241 ilâ 260. sayfalar

İLMİN ÖNEMİ

Eûzü billâhi mineş-şeytànir-racîm.

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîran, tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn...Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah cümlenizden razı olsun... Sözlerin en güzeli olan habîbullah, Muhammed-i Mustafâ, serverimiz, efendimiz, peygamberimizin hadis-i şeriflerini okuyarak zamanımızı sevaplı, ecirli, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin rızasına uygun geçirmek üzere toplanmış bulunuyoruz. Zamanın uygun düştüğü bir miktarında, birkaç hadis-i şerifi size nakletmek istiyorum.

Birincisi:

a. İlim Öğretmenin ve Alimin Fazileti

383/14 (Mâ min sadakatin yetesaddaku bihâ racülün alâ ahîhî efdalü min ilmin yuallimühû iyyâhü)

Biliyorsunuz mü'minler, Allah'ın rızasını kazanmak için fedâkârlık yaparlar. Mâlî fedâkârlık yapar, bedenî fedâkârlık yapar, çalışır. Mâlî fedâkârlık zekât olur, sadaka olur. Bedenî fedâkârlık hizmet olur, icabında canını vermek olur, şehid olmak olur, gàzi olmak olur. Bu hadis-i şerifin mânâsı, sadaka kavramını geniş anlamamız gerektiğini gösteriyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

261

"Adamın müslüman kardeşine verdiği sadakalar içinde, ona öğrettiği ilimden daha kıymetli, daha faziletli sadaka olmaz."

Demek ki ilim öğrenmek, alimin bildiğini kardeşine nakletmesi, öğretmesi bir çeşit sadaka, bir çeşit hayır, bir çeşit bağış oluyor. Ama öyle bir bağış ki, bundan daha faziletli, daha üstün bir bağış olamaz. En faziletli sadaka, kişinin mü'min kardeşine öğrettiği bilgi ve ilim oluyor.

Onun için hepimiz ilim öğrenmeğe gayretli olmalıyız ve öğrendiğimiz ilmi de etrafımıza yaymağa, anlatmağa, öğretmeğe çalışmalıyız.

Peygamber SAS diğer bir hadis-i şerifinde de buyuruyor ki:

383/10 (Mâ min şey'in aktau lizahri iblîse min àlimin yahrucü fî kabîleh) "Şeytanın, İblis aleyhil-la'nenin belini en çok kıran, hakkından en iyi gelen, ona en çok mânî olan, bir kabilenin içinden bir alimin çıkmasıdır." Bir kabilenin içinden çıkmış olan bir alim, şeytanın belini kırmakta her şeyden daha tesirlidir. Onun belini, kafasını koparan, kıran bundan daha tesirli bir şey olamaz.

Demek ki alim, şeytanın faaliyetlerini engelliyor; ilim, şeytan için fevkalâde tesirli bir karşı silâh oluyor; ve müslümanın bildiği ilmi bir başkasına öğretmesi sadakaların en hayırlısı oluyor, fevkalâde mühim oluyor.

262

b. Peygamber Efendimiz'in Eğitim metodu

Bu iki hadis-i şerifin sonucu şudur: İslâm'a göre ilmin yaşı olmadığı için, ilmin ille mektepte öğrenilmesi de gerekmediğinden... Çünkü sahabe-i kirâmın hiç birisi bir mektebe gitmediler, hiç birisinin diploması yok, hiç birisinin bitirdiği bir fakülte, düzenli bir eğitim müessesesi yok... Ama hepsi toplumun içinde yaşarken, Peygamber SA Efendimiz'in yanında bulunmakla, onun sohbetiyle yetiştiler.

Sohbet, yarenlik etmek mânâsına değil Arapçada; birisiyle arkadaş olmak, beraber olmak demek... Peygamber SAS Efendimiz'in yanında bulunmak suretiyle yetiştiler. Kimisi ziraatçi idi, hurma tarlası vardı, onu suluyordu, hurmaları topluyordu, satıyordu; geçimini öyle sağlıyordu. Kimisinin develeri vardı, kimisinin başka işi vardı. Belli bir yaşta da değildi hepsi, ille şu yaştaki çocuklar okula gelecek filân gibi bir durum da yoktu. Her yaştan insan vardı, genci vardı, yaşlısı vardı. En tabii eğitim yolu bu... Yâni yaş sınırı yok, yaş farkı ve şartı yok, herkes öğrenebilir. Herkesin gelebildiği bir eğitim imkânı, herkesin katılabildiği bir çare... Hem de öyle bir çare ki, arkadaşlıkla oluşuyor, arkadaşlıkla gelişiyor.

263

Peygamber SAS Efendimiz toplumun içinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin vazifelendirdiği mübarek bir kişi olarak çıkıyor. Onun etrafına toplanıp, onun sözlerini cân ü gönülden dinliyorlar. Başlarının üzerine bir kuş konmuş da, kıpırdarsa kaçacakmış gibi böyle ağzının içine bakarak can kulağıyla dinliyorlar. Söylediği sözler gönüllerine nakşoluyor, taşın üzerine kitâbe yazılmış gibi yazılıyor. Sonra, "Rasûlüllah SAS şöyle buyurdu:" diyerek harfi harfine, kelimesi kelimesine naklediyorlar, unutmuyorlar.

Dinî vazifelerini toplumun içinde, günlük hayatın akışında öğreniyorlar. Yâni sabah beraber oluyorlar, öğlen beraber oluyorlar, ziyarete beraber gidiyorlar. Birisi vefat ettiği zaman cenazesini beraber kaldırıyorlar. Birisi hasta olduğu zaman yanına beraber gidiyorlar.

Ama bu arada, Peygamber SAS Efendimiz'in yanında çok bulunmak için, kabilesini evini terkedip, hicret edip Peygamber Efendimiz'in yanına gelip, mescidde yatıp kalkanlar da oluyordu. Ashâb-ı Suffe dediğimiz, sayıları yetmişten dörtyüzelliye kadar çıkan insanlar...

264

Son derece tesirli ve son derece tabii bir eğitim yolu... Yâni arkadaşlık yaparak, beraber bulunarak, günlük hayatın içinde, günlük hayattaki faaliyetleri aksatmadan, yaşamın akışı içinde bir şeyler öğrenmek... Bu son derece tesirli bir eğitim yoludur.

Bir şahsa soruyorlar:

"--Senin dînî bilgin niye yok?"

Diyor ki:

"--Benim zamanımda dînî tahsil yoktu. Hocaları takib ediyorlardı, Kur'an-ı Kerim'ler kaldırılmıştı. Jandarma geliyordu, babam beni okutamadı."

O zaman okutamadıysa, şimdi oku! Şimdi mâni kalktı, buyur! Akşam işten sonra tâ sabah işe gidinceye kadar zamanın var... Cumartesin var, pazarın var... Tatilin var, bayramın var... Yaz tatilin var, yıllık iznin var... Şimdi öğren!.. Yaş haddi yok... Senin çağın geçmiş, sen kartlaşmışsın, bizim mektebe kaydolamazsın diye bir engel yok... Peygamber Efendimiz'in zamanında da yoktu. İşte bu eğitimin en güzel şeklidir.

Tasavvufî eğitim de böyledir. Tasavvufî eğitim de Peygamber SAS Efendimiz'in bu eğitim usûlünü aynen yaşatan, devam ettiren şekildir. Başka yerlerde görülmüyor. Öteki eğitimler sun'î...

265

--Efendim, işte gökyüzünden kitap inseydi, insanlar kitabı okusalardı, iyi müslüman olsalardı...

O olmuyor. O görsel olmuyor, tecrübeye dayalı olmuyor. Ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri nümûne-i imtisâl olarak, herkes baksın, işte böyle müslüman olsun, Allah'ın sevgili kulu olmak için şöyle hareket etmek lâzım diye, gözleriyle görsünler diye; harf bilmeyen, okuma bilmeyen, yazma bilmeyen bir kavmin içine bir peygamber göndermiş ve o kavmin cihan tarihinde emsâli görülmemiş bir başarıyla gelişmesine sebep olmuş bu eğitim tarzı... Son derece güzel.

Bu eğitim tarzını aynen, yüzyıllar boyunca, günümüze kadar ve günümüzde de devam etmek üzere tasavvuf uyguluyor. Hocaefendinin etrafında her akşam, her zaman, her fırsatta; gündüz işsiz olanlar, gece işli olanlar geliyorlar, dinliyorlar, okuyorlar, öğreniyorlar. Hattâ yanlış bir şey yaptıkları zaman söyleniyor, "Hayır, onu öyle yapma, böyle yap!"diye ikaz ediliyor.

Meselâ, benim babam hatırlarım, tüccardı, işine giderdi sabahleyin. Ama sabah namazında hocasının camisine giderdi. Akşam evde yemek yenirdi, yatsıdan sonra camiye giderdi. Geç vakte kadar her akşam sohbette olurdu.

266

Şimdi bizim bir eksikliğimiz daha var: Sohbeti seyrek yapıyoruz. Sohbetin seyrek yapılması eğitim az alınmasına, öğrenimin yavaş ilerlemesine yol açıyor.

Almanya'dan bir alim Amerika'ya gitmiş. Beni etkileyen bir olmuş hadise... Bir profesör arkadaşım anlattı. Bir profesör Almanya'dan Amerika'ya gitmiş. Amerika'yı gezmiş Alman gözüyle, profesör gözüyle; dönmüş. Herhalde bundan yirmi yıl, yirmibeş yıl kadar önce... Çünkü bana anlatan da beş-on yıl önce anlatmıştı. Almanya'ya dönmüş. Arkadaşları demişler ki:

"--Amerika'yı gezdin, gördün, anlat bakalım, nasıl?"

Amerika'yla da biraz bunların rekàbetleri var, yarışmaları var. Bizim de öyle olmamız lâzım! Çünkü hayırda yarışmak, hayratta, hasenâtta yarışmak bize Kur'an-ı Kerim'in emri... Biz de yarışacağız, bütün milletlerle yarışacağız. Birinciliğe, birinci olmak için koşup yarışmamız lâzım!..

Demişler ki:

"--Amerika mı ileri, biz mi ileriyiz, nasıl görüyorsun durumu?.."

Demiş:

"--Amerika daha ileri!.."

"--Neden?.. Bilgisayar sayısı daha fazla olduğundan mı, millî geliri şu kadar olduğundan mı, fabrikası bu kadar olduğundan mı, halkının sayısı bu kadar olduğundan mı, kıtasının genişliği şu kadar olduğundan mı?.."

267

Bakın çok önemli, hemen böyle sanılır.

"--Hayır! Oradaki insanlar haftada en aşağı üç akşam sosyal çalışma yapıyorlar, toplumsal bir faaliyet yapıyorlar..."

Evinde kalmıyor, kendi keyfine bakmıyor, yan gelip yatmıyor; ne yapıyor?.. Dışarıya çıkıyor, başka insanlarla toplumsal bir faaliyet yapıyor.

"--Orda ortalama bir insan haftada üç akşam toplumsal faaliyete katılıyor. Halbuki Almanya'da ortalama, bir insan haftada iki akşam toplumsal faaliyete katılıyor. O halde Amerikalılar bizden ileri!" demiş.

Bu beni çok etkiledi. Toplumları ölçmek için hiçbilmediğimiz bir yöntem... Toplumun böyle bir yöntemle ölçüleceğini ben hiç duymamıştım daha önce... "Onlar haftada üç akşam toplanıyorlar; biz iki akşam toplanabiliyoruz. Üç akşama çıkamamışız, onlar bizden ileri!" demiş. Bu çok mühim bir şey...

Şimdi içimizde Avustralya'dan gelmiş kardeşlerimiz var. Ben Avustralya'yı gördüm, onlara misafir oldum. Orda bir şehre girerken kocaman bir duvar var, pano var, levhaların çakıldığı bir yer var.... Orda kaç tane toplumsal kuruluş var... Yâni dernek, vakıf, dînî kuruluş... vs. hepsini görüyorsunuz. Orda arabayı kenara çekin, durdurun. Yazarlar birliği, kanarya sevenler derneği, golf klubü, bovling klubü, masonik temple, (Mason derneği demiyor, mason mâbedi, mason ibadethanesi diyor.) Yahova şahitleri... Her şey var... Adam oraya girerken, kasabanın girişinde orada kendisiyle hemfikir olan kim var, görüyor onu... Kocaman bir sürü levha... En küçük kasabada da var, büyük şehirlerde de var. Çok hoşuma gitti.

268

Yine Amerika'ya gittiğim zaman gördüm ki, toplumun hiç bir seviyesindeki insanı boş bırakmamışlar. Beli iki kat olmuş, ihtiyar bir kadın vardı; hafızası bir geliyor, bir gidiyor. Artık saçları bembeyaz olmuş, beli kanburlaşmış... O bizim gelinin yabancı dil öğrenme arkadaşı imiş. Ona bile bir görev vermişler; Amerika'ya gelen bir misafire Amerikan dilini anlatma vazifesi... Bedâva, parayla filân değil... Haftanın belli günlerinde toplanıyorlar.

Düşündüm, çok faydaları var: İhtiyarlar dışlanmamış oluyor, tecrübesini başkalarına aktarmış oluyor. Yabancıları tanımış oluyor. Onlardan edindiği bilgileri kendi toplumuna aktarmış oluyor.

Yaşlıyı bırakmamışlar, genci bırakmamışlar, talebeyi brakmamışlar, orta yaşlıyı bırakmamışlar... Yâni, son derece ileri toplumsal çalışmalar içinde olduklarını gördüm ve anladım ki bizim eksiğimiz var... Ben de o zaman dergide yazı yazdım, dedim ki:

"Toplumsal kuruluşlar bir çeşit alettir, bir çeşit fabrikadır. Bu da bir üretim yapar. Eğer toplumsal aletler çoksa, toplum o aletlerle, onların çalışmasıyla ileri gider. Toplumsal aletler yoksa; yâni toplumun içindeki kuruluşlar, hayır cemiyetleri, dernekler yoksa, toplum geride kalır. Varsa, çalışıyorsa, her birisi bir güzel sonuç ortaya koyar, toplum ileri gider."

269

Meselâ, Avustralya'da böyle bir kasabaya girdiğiniz zaman, şehrin girişinde mutlaka bir park vardır. Özene bezene belediyenin yaptırdığı bir park vardır. Yirmi araba-otuz araba seyahat ederken oraya yanaşırız, gireriz. Abdest alma yerleri var, oturma yerleri var... Yemek yiyeceksek, masalarında yemekleri yerdik. Abdest alırdık. Çayırların çimenlerin üstünde ezan okurduk, namaz kılardık. Çok kolaylık, rahatlık...

Şimdi Peygamber SAS Efendimiz'in öğretim metodu, bakın ne kadar güzel!.. Her çeşit insan geliyor ve hayatın içinde yaşarken öğretiliyor. Bir insanın başka bir insana vereceği en kıymetli sadaka, en faziletli sadaka, ona öğrettiği ilimden bir bölüm oluyor. Sonra bir toplumun içinde şeytanın belini kıracak şey, bir alimin yetişmesi... Fevkalâde önemli şeyler.

Sonra bakın, biz hepsinden ileriyiz, Amerika'dan da ileriyiz. Neden?.. Biz haftanın üç akşamı değil, yedi günün yedisinde de her akşam toplanırız. İşte toplantı yerimiz, işte toplantı zamanımız. Hem de günde beş defa daha toplanırız. Amma bu nizamı, bu teşkilatı bir çalıştırabilsek, ne büyük hayırlar olacak.

270

Ben Suudi Arabistan'a gitim, orda bazı alimlerle tanıştım. Orda da bir şey dikkatimi çekti. Ben Türkiye'de, bizim İskenderpaşa Camii'nde, haftada bir vaaz veriyorum; pazar günleri... Ama orada baktım, oranın alimleri her akşam ders yapıyorlar. Dediler ki, bu Peygamber Efendimiz'in soyundan, takvâ ehli, salih, hâlis, muhlis bir alimdir; tanıştık. Her akşam ders yapıyorlar.

Birisini ziyarete gittik. Adam evinin yanına bu mekânın on misli büyüklükte cami yapmış. Bir ucundan öbür ucu zor görülüyor. Evinin karşısında ayrıca cami var... Kendi evine bunu yapmış. Kapılar ardına kadar açık, avludan geçtik, adamın evine girdik, misafir olduk. Oturduk. Bize de itibar ettiler, baş köşeye sıraladılar, tanıttılar. Nerden geldiğimizi, kim olduğumuzu söylediler.

Ama orda Pakistan'dan gelmiş profesör vardı, öbür tarafta İngiltere'den gelmiş bilmem kim vardı. Üç tane kitap okudular. Birisi tefsirden, birisi hadisten, birisi fıkıhtan... Hattâ anlayamadıkları bir kelime oldu, "Siz Türksünüz, Arapça bilirsiniz, Farsça bilirsiniz." diye bize sordular. Biz de anlattık. Ama hayran kaldık, her akşam bir şey öğreniyorlar. Böyle öğrenilir, böyle birikir. Diyor ki: "Falanca güzel kitabı takib ediyoruz." Sayfa sayfa, her akşam okuyunca biter.

271

Benim babam de şeyhinin camisine her akşam giderdi. Şu arkadaşımın babası da her akşam giderdi. Her akşam mutlaka oraya giderlerdi. Her akşamda ayetler, hadisler konuşulurdu, bilgi gelişirdi, öğrenilirdi.

c. Çocuğumuzu Alim Yetiştirelim!

Şimdi bu iki hadis-i şerifin sonucu nedir?.. Bir kabileden çıkan bir alim iblisin canına okuyor, şeytanın belini kırıyor. O halde ne yapacağız?.. Aramızdan çoluk çocuğumuzu alim yetiştirmeye çalışacağız.

"--Ben yapamadım, evlâdım sen yap, ben senin arkandayım. Sana mercedes alacağım, sen yeter ki oku, seni kuş sütüyle besleyeceğim, balla kaymakla besleyeceğim... Evlâdım, yeter ki sen oku, öğren! Ben öğrenemedim, bari benim yerime sen şu hevesimi yerine getir." diyeceğiz.

Böyle diyen insanlar biliyorum da ondan söylüyorum.

Bir alim çıktı mı, şeytan öteki adamları kandıramaz. Neden?.. Ayet okur, hadis okur, Allah yoluna çeker, Allah'ın yolunda götürür insanları... O halde çocuklarımızı alim yetiştirmeğe çalışacağız. Hiç olmazsa köyümüzden, kavmimizden, kasabamızdan, kabilemizden bir tanesi çıksın!..

272

Arapça bilmez benim müslüman kardeşlerim. Kırk yıllık müslümandır, altmış yıllık müslümandır, yetmiş yıllık müslümandır; Arapça bilmez, okuduğu ayetlerin mânâsını bilmez. Allah'ın karşısına geçiyor, "Allàhu ekber!" diyor, namaza duruyor, bir şeyler konuşuyor, söylediğinden haberi yok!..

--Ne dedin sen Rabbine, o ne cevap verdi?..

--Bilmem... Küçükken anam babam beni mahalle mektebine gönderdiği zaman, yaz tatilinde bir şeyler öğrenmiştim, onu okuyorum.

--Olmaz böyle şey...

Hiç olmaz demek değil de, Kur'an-ı Kerim'i bilmeden okusa bile sevap alır da, güzeli olmaz. "Allahu ekber!" dedi mi insan, Allah'ın huzuruna geçiyor. Mısırlı bir hocaefendi, yaşlı başlı, cemaate döndü dedi ki:

"--Saflarınızı düzgün yapın, yönünüzü kıbleye güzel çevirin, safların arasında boşluk varsa doldurun! safın muntazam olması namazın tamâmındandır."

Arkasından bir laf söyledi, tüylerim diken diken oldu, gözlerim yaşardı:

"--Yönünüzü Kâbe'ye döndürdüğünüz gibi, kalbinizi de Allah'a döndürün!" dedi.

Vayy!.. Allah'ın huzurunda duruyorsun. Sen Allah'ı görmüyorsun ama, Allah seni görüyor. "Allahu ekber!" ne demek?.. Millet Allahu ekber'i bilmiyor. Ne demek, niye ellerimizi böyle kulağımızın hizasına kadar kaldırıyoruz?..

273

Kâbe-i Müşerrefe'de tavaf ederken ne yapıyoruz?.. Hacerül-Esved'in yanına yaklaşamazsak, uzaktan istilâm ediyoruz, selâmlıyoruz, üç defa:

"--Bismillâhi allàhu ekber" diyoruz. Sonra salevat getirip dönmeğe başlıyoruz. Allah'ın divanına girdiğin zaman, "Allàhu ekber" diyorsun. İbadete öyle başlanır işte... İşin başlangıcı o, çok mühim... Sonra rükûa gidiyorsun.

Bir insan namaza durup, "Allàhu ekber" dedi mi, göğün kapıları açılır. İki tarafa melekler, huri kızları dizilir, Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna girer insan... Onu idrak etmesi lâzım!..

Secdeye kapandığı zaman, Rahmân'ın ayağına kapanmış gibi olur. Bunlar biraz müteşabih sözler ama, hadis-i şerifte söylenmiş olduğu için söylüyoruz. "Hacerül-Esved'i öpen, el süren insan, istilâm eden insan, Allah'la sözleşmiş olur." buyruluyor hadis-i şerifte... Bunlar mühim şeyler.

Rahmân'ın önünde secde ediyorsun, müthiş bir şey, muazzam bir şey, zevkine doyulmayacak bir şey... Ama bu zevkleri tatmak lâzım, bu kelimeleri bilmek lâzım, söylenen sözleri bilmek lâzım!.. Arapça bileceksin, hadis bileceksin, Kur'an-ı Kerim'i bileceksin, mânâsını bileceksin, dinini bileceksin... Hangisi haram, hangisi helâl, hangisi doğru, hangisi yanlış; bileceksin.

274

--Arapça bilmiyoruz Hocam...

Fenerbahçe takımı futbolu iyi öğrenmek için Brezilya'dan antrenör getiriyor mu?.. Getiriyor. Sen de dünyanın öteki ucundan seni Allah'ın iyi kulu yapmağa eğitecek antrenör getir, hoca getir, bilen insan getir. Her akşam gelin, şuraya kara tahtayı koyun, Arapçayı öğrenin! Bir iki ayet öğrenin!..

Sahabe-i kiram Kur'an-ı Kerim'i nasıl öğrenmişler?.. Kur'an-ı Kerim birden öğrenilmez, kocaman kitap.

--Hadi arkadaşlar Kur'an-ı Kerim'i öğrenelim!..

Hadi dediğin zaman, üç sene geçer. Kolay değil Kur'an-ı Kerim'in tamamını öğrenmek... Ama nasıl öğrenmişler: Her gün bir aşir öğrenmişler. Aşir ne demek, aşağı yukarı on ayet demek... Mânâ bütünlüğü olan bir ayet grubuna Kur'an-ı Kerim'de aşir denir. Bu ayın harfiyle gösterilir. Ayetin sonunda bir tek ayın varsa, bu aşrin sonu demektir. Yâni, eğer mânâ takib ederek bir miktar ayet okumak istiyorsan, anlam bütünlüğü olan bir grup ayet okumak istiyorsan, ayından ayına kadar olan kısmı okuyacaksın.

Eve gidince Kur'an-ı Kerim'lerinize bir bakın! Her ayetin sonunda ayet numarası olan bir gül olur. Orda ayın varsa, işte orası okunacak bölümün sonudur. Paragrafın sonu demektir. Paragraf değil, aşir diyorlar. Aşir aşir Kur'an'ı öğrenirlermiş.

275

--Aşir öğrenilir hocam, şu kadar bir şey...

Bu kadar da olsa, iki karış da olsa, insan bir günde bunu öğrenir, zor değil ki... Neler okuyoruz, ne romanları bitiriyor millet... Biz de yaptık. Mektepte edebiyat hocaları zorladı:

--Şu romanın özetini çıkart!

Allah müstehakını versin, ne yapayım ben onu?.. Bilmem Rus yazarı filânca, Fransız edebiyatçısı falanca, İngiliz edebiyatçısı Şekspir, bilmem ne... Neler öğrettiler bize, dinimiz hariç... Din hariç her şeyi öğrettiler. Yunanlıların masallarını bile öğrettiler. Zeus diye bir herif varmış, Olimpos dağına oturmuş, ordan etrafa yıldırım yağdırırmış. Bunu nerden bildim ben?.. Öğrettiler. Venüs diye bir putları varmış, Baküs diye bir başka putları varmış. Birisi şarap tanrısıymış, putuymuş; ötekisi aşk tanrısıymış, berikisi meşk tanrısıymış... Bunlardan bana ne?.. Yunanlının safsatasından, şirkinden, küfründen bana ne?.. Bana imanı göstersene, imanı öğretsene!..

Mevlânâ ne güzel söylüyor:

Çün bi hâni hikmet-u yunâniyân,
Hikmet-i imâniyân ra hem-bidân!

276

"Yunanlıları öğreniyorsun, imanlıları da öğren!" diyor.

İmanı bilmek yok, imanı öğrenmek yasak...

--İmam-hatip okulları kapatılmalı, Kur'an Kursları kilitlenmeli!..

--Neden?..

--Müslümanlık öğrenilmesin!..

--Yunan mitolojisini öğrensek olur mu?..

--Olur, öğrenebildiğin kadar öğren!

Truva'yı bilmem kim kuşatmış? Bilmem hangi herifi hangi herif kovalamış. Homeros'un destanı varmış da, o onu gırtlaklamış da, bilmem ne de... Bana ne bunlardan?.. Bunların benim dünyama, ahiretime faydası ne?.. Niye bana bunları okuttunuz? Niye bana Fransızların dinsiz filozoflarını okuttunuz? Ben şimdi onların yanlış düşündüğünü biliyorum ama, ömrüm bitti. Profesör oldum, emekli oldum, şimdi ben biliyorum. Herkes bunları bilmez ki, onları matah sanıyor, adam sanıyor. Adamların hepsi gerikafalı adamlar, bir şeyden haberleri yok... Dünyayı bile doğru dürüst bilmiyorlar, ahireti hiç bilmiyorlar. Bunlardan bir hayır gelmez.

Ne olacak?.. Eğitimin yaşı yok... Ama bak, İslâm bir nizam koymuş. Her gün, günde beş defa toplanıyoruz, her akşam toplanıyoruz. Müslüman ihlâslı müslümansa her akşam geliyor namaza, her sabah geliyor.

277

Aşir aşir Kur'an-ı Kerim'i öğreneceğiz. Yâni paragraf paragraf... Paragraf Yunanca, kullanmak istemiyorum; bunun adı Kur'an-ı Kerim'de aşir... Aşir aşir öğrenirlermiş. Öğrenilir o zaman, bir sayfa öğrenirim, ne olacak? Peynir ekmek yer gibi gider bu, meyva suyu içmek gibi gider. Kolay... Hem çoluk çocuğuma da öğretirim, hanıma da öğretirim.

"--Gel hanım, senden ben şimdi hiç bir şey istemiyorum; aş da istemiyorum, iş de istemiyorum. Otur şuraya, geç karşıma, çocukları da topla!.. Gündüz ne işi yaparsan yap, ben ona karışmam. Ben geldiğim zaman oturacağız, Kur'an'ı öğreneceğiz!" derim, bu iş olur.

Bölüm bölüm Kur'an'ı öğreneceğiz. Sayfa sayfa Rasûlüllah'ın nasihatlerini öğreneceğiz. Bildiğimizi hanımımıza öğreteceğiz, çocuklarımıza öğreteceğiz.

"--Şöyle yap; sana şunu alacağım, bunu alacağım, horoz şekeri alacağım, elma şekeri alacağım, para vereceğim, kalem alacağım, çanta alacağım... Al sana şunu, bunu..." diye öğretmemiz lâzım!

En hayırlı faaliyet, şeytanın belini kıran faaliyet, ilim öğrenmek... Şeytan ne?.. Şeytan hepimizi raydan çıkartan, treni deviren bir mahluk... Hepimizi ahirette mahvetmek istiyor, cehenneme düşürmeğe çalışıyor. Şaşırtmağa çalışıyor, aldatmağa çalışıyor, günahı işletmeğe çalışıyor. İşte şeytanın belini alim kırıyor. Onun için çocuklarımızı alim yetiştirmeğe çalışacağız, kendimiz ilim öğrenmeğe çalışacağız, aziz ve sevgili kardeşlerim!..

278

d. Tevbe Eden Genç

İşte iki mühim hadis-i şerifi öğrenmiş olduk. Gelelim üçüncü hadis-i şerife: Bu biraz gençlere yağ çekmek gibi olacak ama yağ çekmiyorum. Sırada o geldiği için okuyorum:

383/9 (Mâ min şey'in ehabbü ilallàhi azze ve celle min şâbbin tâibin ve mâ min şey'in ebğazü ilallahi min şeyhin mukîmin alâ meàsîhi)

Selman RA'den, bu üçüncü hadis-i şerif... Peygamber Efendimiz, hem gençlerden bahsediyor, hem de ihtiyarlardan:

(Mâ min şey'in ehabbü ilallàhi azze ve celle min şâbbin tâib) "Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne, tevbe eden bir gençten daha sevimli hiç bir şey yoktur şu dünya üzerinde..." Allah'ın en sevdiği şey... Şey diyor, insan da demiyor, demek ki daha geniş kapsamlı...

Şâb, genç demek... Genç hata işlemiş, delikanlılıktan bir şey yapmış ama, tevbe etmiş, dönmüş. "Tevbe yâ Rabbi, affet yâ Rabbi! Ben bundan sonra iyi olacağım." demiş. Aziz ve celil olan Allah'ın yanında, böyle tevbe eden gençten daha sevimli bir şey yoktur. İnsanlar değil, başka şeyler de giriyor için içine; hepsinden sevimli... O zaman melekleri de geçiyor.

279

Hattâ zaten başka hadis-i şeriflerden biliyoruz, böyle Allah yolunda yürüyen bir genç, meleklerden de üstün oluyor. Bir müslüman tevbekâr olduğu zaman, iyi kul olduğu zaman, meleklerden de üstün oluyor.

Gelelim işin öbür tarafına: (Vemâ min şey'in ebğadu ilallàhi min şeyhin mukîmin alâ meâsîhi) "Allah'ın indinde, işlediği günahlarda ısrar edip, devam etmekte olan ihtiyardan da daha sevimsiz bir şey yoktur." İhtiyarlamış gitmiş, hâlâ gençliğinden beri işlemekte olduğu günahlara devam ediyor, hâlâ isyanda devam ediyor.

Meâsî isyanlar, günahlar demek, ma'sıyet kelimesinin çoğulu... Şeyh, saçı sakalı ağarmış, yaşlı kimse demek... Yoksa biz Türkçede özel mânâsıyla kullanıyoruz, tarikatın başındaki alime şeyh deniliyor; o değil.

Şimdi Arabistan'a giderseniz, Allah nasib etsin gitmeyenlere... Cidde'de havaalanında indiniz, birisiyle konuşuyorsunuz. Yaşlı ise bir kimse ne diyeceksiniz o adama?.. Türkçe olsa, bir şey soracağınız zaman amca dersiniz, dayı dersiniz. Orda, "Yâ şeyh!" denir, "Ey yaşlı bey!" mânâsına... "Yâ üstâz!" da denilebilir.

280
281 ilâ 300. sayfalar