Süleyman Çelebi ne diyor Mevlid'inde:
Her nefeste Allah adın de müdâm,
Allah adıyla olur her iş tamam.
Müdâm, daimâ demek... Bu söz takılmadı mı aklınıza, başka yapılacak iş yok mu?.. Takılacak bir söz, üzerinde düşünülecek bir söz...
--Var mı her nefeste Allah diyen?..
Her nefeste bir defa değil, bir çok defa Allah diyenler var! Ben şu gözümle gördüm, şu kulağımla duydum, uyurken Allah diyen var.
Hocamız (Rh. A) ile bir yerde misafiriz. O yattı uyudu, horlamaya başladı. Yorgun, ihtiyar, derin bir uykuda... Horluyor, fakat bir taraftan da mübarekten, "Allah... Allah... Allah..." diye muntazam ses geliyor. Kesin, şu kulaklarımla duydum, hayal değil... Oluyor, erbabı o noktaya ulaşıyor.
İzmir'de bir zatın ziyaretine gittik, Allah rahmet eylesin... Karşımdaki şahıs bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan "Allah... Allah..." diyor. Benimle konuşması, "Allah... Allah..." demesini engellemiyor. Anlatabiliyor muyum, yâni o fondan geliyor. Hani fon mûsikîsi derler. Diyelim ki fondan bir ilâhi söyleniyor, adama da çıkmış Necip Fâzıl'ın bir şiirini okuyor meselâ... Fondakini de arada duyuyorsun, ama asıl Necip Fâzıl'ın şiirini okuyor. Onun gibi... Benimle konuşuyor mübarek; bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan fondan zikir duyuluyor.
Demek ki Allah'ın emrini tutan, Rasûlüllah'ın tavsiyesine uyan insanlar, zamanının bir saniyesini bile boş geçirmemeğe, her nefeste Allah demeğe ulaşabiliyorlar. O zaman pişman olmayacak, ahirette çok yüksek mertebeye ulaşacak.
"Bir insan günde yüz defa "Lâ ilâhe illallah" derse, mahşer yerine yüzü dolunay gibi aydın gelir. Hiç kimse ondan daha yüksek mertebeye çıkamaz, ondan çok "Lâ ilâhe illallah" diyenler müstesnâ..." buyruluyor.
Zamanınızı boş geçirmeyin, hayatınızın kıymetini bilin, ahirete hazırlanın! Şu söylediğim hadis-i şerifleri hatırınızdan çıkartmayın!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri sizi dünyanın ahiretin hayırlarına erdirsin... Hem bu cihanda, hem öbür alemde aziz ve bahtiyar eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Sübhàneke lâ ilmelenâ illâ mâ allemtenâ, inneke entel-alîmül-hakîm... Sübhâne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesıfûn... Ve selâmün alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîne ve âli küllin ecmaîn...
Vel-hamdü lillâhi rabbil âlemînel-fâtihâh!..
24. 03. 1997 - Osnabrück / ALMANYA
KIYÂMET ALÂMETLERİ
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:
Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinin bulunduğu bir kitab bu... [Râmûzül-Ehâdîs] Bu kitabı yazan bizim hocamızın hocasının hocası [Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri], eski zamanda yaşamış çok meşhur bir hadis alimi... Uluslarası kitaplara ismi geçmiş bir alim. Süleymaniye'de türbesi var. Allah ruhunu şâd etsin, makàmını a'lâ etsin... Onun kitabından, açılan sayfadan okuyoruz.
a. Kıyâmetin Bazı Alâmetleri:
Sayfanın birinci hadis-i şerifi:
507/1 (Yetekàrabüz-zamânü ve yukbedul-ilmü ve yülkaş-şuhhu ve tazherül-fitenü ve yeksürül-hercü. Kîle: Vemel-herc, yâ rasûlallah? Kàle: Elkatlü)
Bu, mezheb imamı Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri'nin Müsned'inde var, meşhur hadis alimi İmam Buhârî'nin Sahih'inde var. Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş bir hadis-i şerif. Kıyamet alâmetlerini anlatan bir hadis-i şeriftir. Ahir zamanda ne olacak? Bu ümmetin sonuna doğru, dünyanın bozulmasına yakın ne olacak?..
1. Zamanın Yakınlaşması
(Yetekàrabüz-zamân) "Zaman yakınlaşır." Yakınlaşmaktan murad acaba ne olabilir?.. Dünle bugün arası 24 saat... Zamanın yakınlaşması demek, bu aradaki zamanın sanki hızlı geçiyormuş gibi bereketsiz, insanın bir şey yapamadığı, olayların hızla geçtiği, tatsız bir zaman olması olabilir; bu bir. Bu mânevî bir izah...
Maddeten zaman yaklaşabilir mi?.. Meselâ 24 saat olan bir gün 18 saate iner mi?.. Gökte bir olay olur, bir kuyruklu yıldız geçer, bir tesir olur, dönüş değişir. Meselâ, kıyamet alâmetlerinden birisi güneş batıdan batacak, üç gün doğmayacak. Üç gün bekleyecekler, doğudan doğmayacak; sonra batıdan doğacak. Bu sahih bir hadis-i şeriftir:
(Tatlüaş-şemsi min mağribihâ) "Güneşin battığı yerden gerisin geri doğması kıyamet alâmetlerinden birisidir."
O zaman sahabe-i kiram hemen sormuşlar, demişlerki:
"--Yâ Rasûlallah, biz o zamana yetişirsek, namazı nasıl kılacağız?"
Peygamber Efendimiz de:
"--Günleri normal olduğu, tabii olduğu zamana göre kıyas ederek, öyle kılarsınız." buyurmuş.
Burdan ne çıkıyor, bu hadis-i şeriften çıkan ders nedir: Dünyanın kuzeyine doğru gidildikçe, İsveç'in kuzeyinde altı ay güneş batmayan yerler var. Altı ay güneş batmıyor; yükseliyor ufukta, alçalıyor, ama batmıyor. Altı ay da güneş batıyor, doğmuyor; ortalık bir aydınlanıyor, alacakaranlık oluyor, biraz daha kararıyor. Böyle güneşin doğmadığı, batmadığı yerlerde, ya da namaz vakitlerinin teşekkül etmediği yerlerde nasıl namaz kılınacak?..
Meselâ yatsı ne zaman olur?.. Güneşin battığı yerde kırmızılığın kaybolup, oranın lâcivert olduğu, gecenin oraya da çöktüğü zaman olur. Böyle bir olay olmuyorsa, ordaki kırmızılık hiç geçmeden, güneşin doğma yerinden kırmızılık başlarsa ne olacak?.. Burda yatsı olmadan sabah olmaya başladı. Çünkü doğudan kırmızılık, ışık başladı mı, artık imsak olmuştur, sabahın vakti girmiştir. Yatsının vakti girmeden sabahın vakti başladı...
--Hocam bu anlattığın şey olur mu?
Oluyor, İsveç'te benim başıma geldi. Almanya'nın bazı yerlerinde de böyle oluyor, yatsının vakti teşekkül etmiyor. Böyle namaz vakitlerinin tarif edilen şartlarının teşekkül etmediği zamanda namazı nasıl kılacağız?.. Peygamber Efendimiz'in bu hadis-i şerife göre... Daha aşağılarda namaz vakitlerinin teşekkül ettiği hangi şehir varsa, ona benzeterek kılacağız, bitecek iş...
Namazlarımızı aksatmayacağız. Namaz vakti teşekkül etmedi diye kılmamak yok da, ona benzeterek kılmak var.
"--Bir keresinde bir imam bize teravihi de kıldırmadı, yatsı namazını da kıldırmadı." (dedi bir amca.)
Ulemamızın sonuç olarak söylediği bu... Alimlerimiz bu sonucu nerden çıkartmışlar? Demin söylediğim kıyamet hadisinden çıkartmışlar. "Mâdem güneş doğmadı, namazı nasıl kılacağız?" diye sahabe-i kiram sormuşlar; "Evvelki doğduğu zamanlardaki vakitlerde kılarsınız." buyrulmuş. Demek ki buralarda, teşekkül etmediği yerlerde de teşekkül eden yere benzeterek, o saatlerde kılarsak, mesele biter. Bu hükmü hadisten çıkartmış oluyor alimlerimiz.
Kılmayanın mesnedi yok, mesnedsiz. Beş vakit namazın bir tanesini kılmamış oldu. Ama alimlerimizin mesnedi var, hadis-i şerife dayanıyor, doğru olan bu... Biz şimdi o öyle söylemiş, bu böyle söylemiş dersek, cemaatin aklı karışır. Öyle demeden, her yerde doğruyu söylemeye karar aldık. İhtilafları söylemeden, doğruyu söyleriz; olur, biter.
Konya'da büyük bir alim var. Onun namına şimdi Hacı Veyiszâde Camii diye, Konya'nın merkezinde şâhâne bir külliye yapıyorlar. Camisi var, her şeyi var, güzel bir külliye oluyor. O hocanın hocası varmış.
O evliyâullahtan bir kimse, kerametlerini herkes anlatıyor. Bir kerametini de anlatalım da, ruhu şad olsun, Allah şefaatine erdirsin:
Kapı Camii, Konya'nın merkezinde meşhur bir camidir. Birisi Kapı Camii'nde, "Şu hocanın yanına gideyim, çocuğum olmuyor. Şuna söyleyeyim, bizim için dua etsin, çocuğumuz olsun!" diye gönlünden geçirmiş. Namazdan sonra hoca kalkmış, dosdoğru bunun üstüne yürümüş, hızlı hızlı gelmiş:
"--Sen senelerce önce laf arasında, 'Evleneyim de isterse çocuğum olmasın!' demedin mi?.." demiş.
Kerametine bak! Bana dua etsin diye söylemeye niyetleniyor, o da ona geliyor, hem de senelerce önce söylediği bir yanlış sözünü hatırlatıyor. Çocuk olmayışının sebebi odur diye öyle söylüyor. Böyle bir zât...
Bunun hocası da, bunu yetiştiren bir hoca... Kadının birisi gelmiş:
"--Efendim, kuyunun içine bir hayvan düştü, ne yapmamız lâzım?" diye sormuş.
O da demiş ki:
"--İkiyüz kova su çekersin kuyudan, dışarı dökersin. Ama elli kova daha çeksen daha iyi olur." demiş.
Hocası da, "Ne cevap verecek?" diye bakıyormuş, hemen seslenmiş:
"--Kızım, ikiyüz kova suyu çek, ikiyüzbirinci kovayı getir bana, içeceğim! Hadi yallah..." demiş.
Kadını gönderdikten sonra da talebesine demiş ki:
"--Evlâdım, oğlum, halka çatal söz söyleme, çeşitli söz söyleme! Çünkü doğrusunu unutur, eğrisi aklında kalır. Unutur, karıştırır; öyle mi dediydi, böyle mi dediydi... Bir tek doğruyu söyle, doğruyu bilsin, eğrisini hiç söyleme! Zaten kafasında bir sürü derdi var, sıkıntısı var, fikri var; sadece doğruyu söyle, ihtilâflı söz söyleme!" demiş.
Çok hoşuma gitti. Çünkü, millete bir söz söylüyorsun, unutuyor, yanlış hatırında kalıyor; bir de "Hocaefendiden duydum, şöyle dedi." diyor. Bununla ilgili bir fıkra anlatalım:
İki müslüman konuşuyorlarmış, birisi ötekisine demiş ki:
"--Eşek anırdığı zaman abdest bozulur."
Ötekisi de demiş ki:
"--Hadi ordan yâ, öyle şey olur mu? Eşek anırdı diye herkesin abdesti mi gidecek, ne ilgisi var?.. Abdestin bozulması neden olur, belli: Kanarsa bozulur, küçük abdeste, büyük abdeste çıkarsa bozulur. Yaslanarak uyursa bozulur. Eşek anırdı diye abdest bozulması yoktur." demiş.
"--Ben meşhur alim filâncanın vaazında bunu duydum. Gideceğiz ona soracağız. " demiş.
"--O alim böyle söylemez!"
"--Vallàhi söyledi." demiş.
Kalkmışlar o alime gitmişler.
"--Hocam bu diyor ki: 'Eşek anırdığı zaman abdest bozulur.' demişsiniz. Ben de inanmadım, size sormağa geldim."
Alim şöyle başını eğmiş, sakalını sıvazlamış.
"--Öyle dedim ama, bu senin arkadaşın vaazın ilk yarısında uyumuş, tam vaazın sonuna geldiği zaman uyanmış, en son cümleyi duymuş. Ben dedim ki: Çölde bir insan gidiyor, su kapları hayvanın üzerinde... Namaz vakti geldi de, ineyim namaz kılayım dedi, hayvandan indi. Abdest bozacak, abdest alacak, ezan okuyacak, namaz kılacak...
Tam o sırada hayvan ürktü, kaçtı. O tarafa baktı yok, bu tarafa baktı yok; hayvan gitti. Su da hayvanda, namaz vakti de geçecek. Su olmadığı için, teyememmüm abdestini aldı. Namazını kılacaktı ama, eşek anırdı; tamam, su yakında, o zaman teyemmüm bozulur. Suyu bulunca teyemmüm bozulduğu için abdesti bozulur." demiş.
Bunlar fıkra ama, güzel şeyler. İnsanın lafı doğru anlaması lâzım! Herkes de doğru anlasa bile bazan böyle yanlışlıklar olur. En iyisi, insanın ağzından eğri söz çıkmaması...
Bizim dört tane dergimiz var, bir uluslarası radyomuz var, bir bölgesel televizyonumuz var... Gazetelerde edepsizin birisi, din düşmanının birisi bir laf söyler... Veya hükümetten tanıdığımız, merhabamız olan birisi bir laf söyler... Veya paşalardan, ağalardan birisi bir laf söyler. Ben eğri sözü hiç yazmam, onun doğrusunu yazarım. Eğriyi yazıp da adamın kulağına eğriyi sokmam, şu meselede işin aslı şöyledir diye doğruyu yazarım. Benim aldığım karar o...
Gelelim meselemize; namaz vakitleri teşekkül etmeyen bir beldede, yakında teşekkül eden yere uydurularak yine beş vakit kılınır. Namazın dört vakte, üç vakte indirilmesi olmaz.
"--Namazı kıldırmadı, caminin o gün sonu oldu, cemaat dağıldı." (dedi biraz önceki şahıs.)
Sonuç da iyi olmamış. Zâten sonucun öyle olacağından dolayı bile öyle dememesi lâzımdı. Tenfir-i cemâat diye bir mesele var. Tenfir, nefret ettirmek demek... Hocaların dikkat etmesi gereken işlerden birisi de, cemaati nefret ettirecek iş yapmamaktır. Cemaati nefret ettirirsen, camiye gelmez; dağılır cemaat...
Neden olur?.. Hoca iyi niyetli, mübarek, ak sakallı, iyi bir hoca ama, çok uzun namaz kıldırıyor.
"--Hadi o camiye gidelim!"
"--O çok uzun kıldırıyor namazı, şu camiye gidelim..."
Bak, uzun kıldırıyor diye gelmedi camiye.... Ne yapacak? Kısa kıldıracak.
Allah razı olsun olsun, hocaefendi bugün cumada hem güzel konuştu, hem tam kıldırdı, hem kısa kıldırdı. İşe giden de gitti. Çok hoşuma gitti, Allah razı olsun...
Uzun uzun konuşursun, işçi kıvranmaya başlar. karnına sancı saplanmış gibi kıvranır. Neden?.. İş yerine gidecek, ikiye yirmi kala teslim olacak. Beş dakika park işi var, iki otuzbeşte orda olması lâzım! "Tamam be hocam, Allah razı olsun ama, ben de işe gideceğim! Yönetici kızar, üç defa, beş defa bunu yaparsak ceza olur." diye düşünür. Tabii, onların hepsine dikkat etmek lâzım.
Peygamber Efendimiz bir gün sabah namazını Kul ezü birabbil-felak ve Kul ezü birabbin-nâs ile çabuk kıldırdı. Halbuki sabah namazında uzunca sûreleri okurdu Peygamber Efendimiz. En kısa sûreleri okudu, selâm verdi.
Sahabe-i kiram sordular:
"--Yâ Rasûlallah, bu sefer namazı çabuk kıldırdınız, neden?.."
"--Arkada kadınlar kısmında çocuk ağladı. Annesi huzursuz olmasın diye çabuk kıldırdım." dedi.
Cemaatin ihtiyacını düşünmek gerekiyor. Diyor ki Peygamber Efendimiz:
"--Sizden biriniz kendisi namaz kılacağı zaman, istediği kadar uzatsın, istediği sûreleri okusun! Ama cemaate namaz kıldıracağı zaman, kısaca kıldırsın! Çünkü içlerinde zayıf vardır, yaşlı vardır, hasta vardır."
Allah rahmet eylesin, bir hocaefendi cumaya gitmiş. Nur içinde yatsın, meşhur bir hocaefendi... İmama demişler ki:
"--Hutbeyi kısa tut, hocamız var hasta, dayanamıyor." diye bildirmiş, hocayı camiye getiren şahıs.
Bu da müftülük filân yapmış, Türkiye'nin tanınmış bir alimi, sevdiğimiz büyük bir alim, ciddî bir alim... İmam hutbeyi uzatmış, o yaşlı alim de altını ıslatmış. Neden?.. İhtiyar, tutamıyor. Onu getiren, yardımcısı genç başından söyledi hocaya, "Çok uzatma!" dedi. Bak işte bu namazı kılamadı şimdi!.. Altını ıslatmış, ihtiyar; Allah etmesin insan sağlıklı iken bir şey değil de, hasta oldu mu neler oluyor. Yâni, cemaati düşünmek lâzım.
Gelelim hadis-i şerife: Zaman yakınlaşırdan maksat, bereketsizleşir, hızlı geçer, bir şey yapamaz.
--Hay Allah, akşam olmuş yâ, bugün hiç bir şey yapamadım!
--Yapamazsın ya, bereketsizleşti zaman...
Bu mânâya olabilir. Bir de yirmidört saat kısalabilir. Neden?.. Bak işte güneş batacakmış da, üç gün sonra batıdan doğacakmış.
--O nasıl olur?..
Dünyanın ekseni, bir olay olup alt üst olursa, o zaman güneş batıdan doğar. Demek ki dünya, yanından bir kuyruklu yıldız mı geçecek, manyetik bir tesir mi olacak, ne olacaksa; ekseni alt üst olup yine aynı dönmesine devam ederken, güneş batıdan doğar. Benim aklıma gelen bu...
Hadis-i şerif sahih, Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor. Kim bilir ne olacak o zaman da, öyle olacak. Hakîkaten zaman kısalmış da olabilir ihtimalini anlatmak için söylüyorum.
(Yetekàrabüz-zemân) "Zaman yakınlaşır." Bir cümlede kelimelerin ilk manâsı yüklendiği zaman, bir mânâ çıkıyorsa, o zaman o ilk mânâsı düşünülür. İlk mânâsının akla mantığa uymaması durumunda; o zaman mecâzî mânâsı vardır, bir başka türlü mânâsı vardır denilir.
Misal veriyorum:
"--Bizim arslanlar Galatasaray'a dokuz tane gol atmışlar."
Düşünelim: Arslanlar top oynamaz. Arslanları görünce zaten ne Galatasaray kalır, ne kale kalır. Demek ki burda arslan kelimesinin hakîkî mânâsı yok, mecâzî mânâsı var, benzetme var. Bu tuttuğu takımı seviyor, takımın mensublarını arslan gibi görüyor. "Arslan gibi olan bizim takımın oyuncuları, öbür tarafa dokuz tane gol attı." demek isteniyor.
Asıl mânâ mümkün olmazsa, mecâzî mânâya geçilir, ama sözlerde aslolan asıl mânâdır. Asıl mânâ mümkünse, asıl mânâ düşünülür, öbür tarafa kayılmaz. Kur'an-ı Kerim'de böyledir, hadis-i şeriflerde böyledir.
Edebiyatta kelimeler hep aynı mânâsına kullanılmaz. Burda olduğu gibi teşbih maksadıyla başka anlamlarda kullanabilir. Meselâ:
"--Sobayı yaktım."
Soba yanıcı şey mi ki yaktın, soba yanmaz ki... Sobanın içinde odun yanar, kömür yanar, yakıt yanar... "Sobayı yaktım." ne demek, "Sobanın içindeki yakıtı yaktım." demek. Dilimizde böyle çok kelimeler vardır, bilmeden kullanırız. Aslında derin düşünürsen yanlıştır veya böyle izahı vardır.
(Yetekàrabüz-zemân) "Zaman yakınlaşır." Hakîkaten de olabilir bu, bereketsizliğinden kinâye böyle söylenmiş de olabilir.
2. İlmin Kaldırılması
(Ve yukbedul-ilm) "İlim tutulup alınır insanlardan..."
Başka bir hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz, ashabına bildiriyor ki:
"--Allah ilmi kullarına verdikten sonra onlardan almaz, toplumun içinden ilmi çekip almaz; alimleri alır."
Ölür alimler... Falanca öldü, filânca öldü... Ah neydi o alimler, derya gibi adamlardı. Ne mübarek adamlardı, ne alim adamlardı. Alimler ölür, geriye cahil insanlar kalır. İnsanlar onlara mesele sorarlar. Onlar da kendi sivri akıllarına göre, kafadan atma, işkembeden atma cevap verirler. Hem kendileri dalâlete düşerler, hem de kendilerine soru soranı da şaşırtıp saptırırlar, dalâlete düşürürler.
Ne olacak şimdi bunların ahirette cezası?.. Dalâlete düşen de cehenneme gidecek, dalâlete düşüren de cehenneme gidecek. Cehennemde bu ikisi kavga edecek. Cehennem ehlinin birbirleriyle cehennemde kavgalaşması haktır. Diyecekler ki: "Siz olmasaydınız, biz doğru yola gidecektik, siz bizi saptırdınız. Sizin yüzünüzden biz böyle saptık, dalâlete düştük." diyecekler, onlar da cevap verecekler, böyle kavga edecekler. Birbirlerine atacaklar kabahati ama, bir insanın birisi tarafından kandırılması mâzeret olmuyor.
--Yâ Rabbi, o beni kandırdı!..
Kanmasaydın! Allah insanlar kanmasın diye peygamber gönderiyor, kitap indiriyor, hak yolu öğretiyor; hak yolu öğrenseydin!..
Allah cahili iki defa azablandırıyor. Bir yaptığı günahlı işten dolayı azablandırıyor, bir de niye bu cahillikten kurtulmak için ilim öğrenmeğe çalışmadın diye azablandırıyor. Bu da hadis-i şerifte bildiriliyor.
İlim alınır mı, ilim nasıl alınır?.. Alimler gider, toplumda birtakım cahiller kalır. Onlara millet mesele sorar, yanlış cevap verirler. Bu devirde çok oluyor bu; televizyonlarda çok oluyor, gazetelerde çok oluyor. Adam bilmiyor dini, itiraz ediyor, olmaz böyle şey diyor.
Kardeşim itiraz etme, hakkında hadis var bu senin beğenmediğin şeyin... Peygamber SAS Efendimiz söylemiş. Sen dar aklınla bunu doğru görmüyorsun ama, bunun hikmetleri var, faydası var, doğru, güzel...
Müftü çıkmış bir yerde, senelerce önce, bizim sarık saran kardeşlerimize:
"--Bırakın şu bid'at işleri!.." demiş.
Bid'at işi değil! Bid'at, açık başla namaz kılmak... Normali başın sarıklı olmasıdır. Müftü bid'at der mi sünnete?.. Hadis-i şerifler var bu hususta... Ona itiraz olur mu, müftü der mi bunu?..
Camide musafaha yapıyorsun;
"--Ne biçim tokalaşma bu, öyle şey olur mu? Böyle yapsana!" diyor.
Öyle tokalaşma batıdan geldi. Ama eskiden böyle tokalaşılırdı, müslümanın musafahalaşması böyleydi. Sen öyle yapmayı tabii görüyorsun ama, aslında o tabii değil; sen şimdi İngiliz usûlüne göre tokalaşıyorsun.
Peygamber Efendimiz:
(Hàlifül-yehûde ven-nasàrâ) "Yahudilere, hristiyanlara uymayın, onlara muhalefet edin!" buyuruyor. "Onların selâmlaşması avuçladır, öyle selâmlamayın!" diyor. Genellikle öyle oluyor. Biz şimdi öyle yapmıyor muyuz?..
Senin dediğin gibi tokalaşma kurban bayramında, koyun pazarlığında olur. Kurban bayramında koyunu beğenirsin, sahibi ver elini der; elini alır, bir sallar, bir sallar, kolun çıkacak zannedersin.
Kalmayınca böyle, doğrular yanlış sayılıyor. Zâten kıyamet alâmetlerinden birisi; doğruların yanlış sayılması, eğrilerin doğru sayılması, iyi insanların cemiyette kötü sayılması, kötü insanların başa geçmesi... Toplumda çok kötü değişmeler olur, ilim alınır. Nasıl alındığını başka hadis-i şeriflerden biliyoruz; alimler gider. Din ilmi öğretilmiyor, yeni alim de yetişmiyor; cahiller kalır.
Din hürriyetinin en temel sonucu, insanın dinini çoluğuna çocuğuna serbestçe öğretebilmesidir. Bunu engelleyen zalimdir. Din ilmini engelleyen dinle savaş ediyor demektir. Öyle şey olmaz.
--İmam-hatip okulları azaltılsın, Kur'an kursları kapatılsın!..
Sana ne? Sen mi verdin harcını, temelini sen mi attın? Ben halk olarak yapıyorum, sana ne oluyor?.. Deniz kuvvetleri komutanının imam-hatip okuluyla ilgisi ne? İrtica denizden mi çıkıyor?..
Sonra sen ne anlarsın? Paşa olmuşsun ama, sen ne anlarsın dinden?.. Diyanet İşleri Başkanı'na sorsana, müftülere sorsana, İstanbul müftüsüne sorsana...
--İmam-hatip okulları azaltılsın, Kur'an kursları azaltılsın, tarikatların radyo televizyon yayınları kapatılsın...
Niye kapatılsın, usûlüne uygun açılmış. Herkesin müstehcen yayın yapan televizyonu devam ederken, bizimki niye kapanıyor?..
...............
Susarsan başarırlar. Adam laiklik diyor, laikliği din düşmanlığı olarak kullanıyor, şeriatı düşman ilan ediyor, "Şeriat kahrolsun!" diye yürüyüş yapıyor. Şeriat İslâm şeriatı...
Sen de gereken çalışmayı göstermezsen, "Bak biz altmışbeş milyon insan müslümanız!" demezsen, üç beş tane homoseksüel veya lezbiyen, lûtî veya bilmem ne, "Kahrolsun şeriat!.. Bizim cinsel özgürlüğümüzü engelleyen şeriat kahrolsun!" diyor.
3. Cimriliğin Artması
(Ve yülkaş-şuhhu) "İnsanların gönlüne cimrilik sokulur." Şuhh, cimrilik demek. Hayır yapmıyor, hasenat yapmıyor, cimri, pinti, nekes, bahil... Eli hayra açılmıyor. Yâni, o zamanın insanları artık hayır hasenat yapmıyor, hayra para vermiyor. O hale gelir, bir alâmeti de bu... Cimri insana Arapçada şahîh derler veya bahil derler.
Peygamber Efendimiz diyor ki bir hadis-i şerifinde:
(En tesaddaka ve ente sahîhun şahîhun) "Sen sıhhatliyken, sağlamken, cimriyken tasadduk et! Fakirlikten korkarken, parayı severken, hayattayken, uzun yaşamayı umarken, ölüm uzakta diye düşünürken hayrını yap! Tasadduk etmeyi tâ ömrünün sonuna gelip de yatağa düştüğün zamana, öleceğin zamana kadar tehir etme!.." buyuruyor.
Yatağa yatmış, son nefesini verecek:
"--Falanca yerdeki tarlayı imam-hatip okuluna verin! Dükkânı Kur'an kursuna bağışladım..."
Zâten artık onlar senin değil ki, ölüyorsun, mirasçılara kalıyor. "O zamana tehir etme! Sıhhatliyken ve içinde cimrilik duyguları varken hayrını yap!" diyor.
Herkesin kalbinde cimrilik duygusu vardır. Herkes parayı vereceği zaman hesap eder:
--Ben bunu verirsem, sonra akşama ne yiyeceğim. Oğlanı nasıl evlendireceğim, arabayı nasıl alacağım, kirayı nasıl ödeyeceğim; en iyisi vermeyeyim!..
Bunu kim diyor? Şeytan... Bir insan bilmem kaç tane şeytanın itirazlarını yenerek hayır yaparmış. Öyle kolay hayır yapılmıyor. İçinden türlü türlü laf geçiyor, itiraz çıkıyor, bilmem ne; olmuyor.
Biz bizim Çanakkale'de bir yere gittik. Babam ordaki medresede okumuş, babamın okuduğu medreseyi göreyim diye gittik. Medreseyi yerle bir etmişler. Babamın hocası müderris efendi, [Çırpılarlı Hacı Ali Efendi] kendi parasıyla, belki halkın, akrabasının da yardımıyla çok güzel, geniş, çatılı bir cami yapmış. Sizin bu camiden büyük cami yapmış, yanına da 24 odalı medrese yapmış. Babam gitmiş orda okumuş. Ne kadar okumuş?.. Medreselerin kapatılması kararı çıkıncaya kadar okumuş.
Şu babamın okuduğu medreseyi göreyim diye gittim; medrese yok, cami var... Camide namazı kıldık. Dedim:
"--Burda medrese olacakmış, nerde bu medrese?.."
Dediler:
"--Yıkıldı."
"--Bu bina ne?.."
"--Tarım Bakanlığının toprak mahsulleri ofisinin mahsul toplama barakası...
"--Medresenin yerini kim verdi buna?..
"--Muhtar..."
"--Öyle şey olur mu? Tarım Bakanlığının açlıktan nefesi mi kokuyor? Tarım Bakanlığına yer mi bulunmadı da medresenin yerini götürmüşsünüz vermişsiniz; bu vebal... Kazmayı küreği getirin!" dedim.
Böyle birbirlerine bakıyorlar, ben de biraz şakacıyım.
"--Ne olacak hocam?.." dediler.
"--Şu otları temizleyeceğim, medreseyi yeniden kuracağım. Yıkmışsınız siz, yeniden kuracağız." dedim.
"--Hocam, biz buranın tapusunu Tarım Bakanlığına verdik." dediler.
"--Hapı yutmuşsunuz siz, ahirette hesabını vereceksiniz. Birisinin malını sen nasıl olur da başka yere verirsin? Ali'nin Veli'nin malını Ahmed'e Mehmed'e vermeğe hakkın yok ki, sen nasıl verirsin?.. Hele bu ilim yuvası ise, caminin kenarında caminin malıysa, sen bunu nasıl verirsin?.. Çok büyük vebal... Hadi biz size yardım edelim, böyle bir Kur'an kursu, bu hocaefendinin ruhunu şad edecek; yaptığı işin yıkılmadığını, yaşadığını, devam ettiğini gösterecek bir müessese kuralım!" dedik.
Orda hemen hallolacak bir şey değil. Sonra bizim arkadaşlar gitmişler. Ordan bir hacıefendi, "Tamam, ben size bir yer vereyim!" demiş. Arkadaşlar da gitmişler, yeri görmüşler, bana sabahleyin telefon ettiler. Dediler ki:
"--Hocam yeri gördük."
Dedim:
"--Büyük mü?.. Ufacık tefecik bir şey olmasın, anlı şanlı olsun, geniş olsun! Beşyüz milyon lira cebimizde, hayrın ilk başlangıcı tamam, arkası da gelecek, köye hayır yapacağız."
Akşam bir telefon daha: Hacı baba eve gitmiş, evdekiler hacıbabayı kandırmışlar, hayrından vaz geçmiş. "Bizim hanımlarımız razı olmuyor, hayır yapamayacağız!" demiş.
İşte gönüllere cimriliğin sokulması da kıyamet alâmetlerinden birisidir. Halbuki mü'min cömerttir, Allah yoluna malını da verir, canını da verir.
4. Fitne ve Karışıklığın Artması
İlim alınır, cimrilik kalplere sokulur. (Ve tazherül-fiten) "Fitneler zuhur eder." Fitne ne demek... Kargaşa, karışıklık... Ahir zamanda çok büyük fitneler olacak. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(İnne yedeyis-sâatü fitenen kekıt'ail-leylil-muzlim) "Karanlık gece parçaları gibi büyük fitneler olacak." İnsan sabahleyin mü'min olarak kalkacak, sabah namazını kılacak, akşama kâfir olacak, dinden çıkacak. Karşılaştığı olaylardan, söylediği laflardan, kafasına saplanan fikirlerden akşama kâfir olacak.
Akşama mü'min olarak gelecek, sabaha kâfir çıkacak. Neden?.. Geceleyin de işte radyolar, televizyonlar harıl harıl çalışıyor, neler olacaksa, ne fikirler gelecekse, sabaha kâfir olacak. Fitneye bak!..
"İnsanlar dinlerini az bir dünyalık menfaat uğruna satacaklar." diyor Peygamber Efendimiz. Az bir dünyalık menfaat için dinlerini satacaklar, ahiretlerini mahvedecek insanlar. Ahir zamanın dininde fitne olacak, imanında karışıklık olacak, mü'min sabahlayan, akşama kâfir olacak duruma düşecek.
(Ve yeksürül-herc) "Herc ü merc olacak, herc ü merc çoğalacak." Herc kelimesini bilememiş dinleyen sahabe rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn; (Vemel-hercü yâ rasûlallah?) "Herc nedir yâ Rasûlallah?.. Herc ü mercden muradınız nedir yâ Rasûlallah?.." diye sordular. (Kàle: Elkatl) "Öldürmek çok olacak!" buyurdular. Aşağı yukarı her aileye isabet edecek fitneler... Çocuklar ölecek, adamlar ölecek, öldürme çok olacak.
Bunların hepsi kötü şeyler tabii; Allah cahillikten korusun, cimrilikten korusun, fitnelerden korusun... Böyle tecavüze uğrayıp da canımızı, malımızı zarara uğratmasın...
Bazan düşünüyorum, ben Çeçenistan'da oturan bir hoca olsaydım ne yapardım, Ruslar bombaladığı zaman?.. Kardeşlerime yardımcı olmasam, dinimin gereğini yapmamış olurum. Yardımcı olsan da, olmasan da Rus ayırım yapmıyor ki, basıyor bombayı... Kurunun yanında yaş da yanıyor; Ruslarla çarpışan da ölüyor, çarpışmayanların da evi, barkı, canı gidiyor yine; ölen ölüyor. Ruslarla savaşmaya kalkmadı diye canını kurtaramıyor.
Bosna-Hersek... "Komşuyduk, komşularımız bize saldırdı, komşularımız bizi yağmaladı, komşularımız bizi öldürdü. Beraber yaşıyorduk, hiç tahmin etmiyorduk, hiç ummuyorduk böyle bir şey..." diyorlar. Hattâ Yugoslavya dağıldıktan sonra, Bosna-Hersek ilk kurulduğu zaman, Boşnak-Hırvat federasyonu değildi o zaman, bir İslâm devletiydi. Bosna-Hersek kuruldu, Aliya İzzetbegoviç seçildi. O zaman demişler ki: "Bu eski Yugoslav ordusundan kalma silahları ne yapacağız biz; burda artık lâzım olmaz, Türkiye'ye gönderelim!" demişler. Akıllarına gelmemiş, "Böyle harbler darplar olup da, çoluk çocuk perişan olur, canımız gider, malımız gider, evimiz diyarımız elimizden gider." diye tahmin bile etmemişler.
Uyanık olsana biraz, tahmin etsene, etrafındakileri takip etsene, niyetlerini yoklasana! İhtimallere karşı tedbirlerini alsana mübarek!.. Alınmamış yâni...
Biz olsaydık ne yapardık?.. Toplumu bir insan çekip götüremez. Toplum uyanıksa uyanır. Toplum uyanık değilse, birisi hakkı söyler söyler, ötekiler dinlemez, yine bildiğini okur. Allah söyleyeni kurtarır, ötekileri helâk eder. İbrâhim AS Nemrud'un şerrinden kurtuldu, kavmi helâk oldu. Lût AS kurtuldu, kavmi helâk oldu. Lût AS'ın karısı inanmamışlardandı, o da helâk oldu. Nuh AS'ın kavmi inanmadı; Allah Nuh AS'ı kurtardı, kavmi helâk oldu. Nuh AS'ın oğlu da inanmayanlardandı, o da helâk oldu.
Allah yolunda çalışacaksın, Allah çalışanı koruyor. Çalışmayan, ben kurtulurum sanan, yine belasını buluyor, cezasını çekiyor, hayatını kaybediyor, malını kaybediyor. Allah'ın imtihanı...
Malın için mi cihada gitmedin; aldım malını... Canın için mi cihada gitmedin; buldun belânı... Afganistan'da böyle, Suriye'de böyle... Çeçenistan'da, Bosna-Hersek'te, dünyanın her yerinde böyle...
Ne yapması lâzım müslümanın?.. Allah'ın emrini tutmağa çalışması lâzım!.. Daha ne yapması lâzım ilk başta?..
İlk başta müslümanın İslâm'ı korumak için, müslümanlığı yaymak için çalışması lâzım! Her şey rahatken, evi barkı tamken, bir sıkıntı yokken, İslâm için çalışması lâzım insanın...
--Şu anda rahat mıyız hepimiz?..
--Rahatız.
--Karnımız tok mu?..
--Elhamdü lillâh...
--Sıcak suyumuz, soğuk suyumuz var mı, arabamız var mı, maaşımız var mı, iyi miyiz?.
--Elhamdü lillâh, Türkiye'den çok daha rahatız, iyiyiz, her şeyimiz var...
Şimdi İslâm için çalışacaksın!.. Çalışmadın... Çalışmadığın zaman işler daha berbada gidiyor, o zaman çok büyük zahmetlerle, çok büyük paralarla düzelecek duruma geliyor.
O zaman da çalışmadın, paraları da vermedin... O zaman iş daha büyük felâkete dönüşüyor, bu sefer savaşa dönüşüyor; veremediğin, kıyamadığın para da gidiyor, can da gidiyor. Allah'ın imtihanı böyle...
Benim etrafıma baktığım zaman, dünya üzerindeki İslâm ülkelerinde cereyan eden olaylardan gördüğüm bu...
Afganistan meselâ... Afganistan, Kur'an-ı Kerim'e göre, şeriat kanunlarına göre yönetilen bir ülke idi, başlarında şahlar varken... O zaman bizim Mehmed Zâhid Kotku Hocamız sağdı. Bir gün bana dedi ki:
"--Es'ad kalk, Afganistan'a gidelim, oraya yerleşelim! Çünkü şeriatla idare oluyor."
Afganistan o durumda iken, Afganistan'daki müslümanların ne yapması lâzımdı?.. İslâm için çalışması lâzımdı. Mektepler açması lâzımdı, kolejler açması lâzımdı. Evlâtlarını İslâm'a göre yetiştirmeğe çalışması lâzımdı, uğraşması, didişmesi lâzımdı.
Fırsat müsait, hükümet taraftar, destekliyor. Onlar yapılmadı. Afganlıların yetiştirdiği adamlar Rusya'ya gitti, Rusya'da tahsil gördü. Babrak Karmal gibi, bilmem ne gibi hain olarak geldi, komünist olarak geldi. Müslümanlar iyi çalışmadığı için evlâtlar gayrimüslim zihniyette yetiştiler, memleketlerine zararlı mahlûklar olarak geldiler. Derece derece iş kötüye gitti, çalışmadıkça daha betere gitti, çalışmadıkça daha betere gitti... Sonunda Afganistan'ın yarısı mahvoldu. Evler mahvoldu, canlar gitti, üç-dört milyon insan öldü. Hâlâ da oturmadı. Çünkü, İslâm için rahat zamanında iyi çalışılmadı.
Şimdi bizim çok çalışmamız lâzım! Rahatız ya, rahat zamanımızda çok çalışmamız lâzım!.. Gayet huzurlu, tatlı gider bu işler, çok kolay hem de sevabı çok... Ama bunu yapmazsak, iş kötüleşir, kötüleşir, felâkete dönüşür. Dünya üzerinde hep böyle olmuş.
Onun için Allah bize olanlardan ibret almayı nasib etsin, istenmeyen duruma düşmemeyi nasib eylesin...
b. Şeytanın Yanıltması
İkinci hadis-i şerife geçiyorum:
507/2 (Yetelâabü bikümüş-şeytànü fî salâtiküm men sallâ felem yedri e şef'un ev vitrün felyescüd secdeteyni feinnehümâ temâmü salâtihî) Buhârî'den, Tayâlisî'den, İbn-i Asâkir'den Osman RA'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerif...
(Yetelâabü bikümüş-şeytànü fî salâtiküm) "Siz namazda iken, şeytan gelir, sizinle dalga geçer, oynar. (felem yedri e şef'un ev vitrün) Onun için namazı kılan ikinci rekâtta mı, üçüncü rekâtta mı olduğunu bilmez." Şaşırdı, şeytan aklını çeldi, oynadı, oyaladı. Öyle olduğu zaman ne yapacak? Gàlib kanaatine göre namazını kılacak. "Sonra, (felyescüd secdeteyn) sehiv secdesi gibi iki secde yapsın! (feinnehümâ temâmü salâtihî) Bu iki secde, namazın tamamlanmasıdır." diye Efendimiz böyle buyurmuş.
Şeytan, insanı aldatmakla uğraşan bir mahluktur. Ateşten yaratılmıştır. Allah salâhiyetvermiş, bizim tarafımızdan görülmüyor, o bizi görüyor. Tehlikeli tarafı bu... Görmüyoruz düşmanı, o bizi görüyor. Hem dışımızda var, hem içimizde var. İçimize de girebiliyor, kalbimize de, kafamıza da girebiliyor.
Şeytan ne yapıyor?.. Vesvese veriyor insana, öyle mi, böyle mi diye aklını karıştırıyor. Başka?.. Başka bir şey yapmaz, sadece vesvese verir. yapabildiği o kadar...
Şeytan, ezan okunduğu zaman ezanın duyulmayacağı yere kadar gider. Ezan bittikten sonra namaz kılanın yanına gelir, aklını karıştırıp rekâtlarını şaşırttırır.
Bazen abdest alanın yanına gelir, abdesti kaçmış gibi bir duygu verir ona; yeniden abdest aldırtır. Ellerini yıkarken bir daha abdest kaçmış gibi olur; hadi yeniden abdest alır.
--Ne oldu?..
Abdest kaçtı gibi geliyor.
--Olmaz öyle şey, kaçtı gibi gelmek yok!.. "Yakîn şek ile zâil olmaz." demiş kitaplarımız. Öyle şüphe ile bozulmaz. Nasıl bozuldu gibi?..
--Yellendim filân gibi sanıyorum.
--Olmaz; sesini duyduysan, kokusunu duyduysan, yellendin. Aksi takdirde, orası kıpırdadı gibi oldu diye bozulmaz.
Çünkü şeytan aldatıyor, vesvese veriyor. Abdestinde şaşırttırır, vesvese verir; oldu mu olmadı mı, kaçtı mı kaçmadı mı dedirtir. Namazında rekâtları şaşırttırır, aklına başka şeyler getirtir. Hayır yapacağı zaman, hayır yaptırmaz. "Deli mi oldun sen, bu kadar mark verilir mi, çoluk çocuğun ne yiyecek? Fakir olursun, sakın ha verme, benden sana nasihat..." der. Hep yaptığı şeyler bunlar...
Hattâ fırsat bulursa gelir;
(İz kàle lil-insânikfür) insana, "Kâfir ol!" der. (felemmâ kefera) Kâfir olduğu zaman, (kàle innî berîün minke innî ehàfullàhe rabbil-àlemîn) 'Ben bir şey yapmadım, benim seninle ilgim yok, sen kendin yaptın, ben Allah'tan korkarım!' der."
Mendebur, az önce sen söyledin ya... Aldatır, ondan sonra kenara çekilir, alay eder. Karıyı kocayı birbirine düşürür, saç saça, baş başa; tabaklar kırılır, sandalyeler kırılır, camlar kırılır... Şeytan öbür tarafta, "Bak aldattım bunları, birbirlerine nasıl düşürdüm, nasıl kavga ettirdim." diye güler. Kardeşi kardeşe kavga ettirtir.
Şimdi tabii, Allah şerrinden korusun, şeytanın böyle bir sessiz sedasız içimize girip, aklımıza girip bizi şaşırttığı unutmayacağız, onun düşman olduğunu bileceğiz. Çünkü Allah diyor ki:
(İnneş-şeytàne leküm adüvvün fettahizûhü adüvvâ) Şeytan sizin düşmanınızdır, onu düşman belleyin, gaflete düşmeyin!" buyuruyor.
Kafanıza bir fikir geldi mi, "Hadi ordan, ben seni dinlemiyorum!" diyeceksiniz, şeytana yüz vermeyeceksiniz.
--Başka bir çare yok mu hocam?..
Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için, bir çare de abdestli gezmektir. Abdestli oldu mu, şeytanın sesi kısılır, uzaktan uzağa sinek vızıltısı gibi kalır; insan o zaman şeytana uymaz. Abdestsiz olduğu zaman, sanki kulağının dibinde hoparlörü sonuna kadar açmış da bağırıyormuş gibi tesiri çok olur. Abdestliyken mânevî bir zırh içindeymiş gibi oluyor, tesiri az oluyor. Onun için, abdestli gezmenizi tavsiye ederiz. Bu diyarlarda abdestsiz yere basmazsanız, şeytanın şerrinden korunursunuz.
Bir de evden çıkarken Allah'a sığının, "Ezü billâhi mineş-şeytànir-racîm. Bismillâhir-rahmânir-rahîm." deyin! Her fırsatta Allah'a sığının! "Ezü billâh, tevekkeltü alellàh, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" deyip evden öyle çıkın!
Allah'a tevekkül edene şeytanın dişi geçmez.
(İnnehhû leyse lehû sültànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) Rabbine tevekkül edenlere şeytanın tesiri olmuyor. (Tevekkeltü alellàh) "Yâ Rabbi, ben sana tevekkül ettim." diyerek evden çıkarsan, tesir edemez. Abdestli gezersen, tesir edemiyor. Allah'a sığınırsan, tesir edemiyor.
Aksi takdirde tesir eder ve kandırır. Çok kandırır. Abdestsizken gelir, kandırır, günahı işlettirir. Abdestli olsaydın kandıramayacaktı, günahı işlemeyecektin. Abdestsizken yaptırır; günah olduğunu bile bile, yapmayayım diye diye, geri geri gide gide yaptırır. Sen yapmak istemez gibiyken yaptırır. Neden?.. Abdestsizken tesiri güçlü oluyor, abdestliyken tesiri az oluyor; bunu bilin!
c. Cehennemin Getirilişi
Üçüncü hadis-i şerife geldik. Bu hadis-i şerif de cehennemle ilgili. Taberânî İbn-i Mes'ud RA'den rivayet etmiş. Cehennemi anlatıyor Peygamber Efendimiz, diyor ki:
(Yücâu bicehennem) "Cehennem getirilir." Nerden nereye getirilir?.. Mahşer günü, olduğu yerden mahşer halkının yakınına getirilir. Nasıl getirilir?.. (Tükàdü biseb'îne elfi zimâmin) "Yetmişbin dizginle cehennem çekilerek getirilir mahşer halkının yanına... (Mea külli zimâmin seb'ûne elfe melekin yecürrûnehâ) Yetmişbin dizgin, ip, zincir; her birini yetmişbiner melek tutuyor. O vaziyette cehennem getirilir mahşer halkının yanına..."
Bu hadis-i şerif bu kadar da, ben burda olmayan kısmını size birazcık anlatayım:
Kükrer cehennem, o tarafa o tarafa alevleri saldırır. Hani bazan ahşap evler filân yanar, alevleri böyle saldırır. Böyle saldıracağı hadis-i şeriflerde bildiriliyor. Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri cehenneme kâfirleri atar. Kur'an-ı Kerim'de bildiriliyor ki, attıkça;
--(Hel imtele'ti) "Tamam mı, doldun mu, için tıklım tıklım doldu mu yâ cehennem?.." diye sorar.
(Veteklü) O da:
--(Hel min mezîd) "Var mı daha yâ Rabbi? Daha varsa gönder yâ Rabbi!" der.
Her insanın --şu odada oturanlar dahil--cehennemde yeri vardır. Her insanın cennette de yeri vardır; kâfirler dahil, Alman Hans dahil... Cennetlik olursa cennettteki yerine gider, cehennemlikse cehennemdeki yerine gider. Hiç eksiklik, fazlalık yok...
Onun için hepimizin aklımızı başımıza toplamamız lâzım! Biz mü'miniz. Amentü billâhi ve melâiketihî ve kütübühî ve rusülihî, vel-yevmil-âhiri... Ahirete inanmışız. Ondan sonra ahirette ne var?.. Cennet haktır, sırat haktır, cehennem de haktır, hesap da haktır, hesap da olacak. Din gününün sahibi Allah... Mizan haktır. Ölçülecek. Nasıl ölçülecek?.. Ahirette amellerin tartılacağı öyle bir terazi olacak ki, yedi kat semavât kefesine konulsa alacak kadar büyük olacak. O mizanın azametini görünce, melekler kenarda titreyecek
Oraya ameller konulacak, konulacak; sevaplar, günahlar tartılacak. Sevapların, günahların tartılması haktır.
(Vel-veznü yevmeizinil-hakku) "Rahman olan Allah'ın ahirette kullarının amellerini tartması haktır."
(Femen ya'mel miskàle zerretin hayran yerah) "Güneşin ışığında görülen bir uçuşan tozun ağırlığı kadar hayır işleyen, hayrın karşılığını görecek ahirette... O kadar, bir toz zerresi ağırlığı kadar şer işleyen, şerrin karşılığını görecek." Yâni hayrının karşılığını, şerrinin karşılığını ahirette bulacak.
Zerre kadar havada uçuşan, güneş vurduğu zaman perdenin arasında havada uçuşan, o tozun ağırlığı miktarı hayır işleyenin o hayrı da hesaba girecek. O kadar ince... Tozu tozuna, incesi incesine hesap olacak; zerre kadar hayır işleyen hayrının karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen şerrinin karşılığını çekecek.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi bunları unutmayan, bunlara göre hayatını düzenli yaşayan, cenneti kazanmağa çalışan, cehennemden korunmağa çok dikkat eden akıllı müslümanlardan eylesin...
Eğer bir insan kendisini cehennemden koruyamıyorsa, o adam akılsızdır, aptaldır, beyinsizdir, sefihtir, gàfildir, cahildir.
25. 03. 1997 - Hamburg / ALMANYA
ÜMMETİN KURTULUŞU VE HELÂKİ
Eûzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran, tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn...Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Peygamber Efendimiz peygamberlerin hàtemidir, sonuncusudur. Allah'ın habîbidir.
(Vemâ yentıku anil-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.) "Boşuna konuşmaz; söyledikleri Allah'ın vahyidir, ilhamıdır." diye Kur'an-ı Kerim'de beyan edilmiştir.
Onun için sohbetlerimizde temel konu olarak Peygamber SAS Efendimiz'in hadis-i şeriflerini okuyoruz ki; hem en doğru sözleri konuşmuş olalım, hem de dinimizi öğrenmiş olalım... Çünkü, Peygamber Efendimiz bize dinimizi öğretmek için gönderilmiş bir muallim-i a'lâdır, en yüksek mürebbîdir, muallimdir.
Bu maksatla yanımızda gezdirdiğimiz hadis kitaplarından Râmûzül-Ehàdîs isimli kitabın bir sayfasını yolda gelirken kur'a olarak çektik. Çıkmış olan sayfanın birinci hadis-i şerifinden itibaren okumaya başlıyoruz:
a. Cehennem Ateşinin Şiddeti
451/1 (Nâruküm hâzihilletî yûkıdü benû âdem cüz'ün min seb'îne cüz'en men nâri cehennem. Kîle: Yâ rasûlallah, in kânet lekâfiyeh? Kàle: Feinnehâ fuddılet aleyhâ bitis'atin ve sittîne cüz'en küllühünne misli harrihâ)
Bu hadis-i şerif, çok hadis rivayet eden, Efendimiz'in hadis-i şeriflerini dinlemeğe, yazmağa, ezberlemeğe çok özel gayret gösteren, meraklı bir sahabenin; hattâ Peygamber Efendimiz'in mescidinde yatıp kalkan Ashàb-ı Suffe'den olan, Ebû Hüreyre RA'in rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Ashabın bir çok ferdi kendi işleri için hurma bahçelerine, çarşıya, pazara gittiği halde, o Rasûlüllah Efendimiz'in yanından ayrılmamış, hadis-i şerifleri çok duymuş, dinlemiş ve nakletmiştir. En çok hadis rivayet eden sahabe arasındadır.
Onun rivayet ettiği bu hadis-i şerif de, meşhur hadis kitapları olan Buhârî'de, Müslim'de, Tirmizî'de, Ahmed ib-i Hanbel'de ve İmam Mâlik'te vardır. Biliyorsunuz İmam Buharî ile Müslim, hadis ilminde en yüksek itibara mazhar olmuş olan kitapları yazmış kişilerdir. Tirmizî de hâkezâ altı meşhur hadis kitabından birisinin müellifidir. Ahmed ibn-i Hanbel ise, biliyorsunuz Hanbelî mezhebinin imamıdır, önderidir. İmam Mâlik Hazretleri de Mâlikî mezhebinin önderidir. Demek ki iki mezheb imamının, önderinin, kurucusunun; iki meşhur hadis aliminin, bir de İmam Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerif okumuş oluyoruz.
Bunlar önemli. Çünkü büyüklerimiz Peygamber Efendimiz'den rivayet edilen hadis-i şeriflerin rivayetinin hangi yollardan geldiğini çok sıkı şekilde takib etmiş, çok iyi irdelemiş, sağlamlaştırmışlardır. Önemli bir husustur bu...
Peygamber Efendimiz bu hadis-i şerifinde buyuruyor ki:
(Nâruküm hâzîhî) "Şu sizin ateşiniz var ya, (elletî yûkıdü benî âdem) insanoğlunun tutuşturup yaktığı ateş... Şu dünyada kullandığımız ateş var ya; (cüz'ün min seb'îne cüz'en min nâri cehennem) cehenennemin ateşinin yetmiş bölüğünden bir bölüktür. Yâni, cehennem ateşi bundan yetmiş misli daha şiddetli bir ateştir."
(Kîle: Yâ rasûlallah, in kânet lekâfiyeh.) "Dediler ki sahabe-i kirâm: Cehennem ateşi, şu bizim bildiğimiz dünyadaki ateş gibi bile olsa, yeterdi." Harıl harıl yandığı zaman sobadaki ateşleri düşünün; cayır cayır fırınların içini düşünün!.. O bile olsaydı kâfi idi.
(Kàle: Feinnehâ fuddılet aleyhâ bitis'atin ve sittîne cüz'en) "Evet kâfî idi belki ama, cehennemin ateşi bundan 69 misli daha fazlalaştırılmıştır. (küllühünne misli harrihâ) Her birisi bu dünyadaki ateşin misli gibidir." diye Efendimiz bildiriyor.
Biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri azîzün züntikam olduğu için, kâfir, müşrik kullar ile, günahkâr kulları cezalandırmak üzere cehennemi yaratmıştır. Salih, mü'min kulları mükâfatlandırmak üzere de cenneti yaratmıştır. Yine bir hadis-i şerifte bildirildiği üzere, Allah-u Teàlâ Hazretleri cenneti yarattığı zaman, Cebrâil AS'a emir buyurmuş ki:
"--Yâ Cebrâil, cenneti yarattım, git cenneti bir gör bakalım!"
Cebrâil AS cenneti görüp geldiği zaman, Allah-u Teàlâ Hazretleri sormuş:
"--Nasıl buldun cenneti ey Cebrâil?.."
O da demiş ki:
"--Yâ Rabbi, o kadar güzel yaratmışsın ki cenneti, o kadar nimetler var; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin aklına hayaline gelmeyen öyle güzellikler, öyle lezzetler, o kadar hoş şeyler var ki; cennetin adını duyan, medhini duyan, vasfını duyan insanlar, buraya gelmek için, cenneti elde etmek için her türlü fedâkârlığı göze alırlar. Her şeyi yaparlar, her çareye başvururlar, cennete girmek için çalışırlar. Çünkü çok güzel diye duyar, burayı görmeğe, buraya girmeğe çok gayret eder ve girer."
Onun üzerine Allah-u Teàlâ Hazretleri emir buyurmuş, cennetin etrafı ve yolu insanın hoşlanmayacağı şeylerle çepeçevre kuşatılmış, cennet onların arkasında bırakılmış. İnsanın hoşuna gitmeyen şeyler nedir?.. Yorgunluklardır, sıkıntılardır, üzüntülerdir, korkulardır. Bunlardan hoşlanmaz insan; korktuğu şeyin yanına yanaşmaz, sevmediği şeyin yanına yanaşmaz.
Meselâ ibadetler; namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun, hac olsun, sıkıntılı çalışmalardır. İnsan hacca gitmek için büyük paralar ayırıyor, büyük zahmetlere giriyor. Hacda da çok kalabalık olduğu için, itiş kakış, sıkıntı izdiham oluyor. Hattâ bazen ezilenler, ölenler oluyor.
Zekât vermek; insanın kazandığı paradan ayırıp da kırktabirini vermesi kolay değil, herkes yapamıyor. Para vermek biraz fedâkârlık istiyor.
Ramazanda oruç tutmak herkese kolay gelmiyor. Sabahtan akşama kadar aç kalmak zor geliyor.
Allah yolunda kendisini, ailesini, yurdunu, milletini korumak için savaşmak gerekebiliyor; o da tatlı, hoş bir şey değil... Çünkü korku var yaralanmak tehlikesi var, ölmek ihtimali var; yâni, hoş olmayan şeyler... Ama aklen düşündüğünüz zaman yapılması gereken güzel şeyler belki ama, hoş değil...
Allah-u Teàlâ Hazretleri, cennetin etrafını ve önünü, yolunu böyle hoşa gitmeyecek şeylerle çevreletmiş. Sonra;
"--Yâ Cebrâil, cennete bir daha git, bak bakalım çevresi nasıl, kendisi nasıl?.."
Cebrâil AS geldiği zaman, ikinci görüşünden sonra demiş ki:
"--Yâ rabbi, eyvah, böyle nefse hoş gelmeyecek şeylerden dolayı, herkes hoşlanmadığı şeye yanaşmak istemediğinden, oraya gelemeyecek. Sanırım ki, hiç kimse cennete giremez! çünkü, o hoşa gitmeyecek şeyleri kaç kişi göze alabilir."
Onun üzerine cehennemi yaratmış. Cehennemi görmesini istemiş Cebrâil AS'ın... O da gitmiş bakmış ki, cehennem müthiş bir yer; alevler, çeşit çeşit korkunç şeyler, katranlar kaynıyor, zakkumlar, dumanlar vs. tariflere sığmayacak kadar korkunç bir yer...
Bakmış, gelmiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri:
"--Cehennemi nasıl buldun yâ Cebrâil?" diye sorunca;
"--Yâ Rabbi, en kötü yer, tasavvur edilebilecek yerlerin en kötüsü... İnsanlar bunu duyarsa, bunun korkusundan tir tir titrerler, hiç günah işlemezler, buraya aslâ düşmezler. Buraya gelmemek için tedbir alırlar, ihtiyat ederler, cehenneme düşmezler."
Onun üzerine, Allah-u Teàlâ Hazretleri emir buyurmuş, cehennemin etrafı da nefse tatlı gelecek lezzetli şeylerle donatılmış. Cebrâil AS'a:
"--Yâ Cebrâil! Bir daha cehennemi ve çevresini gör!" diye emir buyurmuş.
Cebrâil AS, gitmiş, gelmiş:
"--Eyvah yâ Rabbi, o cazibeli, o zevkli, keyifli şeyler dolayısıyla, herkes o şeyleri alayım, yapayım derken, korkarım ki herkes cehenneme düşer." buyurmuş.
Sahih hadis-i şeriflerde böylece bildiriliyor ki;
(Huffetil-cennetü bil-mekârih ve huffetin-nâru biş-şehevât.) [Cennetin etrafı nefse hoş gelmeyecek şeylerle çevrilidir, cennetin etrafı da nefsin hoşuna gidecek şeylerle çevrilidir.]
Bu anlatılan şey bir gerçektir. İnsanın cenneti kazanması için görev yapması gerekiyor, fedâkârlık yapması gerekiyor, Allah'ın emirlerini tutması gerekiyor. Bu da herkesin hoşuna gitmiyor. Cehenneme giden yolda, şeytanın çağırdığı şeyler de hep zevkli keyifli, şehvetli, istekli, arzulu şeyler ama, onlar da sonuç itibariyle insanı cehenneme düşürebiliyor.
Meselâ zevkli keyifli nedir?.. Tenbellik... Tembellik yapıp, başkasının parasıyla puluyla, beleşten, bedavadan haksız kazançla geçinmek... Bir çok insan bunu yapıyor, rüşvet alıyor, gasbediyor, zulmediyor. Parayı alnının teriyle kazanmıyor da, böyle zalim yollarla alıyor.
İçki var; para vererek meyhanelerde vs. yerlerde zevkle, keyifle içiyorlar. Kumar var; heyecanlı bir oyun diye adam her şeyini koyuyor ortaya, kumar oynuyor. Dahabaşka böyle çeşitli şeyler var...
Akıllı olan bir insan, hakim olan, bilge olan bir insan, yaptığı bir işin önünde düşünür, aklını kullanır, tefekkür eder. "Ben bu işi yapayım mı, yapmayayım mı?" diye düşünür. İşin yapılması sonucu güzel olacaksa, sonuçta güzel bir kazanç elde edilecekse, o iş yapılır. Ama sonuç felâket olacaksa, o işten kaçınır akıllı insan, kendisini tutar. Meselâ kavga edecek; sonuç ya karakolda, ya hapishanede, ya hastanede, ya kabirde bitecek; aklını kullanır, kavgaya yanaşmaz.
Allah insanoğluna cehennemden korunma ve cenneti kazanmak için akıl diye bir nimet vermiştir. "Yarattığım şeylerin içinde akıldan daha kıymetli bir şey yaratmadım." buyuruyor hadis-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri... O halde bilge bir insan olarak, hakim bir insan olarak, yaptığı her işi yerliyerinde yapan, düşünceli, tedbirli bir insan olarak insanın aklını kullanması lâzım!
Çoğumuz aklımızı kullanıyoruz. sabahleyin erken kalkmak zor gelse de, çalışmak bizi terletse de erken kalkıyoruz, zahmetlere katlanıyoruz, işyerlerine gidiyoruz, terleye terleye işleri yapıyoruz, ama maaşımızı alıyoruz, yevmiyemizi alıyoruz, yaşıyoruz. Geçinmek için o sıkıntıları göze alıyoruz. Bu bir fedâkârlıktır, akıl kullanmaktır.
--Boş ver, gitme, yatakta yat!
--İyi, hoş, yatakta yatmak güzel ama, akşam çoluk çocuk ne yiyecek? Hani bir iki günlük yiyecek bulsak, para bittikten sonra ne yiyecek?..
Akıl neyi gerektiriyor?.. Çalışmayı gerektiriyor; yapıyoruz. Öğrenci; bir tarafta top oynamak, sinemaya gitmek var, ama bir tarafta da derslerini çalışırsa sınıfı geçmek, başarmak var; o zahmete katlanıyor.
Demek ki insanlar, zaten dünya hayatında da zahmetli bazı işleri yapıyorlar; keyifli bazı işleri de canları istese bile, bunu yapmamak lâzım diye yapmıyorlar. Tabii, bu aklı daha iyi bir şekilde kullanıp, insanın cenneti kazanması lâzım, cehenneme düşmeyecek şekilde kendisini kollaması lâzım!..
Onun için demişlerdir ki: İyi müslüman olmak için akıllı olmak lâzım! Başarı akıl ile kazanılır, aklı olmayan her türlü hatayı işler.
Akıllı olan insan, cenneti kazanacak tedbirleri alan insandır; çünkü ebedî saadeti kazanıyor. Akılsız olan insan da, kendisini cehennemden koruyamayan insandır; çünkü ebedî hüsrana gidiyor da tedbir almıyor. Bir insanın aklı aslında, cennete gidecek işleri yapmasıyla ölçülür. Cennete gidecek işleri yapıyorsa, akıllıdır; cehenneme gidecek işleri yapıyorsa, akıllı değildir.
--Ama üç tane fakülte bitirmiş, şu kadar yüksek mevkii var, bu kadar parası var, pulu var...
--Hayır, o adamın aklı yok! Aklı olsaydı, cehenneme düşecek işlerden kendisini çekerdi. Sonunda cehennem var diye, oraya gitmemeğe çalışırdı.
Cehennemin çok şiddetli, dayanılmaz bir azab yeri olduğu bu hadis-i şeriften anlaşılıyor. Yâni bir tanesi de olsa, dünyadaki ateş gibi bir ateş de olsa, yine insanı azablandırmak, yakmak ve feryad ettirmek için, yaptığı günahlara bin pişman etmek için yeterdi. Ama bunun yetmiş kat daha fazlası olması, azabının şiddetli olduğunu gösteriyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi cehennemine düşmeyen, cennetine giren, rızasına eren sevdiği kullardan eylesin...
İlk hadis-i şerif bu çıktı. Ama asıl şey, hayatta bütün dikkat edeceğimiz şey budur: Cenneti kazanmak, cehenneme düşmemek... Cennet de Allah'ın rızasını kazanınca elde edildiği için, büyüklerimiz demişlerdir ki:
(İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim amacım sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!"
En akıllıca iş, her yaptığı işi Allah'ın rızasına uygun yapmaktır; kolay bir şey... Aklımızı kullanacağız, her yaptığımız işi Allah'ın rızasına uygun olarak yapacağız. Sözümüzü Allah'ın rızasına uygun söyleyeceğiz, davranışımızı Allah'ın rızasına uygun yönde seçeceğiz, tercihimizi Allah'ın rızasını kazanmak için yapacağız. Basit bir şey, yâni müslümanlık bir bakıma çok kolay bir şey; her işte Allah'ın rızasını düşünmek...
b. Yakîn ve Zühd
İkinci hadis-i şerif... Hatîbî Bağdadî ve ibn-i Ebid-Dünyâ'nın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:
451/2 (Necâ evvelü hâzihîl-ümmeti bil-yakîni vez-zühd, ve yehlikü âhiri hâzihil-ümmeh, bil-buhli vel-emel.) "Bu ümmetin evveli yakîn ve zühd ile necat bulacak ve bu ümmetin ahiri de cimrilik ve tl-i emelle helâk olacak!"
Biliyorsunuz, ümmet kelimesinin bir çok mânâları var; yaygın olan mânâsı, bir grup insan topluluğu demek. Biz ahir zaman ümmetiyiz. Peygamber Efendimiz'in peygamber olmasından sonra dünyada yaşayan insanların hepsi ahir zaman ümmetidir, ahir zaman peygamberinin ümmetidir. Amerikalılar, Almanlar, İsveçliler, Yahudiler, Yunanlılar, Ermeniler, Brezilyalılar, Güney afrikalılar, Avustralyalılar, Filipinliler, Polinezyalılar... Her yerin insanı, Peygamber Efendimiz'in peygamberliği başladıktan sonra kıyamete kadar olan zamanda yaşayacak olan insanların hepsi Peygamber Efendimiz'in ümmetidir.
Bu ümmet iki bölüktür:
1. Ümmet-i da'vet
2. Ümmet-i icâbet
Ümmet-i da'vet demek, Peygamber Efendimiz'in kendilerini müslüman olmaya davet etmiş olduğu, muhatap almış olduğu, Peygamber Efendimiz'in davetine muhatap olan insanlardır.
Eğer Peygamber Efendimiz'in peygamberliğini kabul ederse, Kur'an-ı Kerim'e inanırsa, "Lâ ilâhe illallah, muhammedün rasûlüllah" derse, o da davete icabet etmiş olur, ümmet-i icabet olurlar. Peygamber Efendimiz'in peygamberliği devresinde gelmiş, Peygamber Efendimiz'e inanmış, icabet etmiş. İcabet etmek, yapılan bir daveti kabul edip gelmek demek...
Ötekiler gelmemiş. Gelmemiş ama belki gelebilir daha, ölünceye kadar vakit var; bilmiyoruz ki... Meselâ, Amerika'da bir senatör müslüman olmuş. Fransa'da bir filozof, bir hakîm müslüman olmuş. Japonya'da bir alim müslüman olmuş...
Çin'de ikiyüz milyon müslüman olduğunu duymuş muydunuz?.. Rakamı tekrar tekrar sordum Çin'den gelen bir arkadaşa, o kendisi söyledi. Çin'de Çin kökenli ikiyüz milyon müslüman varmış.
"--Uygurlu filân mı, Türk kökenli mi?" dedik biz;
"--Hayır, Çin ırkından ikiyüz milyon müslüman var." dedi.
Çin dünyanın en kalabalık ülkesi; böylece müslümanı en çok olan ülke sıfatını da kazanmış oluyor. Her ne kadar Endonezya'da filân da ikiyüz milyon kadar müslüman varsa da, Çin'de bu kadar rakamı bilmiyordum. Çinden gelen bir arkadaş, Kurban Bayramından önce Danimarka'da beni ziyaret etti, Çin'in bir şehrinde okul açmışlar, o söyledi.
Demek ki, Çin'deki bir insan da bakarsınız, ordaki müslümanların çalışmasıyla müslüman olur. Bakarsınız İsveç'teki bir insan da müslüman olur. Ümmet-i da'vettir, icabet ederse, ümmet-i icâbet olur. İcabet etmezse, Peygamber Efendimiz'i kabul etmezse, Allah'ın gönderdiği ahir zaman peygamberine inanmamış olur, sorumlu olur. Peygamber Efendimiz'in peygamber olduğu yıldan itibaren yaşayan insanlar ümmet-i Muhammed'dir. Peygamberliğini kabul etmişse, müslüman olmuştur; kabul etmemişse maalesef vazifesini yapmamış demektir.
Fakat biz, sadece davete icabet edenleri düşünsek bile, bunlar da dünyada bir hayli kalabalıktır. Elhamdü lillâh dünyada birbuçuk milyar kadar müslüman var. Dünyanın en kalabalık inanç grubu durumunda bulunuyoruz, elhamdü lillâh....
Şimdi bu ümmet, Peygamber Efendimiz'in peygamberliğe başladığı zamandan şu ana kadar ve kıyamete kadar bütün müslümanlar... Bu ümmetin evveli, Peygamber Efendimiz'in ashabıdır, onun zamanında müslüman olmuş insanlardır. Onlar bu ümmetin en şereflisidir. Efendimizbir hadis-i şerifinde böyle sınıflandırmış. En şereflisi Peygamber Efendimiz'i gören insanlardır. Peygamber Efendimiz'i gören insanlara ashab veya sahabe denilirr. Bir tane olursa sahabi denir, kadın olursa sahabiye denir. Onlar ümmetin en yüksekleridir.
Sahabenin en yükseği de dört halifedir. Faziletleri hilâfet sırasına göredir: Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (Rıdvânullàhi aleyhim ecmaîn). Ondan sonra aşere-i mübeşşereden altı kişidir, cennetle müjdelenmişlerdir. Ondan sonra Bedir harbine katılanlardır, onların medhi hakkında çok hadis-i şerifler var... Böylece sıralanır gider.
Ashabdan sonra tabiîn gelir. Yâni ashabı görmüş ama, Rasûlüllah'a yetişememiş nesil... Ondan sonra tebe-i tâbiîn denilen tabiîni görebilmiş insanlar gelir.
(Hayrul-kurûni karnî) "En hayırlı devre benim devremdir. (sümmellezîne yelûnehüm, sümmellezîne yelûnehüm) Sonra ondan sonraki nesil, sonra ondan sonraki nesil." diye bu sıralamayı Peygamber SAS Efendimiz söylemiştir.
Şimdi bu ümmetin evveli ashabdır, tâbiîndir, tebe-i tâbiîndir, alliahu a'lem ilk devirlerin insanlarıdır. (Necâ evvelü hâzihil-ümmeh) Bunlar cehenneme düşmekten, azab görmekten kurtulacaklar, cennete girecekler, bahtiyar olacaklar. Ne ile kurtulacak bunlar?.. (bil-yakîni vez-zühdü) "İki güzel sıfat ile bunlar cennetlik olacaklar, cehennemden kurtulacaklar: birisi yakîn, ikincisi zühd."
Yakîn, Türkçedeki yakın kelimesine benziyor ama, karıştırmamak lâzım! Türkçedeki yakın, uzak olmayan demektir, onun Arapçadaki karşılığı karîb'dir. Bu yakîn, şeksiz şüphesiz, pürüzsüz sâfî inanç demektir. Yakîn sahibi insanlara mûkınîn derler. Bakara Sûresi'nin başındaki ilk ayetlerde geçiyor:
(Ve bil-âhiretihüm yûkınûn) "Onlar ahirete şeksiz şüphesiz inanırlar." diye geçiyor.
"Ben o adamı yakînen tanıyorum." diye bir tabir vardır, "Şeksiz şüphesiz tanıyorum, hiç tereddütsüz tanıyorum, o adam iyi adamdır. O adam hakkındaki kanaatimde bir eksiklik yok." demektir. Yoksa, "O benim akrabam!" demek değil, "O benim yakınımda oturuyor." demek değil...
Bu ümmetin evveli çok kuvvetli imanlı insanlardır. Sahabe-i kirâmın her birisi yıldızlar gibiydi, çok mübarek insanlardı, imanları çok kuvvetliydi. O mübarek insanlar birkaç devre yetişti, sonra gelen insanlar dünyaya daldılar, günahlara daha çok bulaştılar.
Onlar yakîn ile kurtulacaklar; yânî şeksiz şüphesiz, pürüzsüz, sâfî, tertemiz, sağlam imanları olduğu için cennete girecekler; bir... (Vez-zühd) İkincisi, zühd ile... Zühd, dünyaya rağbet etmemek demek... Zühd sahibi insana zâhid denir. Yâni, ahireti hedef alıp, ahiretin makamlarını, derecelerini, mükâfatlarını düşünüp dünyaya aldırmayan, dünyayı sevmeyen kimse demektir. Dünya gözünde değil, gönlünde değil... Mühim değil dünya, yeter ki ahireti iyi olsun.
Ahiretini kazanmak için dünyayı verir, hayır yapar, sadaka verir. Gözü toktur, haramdan bir menfaat gelse, istemem der. Amacı dünyalık değildir, ahireti düşünür. Ahireti düşündüğü için günahlara yanaşmaz, para hırsına kapılıp da haramları, günahları işlemez.
"Ahirette makamım iyi olsun, Allah beni sevsin, azablandırmasın, cennetine soksun!" diye dünyanın haram olan, yasak olan taraflarına yanaşmıyor, iltifat etmiyor. Onları sevmiyor, onları alacağım diye hırs beslemiyor. İşte zâhid bu... O devrin insanları böyle idi.
Hattâ Amr ibnül-As RA, ordusuyla Mısır'ı fethetmeye gittiği zaman, şimdiki Kahire'nin göbeğinde Fustat şehri vardı. Fustat şehrinin surları vardı, onu muhasara etti. Kaledekiler kapıları kapattılar, savunma durumuna geçtiler.
Amr ibnül-As onlara haber gönderdi, dedi ki:
"--Siz yanlış bir şey yapıyorsunuz. Biz sizin tanıdığınız, size gelmiş başka düşmanlar gibi değiliz. Benim ordumdaki insanların hepsi şehid olmayı hedef edinmiş, 'Ölsem de cennete girsem!' diye ölmeyi arzu eden insanlar... Ama sizler hepiniz, yaşamayı arzu ediyorsunuz. 'Ne yapıp yapıp canımı kurtarırım, acaba nasıl daha çok yaşarım?' diye düşünüyorsunuz. Siz bizi tanımıyorsunuz, bizimle baş edemezsiniz. Teslim olun, şartları konuşalım, bize tabi olun!" diye haber gönderdi.