Başkasının ayıpları nasıl düzelecek?.. Başkasının ayıbını düzeltecek insanlar da vardır. Onun hocası vardır, şeyhi vardır, mürşidi vardır, âlimler vardır, yaşlılar, büyükler vardır. Tabii, bazıları vazifelidir. Onlar da ayıplı olan insanların ayıplarını düzeltmek için üzerlerine düşen gayreti gösterirler. Ama bir çok insan, vazifesi olmadığı halde, onun bunun ayıbını konuşuyor, gıybet ediyor, dedikodu ediyor. Halbuki kendisinin daha çok ayıbı var, kendisinin ayıbına bakmıyor. Sen kendine bak be adam, kendini düzelt! Başkasının ayıbını konuştuğun zaman gıybet ediyorsun; kendi ayıbını düşünürsen, kendini düzeltirsen sevap kazanırsın. Bırak günahı, kârlı işe bak!..
f. Nefse Hakim Olmak
(Tbâ limen zelle fî nefsihî min gayri münakkısatin ve tevâdaa lillâhi min gayri meskenetin) "Nefsini bir noksanlığa düşürmemek şartıyla zabt ü rabt altına alana ne mutlu; nefsine hâkim olan, nefsini emrinde tutan, âsî, baş kaldırıcı nefis yapmayana ne mutlu!.."
Hepimizin nefsi vardır. Ekseriyetle insanlar nefsinin esiridirler. Nefsimizin bizim sözümüzü dinlemesi lâzım; fakat tersine oluyor, biz nefsimizin sözünü dinliyoruz. Nefsimiz ne emrettiyse;"Emret, tamam senin istediğini yapayım!" diyoruz. Öyle şey olur mu?!. Ne yapacak?.. Nefsine hâkim olacak. İnsanın; "Sus, haddini bil bakalım, Hakk'ın yoluna gel bakayım, bırak böyle hevâ-yı nefsi, şehevât-ı nefsâniyyeyi bakalım!.. Allah'ın ahkâmına uy!" filân diye, nefsini emrinde tutması lâzım!.. Ama noksanlığa düşmeden, kendisini alçaltmadan bu işi yapması lâzım ve meskenete düşmeden Allah için tevâzu göstermesi lâzım!..
Tevâzu da çok önemli bir güzel vasıftır. İnsanın mütevazi olması gerekiyor ve mütekebbir olmaması şart... Allah mütekebbiri sevmez, mütevâzi olanı sever.
Demek ki burdan aşağı doğru bir iki satır daha devam edecek olan noktalarda güzel şeyleri öğrenmiş olacağız. Bir; kendi ayıbımızla meşgul olmayı öğrendik... İki; nefsimize hâkim olmamız lâzım, onu emrimizde tutmamız lâzım; onu öğrendik... Üç; kendimizin izzetini ayaklar altına almadan tevâzu sahibi olmamız, mütevâzi olmamız lâzım; onu öğrendik.
Sonra:
g. Hayra Harcamak
(Ve enfaka mâlen cemeahû min gayri ma'sıyetin) "Kazandığı, malı, mülkü, ihsânı, parayı, pulu günah olmayan yolda harcayana ne mutlu!.."
Demek ki ne yapmamız lâzım, kazancımızı hak yolda harcamasını, infak etmesini bilmemiz lâzım. Tabii insan kazandı mı, kazancını çeşitli şekillerde değerlendiriyor, kullanıyor. Kimisi yılbaşı geldiği zaman hindi alıyor, çam ağacı alıyor, üstünü parlak bir şeylerle süslüyor... Pastalar, çerezler, leblebiler... vs. Türkiye'de de bayağı yaygınlaştı, evlerde böyle yılbaşı kutlama âdeti... Böyle şeyler oluyor. Bu ne?.. Masraf... Eve gâvur âdetini, gayr-i müslim âdetini getiriyor. Al işte yanlış bir yola para sarf etti.
Veyahut, "Hilton'da, Efes Oteli'nde çocuğuma sünnet düğünü yapacağım." diyor, hokkabazlar, dansözler, çalgıcılar, bilmem neler, bir sürü günah işliyor. Sünnet ne demek?.. Peygamber Efendimiz'in tavsiyesi, hayatı, sözleri, fiilleri demek... Sen sünnet diye günah işliyorsun. Çok ayıp! Bak ne kadar boş yere paralar harcıyorsun!..
Veyahut filânca spor gàlip olsun diye bilmem kaç milyar para veriyorsun... Zengin adam ama, ne diye veriyor?.. Biraz camiye, Kur'an kursuna verse de müslümanlık ilerlese ya!.. Boş yerlere parayı veriyorsun da ne olacak?..
Efendimiz, "Kazandığı parayı günah olmayan yere harcayana ne mutlu!" diyor.
h. Miskinlere Acımak
(Ve rahime ehlez-zülli vel-meskeneh) "Bir de düşkün insanlara, fakir insanlara, yoksul insanlara acıyana ne mutlu!.." Demek ki, fukarayı arayacağız, bulacağız, kollayacağız, yardım edeceğiz, onlara acıyacağız. Türkiye'de çok var...
Şimdi burda herkes kayda geçmiş, herkesin devlette kaydı var, herkesin hakları var. Adam çalışmasa, işsiz bile olsa, işsizlik parası alıyor. Kiralık bir yer bulsa yarısını devlet veriyor, yâni kira ucuza geliyor. Çoluk çocuğu olsa, çocuklarına çocuk parası veriyor. Burada güzel, burda insan aç kalmak istese, aç kalamaz; çünkü bir yerlerden para geliyor. Hayatını devam ettirecek kadar, başını sokacak bir evi oluyor, biraz da parası oluyor.
Ama Türkiye'de; gel bakalım İstanbul'a, İzmir'e, Ankara'ya, şöyle gecekondu mahallelelerine buyur, gezelim! Çankaya'nın botanik bahçesini, gençlik bahçesini değil de; İstanbul'un Gülhane Parkı'nı, Çırağan Sarayı'nı ve sâireyi değil de, gel bakalım biraz da şöyle fukaranın halini bir görelim bakalım!.. Fakir semtteki bir camiye git, caminin haline bak, imama, müezzine bir yanaş: "Buralarda camiye gelen fakir tanıdığın kimler var mı?" diye bir sor! Tanı, onlara acı, yardım et bakalım!..
Biz Avustralya'dan geliyorduk, uçağımız Flipinlere, Manila'ya uğradı. Orda öteki uçağı bekliyoruz. Bizi havaalanının yakınında bir otele aldılar. Eh biz bekledik; öteki bineceğimiz uçağın vakti gelince bindik, gittik. Ama oraları bilen başka Avusturalyalı arkadaşlar vardı. Onlar otelde, kalmadılar, bir taksi tuttular, Manila'ya indiler. Havalanının orda kalmadılar. Otel havalanına yakın, yaya gidilecek kadar yerde, şehirden uzak, ağaçların arasında güzel bir yer.
Hattâ biz biraz bahçede yürüyelim dedik, hemen yanımıza bir kaç sahtekâr herif geldi: "Eğlence ister misiniz, keyif ister misiniz?" diye bize kötü teklifler için yardımcı olabileceklerini filân söylediler. Orası yolcuların gelip geçtiği, parası olanların kaldığı lüks bir yer...
Maalesef bu sefer Malezya'da da karşılaştım. Bizi Kuala-Lumpur'da bir otele götürdüler. Yâni Avustralya'ya gideceğiz, arada mola veriyoruz. Otele girdik, telefon çaldı, telefonu açtım, bana İngilizce olarak: "Arkadaşınız var mı, arkadaş ister misiniz?" diyor bana... Hemen nerden bildin oda numarasını, nerden bildin yeni geldiğimi?.. Burası Kuala-Lumpur, Malezya, yâni müslüman bir ülke... Be mendebur nerden bildin yeni geldiğimi? Hemen odaya girdim, zırt telefon çaldı... Demek ki alçakların resepsiyonla ilgisi var: "Eşimle beraber istirahat ediyoruz." dedim, çat kapattım telefonu...
Para insanı azdırıyor, paralı insanların etrafında da böyle mendeburlar, çalgı, eğlence... Dur bakalım, sen bir de gel fukarayı gör!.. Biz tabii dosdoğru uçakla gittiğimiz için işin farkında değiliz, her yer öyledir.
Arkadaş otelden taksiyi tutmuş, Manila'ya, müslümanların camisine gitmiş. Cebine koyduğu bütün zekâtı oradaki fukaraya dağıtmış, ağlayarak geldi, gözlerinden yaşlar dökülüyordu:
"--Hocam öyle fakirler var ki... Ben daha önceden gelmiştim, bu Manila'yı biliyorum, burda müslümanlar çok mağdur." dedi.
Havaalanının yanındaki, o mendebur günahkârların yaşadığı otelleri bırak, sen bir Manila'ya in bakalım, müslümancıkların ne kadar sıkıntı çektiğini bir gör!.. Filipinler, şu Markos'un ülkesi; hani ülkesini soyup da milyarlar, trilyonlar paraları Amerikan bankalarına yatıran alçak, geberdi gitti, karısı kaldı. Müslüman var camiler var, müslümanlar ezâ, cefâ altında...
Yâni Peygamber Efendimiz burda ne diyor? "Miskinlere, yoksullara, düşkün insanlara acıyana ne mutlu" diyor. Gözümüz hep rahatı, keyfi değil de; fukaranın, zuafanın olduğu, garibanların yaşadığı yerlere gitmeli, insan ayağına biraz çizme giymeli, çamurlu yerlerde şak şuk yürmeli de, o fukaracıkların evlerine bir girmeli de nasıl kokuyor, nasıl akıyor, nasıl üşüyor, nasıl titriyor bir görmeli.
Çanakkaleye gittik, zamanımız müsâitti;
"--Buranın sâlih mübarek insanlarından, evliyasından, ulemâsınadan kimeler var? Bir ziyaret edelim!" dedik.
Bilemediler, dediler ki:
"--Birisi var, çok iyice bir insan var."
"--Olur, onu ziyaret edelim!" dedik.
Arabaya atladık, gittik. Köpek kulübesi gibi alçak tavanlı, tenekeden filân yapılmış bir yer, başımızı eğerek girdik. Ondan sonra içerde bir hasta adamcağız, bir de ona bakan karısı var. Küçücük bir yer... Yâni bir somya koymuşlar, o kadarcık küçük bir yer. Zavallılar.
"--Nasılsınız?" dedik.
"--Elhamdü lillâh, çok şükür Rabbimiz'e!.. Verdiği nimetlere hamd ü senâlar olsun, ne mutlu bize!.."
Onun orda hamd ü senâ etmesi bana dokundu. Adamın evliyâ olduğu belli, o fakirlik içinde, o tenekelerin arasında, insan ayakta durduğu zaman başının tavana değdiği küçücük yerde, bir somya kadar odada karı-koca kalıyorlar...
"--Çok şükür, Allah'ın nimetine bak, ne mutlu bize, bak bizi ziyarete geliyorlar!" diyor.
Yüreğim parçalandı. Memnun, müteşekkir, hamd ediyor, şükrediyor. İşte onlara acımak lâzım, yardımcı olmak lâzım! Garibanlar işte orada... Doktora götürülse, kim bilir kaç türlü hastalığı çıkar. Demek ki, onlara acımamız lâzım!..
i. Hikmet Sahipleriyle Oturmak
(Ve hàleta ehlel-fıkhı vel-hikmeh) "Ne mutlu dinî bilgisi olan, hikmet sahibi insanlarla beraber olanlara; onların meclislerinde, onlarla düşüp kalkanlara!.."
Allah razı olsun, belki arkadaşlar dâvet etti, belki kendiniz duydunuz geldiniz. Neden geldiniz?.. Yâni neden olduğunu düşünelim. Nezir kadeşimiz duydu geldi, sizler duydunuz geldiniz. "Hocamız geldi, dînî bir sohbet olacak!" diye geldiniz. Peygamber Efendimiz'in burda müjdesi var: "Ne mutlu dinî bilgisi olan, fıkıh bilgisi olan, hikmet bilgisi olan insanlarla beraber olan, sohbet edenlere!.."
Hikmet nedir?.. Hikmet, bir şeyi yerli yerince yapabilme meziyeti demek... Hangi işi yaparsa yerli yerince yapabilmek meziyeti... Yâni söz söylüyor, hikmetli söz söylüyor, ne demek? Yerli yerince konuşuyor. Bir iş yapıyor, hikmetli bir iş yaptı, yâni yerli yerince yaptı; hem sağlam, hem doğru, hem güzel demek... Yaptığı iş, söylediği söz sağlam, doğru, güzel demek...
Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin sıfatı nedir?.. Allah'u Teàlâ Hazretleri hakîmdir, her şeyi hikmetli yapar, her şeyi yerli yerincedir. Peygamberlerin sıfatlarından bir tanesi nedir?.. Hakîm olması... Yâni Peygamberler de lüzumsuz, yersiz, abuk sabuk iş yapmazlar. Hepsi yerli yerincedir, sözü doğrudur, işi doğrudur, güzeldir, örnek alınabilir. Efendimiz'in sözleri nasihattir, hikmettir. Hareketleri ibretlidir, hikmetlidir, doğrudur, örnek alınabilir. Hikmet bu...
"Bir insan hikmet sahibi oldu mu, ne mutlu o kimseye!.."
(Ve men yü'tel-hikmete femen ûtiye hayran kesîrâ) "Allah kime böyle hareket etme meziyeti ihsân etmişse, çok hayır vermiş demektir." Oturması yerli yerinde, kalkması yerli yerde, konuşması yerli yerinde; hepsi güzel, hepsi doğru... Peygamberler hikmet sahibi insanlardır, evliyâullah hikmet sahibi insanlardır.
Tabii hikmet kelimesi bir işi muhkem yapmak mânâsına da geliyor, sapasağlam yapmak, yâni işin hiç çürük tarafı yok... Bir de hakîmâne yapmak, yâni düşünceye, akla, mantığa dayalı yapmak mânâsına geliyor. "İşte böyle fıkıh ve hikmet sahibi insanlarla beraber olan, onların sohbetine katılan, onlarla düşüp kalkan insanlara da ne mutlu!.." diyor.
Burda da bize bir işaret ve nasihat var: "Böyle kimselerin yanına gidin, bunlarla konuşun, görüşün!" demiş oluyor.
(Tbâ limen zelle nefsehu ve tàbe kesbühû ve salehat serîretühû ve kerimet alânîyetühû ve azele anin-nâsi şerrehû) Yine bazı güzel sıfatları sayıyor: "Ne mutlu nefsini emri altına alıp bastıran, kazancı güzel olan, içi tertemiz olan, zâhiri de soylu ve asâletli olana ve insanlara bir zararı dokunmayan insana!.." diyor
(Tbâ limen amile biilmihî) "Ne mutlu bildiği ile amel edene!.. (Ve enfakal-fadle min mâlihi) Kazancının fazlalığından infakta, hayırda sadakada bulunana, hayrât, hasenât yapana ne mutlu!.. (Ve emsekel-fadla min kavlihî) Sözlerin de fazlasını tutana en mutlu!.."
Malının fazlasını veriyor, sözünün de fazlasını tutuyor. Sözünün fazlasını tumak nedir?.. Sükûttur. Sükût nedir?.. Sükût da önemli, sevaplı bir ibadettir. Onun için insan ya hayır söylemeli ya susmalı!.. Susmasını bilmek önemli...
Peygamber Efendimiz son cümlesinde edebî bir sanat yapıyor: (Ve enfakal-fadle min mâlihî, ve emsekel-fadla min kavlihî) "Malının fazlasını infak edene ne mutlu, sözünün fazlasını tutana ne mutlu!.." Burda tezat sanatıyla bir edebî sanat yapıyor.
Demek ki malımızın fazlasını hayra vereceğiz, sözün fazlasını da söylemeyeceğiz. Fazla gevezelik, lüzumsuz söz, uzun söz söylemeyeceğiz. Peygamber Efendimiz kısa söylerdi, az ve öz söylerdi, anlaşılacak kadar söylerdi. Daha konuşmaya istek varken, dinlemeye istek varken, keserdi. Biz de bu hadis-i şerif burda bittiği için, epeyce de konuştuğumuz için, burda keselim!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ilmimizle âmil olan, duyduğunu, öğrendiğini uygulayan kullarından eylesin... Rızasını kazanan kullarından eylesin, ömrünü sevdiği yolda geçirmeyi hepimize nasib eylesin... Günahlardan, haramlardan uzak durmayı nasib eylesin... Sıhhatli, afiyetli, uzun ömür nasib eylesin... Hüsn-ü hàtime ile, az ağrı, âsân ölüm, kâmil îman ile ahirete göçmeyi nasib eylesin...
Son devirde bunaklık, elden, ayaktan düşkünlük, âza noksanlığı vs. gibi ihtiyarlık perişanlıkları vermesin... Sıhhat afiyet üzere yaşayıp, mü'min-i kâmil olarak, sevdiği razı olduğu kul olarak ahirete göçmeyi cümlemize nasib eylesin...
Esmâ-i hüsnâsı hürmetine, Muhammed-i Mustafâ'sı hürmetine ve şu mübarek cuma günü hürmetine ve bihürmeti esrârı sûretil-fâtihah!..
20. 03. 1997 - Ludvigshafen / ALMANYA
ZİKİR VE İLİM
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn... Senedinâ ve mededinâ ve üsvetünel-haseneti muhammedinil-mustafâ, ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn... Emmâ ba'd:
Çok aziz ve kıymetli kardeşlerim! Bu sabah bayram sabahına benzedi. Bayramda böyle erken kalkılıyor, erkenden camiye geliniyor. Cemaat çok olunca, cami de seviniyor, o bakımdan da bir bayram gibi oluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri ibadetlerimizi kabul eylesin... Cümlemizi, cümlenizi yolunda yürüyen, sırât-ı müstakîmde yürüyen, sebîlür-reşâd üzere olan, sevdiği razı olduğu işleri yapan, dünya ve ahiret saadetine eren kullarından eylesin... İşin aslı, esası, temeli, kökü, gàyesi, ucu, sonu bu...
Allah CC, şaşıran kardeşlerimize de doğru yolu göstersin... Üzerimizde sevmediği ne gibi hal ve huy ve sıfat ve fiil ve niyet varsa; evvelce işlediğimiz haramlardan, günahlardan birikmiş kirler varsa, onlardan bizi pâk eylesin... Bundan sonraki ömrümüzde o hataları işlemeden, o günahlara bulaşmadan, o haramlara yanaşmadan yaşamayı Allah cümlemize nasib eylesin...
Allah-u Teàlâ Hazretleri istiğfar eden, tevbe eden kullarını sever. Hatasını anlayıp pişman olan kullarının günahlarını afv ü mağfiret eder.
(Lâ kebîrete meal-istiğfâr) Tevbe ve istiğfar eylediği zaman günahı kalmaz insanın; silinir, temizlenir, pâk olur. Bu güzel bir şeydir, çok büyük bir müjdedir, çok büyük bir lütuftur ki; kul günah işliyor, suçlu, cezayı hak etmiş, amma Allah ceza vermiyor. Trafik polisi çevirmiş, elinde makbuz, kalem; amma cezayı yazmıyor.
Ayrıca affediyor, ayrıca seyyiatını da hasenâta tebdil ediyor:
(Yübeddilullàhu seyyiâtihim hasenât) "Seyyielerini de hasenâta döndürüyor." Her şeye kàdir...
Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulunun tevbe etmesinden, doğru yola gelmesinden, hak yola girmesinden, sevdiği kul olmasından çok hoşnud olur, çok memnun olur. Bu hususta hadis-i şerifler var.
Onun için bizim halimize, durumumuza, meşrebimize, meslekimize en uygun olan, tevbe ve istiğfarı çok eylemektir. Sahifesinde tevbe ve istiğfar çok olan kimse felâh bulur, kurtulur. Onun için dâimâ hatalarımızı tefekkür ederek, günahlardan uzak durmağa çalışarak, tevbe ederek, Allah'ı zikrederek, Allah'a şükrederek yaşamağa gayret edelim.
a. Cami ve Cemaatin Önemi
Peygamber SAS Efendimiz, bizim üsve-i hasenemizdir, nümûne-i imtisâlimizdir. En yüksek insandır, en güzel nümûnedir. Herkes Peygamber SAS Efendimiz'e bakarak, nasıl iyi kul olması gerektiğini müşahhas olarak anlaması lâzım! Halini Peygamber SAS Efendimiz'e benzetmesi lâzım! Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine uygun hareket etmesi lâzım! Hayatını, Peygamber SAS Efendimiz'in hayat sürüş tarzında devam ettirmesi lâzım!..
Efendimiz SAS Hazretleri yatsı namazını camide kılmayı, sabah namazını camide kılmayı çok medhediyor. Yatsıyı sabahı camide kılan bir insan, gecesi gündüzü ibadetle geçmiş gibi mükâfat alır. Onun için, arabamıza atlayıp sabah namazına camiye gelmemiz lâzım!
Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki: "Bir yerde beş tane müslüman aile olur da, orada ezan okunmaz, ikàmet getirilmez, cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan oraya hakim olur, saltanatını kurar, onları emri altına alır. Onların boynuna boyunduruğu geçirir, zinciri takar, şeytan onlara hakim olur."
Şeytandan nasıl kurtulunacak, şeytandan kurtulmanın ictimâî çaresi ne?.. İç çareler var, dış çareler var. İctimâî, yâni toplumsal çare camidir, ezan okumaktır, ikàmet getirmektir. Şeytan o zaman gider. O zaman şeytanın hükmü altına girmiyor insan...
Allah saklasın, bir ülkeye düşman hücum ediyor, istilâ ediyor. İstilâ ne demek? Geliyor, oraya hakim oluyor. "Benim sözüm geçer, siz benim hükmüm altındasınız, ben size hakimim! Hadi bakalım ayağa kalk, otur! Ellerini havaya kaldır! Uzat ellerini kelepçeleyeceğim!.." vs. Her şeyini alır götürür insanın, Allah saklasın... Mücadele edemezsin. İstilâya uğramış bir ülkenin durumu zor... Düşman oraya hakim olmuş demektir, zor bir şey.
Onun için düşmanın istilâsına uğramamak lâzım! Şeytanın istilâsına uğramamak lâzım!.. Şeytanın istilâsına uğramamanın yolu, beş aile bir araya geldi mi, ezan okumaktır, kàmet getirmektir, cemaatle namaz kılmaktır.
--Hocam, bunu biz şimdiye kadar pek duymadık, bunu sen mi icad ettin?..
--Hayır! Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor.
Şeytan hepimizin düşmanıdır:
(İnneş-şeytàne leküm adüvvün fettahizûhü adüvvâ) [Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tanıyın!]
(Elem a'hed ileyküm yâ benî âdeme en lâ ta'büdüş-şeytàn) "Haberiniz yok mu? Allah'la siz ahid yapmıştınız, şeytana tapmamak üzere anlaşma yapmıştınız; haberiniz yok mu?.." Yok... Kur'an okumayınca haberi olmaz insanın, çünkü doğmadan önce ne yaptığının farkında değil insanoğlu... Ahdetmişiz, ahd ü misak eylemişiz, şeytana tapmayacağımıza dair söz vermişiz.
(Ve eni'budûnî) Allah'a ibadet edeceğimize söz vermişiz. (hâzâ sırâtun müstakîm) "Sırat-ı müstakîm bu, doğru yol bu; Allah'a ibadet edin!"
--Hocam, Allah'a ibadet ediyoruz. İşte cami kurduk, namaz kılıyoruz, cuma günleri camiye gidiyoruz.. vs. Şeytana tapınmıyoruz. Yezîdîler varmış Mardin'de, Diyarbakır'da; onlar şeytana tapınıyorlarmış. Biz şeytana filân tapınmıyoruz.
O, o kadar kolay bir şey değil. Şeytan insanın içinden fıs fıs vesvese verir, gizli gizli insanı idare eder. Uzaktan komutalı oyuncak gibi oynatır insanı... Düğmelere basarak oynatır, farkına varmaz insan.
İçki içiyor musun?.. Bak, şeytan seni kullandı. Harama bakıyor musun?.. Bak, işte şeytan seni aldattı. Namaza kalkmadan yan gelip yatıyor musun?.. İşte bak, şeytan aldattı. Camiye gelmiyor musun?.. Bak, şeytanın sözünü dinledin yine, gördün mü?.. Oturup kalkıp, bağırıp çağırıp evde huzursuzluk çıkartıyor musun?.. Bak şeytan nasıl gülüyor! Karıyı, kocayı birbirine düşürdü, şimdi bak nasıl kıs kıs kenardan gülüyor.
Bir gün Peygamber SAS Efendimiz Ebûbekr-i Sıddîk RA ile beraber oturuyorlardı. Müşrikin birisi geldi, açtı ağzını yumdu gözünü, başladı münakaşa etmeğe, ağır sözler söylemeğe... Ebûbekr-i Sıddîk Peygamber Efendimiz'e bakıyor, Peygamber Efendimiz de öyle duruyor. Sustu bir müddet... Yâni, edepsize cevap vermektense sustu. O da lafı uzattı, uzattı; ithamları çoğaltı, çoğalttı. Söyledi, söyledi, söyledi... Ebûbekr-i Sıddîk da açtı ağzını, cevap vermeye başladı. Bize göre tabii, elbette o söyleyince, biz de cevap veririz. Yapmasaydı, ne yapalım deriz.
Cevap vermeğe kalkınca, Peygamber Efendimiz hemen ordan kalktı, yürüyüp gitmeğe başladı. Ebûbekr-i Sıddîk bir düşmana baktı, bir Peygamber Efendimiz'e baktı; koştu Peygamber Efendimiz'in arkasından... Dedi ki:
"--Anam babam, canım sana fedâ olsun ey Allah'ın Rasûlü, seni üzecek bir şey mi yaptım?.. Adam çok konuştu da, ona cevap vermek istiyordum. Seni üzecek, kıracak bir şey mi yaptım yâ Rasûlallah?" dedi.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Ey Ebûbekir, sen susarken bir melek o herife cevap veriyordu. Sen ağzını açtığın zaman melek ayrıldı, gitti, şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde ben duramayacağım için, ondan kalktım." dedi.
Melek bizim duymayacağımız bir şekilde edepsize nasıl cevap verir?.. Bilmeyiz. Herhalde edepsiz bir taraftan konuşur ama, bir taraftan melek ona cevap verince, içinden haksızlığını anlar herhalde... Böyle bir şey oluyordur belki... "Ben bunlara bağırıyorum, çağırıyorum ama, haksızım ben yâhu! Benim bu yaptığım da doğru değil." gibi içine bir takım duygular geliyordur. Meleğin cevabındandır o belki, biz onu anlayamıyoruz. Susmuş gibi oluyor da, belki öyle değil.
Şeytan araya geldiği zaman ne oluyor: İş inada biniyor. Artık akıl, mantık, muhakeme, gerçeklerin kubulü gibi durum kalmıyor, şeytan kızıştırıyor. Demek ki, şeytan böyle... Kavga edenleri kızıştıran, şeytan... İyi işleri yaptırmayan, şeytan... Kötü işleri tatlı gösterip, süsleyip, zinetlendirip, beğendirip, istetip yaptıran, yine şeytan... Demek ki bayağı bir faaliyeti var içimizde, dışımızda, çevremizde de biz farkında değiliz.
Neden?.. Görünmüyor.
(İnnehû yerâküm hüve ve kabîlühû min haysü lâ terevnehüm) "Siz onları görmediğiniz halde, o ve şeytanın ordusu olan öteki şeytanlar sizi görürler."
O zaman fena bir düşman... O zaman tehlikesi biraz daha büyüyor. Ben düşmanın karşıdan geldiğini, hangi yoldan geldiğini bilsem, tedbir alırım; siper kazarım, silah yerleştiririm, çare ararım. Vayyy, demek ki yanımda olacak da, ben görmeyeceğim... İşte şeytan çok tehlikeli bir düşman. Allah, "O sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman belleyin!" diye buyuruyor.
Dâimâ içimizden yükselen duyguları, sesleri, teklifleri, yapmak istediğimiz arzuları kontroldan geçirelim!
--Nerden çıktı bu, niye yapalım hocam bunu?..
Çünkü o arzuları sana şeytan pazarlıyor. Şeytan arzu ettirtiyor, şeytan teklif ediyor içinden... Meselâ:
--Canım öyle istiyor ki, gideyim, şu herifin suratına bir yumruk patlatayım!
Sen canım istiyor sanıyorsun, senin canın istemiyor, şeytan seni kışkırtıyor. Meselâ:
--Şurdaki elma ne kadar güzel yâ; uzanayım, koparayım, alayım! Bir tanecik elma ne olacak, sahibi de bir şey demez belki...
Demez olur mu, öyle şey olur mu, başkasının malı alınır mı?..
--Ama çok da güzelmiş, kırmızıymış, canım da istiyor da...
Canın istemiyor, dikkat et şeytan istiyor. Şeytan seni o elmayı kopartmaya kışkırtıyor.
Demek ki içimizdeki arzuların bir kısmının pazarlayıcısı, bize göndericisi, aklımıza getiricisi şeytanmış.
--Başka kısımları da mı var?..
Tabii, başka kısımları da var... Arzuların hepsi şeytandan değildir. Arzuların bir kısmı nefsindendir insanın... Bir de nefsi var insanın, nefs-i emmâre...
(İnnen-nefse leemmâretün bis-sûi illâ mâ rahime rabbî) Nefis insana kötülükleri çok emreder, az değil... Âmiretün bis-sûi demiyor, emmâretün bis-sûi diyor. Emmâre ne demek, çok emredici demek. Mübâlağa-i ism-i fâil sîgası. Çok emreder.
--O zaman bu da şeytan gibi bir düşman...
Tabii;
(A'dâ adüvvüke nefsükelletî beyne cenbeyke) En büyük düşmanın bu... Bunun büyüklüğü nerden geliyor?.. İşte bu da insana kötü şeyleri emrediyor, hem de içinde, kalenin içine girmiş. Dışarıda değil, bu da içinde...
--Allah Allah... Allah-u Teàlâ'nın hikmetine bak, başımıza ne düşmanlar sarmış; kimisi içimize girmiş, kimisi etrafımızda dolaşıyor da biz görmüyoruz.
Bunlar gerçek; masal değil, hikâye değil... Belki ben güzel anlatamıyorum ama, gerçek bunlar, Kur'andan bunlar...
--Şeytan da içimize girebiliyor. Haydiii, kapı pencere delik deşik, ne kapı kaldı, ne kilit kaldı. Şeytan içeri giriyor, nefis zâten içerde; ne yapacağız şimdi biz?..
Bizim o zaman yapacağımız şey, içimizden gelen duyguları kontroldan geçirmek... Duygu, "Şunu şöyle yap!" diye bir tekliftir. Bu teklifi yapıp yapmamak bizde.
(İnnehû leyse lehû sultànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn) İmanı kuvvetli olanlara, Allah'a tam bağlananlara şeytan te'sir edemiyor. Neden?.. Teklif ediyor, teklifte kalıyor.