İyi de, onların sana faydası yok! Çünkü sen İslâm yolunda değilsin, müslümanca yaşamamışsın, onun faydası yok. Her koyun kendi bacağından asılacak. Herkes, kendisi Allah'ın divânında el pençe divân durup, diz çöküp, başı önünde hesap verecek. Herkes kendisi verecek. Babasının hayrına oğluna iyi muamele etmeyecekler. Eğer kendisi amel-i sàlih işlememişse, hasebinin nesebinin güzel olması ona fayda vermeyecek.
Araplar'ın eski zamanında, Esmaî diye bir âlim var. Geceleyin Kâbe'nin ordaymış, namaz kılıyormuş, ibadet ediyormuş, bir ağlama sesi duymuş. Hıçkırıklarla birisi ağlıyor. "Kim bu aşık yâ?" diye merak etmiş. Gitmiş, bakmış, bir mübarek zât, Kâbe'nin örtüsüne yapışmış... Demek ki tenha; biz şimdi gittiğimiz zaman Kâbe'yi hep kalabalık görüyoruz ama, mevsim dışı oldu mu, bazen tenha oluyor. Bir de eskiden herkesin gidemediği zamanları düşünelim.
Tenha bir zamanda Kâbe'nin örtüsüne yapışmış, adamcağız seller gibi gözyaşı dökülyor, yalvarıyor, güzel dualar ediyor. Bu âlim bir müddet dinlemiş, bakmış ki bu ağlayan şahıs bayağı kıymetli bir insan, dua edişinden, göz yaşından anlamış. Zâten bir insanın Allah korkusundan gözünden yaş döküldü mü, gözü yaşadı mı, ne olur? O göze cehennem ateşi haram olur. Cehenneme düşmez o insan... Allah korkusundan ağlıyor.
Adam ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Kâbe'nin örtüsüne yapışmış: "Aman yâ Rabbî, affet yâ Rabbî..." diyor. Bakmış çok iyi bir insan, selâm vermiş, konuşmuşlar. Peygamber Efendimiz'in evlâdından, seyyidlerdenmiş.
Demiş ki:
"--Ne korkuyorsun? Senin deden seni kurtarır. Sen mâdem ki, Peygamber Efendimiz'in torunlarındanmışsın ne mutlu sana!.. Sen ne korkuyorsun, biz korkalım!"
O demiş ki:
"--İnsanın kendisi Allah'ın sevdiği kul olamazsa, büyüklerinin hayırlı olması ona fayda vermez, kendisi imtihanı kazanacak."
İmtihana başkasının yerine birisi girse oluyor mu?.. Yakalarlarsa ne yapıyorlar? İkisine de sıfır... "Sen sahtekârlık yapmışsın, başkasının yerine imtihana girmişsin!" diye dışarıya atıyorlar. Herkes kendisi girecek, imtihanı kendisi kazanacak. Bâzen üniversite giriş imtihanında oluyor ya; fotoğrafları değiştirmişler, hüviyet kağıtlarında sahtekârlık yapmışlar. Yakalanıyor, iptal ediyorlar, atılıyor.
Herkes kendisi Allah'ın rızasını kazanacak. Soyluluk bu... Yâni, soydan soptan gelen asâletle insan doğrudan doğruya filâncanın evlâdıdır diye cennete sokmazlar, kendisi amel-i sàlih işlerse sokarlar.
Pekiyi, İslâm'da soyluluk nedir?.. İslâm'da soyluluk güzel huydur. Bir insan güzel huyluysa, o insan soyludur, asildir, kıymetlidir. Güzel huyların en güzeli hangisidir?.. Takvâdır. Allah'tan korkup, sakınmak, lâubâli olmamak, kulluğu ciddî yapmak.
(Fetezevvedû feinne hayrez-zâdit-takvâ) "Ahiret yolcususunuz, hepiniz yol azığı edinin, yol azığı toplayın, yanınıza yolun erzâkını alın! En hayırlı yol azığı da takvâdır." diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Hepimiz Ahiret yolcusuyuz ya, yanımıza ne alacağız? Ekmek mi alacağız, süt mü alacağız, peynir mi alacağız? İnsanın ahiret yolculuğunda yanına alacağı en kıymetli azık takvâdır. Güzel huyların başında takvâ gelir.
Sahabeden bir mübarek alim, vahiy kâtipliği yapmış olan Übey ibn-i Kâ'b, Hazret-i Ömere sormuş:
"--Takvâ nedir?"
Birbirlerinin fikirlerini alıyorlar. "Bir de sen anlat da, fikir müzakeresi yapalım, anlayalım!" gibilerden.
Demiş ki:
"--Sen dikenli bir tarlada yürüdün mü?"
Bastığın yerler diken, diz boyu diken...
"--Yürüdüm, ne olacak yâni?.."
"--Ne yaptın dikenli tarlada yürürken?"
"--Dikenler eteklerime takılıp da yırtmasın diye, eteklerimi biraz kaldırdım. Bastığım yere de dikkat ede ede bastım, öyle yürüdüm."
"--İşte takvâ odur!.. Dikenler eteğine takılmasın, ayağına batmasın diye nasıl sakınıyorsun, işte takvâ odur." demiş.
Biz nasıl olacağız; Allah yolunda yürürken hayatımızın adımlarını atarken nasıl olacağız?.. Bastığımız yere dikkat edeceğiz, söylediğimiz söze dikkat edeceğiz, yaptığımız işe dikkat edeceğiz. Canımız yanmasın, ahirette azab görmeyelim diye tedbirli gideceğiz.
Güzel huyların sayısı çoktur. Onları burda sıralamaya kalksak, bitmez. Adâlet, cömertlik, merhamet, vefâ, sadâkat... vs. güzel huylar. Kötü huyları varsa, kötü huyları atacak insan; iyi huyları alacak.
Bunların daha geniş bilgisini, bu hadis-i şeriften sonra mutlaka öğrenmek isterseniz, öğrenin! En genişi İmam Gazâlî Hazretleri'nin İhyâ-yı Ulûmid-Dîn'inde vardır. Ordan okursanız, güzel huyları, kötü huyları öğrenirsiniz. Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri'nin Tasavvufî Ahlâk kitabı beş cilttir. Onu baştan sona okursanız, güzel huyları, kötü huyları öğrenirsiniz.
Güzel huyları öğrenin, benimseyin, alın! Kötü huyları öğrenin, üzerinizdevarsa, atın!.. Çünkü, "En güzel asâlet güzel huyluluktur." diyor Peygamber Efendimiz.
Bu hadis-i şerife göre Enes RA'den, İbnin-Neccâr'ın, İbn-i Asâkir'in ve Ebül-Hasen-ü Kudûrî'nin rivayet ettiği bu hadis-i şerifte: "Allah'ın rızasını kazanmak için tedbir almak gibi akıl olmaz. Haramlardan sıkanmak gibi vera' olmaz. Güzel huy gibi haseb olmaz." diye, Peygamber Efendimiz bizi Allah'ın rızasını kazanmak için tedbirler düşünmeye sevkediyor, haramlardan kaçınmaya sevkediyor, güzel huylu olmayı tavsiye buyuruyor.
Allah bize düşünüp taşınıp, rızasını kazanacak işler yapmayı nasib etsin... Haramlarından sakınmayı nasib etsin... Güzel huylu olmayı nasib etsin...
Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel-alîmül-hakîm.
Sübhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn. Ve selâmün alâ cemîil-enbiyâi vel--mürselîne veâ küllin ecmaîn.. Vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemînel-fâtihah!..
23. 03. 1997 - Essen / ALMANYA
ALLAH'IN DİNİNE YARDIM EDİN!
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve sevgili ve değerli kardeşlerim!..
Güzel yerde, kısa fakat tatlı günler geçirdik. Türkiye'den buraya davet edildiğim için teşekkür ederim. Burada çalışmaları düzenleyen, hizmet eden, zahmed eden kardeşlerime, ilgililere, hepinize ayrı ayrı teşekkürler ederim. Allah razı olsun... Dünya ve ahiretin hayırlarına cümlenizi erdirsin...
a. Aile Eğitim Çalışmaları
Böyle güzel toplantıların tekrarını da, devamını da temenni ederim. Galiba İsveç hükümeti de temenni ediyor. Çünkü, geçen sene böyle toplantı yapılmadı diye bu sene ceza olarak yardım etmemişler; oda güzel, hoşuma gitti. Demek ki devamlı olması lâzım!..
Hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki: "İbadet ve güzel şeylerin kıymetlisi, efdali, üstünü, en faziletlisi az bile olsa devamlı olanıdır. Az bile olsa, karınca kararınca bile olması, devamlı olması çok sevaplıdır. Onun için güzel şeyleri devamlı yapın!..
Zaten burda bir devam görülüyor ama, geçen sene nedense bir cesaretsizlik oldu, atlandı. Biz olsak da olmasak da yapılmalıydı. İşte, "Arkadaşlar belki gelemez, belki memlekete gidecekler..." filân derken, aksama oldu. Fakat ona rağmen İsveç'te bu, sanıyorum aile eğitim çalışmalarımızın dördüncüsüdür.
Bu çalışmaları biz geleneksel hale getirdik, her yerde yapıyoruz. Bunun icadı ve ihtirâ beratı burada aranızda olan Avustralyalı kardeşlerimize aittir. Böyle aileleri beyleriyle, hanımefendileriyle, çocuklarıyla beraber çağırıp, böyle büyük müesseseleri tutup, kiralayıp, böyle çalışmalar yapmak ilkönce Avustralya'da başladı. Hem de duyduğum zaman, ben hayretler içinde kaldım, üniversiteyi tutmuşlar.
Üniversite nasıl tutulur? Bizim Türkiye'de görülmüş, duyulmuş bir şey değil... Üniversite tutmak, kiralamak duyulur bir şey değil... Bunun gibi, bundan daha güzel bir mekân, bundan daha geniş bir arazi, binalar, lojmanlar, profesörlerin oturduğu yerler... Bunlar üçüncü sınıf binalar, orada birinci sınıf... Buzdolabıyla, mikrodalga fırınlarıyla, her türlü imkânlarıyla çok güzel binalar, geniş daireler... Göleti var, spor alanları var, spor sahası bize tahsis edilmiş. Amfiteatr diyorlar, kademeli konferans salonları, projeksiyon makinaları... Her şeyiyle bize bırakmışlardı. Böyle bir yer kiralamışlardı arkadaşlar.
Kantini de bırakmışlar. Onların derdi, "Yalnız şuraya dokunmayın!" demişler. Neresi orası?.. Açıp göstermişler: İçkilerin olduğu yer... Başınıza çalınsın!.. "Zâten biz bunlardan hiç hoşlanmayız, bunlar kullandığımız şeyler değildir." deyince memnun olmuşlar.
Bu çalışma beni çok etkiledi, yazılarımda yazdım. İyi ki yazmışım, bir çok yerde bu bir istek uyandırdı, bir hareket meydana getirdi. Önce Türkiye'de hareket meydana getirdi. "Biz de böyle şeyler yapabiliriz Türkiyede!" dedik. Bizde üniversiteleri kimse vermez. Üniversiteler kendileri, binalarını kiraya verme selâhiyetine de sahip değillerdir zannediyorum.
Beşyıldızlı oteller tuttuk biz... Meselâ dokuzyüzelli yataklı, onbir-oniki katlı, deniz kenarında, açık kapalı yüzme havuzları olan, beş yıldızlı büyük oteller tuttuk; doldu. Bu otellerdeki çalışmalarımızdan birisinde bizim Ak-Radyomuz kararlaştırıldı, Akra'mız doğdu.
Şimdiye kadar Avustralya'da onu geçti, onüç-ondört oldu. Türkiye'de onbeş-onaltı oldu. İngiltere'de, Amerika'da oldu. İsveç'te işte dördüncü oldu. Almanya'da sekizinci oldu gàlibâ en son Münih'te yaptığımız... Hâsılı bir güzel adet oldu.
Hadis-i şerifte geçer: "Kim bir güzel adet ortaya çıkartırsa, o adeti yapanların sevapları, yapanlardan bir şey eksilmeden o adeti ilk çıkarana da sevabı gider. Onun için Avustralyalılar iyice kazançlılar bu işten, mânevî bakımdan çok kârlı durumdalar...
Bu çalışmalar bir çok yönden faydalı oluyor, güzel oluyor:
1. Bir kere ucuz ve tatlı bir tatil imkânı oluyor. İnsan tek başına böyle havuzlu, çayırlı, çimenli bir yerde tatil yapmağa çalışsa, perâkende yapsa, pahalı olur bu iş... Topluca olunca ucuz oluyor.
Bir dinlenme oluyor. Çoluk çocuk eğleniyorlar, koşturuyorlar, top oynuyorlar. Büyükler oynuyor. Hanımlar dinleniyorlar, biraz mutfaktan kurtuluyorlar, ev işlerinden kurtuluyorlar. Çocukların baskısından kurtuluyorlar, dört duvarın arasındaki sıkıntılardan kurtuluyorlar. Bir rahatlık oluyor.
2. İkincisi; aynı şehirde veya aynı ülkede yaşayan kimseler arasında --ki, şimdi aranızda İngiltere'den, Danimarka'dan gelenler de var; ülkeler arası oluyor biraz-- tanışma, yakınlaşma ve dostluk oluyor. Aynı yerde aileler birbirleriyle tanışmış oluyor. Halbuki bu çeşit çalışmalar yapılmasa, birbirlerine bu kadar kaynayamayacaklar, bu kadar böyle bir dostluk ve yakınlaşma meydana gelmeyecek, samimiyet olmayacak.
Yine Avustralya'lı kardeşlerimizin bir güzel buluşudur. Bu toplantılara iştirak edenleri kur'a ile ikişer ikişer kardeş yapıyorlar. Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye geldiği zaman, Mekke'den hicret etmiş muhacirler ile, ensârın yâni Medinelilerin kardeş edilmesi an'anesinin devamı olmuş oluyor, bu da sevaplı... Kur'asında kim çıkarsa onunla samimi bir arkadaşlığı, özel bir yakınlığı olmuş oluyor. Bunun da çok faydasını gördük. "Benim aziz kardeşim!" diye birbirlerini ziyaret ediyorlar, güzel işler yapıyorlar.
3. Sonra, buralarda aile huzur ve mutluluğu da tahakkuk ediyor. Topluluk içinde, başkaları şöyle böyle derken, aile içi huzur ve muhabbet de meydana geliyor. Bunun da faydası var.
4. Sonra toplu ibadetler de sevap kazandırıyor. Tek başına olsa evinde namazı ya kılacak, ya kılmayacak. Sabah namazına ya kalkacak, ya kalkmayacak. Veya kalksa bile bir sevap alacak. Ama böyle toplu yerlerde çok sevap kazanıyor. Hele sabah namazlarından sonra işrak vaktine kadar bekleyeyip de, bir hac ve umre sevabı aldıklarına göre, zaten burası için yapılan bütün masraflar bedavaya çıkmış oluyor. Bir hac ve umre sevabı kazanıyor, ne kadar güzel... Böyle sevaplı tarafı var.
5. Ayrıca tasavvufu, tarikatı, dervişliği öğrenme, öğretme, yaşama imkânı oluyor. Bu önemli bir husustur. Yâni bir insanın müslüman olarak, derviş olarak günlük yaşantısı nasıl olmalı, nasıl sürmeli?.. İşte görsel olarak, görülecek bir şekilde, burda o hayatı bilmeyenler öğrenmiş oluyor. Bilenler bilmeyenlere öğretmiş oluyor veya kendi kendine öğrenmiş oluyor ki, bu çeşit öğrenme-öğretme Peygamber Efendimiz'in usülüdür. Peygamber Efendimiz İslâm'ı böyle öğretmiştir. Buna hayatı beraber yaşayarak, sohbet ederek, arkadaş olarak eğitme diyoruz.
Bu çok tesirli bir eğitimdir, mektepteki eğitime benzemez. Daha yakın, daha samîmîdir, tekke eğitimi gibidir. O bakımdan böyle bir faydası da oluyor.
6. Ayrıca bu çeşit toplantılarda insanlar bir araya gelince, güzel şeyler düşünüyorlar, konuşuyorlar ve toplantıların sonuçları güzel oluyor, güzel sonuçlar hasıl oluyor. Meselâ, Ak-Radyo'nun böyle bir toplantıda kurulsun diye kararlaştırılması çok çarpıcı bir misal...
O bakımdan müslümanların teşkilatlanmasına, dînî çalışmaları planlamalarına, hedeflerinin tesbitine ve o hedefler için güç birliği yapmalarına da vesile oluyor.
O halde bu çeşit toplantılar, hem dînî bakımdan, hem ailevî bakımdan, hem dünyevî bakımdan, hem şahsî bakımdan, hem sevap kazanma bakımından çok faydalı çalışmalar oluyor. Onun için devamını, tekrarını, her zaman yapılmasını temenni ederiz.
Bizim dinimiz her bakımdan güzeldir de, en güzel taraflarından birisi de, dinimizin toplum dini olmasıdır, cemaat dini olmasıdır. İnsanlar tek başına değildir, bir aradadır. Bir arada olmak İslâm'da çok teşvik edilmiştir. Nasıl teşvik edilmiştir. Meselâ, bir insan namazı evinde kılarsa, bir sevap alır; cemaatle kılarsa, yirmiyedi kat sevap alır. Sonra meselâ, günlük beş vakit namaz vardır ama, bir de haftada bir topluca kılınan cuma namazı vardır. Bu da İslâm'da topluluğun önemini, cemaatin değerini gösteriyor. Sonra bayra namazları vardır. Sonra senede bir hac ibadeti vardır ki, dünya müslümanları toplanıyor. Bunlar çok önemli işaretlerdir.
O bakımdan cemaatleşmekte, toplulukta çok sevaplar vardır, faydalar vardır, güzellikler vardır. Ayrılıkta da yalnızlıklar vardır, hüzünler vardır, azaplar vardır, üzüntüler vardır; bunlar giderilmiş oluyor.
İki müslüman birbirlerini Allah rızası için ziyaret ederse, "Onları benim sevmem hak olur." diyor Allah... "Ben onları muhakkak severim." demiş oluyor. Yâni, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhakkak oluyor. Ayrıça mânevi bakımdan da, iki müslüman bir araya geldi mi, mutlaka birinden ötekisini Allah faydalandırırmış. Farkına varmadan, anlamadan bile birbirlerinden maddî, mânevî, dünyevî, uhrevî faydalar hasıl oluyormuş. Bunlar sağlanmış oluyor.
Bizim başından beri üzerinde durduğumuz, başka cemaatlerde pek görülmeyen bir özelliğimiz var: Biz eğitimi aile boyu düşünüyoruz.
--Sadece beyler eğitilsin....
Öyle şey olmaz! Hanımlar ne olacak? Çocuklar ne olacak?.. Eğitim aile boyu olmalı; beyler de eğitim görmeli, hanımlar da eğitim görmeli, çocuklar da eğitim görmeli!.. Hepsi eğitim gördükleri zaman ailede huzur ve saadet olur, uyum olur. Ama, bey İslâmî bakımdan iyi, hanım hiç o işlerle ilgili değil... O zaman huzursuzluk oluyor.
Bizim Ankara'da bir tanıdığımız vardı böyle... Hocamız Ankara'ya geldiği zaman, hanımı kızmasın diye, "Profesör arkadaşım geldi." diye izin alıp öyle gidermiş evden... Profesör filân yok, Hocamız geldi. "Hocaefendi geldi, ona gidiyorum!" diyemiyor da, "Profesör arkadaşım geldi." diyor. Ötekisi de inatçı bir kadın demek ki, cadaloz, profesöre izin veriyor da, hocaya izin vermiyor. Rahmetli ihvanımızdı ama, hanımı uyumsuzdu. Tabii, bu çeşit ailelerde çok tatsızlıklar olur. Onun için, ailede bey de müslüman olmalıdır, hanım da müslüman olmalıdır, çocuk da müslüman olmalıdır. Aralarında çatışma ve çekişme olmamalıdır. Hepsinin eğitilmesi lâzım!..
Ben bunu çok önemli bir iş olarak görüyorum. Onun için, bir cami iyi bir cami mi değil mi diye, ilkönce caminin hanımlar kısmı var mı diye bakıyorum. İki gün önce cuma namazına gittik, hemen o nokta hatırıma geldi. Baktım, güzel; yan tarafta hanımların giriş kapısı var... Kadınlar için yer olacak, abdest alma imkânı olacak, namaz kılma yeri olacak.
Bizim İskenderpaşa Camii'nde kadınlar kısmı yoktu. Kadın uzaktan gelecek, Hocamız'ı ziyaret edecek, abdest alacak yeri yoktu. Komşuların kapısını çalardı:
"--Sıkıştım, kusura bakmayın, camide namaz kılacağım, evinizde abdest alabilir miyim?" derdi.
Öyle şey olur mu?.. Şimdi camimizin kadınlar kısmı var, abdest alma yeri var, oturma kalkma yerleri var... Bu önemli.
Gaziantep'te bir arkadaş, "Cami yaptırdım, bir görün!" dedi. Zengin birisi, çok zengin... Gezdik camiyi, hakîkaten biraz küçükçe bir Süleymâniye gibi bir şey yapmış. Son cemaat yeri var, kubbeli ön tarafı var... Geniş bir yer yapmış, para harcamış, kesme taştan yapmış. İki minareli, güzel bir cami...
Sordum:
--Kadınlar kısmı neresi?.. Kadınlar nerde abdest alacak, nerde namaz kılacak?..
--Arkada kılsın...
--Öyle yağma yok! Güzel bir cami yaptıysan, kadınlar kısmı da olacak.
Hattâ ben şimdi bir cami geliştiriyorum kafamda, param olduğu zaman tek başıma yapacağım. Çocuklar kısmı da olacak, çocuk oyun odası olacak. Duvarlarını da şişmeden filân yapacağım, hoplasın, zıplasın, duvara kafasını vursun, takla atsın... Annesini de rahatsız etmesin, annesi gelsin camide namazını rahatça kılsın. Dün geceki yatsı namazımız karma karış oldu, yüreğimiz ağzımıza kadar geldi ve geri gitti. Alarm zili çaldı... Kadıncağız namaz kılıyor, ne yapsın? Çocuk laftan anlamaz, yasak dinlemez. Padişah bile laf anlatamaz çocuğa... Bastı zile, haydiii beş tane itfaiye arabası çıktı geldi. E çocukların yeri olması lâzım!..
Bir camide kadınlar kısmı olmalı, çocuklar kısmı olmalı!.. Namaz kılamayan kadınların oturacağı yer olmalı!.. Çünkü, mazeret dolayısıyla bazı hanımlar camiye gelemezler, camiye giremezler, namaz kılamazlar. Tamam, ona da avlunun kenarında bir oda olur. Özürlü bayanlar da gelsin burda otursunlar, kapalı devre televizyondan içerisini dinlesinler...
Bunları yapacağız Allah'ın izniyle... Öyle bir değişik cami olacak ki, dillere destan olacak. Aklımda, hayalimde öyle şeyler var, hayal kuruyorum. Hayal kurmak serbest ve bedâva...
b. İslâm'ı Öğretme Vazifesi
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Her müslüman önce müslümandır. Hepimiz önce Allah'ın kuluyuz ve Allah'a kullukla vazifeliyiz. Biz doktor değiliz, mühendis değiliz, işçi değiliz, lokantacı değiliz, ziraatçi değiliz, memur değiliz... vs. Biz müslümanız. Bizim --kadın olsun, erkek olsun, büluğa ermiş çocuk olsun-- ilk vazifemiz, müslüman olup müslümanlığımızı yerine getirmek; müslümanlığı öğrenmek, iyi bir müslüman olmak... İkinci bir vazifemiz de başkasına İslâm'ı öğretmek... Arkadaşımıza, komşumuza, sıra arkadaşımıza...
Öyle imamlar bilirim ki, mahalledeki çocukları toplayabiliyor etrafına... İcabında onlarla top oynuyor, ama hepsi camiye geliyor çocukların... Biz kendimiz iyi insan olacağız, başkalarının da iyi müslüman olmasına çalışacağız. Hem sâlih olacağız; sâlih iyi insan demek... Hem muslih olacağız; muslih, islah edici, başkalarını salih yapıcı demek... Hepimiz böyle olmalıyız.
Benim yengem köye gidiyor yazları; iki ay üç ay kalıyor. "Esad, senin vaazlarını teybe koyuyorum, köy kadınları iş yaparken, hem iş yapıyorlar, hem dinliyorlar." diyor. Yenge nasıl faydalı iş yapıyor, vaaz dinlettiriyor kadınlara... Onlar da memnun oluyorlarmış. Zâten iş yapacak, kulağına güzel şeyler de gelince, memnun oluyor.
Demek ki hepimiz hem sâlih olacağız, hem muslih olacağız. Hem kendimiz iyi insan olacağız, hem de İslâm'ı yaymak için, başkalarını iyi insan yapmak için çalışacağız.
Peygamber Efendimiz böyle yaptı. Peygamber Efendimiz İslâm'ı Arabistan'da yaymakla yetinmedi, Bizans kralı Heraklius'a mektup yazdı. Habeşistan kralını müslüman etti. Sâsânî hükümdarına elçi gönderdi. Ama mendebur elçimizi öldürdü. Peygamber Efendimiz'in İslâm'a davet mektubunu parça parça yırttı. Efendimiz onu mucize olarak gördü, "Kardeşimizi şehid etti, mektubumu parça parça yırttı, parçaladı. Allah da onun canını alsın ve mülkünü parçalasın!.. Elçimi öldürdüğü gibi Allah da onu cezalandırsın; mektubumu yırttığı gibi Allah da onun mülkünü parça parça parçalansın!" dedi.
Ne oldu biliyor musunuz?.. Kendi oğlu, o Sâsânî imparatorunu öldürdü. Allah intikamını öyle alır işte... Azîzün züntikàm olan Allah öyle alır. Başkası öldürse, insan bir derece normal karşılayabilir. Kendi öğlu öldürdü.
İkincisi kendi saltanatı parça parçalandı, Efendimiz'in mektubunu parçaladığı gibi; müslümanların eline geçti.
Dün akşam vaazda size konuşurken aklıma gelmemişti, şimdi geldi aklıma: Hicrette Peygamber Efendimiz'i yakalayıp da ödül almak için arkasında koşturan Süraka isimli kişi... Atını koşturdu koşturdu, atının ayakları kuma saplandı, tepetaklak yuvarlandı. Kalktı atını çıkarttı kumdan, bir daha koşturdu, bir daha tepetaklak yuvarlandı... Anladı ki olağanüstü bir hal var. Rasûlüllah'tan meded istedi:
"--Yâ Rasûlallah, beni affet! Anladım ki sen hak peygambersin, ben seni yakalayıp da yüz deve ödül alacaktım ama, beni affet, eman ver bana..." dedi.
Çünkü kuma gömüldü, Allah kahredecek yâni... Rasûlüllah Efendimiz de dedi ki:
"--Tamam, sana eman verdim. Bizim burdan geçtiğimizi Kureyşlilere söyleme, sana kisranın tacı var!" dedi. Kisrâ kim, sâsânî imparatoru... "Sâsânî imparatorunun tacını başına giyeceksin, sana onu vaad ediyorum." dedi.
"--Pekiyi yâ Rasûlallah!" dedi.
Peygamber Efendimiz yoluna devam etti, o da gelenlere bildirmedi, şaşırttı. Sözünde durdu yâni...
Yıllar geçti, ömürler bitti, Peygamber SAS Efendimiz ahirete irtihal etti. İran fetholundu. İran'ın hazineleri müslümanların eline ganimet olarak geçti, taksim olundu. Hazret-i Ömer Sürâka'yı çağırdı. O da geldi ihtiyar hâliyle... İran imparatorunun tacını başına koydu, "Bu senindir!" dedi. Allahu ekber...
Rasûlüllah SAS'in hak peygamber olduğuna bakın, bir olay bile yeter. Medine'ye hicret ederken, arkasından düşmanlar kovalarken; sağ gidecek mi gitmeyecek mi, orada ne olacak hali belli değilken, ne diyor: "Sus, söyleme, sana kisrânın tacını vaad ediyorum!" diyor. Ve felek dönüyor dolaşıyor, zaman geçiyor, Rasûlüllah'ın vaadi tahakkuk ediyor, Süraka'nın başına kisrânın tacı konduruluyor.
Ağladı Sürâka... Rasûlüllah böyle demişti dedi. Allahu ekber, mûcize-i nebeviyye... "Ben bu tacı müslümanlara hediye ediyorum!" dedi, gerisin geriye verdi.
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Peygamber Efendimiz mektuplar gönderdi diye bunu açtık. Sahabe-i kiram böyle yaptılar. Bizim de asıl vazifemiz İslâm'a hizmet etmek... Gerisi hep hikâye, gerisi hep fasarya ve angarya... Necip Fâzıl merhumun dediği gibi, gerisi hep angarya, boş şeyler... Onun için burada sağlam, köklü, ciddî çalışmalar yapacaksınız. Burası sizden sorulur, buranın hakimi, valisi sizsiniz. Biz Türkiye'nin hakimiyiz, siz buranın hakimisiniz; ne yapalım, bölüşeceğiz. Bunlar da Avustralya'nın hakimi... Vali filhan değiliz de karınca kararınca öyle düşüneceğiz ki, hizmeti büyük yapalım!
Evet nâçiziz, âciziz, bîçâreyiz, fakiriz, boynu büküküz, zayıfız, çok zayıfız ama, olsun; "Sanki dünyada başka hiç müslüman kalmamış da ben kalmışım, İsveç'te İslâm'ı yaymak vazifesi benim vazifemmiş." gibi düşünecek bütün kardeşlerim... "Tek başıma bir ben kaldım; İslâm'a kimse sahip çıkmıyor, kimse ilgilenmiyor, bir ben varım, ben çalışayım!" diyecek.
Böyle olmazsa güzel çalışma olmuyor. "Nasıl olsa hizmet edecek insanlar çoktur." diye şeytan bir yerden aldatıyor insanı... "Hocalar yapsın!" diyorlar, hocaların omuzuna atıyorlar. Hocalar senden aciz, senden cahil, senden fakir, senden eksikli kusurlu, sen yap!..
c. İslâm'ı Koruma Görevi
Şimdi Türkiye'de, 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra çok sıcak, heyecanlı, korkulu günler geçti. Asker darbe yapacak dendi, gazeteler çalkandı, toplum çalkandı, televizyonlar hararetle, merakla takib edildi. Gece sabaha kadar uyumadık, televizyon kanallarının birisini kapattık, ötekisini açtık; takib ettik. Asker zorba, asker yirmi küsur karar aldı, sonra birkaç tanesini yuttu; baktı ki, biraz aşırı gitmiş... Ötekilerde ısrar ediyor: