O devrin insanları öyle idi. Peygamber Efendimiz SAS, onları savaşa gönderdiği zaman, savaştan geri dönmeyi ummazlardı. Canımız sağ kalır, döneriz de daha yaşarız diye düşünmezlerdi. Şehid olmaya giderlerdi. Uğurlayanlar da onların bir daha döneceğini beklemezlerdi.
Mûte savaşında, sancaktarlar şehid oldu. Peygamber Efendimiz onların şehid olduğunu minberden söyledi: "Şimdi Zeyd ibn-i Hârise şehid oldu, sonra sancağı Ca'fer ibn-i Ebî Tâlib aldı. O da şehid oldu, sonra sancağı Abdullah ibn-i Revâha aldı. Sonra o da şehid oldu." diye haber verdi. Hattâ Ca'fer ibn-i Ebî Tâlib Efendimiz için, "Onun cennette uçtuğunu görüyorum." diye söylediği için, lakabı Tayyar oldu.
Onlar geri çekilip Medine'ye geldikleri zaman... Savaşmışlardı, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Düşmanla karşılaştıkları zaman düşman ordusu çok kalabalıktı [100.000], kendileri çok azdı [3.000]. Komutanlar, "Biz bu kadar kalabalık bir düşmanla çarpışamayız, geri çekilelim!" dediler. Bazıları da dedi ki: "Çarpışıp yenmek için buraya gelmedik. Rasûlüllah bizi buraya çarpışın diye gönderdi, ölürsek şehid oluruz; yenmek ve zafer gayemiz değil..." dediler.
Çarpışmaya girdiler, kahramanca çarpıştılar çarpıştılar; yenişme durumu olmadı ama, bir zafer de kazanılamadı. Geride sağ kalanlar Medine'ye gelince, Medine'nin ahalisi gelenlerin yüzüne bakmadı. "Öteki kardeşleriniz öldü de, siz niye geriye döndünüz?" diye iltifat etmediler, Rasûlüllah Efendimiz onlara iltifat edinceye kadar...
Onların mantıkları böyleydi, başka türlü çalışıyordu, bizim gibi çalışmıyordu; değişik düşünüyorlardı. Onlar çok kuvvetli iman sahibiydi ve dünyaya metelik vermiyorlardı.
Ebû Zerril-Gıfârî Hazretleri'ne dörtbin altın verilmiş, bir gecede dağıtmış. O yanında para biriktirmeyi sevmezdi, hemen dağıtırdı. Halbuki şimdi hepimizin cebinde, kesesinde, kasasında ne kadar para vardır. Ertesi güne bırakmamış... Onlar, (Yevmün cedîd, rızkun cedîd) "Yeni bir gün, yeni bir rızık gönderir Allah" derlerdi.
Kadının birisi, iyi bir derviş, iyi bir zâhid diye bir s™fî ile evlenmiş. Evlendikleri zaman bakmış ki, dolapta yiyecekler var. "Ben de seni zâhid sanmıştım, derviş sanmıştım. Senin tevekkülün tam değilmiş, dolabında yemekler dolu!" diye memnun olmadığını beyan etmiş. Yâni o devrin insanları böyle...
Demek ki, dünyaya meyletmiyorlar, zâhid insanlar, ibadete gayretli insanlar, yakîn sahibi, kuvvetli iman sahibi insanlar...
Hazret-i Ömer zamanında Sâsânilerle çarpışan ordunun bir ferdi, savaş alanında bir torba mücevher buldu. Götürdü, komutana teslim etti. Onlar öyle para pul sahibi olmayı düşünmezlerdi.
Bu ümmetin evveli bu kuvvetli imanları ve bu müstağni, gözü tok halleri, ahirete rağbet edip de dünyaya aldırmamaları dolayısıyla cehennemden kurtulacaklar, necat bulacaklar, cennete girecekler." diyor Peygamber Efendimiz.
Bu iki haslet, iki güzel sıfattır: Yakîn, kuvvetli, tereddütsüz iman... Zühd, dünyaya aldırmamak...
--Ya sen böyle yapıyorsun ama, işinden atılırsın!
--Ne yapayım, Allah'ın emrini tutuyorum. "Cuma namazı kılın!" dedi Allah; kılıyorum. "Namazlarını kaçırma!" dedi; vaktinde kılıyorum. Allah bu işi vermezse başka yerden verir, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.
Meselâ bu, gözü tokluk, iman...
c. Cimrilik ve Tl-i Emel
( Ve yehlikü âhiri hâzihil-ümmeh) Bu ümmetin sonu da şu kötü iki kötü huydan dolayı helâk olacaklar: (bil-buhli vel-emel) Buhl, bahillik demek, cimrilik demek. Eli sıkı, cimri, hayır yapmıyor, hasenat yapmıyor, sadaka vermiyor, zekât vermiyor. Cimrilikten dolayı helâk olacak.
Cimrilikten dolayı zekâtını vermeyecek... Cimrilikten dolayı sadakasını vermeyecek... Cimrilikten dolayı hayrını yapmayacak... Cimrilikten dolayı cihada yardımda bulunmayacak... Cimrilikten dolayı ümmet-i Muhammede hizmet edecek sahalarda gayret göstermeyecek... Vazifelerini yapmadığı için, helâk olacak. Çünkü mâlî sorumlulukları var müslümanın.
Emel denilen şey de, ummak demek. İnsanın istikbale ait bir takım umutlarının, hayallerinin olması demek... Emelden dolayı insan niçin helâk oluyor?.. Bu emelin ne olduğunu pek çok kimse anlayamaz.
--Emel nedir; insanın ileriye yönelik planı olmasın mı, düşüncesi olmasın mı, hayali olmasın mı, hedefi olmasın mı; yasak mı İslâm'da bu?.. "İnşaallah çocuğum büyürse ben onu hafız yetiştireceğim!.. İnşaallah müstakil ev sahibi olmak istiyorum... İnşaallah Türkiye'de bir dükkân açarım... İnşaallah Kul'da, Tavşançalı'da şöyle bir geniş arazi alır da iki katlı bir ev yaptırırım..." filân. Bunlar günah mı?..
Emel, yâni tl-i emel, insanın biraz daha yaşayacağını sanması...
--Ne yapmayı düşünüyorsun sen?..
--İşte hocam, emekli oluncaya kadar burda yaşamayı düşünüyorum. Ondan sonra sakal bırakacağım, ondan sonra hacca gideceğim, ondan sonra çoluk çocuğu evlendireceğim... Ondan sonra namazımı kılacağım, orucumu tutacağım, ibadetimi yapacağım...
--Peki, o vakte kadar yaşayacağını biliyor musun?.. İsveç hükümeti garanti verse sana, acaba yaşayabilir misin?.. Yâni yaşamak senin elinde mi, senin isteğinde mi?.. Ya yarın ölürsen, ya bir saat sonra ölürsen, ya o vakte erişemezsen?..
Şimdi bakın, benim çok yakından tanıdğım talebelerim vardı, öldüler benden önce; sırayla değil bu iş... Benden daha genç idiler, talebe olarak okuttum, Allah rahmet etsin, şimdi öldüler. Beraber büyüdüğüm mahalle arkadaşlarım vardı, öldüler. Benden yaşça küçük nice insanlar ölüyor. Dedeler duruyor, bebekler ölüyor. Hastanın başında bekleyen hastabakıcı ölüyor, hasta iyileşiyor, daha da kaç yıl yaşıyor. Yâni ölümün kime, ne zaman geleceği belli değil...
Ölümü uzakta sanmak tûl-i emeldir. Cahit Sıtkı Tarancı bile güzel söylemiş:
Neylersin, ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak;
Taht misali o musalla taşında,
Bir namazlık saltanatın olacak...
O bile biraz daha iyi düşünüyor da, bizim işçi haccını 65 yaşından sonraya düşünüyor. Daha 35 yaşında, daha şu kadar sene yaşarım diye düşünüyor. İşte bu tûl-i emel... Yarına çıkacağını bilmiyorsun. Bu akşama ermişsen, yarına çıkacağını umma! Yarına çıkacağını ummak tl-i emeldir.
--Tl-i emel neden kötüdür, niye insan bununla helâk olur?..
İnsan tûl-i emel ile, iyilikleri geriye atar. "İlerde tevbekâr olacağım... İleride şu hayrı yapacağım... İleride namazı kılacağım..." Hep iyilikleri geriye atar.
Geriye atmaya Arapçada tesvif derler. Tesvif, ilerde şöyle yapacağım demektir. Tesvif şeytanın aldatmacasıdır. "Şimdi yapma o işi, ilerde yap!" der. Şeytanın bir işi acele ettirmektir, bir işi de tehir ettirmektir. Hayırlı bir işi, özene bezene yapılmasın diye acele getirtir. Namazı acele kıldırtır meselâ, namaz bir şeye benzemez.
"Acele şeytandandır amma, bazı yerlerde acele etmek lâzım!" diyor Peygamber Efendimiz... Meselâ, birisi vefat ettiği zaman, defnetmekte acele etmek lâzım!.. İnsanın kız çocuğu varsa, evlenmekte çabuk davranması lâzım! Çünkü büyür de bir kötülük yaparsa, anaya babaya yazılır cezası... Çabuk evlendirilmesi gerekiyor. Bir de borcunu çabuk ödemesi, tevbeyi çabuk yapması lâzım.
Başka şeylerde teenni lâzım, yâni dengeli, ölçülü olmak lâzım!.. Almanların bir sözü vardır: (Ayle mid bayle) "İhtiyatlı bir acele..." Burda da Mustafa araba kullanırken söylüyordu: "Gerilimsiz araba kullanmak..." Kendisini sıkmayacak, rûhî gerilim olmayacak, rahat kullanacak arabayı... Önündekine, "Buyur, sen geç!" diyecek, kibarlık yapacak. O da, "Hay Allah razı olsun, sakallı bir adam bana yol verdi." diyecek, sakallılara derece verecek, gözünde sakallılar büyüyecek. "Allah Allah, yardım ediyor." diyecek.
İhtiyar kadının birisi bana yamuk yamuk bakıyordu, eline yükler vardı. Yardım edeyim dedim, yamukluğu düzeldi. Yamukluk yükündenmiş meğerse, taşıyınca düzeldi.
İleride çok yaşayacağım diye umarken, insan galete düşer, gàfilce yakalanır, hazırlıksız ölür. Borcunu ödeyememiş olur, alacağını alamamış olur, işini yapamamış olur, tevbesini edememiş olur, ibadetini geride bırakmış olur, namazını kılmamış olur, orucunu tutmamamış olur, haccını yapmamış olur. Bunlar hep, "Yaşarım canım, yaparım ilerde..." duygusundan kaynaklanıyor.İşte bu korkunç bir duygudur, insanları iyilik yapmaktan alıkoyan bir duygudur.
Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Helekel-müsevvifûn) "Hayırlı işlerini geriye tehir edenler, tesvif yapanlar helâk oldular." Öyle şey yok, hayırlı iş hemen yapılır, çarçabuk yapılır. Onun için tl-i emel de kötü bir huydur.
Akşama çıktın mı, sabaha çıkmayı düşünmeyeceksin! Ne yapacaksın?.. Tevbe edeceksin. Abdestini alacaksın, yatmadan önce namaz kılacaksın. Neme lâzım, belki bu gece ölürüm diyeceksin. Vasiyetin yastığının altında yazılı olacak.
İnsanın vasiyeti yastığının altında yazılı olmazsa, suçmuş o, günahmış. Vasiyeti yazılı olacak: "Şu kimseden şu kadar alacağım var, onu alın Kur'an kursuna verin!.. Filâncaya şu kadar borcum var, onu ödeyin!.. Evlâtlarım aman benden sonra namazınızı bırakmayın, hakkımı helâl etmem; takvâ ehli olun!" diye çocuklarına hanımına vasiyetini yapacak.
Müslümanın ölüme hazırlıklı olması lâzım! Tl-i emel bunu engelliyor.
Onun için bu ümmetin son kısmı, evvelkilerin kuvvetli imandan ve zühd ü takvâ sahibi olduklarından cennete girdikleri gibi; sondakiler da maalesef cimriliklerinden, bir de tl-i emel sahibi olduklarından, 'Yaparım canım ilerde, dur bakalım, daha gencim!' diye işi tehir ettiklerinden dolayı helâk olacaklar." buyuruyor.
Demek ki, bizim ne yapmamız lâzım: Cömert olmamız lâzım, cimri olmamamız lâzım!.. Tûl-i emel sahibi olmamamız lâzım! Her an ölebilirim diye ölüme hazırlıklı olmamız, ölürsek arkada bir hesap, bir borç bırakmadan, her şeyi temiz yapmamız lâzım!
Bir güzel şahsı Asım Köksal tanıyormuş, o anlattı; Osmanlılar zamanında, İstanbul defterdarlığında memurmuş. Masasındaki bütün dosyaları, işleri bitirmeyince evine gitmezmiş. Mesâi beşte bitiyor gitmezmiş, altıda gitmezmiş, yedide gitmezmiş, dokuz, on, onbir... neyse dosyalar bitince gidermiş. Masası tertemiz, hiç yarına bırakılmış bir işi yok; o gece ölse, yeni gelen adama geride halledilmemiş hiç bir iş bırakmazmış. Erken gelirmiş, vazifesini yaparmış. Bu hizmeti Allah'a itaatin bir parçası olarak bilirmiş, ondan yaparmış.
Bizim de yaptığımız işleri böyle yapmamız lâzım muhterem kardeşlerim!
d. Cömertlik
Üçüncü hadis-i şerif, İbn-i Mes'ud RA'dan rivayet olunmuş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
451/3 (Nahnül-âhirûne vel-evvelûne yevmel-kıyâmeh) "Biz ümmetlerin en sonuncularıyız. Yâni Peygamberimiz ahir zaman peygamberi, biz de ahir zaman ümmetiyiz. Kıyamete kadar başka peygamber gelmeyecek, biz en sonuncuyuz. Fakat kıyamet gününde en önceyiz. Öncelik bize verilecek, ilkönce biz muamele göreceğiz, biz iltifata mazhar olacağız."
(Ve innel-müksirîne hümül-esfelûnel-ekallûne yevmel-kıyâmeh) "Hiç şüphe yok ki dünyada malı çok olanlar, kıyamet gününde mertebe bakımından aşağıda olacaklar ve dereceleri az olacak. (İllâ hâkezâ ve hâkezâ) Ancak, şu malımı şuna verin, şu malımı buna verin diye hayrı çok yapanlar, parasıyla sevap kazanacak işleri yapanlar müstesnâ..."
(Vemâ uhibbu ennelî misle uhudin zeheben) Ben, şu karşıdaki Uhud Dağı kadar altınım olsaydı, (ünfikuhû fî sebîlillâhi azze ve celle) onu Allah yolunda dağıtırdım, sarfederdim, yanımda tutmazdım."
Hakîkaten Peygamber Efendimiz, ganimet vs. geldiği zaman, --ordu geliyor, ganimet getiriyor-- ortaya bir örtü yayardı. Yığılırdı böyle ganimetler... Avuç avuç dağıtırdı, bitirirdi. Gündüz geleni ertesi güne bırakmazdı, gece geleni ertesi geceye bırakmazdı, sarfederdi. Biriktirmeyi sevmezdi.
Onun için Efendimiz SAS cömertliği tavsiye ediyor. Bir de cömertlik yapmayanların ahirette ceza çekeceklerini, mallarıyla gerekli vazifelerini yapmayanların kötü durumda olacaklarını bildiriyor.
Biliyorsunuz, çevremizdeki işlere bakacak olursak, bu işlerin çoğu para ile olur. Hemen yakın çevremize bakalım: Şurada bir daire tutulmuş, biz de toplandık, namaz kıldık, hadis okuyoruz. Bu dairenin bir kirası var... Buraya iki tane güzel mavi halı serilmiş, bu olmasaydı daha basit bir şey serilecekti. Güzel, birisi hayır yapmış, bunu vermiş. Işıklar yanıyor, elektrikler gelmiş. Bazı arkadaşlar kameralarını getirmişler. Bunları banta alıyorlar, başkalarına dağıtacaklar, dinletecekler... Bunların her birisi bir para ile oluyor. Demek ki, İslâm'da bu gibi hayırları yapmak için müslümanların mâlî bir takım fedâkârlıklarda bulunmaları gerekiyor.
Ebûbekr-i Sıddîk RA Efendimiz'in müslüman olduğzaman çok büyük miktarda parası vardı. Fakat hepsini Allah yolunda sarfetti. Onbinlerce altını vardı, onları Allah yolunda sarfetti. Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz çok büyük paralar sarfetti, ordu techiz etti. Daha başka böyle mübarek zenginler var... Allah yolunda mallarını, paralarını sarfedip sevapları kazandılar.
Camiler yaptırttılar, köyünün çeşmesinin suyunu getirdiler. Meselâ hacca gidenler bilirler; tâ Taif'in bilmem nerelerinden kanallar kazdırtmış, Arafat, Müzdelife, Mina'ya kadar su getirtmiştir Harun Reşid'in zevcesi Zübeyde Hanım... O zamanlarda o kadar suyu oralara getirmiş, hacılar rahat etsin, hacıların duasın alayım diye.
Onun için, herkes gücünün yettiğince çevresindeki dulları kollamalı, yetimler varsa onları alıp büyütmeli, evlendirmeli; çeşitli hayırlı işlere koşturmalı!..
e. Cennetin Meyvaları
Dördüncü hadis-i şerife geçiyoruz, herhalde hepsini tamamlayamayacağız. İbn-i Abbas RA'dan Deylemî'nin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
451/4 (Nahlül-cenneti cüzûuhâ zehebün ahmer) "Cennetin hurma ağaçlarının dalları kırmızı altındır." (Ve kermühâ) Kerm, üzüm demek aslında. "Cennetin asmalarının üzümleri de yeşil zümrüttendir."
Nitekim ben, Medine-i Münevvere'nin hurmalıklarını gezerken gördüm, hoşuma gitti. Hurmalar uzun, yüksek ağaçlar; hurmaların altlarında da bağ var. Medine'nin üzümü de çok güzel olur. Çok ince kabuklu, sanki kabuğu yokmuş gibi, ağzına aldığın zaman kurabiye gibi insanın ağzında erir. Çekirdeği azdır, çok güzeldir.
(Ve sa'fühâl-muhallel) Hurmanın yaprakları da ipektendir. (Ve semerühâ emsâlül-kılâl) Meyvaları da kabak büyüklüğündedir, kocamandır. (Ve elyenü minez-zebed) Kaymaktan daha yumuşaktır. (leyse lehû ücm) Çekirdeği de yoktur."
Yâni cennetin bir köşesinin manzarasını, bazı vasıflarını dinlemiş olduk bu hadis-i şeriften...
Cennetin hurmalarının dalları altından, üzümleri zümrütten, yaprakları ipektendir. Meyvaları koskocaman kabak gibi, fakat kaymaktan daha yumuşaktır ve çekirdekleri yoktur. Tabii, bunlar birer tabirdir. Peygamber Efendimiz daha güzel olarak diyor ki: "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayaline gelmeyecek nimetler var."
Daha başka geniş hadis-i şerifler var, uzun boylu anlatıyor. Elbiseleri ne kadar güzel olacak, cennette insanlar nasıl havada uçacaklar, nasıl istedikleri gelecek, nasıl tbâ dalları kendi odasına kadar sarkacak... Nasıl meyvalara uzandığı zaman dallar kendisine gelecek, kopardığı zaman yerine yenisi bitecek... Cennet ırmakları akıyor, gölgelikler vs. Yâni akıllara, hayalle gelmeyecek şeyler... Allah-u Teàlâ Hazretleri yerinde, mahallinde aynen görmeyi nasib etsin... Anlatmakla bitecek şeyler değil...
f. Hayrın Önemi
Beşinci hadis-i şerif, Ebû Dâvud'da ve İbn-i Hibban'da var, Ebû Hüreyre RA den rivayet edilmiş. Müjdeli bir hadis-i şeriftir. Tabii, cenneti anlatan hadis-i şerif şevklendiriyor da, altında da böyle müjdeli hadis-i şerif gelince ümidimizi arttırıyor:
451/5 (Nezea racülün lem ya'mel hayran kattu) Daha önce hiç bir hayır işlememiş bir adam, (gusne şevketin anit-tarîk) dikenli dalı, diken dalını yoldan çekti. (İmmâ kâne fî şeceratin) Ya bu dal, diken ağacı uzanmış yola, gelen geçene değiyor; (fekataahû feelkàhu) ya ordan kopardı, kırdı, attı; böylece geçenleri ondan kurtardı. (Ve immâ kâne mevdan feemâtahû) Ya da kırılmış, yere düşmüş; şimdi bu birisinin ayağına dolaşır diye dalı aldı, attı."
Ya uzanmış dalı kırdı, insanlara dikenleri batmasın diye, ya yere düşmüş dalı aldı attı. Ama başka hiç bir hayır yapmamış bu adam, hayatında... (Feşekkerallàhu bihâ) "Allah onun bu amelini beğendi, mükâfatlandırdı, (Feedhalehül-cenneh) ve onu cennetine soktu."
Bu herhangi bir kimse olabilir veya bu durum başına gelmiş olan bir şahsı anlatıyor olabilir. "Adamın birisi vardı, yolda gidiyordu. Öyle pek hayır işlemiş bir insan değildi. Dikenli bir dalı kenara attı diye; ya bu dal, böyle ağaçtan sarkmıştı, kırdı bir kenara attı. Ya da yere düşmüştü, kimsenin ayağı takılmasın diye kenara attı. Allah bunun bu yaptığı iyiliği beğendi, razı oldu ve onu cennetime soktu." diye bir kişinin macerasını anlatmış olabilir. Ya da, "Böyle yapan bir insanı bile Allah ilerde cennetine sokar." diye, bir misal olarak söylemiş olabilir.
Buna şaşırmamak lâzım, hayret etmemek lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri eğer bir insanın bir hayrını kabul ederse bile, onu cennete sokabilir. Onun için, Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
"--Sakın ha, hiç bir iyiliği küçümsemeyin! Bu küçüktür, az bir iyiliktir demeyin, yapmaya çalışın! Belki Allah ondan sizi affedecek, bilmiyorsunuz ki..."
Ortadaki bir taşı kenara koyuyorsunuz, bir dikenli dalı kenara koyuyorsunuz; belki ondan affeder, belki başka bir şeyden... "Sakın ha hiç bir iyiliği küçümsemeyin!" diye tenbihi kuvvetli yapıyor.
Onun için elimizden geldiğince her türlü hayırları yapmağa gayret etmeliyiz.
Tabii, hadis-i şerifi böyle tatlı tatlı bitirmek de olabilirdi ama, bazan da Allah bir günahtan dolayı insanı cehenneme atar. Günahtan da kaçınmağa çok dikkat edilsin diye, bunu söylemek ihtiyacını duydum. Misali var: "Kadının birisi, bir kediyi öldürdüğü için cehenneme atıldı." diye bildiriyor Peygamber Efendimiz.
Ne yapmış?.. Kediyi hapsetmiş. Ya yemeği yedi diye, ya kendisini tırmaladı diye, ya ortalığı pisletti diye... Hani bazan kediye kızar evin hanımı... Kediyi hapsetmiş. Diyor ki, Peygamber Efendimiz: "Salıvermedi ki, kendisi avlansın, karnını doyursun." Kedi dışarı çıktı mı, geceleyin bir şeyler avlar, karnını doyurur. Evin sahibi bir şey vermese bile, o bahçede bir şeyler bulur; sinek bulur, böcek bulur, çekirge bulur.... Süpermarket, kasap olmasa bile, o karnını doyurur.
Kapatmış, salıvermemiş, yemek de vermemiş; hayvan orda açlıktan bağıra bağıra ölmüş. "Onun bu merhametsizliğinden dolayı, Allah onu cehenneme soktu." diyor.
Kedinin ne kıymeti var... Şimdi gazeteler şöyle bir haber yazsa:
"--Adamın birisi bir kediyi ezdi diye idama mahkûm oldu."
Gülersiniz, "Hadi canım, öyle şey olur mu?.. Kedinin ne kıymeti var ki, bundan dolayı bir adam idama mahkûm olsun..." dersiniz. Ama bak, bir kediden dolayı cehennemlik oldu bir insan... Neden Cehennemlik oldu?.. Merhametsiz olduğu için, o merhametsizliği Allah cezalandırdığı için...
Demek ki, Allah bir küçük iyilikten, dikenli bir dalı kenara koydu diye, bir insanı cennete sokabildiği gibi, küçük gibi görünen bir kötülükten dolayı da cehenneme atabilir. O halde bizim iki şeye dikkat etmemiz lâzım: Herhangi bir iyiliği küçümsemeyelim, küçüklü büyüklü her iyiliği yapmağa çalışalım; herhangi bir günahı da küçümsemeyelim, her türlü büyük küçük günahtan kaçınmağa çalışalım, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi günahlardan korusun... Azabına giriftar olmaktan, cehenneme düşmekten korusun... Cennetine girenlerden eylesin, cemalini görenlerden eylesin... Şu altın dallı hurma ağaçlarını, zümrüt meyvaları, ipek gibi yaprakları, koca kabak gibi meyvaları, kaymaktan yumuşacık, daha tatlı, çekirdeksiz meyvaları yemeyi nasib etsin... Bu akşam anlattık, ağzımız sulandı,yutkunuyoruz, inşaallah orda hep beraber yeriz. Allah dilerse olur.
Allah bizi yolundan ayırmasın... Hayırları işletsin, günahlardan uzak eylesin... Yakîn sahibi, tereddütsüz sağlam iman sahibi eylesin, zühd sahibi eylesin... Cimri etmesin, cömert etsin... Tl-i emel sahibi etmesin...
--Daha ben çok yaşarım da, hacca giderim de, o zaman tevbe ederim de...
Öyle şey yok; yarın ölecekmiş gibi, bugün ölecekmiş gibi ahirete hazırlanacaksın!..
El-fâtihah!..
12. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ
İSLÂM İÇİN ÇOK ÇALIŞIN!
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihi ecmaîn... Ve men tabiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!.. Böyle sevdiğim kardeşlerimi karşımda görünce sevindim, rahatladım. Allah hepinizden râzı olsun...
1992 senesinde, buraya yakın bir kasaba olan Rayne'de toplandığımız zaman arkadaşlara demiştim ki, Peygamber SAS Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
"Bir yerde --yâni oba olabilir, yayla olabilir, köy olabilir, mezraa olabilir veya bir diyar-ı gurbette başkalarının arasında-- beş tane müslüman aile, beş ev varsa, orada ezan okumak gerekir; kamet getirip cemaatle namaz kılmak gerekir. Aksi halde, (İstahveze aleyhimüş-şeytân) şeytan orayı idâresi altına alır, orayı istilâ eder, oradakilerin üzerine hâkim olur." buyuruyor.
Onun için, benim kardeşlerimin olduğu her yerde eğer böyle bir durum varsa, beş ev olabilmişlerse, kendilerine bir yer edinsinler. Bazı kardeşlerimiz hemen bunun icabına bakmağa başladılar. İbrahim kardeşimiz de dükkanının, bürosunun yanına burayı hazırladı. Burası ezan okunan, namaz kılınan böyle bir ibadethâne hâline geldi.
Çünkü, başka yerlere gittiğimiz zaman, bazı problemler çıkabiliyor. Biz kimseye ayırım yapmıyoruz. Ankara'da Özelif sitemizi kurduğumuz zaman da bütün kardeşlerimize kucak açtık, her cemaatten kardeşlerimizi kooperatifimize aldık, beraber oturalım dedik. Ama onlar sonradan ayırım yaptılar. Sonra biz böyle erbâb-ı tasavvuf ve tarikat olduğumuz için, bazıları bizden çekinmeye başladılar. Bir camide konuşma yapmak bahis konusu olduğu zaman, bizi konuşturmak istemediler.
Meselâ Avustralya'da... Ben Avustralya'ya gitmeden önce bizim kardeşlerimizin yaptığı külliyetli bağışlarla kurulmuş olan bir camide bizi konuşturmadılar. Hattâ o bağışları yapan kardeşlerimizden birisinin oğlu da şimdi aramızdadır. Yâni beşbin dolar filân gibi büyük yardımlar yapmış kardeşlerimiz. Kendi ihvânımız o caminin yapılmasına yardımcı olduğu halde, sonra bizim kardeşlerimiz, "Türkiye'den Es'ad Hocamız gelecek, burada hadis konuşması yapmasını temennî ediyoruz." diye, caminin yönetim kuruluna müracaat etmişler, Yönetim kurulu din görevlisine sormuş. Din görevlisi de, "Olmaz!" demiş.
Biz de onun üzerine gittik, yakında bir salon tuttuk. Hattâ orası kiliseye ait bir binanın salonuymuş. Dedik ki, "Burada 'Lâ ilâhe illallah' diyelim de, bu kelime-i tevhid duvarlara yapışsın!" Hutbemizi, konuşmamızı orada yaptık. Sonra kardeşlerimiz bizi oranın radyosunda konuşturdu. Dinleyenler de demişler ki: "Bu hocanın ne zararı vardı ki, camide konuşturmamışlar?" Caminin yöneticilerine biraz kızmışlar ama, bu hal olabiliyor.
Onun için bizim kardeşlerimiz, bizim ihvânımız nerede bulunuyorlarsa, küçük büyük bir yer sağlasınlar, kendi camimiz olsun; kendimiz rahat rahat tasavvuftan da bahsedebilelim, zikirden de bahsedebilelim!
Şimdi Hollanda'dan geliyoruz, oranın büyük camisine bizim arkadaşlarımız, gitmişler:
"--Hocamız falanca yerde konuşma yapacak siz de buyurun!" diye gitmişler.
İmam demiş ki:
"--Aman cemaat duymasın! Taman ben Es'ad Hocamızın geldiğinden memnun oldum ama, cemaat duymasın!" demiş.
Ne oluyor, anlamadım. Ben üniversitede yirmiyedi sene hizmet gördükten sonra kendi isteğimle, daha güzel hizmetler yapayım diye ayrıldım. Ayrılmasaydım, hâlâ şimdi üniversitede ders verecektim, yanımda asistanlarım, bana bağlı bölümler olacaktı. Yâni devletin başşehrinde İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yapıyorduk. Ne var biz burda, bir camiye gelmişiz, hadis konuşması yapacağız... "Aman kimse duymasın!"