erken kalkıyor, uykuları yarım kalıyor, sıhhatleri bozulacak!.."

Yâni gerçek İslâm olmayınca, çeşitli madrabazlıklar, şaklabanlıklar oluyor.

134

f. Allah Rızası İçin Çalışmak

Yirminci Yüzyıl'da Allah'ın rızasını kazanmamız için, sahabe gibi çalışmamız lâzım, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lâzım!.. Asıl vazifemiz bu... Ama sizin bu yaptığınız çalışmalar, bizim şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgiler, ünvanlar, müktesebât bu asıl vazifeyi kuvvetlendiriyor.

Ben profesörüm, kartımı yanımda taşıyorum, her yerde çıkartıyorum: Prof. Dr. Es'ad Coşan... Şaşırıyorlar. İlkönce beni köylü dayı sanıyor, hafız sanıyor.

--E hafız nasılsın bakalım?..

--İyiyim.

--Hangi camide vazife görüyorsun?..

--Camide vazife görmüyorum.

--E nerde vazife görüyorsun; Diyanet'te misin, müstahdem misin?..

--Hayır, üniversitedeyim.

--Hademe misin?..

--Değilim, profesörüm.

--Aaa, özür dilerim hocam!

135

O zaman özür diliyor. Ha bu ünvan bir şey... Hem benim için bilgi, bilgi kuvvettir; hem de karşı taraf için muteber bir şey...

Yazarken söylüyorum:

"--Ben sizin bildiğiniz her şeyi biliyorum, ama siz benim bildiklerimi bilmiyorsunuz. Ben sizin bütün küfrünüzün röntgenini biliyorum. Böyle arkası ışıklı cama takıp, sizin ciğerinizin neresi delik, onu biliyorum ben... Ama sizin bir şeyden haberiniz yok!" diyorum, susuyorlar.

Bilmiyorlar. Sizin bu bilgileriniz, kuvvettir sizin için... Doktor olacaksınız, inşaallah doçent olacaksınız, profesör olacaksınız; bunlar kuvvet... Ama vazifemiz veterinerlik, doktorluk, mühendislik değil, bilmem ne filân değil. Vazifemiz, Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın dinine hizmet etmektir. Ama o yoldan, ama bu yoldan; ama hastanede, ama falanca bakanlıkta, ama filânca makamda, filânca koltukta...

Hocamız Mehmed Zâhid Kotku, evliyâullahtan büyük bir zât... Vefat ederken demiş ki:

"--Evlâtlarım, her şey boştur..."

Seksenüç yıl yaşamış bir insanın, hayatının sonunda söylediği söz:

136

"--Her şey boş evlâdım! Bakanlık boş, millet vekilliği boş, zenginlik boş..."

Yâni hava, fasa fiso, kıymetsiz demek istiyor. Hattâ karşısındakiler darılmasın diye söylemiş:

"--Şeyhlik boş, müridlik boş... Bütün iş, Allah'ın sevgili kulu olabilmek!.."

Allah'ın sevgili kulu olabiliyor musun?.. Burda böbürlenme, hindi gibi kabarma, er yarın Hak divanında belli olur. Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına vardığın zaman, bakalım durumun ne olacak?.. O zaman belli olur. İş Allah'ın rızasını kazanmak muhterem kardeşlerim!

Onun için rozet yapmış arkadaşlarımız, hoşuma gidiyor. Şuraya yakalarına takıyorlar:

(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi amacım sensin, maksdum sensin; ben senin rızanı kazanmayı düşünüyorum, onu istiyorum."

Bu çok mühim bir söz, üstelik bizim sözümüz de değil... Senin benim, veya hocalarımızın sözü de değildir. Bir hadis-i kudsîden alınmış, şahıs zamirleri değiştirilmiş bir cümledir. Allah-u Teàlâ hadis-i kudsîde buyuruyor ki: "Ben sizin maksdunuzum, benim rızam sizin matlûbunuz..." diyor. Biz de burdan yola çıkarak, "Yâ Rabbi, sen bizim maksdumuzsun, biz senin rızanı taleb ediyoruz." diyoruz. Yâni onun hadis-i kudsîde buyurduğu sözü, ona karşı söylüyoruz. Binâen aleyh, menşei ilâhî olan bir sözdür, hayatımızın candamarıdır.

137

Maksadımız Allah'ın rızasını kazanmak gayemiz Allah'ın sevgisine ermek, Allah'ın sevdiği bir kul olmaktır. Esas olan budur, bunu kazanmağa çalışacağız. Bunu kazanmanın yolu da Kur'an-ı Kerim'i bilmekten, Rasûlüllah'ı tanımaktan geçiyor. Kur'an-ı Kerim'i okuyacağız, Peygamber Efendimiz'in hayatını ve hadislerini okuyacağız, o ruhu yakalamağa çalışacağız.

O ilâhiyatta yakalanamayan, imam-hatipte yakalanamayan, hafızlıkta yakalanamayan ruhu yakalayan bir mühendis, ilâhiyat profesöründen daha iyi din adamı olur. Yakalamayan bir ilâhiyat profesörü, din dışı bir tahsil görmüş falanca adamın ayağının tırnağı kadar olamıyor. Ünvanların kıymeti yok, o ruhu yakalamak esastır.

Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Te`Œlâ Hazretleri buyuruyor ki:

(İnemâ yahşallàhu min ibâdihil-ulemâ') "Allah'tan ancak ve sadece ve sadece alim kulları hakkıyla korkar, sakınır, çekinir." Çünkü Allah'ı bilir, Allah'ın kudretini bilir, Allah'ın cezasını bilir, Allah'ın kahrını, gazabını bilir, Allah'ın lütfunu, ihsânını, ikramını bilir. Ancak alim kimse bilir. Câhil bilmez. Câhil kabadayı kabadayı dolaşır. Bizim köyde bir cahil demiş ki:

138

"--Ben öldükten sonra beni çöplüğe atın, ne olacak?"

İnancı yok, câhil... Alim korkar. Peygamber Efendimiz hüngür hüngür ağlıyordu. Hazret-i Ömer'in gözlerinden akan yaşlar iz bırakıyordu. Ebûbekr-i Sıddîk evinin avlusunda ibadet ederken, ağlarken mahalleli başına toplanırdı. Alim korkar, alim çekinir; câhil terbiyesiz terbiyesiz ortada külhanbeylik yapar, bağırır, çağırır. O câhillikten...

Çünkü zıtlaştığı Allah, karşı geldiği kâinâtın sahibi, yaratan, her türlü kudretin sahibi... Onunla çarpışmağa kalkıyor.

Yâni tren yoluna çıkmış bir insanı düşünün! Gelen ekspresin karşısında duruyor:

"--Ben ondan korkmuyorum, onu tutarım, durdururum!" diyor.

Câhil, onun geliş hızı, kuvveti, kütlesi, o kütleden kazandığı şey senin böyle durmandan ne kadar, ne kadar üstün. Sen eziyip gideceksin, parça parça olacaksın raylarda...

"--Yok yâ, ben onu durdururum." diyor, durduracağını sanıyor.

Bunun gibi, câhil Allah'ı bilmez.

O bakımdan sizin ilim yolunda olmanız çok güzel bir şey... Ben zaten bütün arkadaşlarıma, benimle istişare yaptığı zaman diyorum ki:

139

"--İlim yoluna girin, bilimsel yolda yükselin, ilerleyin, mümkünse profesör olmaya çalışın! Çünkü o zaman Allah'ı daha iyi bilebilirsiniz, anlayabilirsiniz."diyorum.

Ömer Nasuhî Bilmen, bizim tekkemizin müntesibi... Eski hocalarımıza bağlanmış, bizim ağabey ihvânımızdan... Diyanet İşleri başkanlığı yapmış, İstanbul müftülüğü yapmış kimse.

Kur'an-ı Kerim'in tercümesinde, bu Alâk Sûresi'ni tercüme ederken;

(Halekal-insâne min alak) "İnsanı kan pıhtısından yarattı." diye tercüme etmiş. Eskiden beri böyle gelmiş, böyle gidiyor. Lügata bakmışlar, alâk kan pıhtısı demişler. İnsan kan pıhtısından yaratılmadı ki... Kur'an-ı Kerim de doğru...

Kandan mı yaratılıyor insan?.. Hayır, kanla ilişkisi yok. Yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var mı?.. Yok... Yanlış tercüme. Alâk ne demek?.. Taallûk, alâka, ilişki demek, yapışmak demek. Araplar sülüğe de alâk derler, yapıştığı için. Şimdi embriyon diyorlar ya doktorlar, o rahmin duvarına yapışıyor ya, onun için alâk denmiş. Alâk'tan yarattı dediği o...

140
141 ilâ 160. sayfalar