(Ricâlün lâ tülhîhim ticâretün ve lâ bey'un an zikrillâh) "Öyle adamlar ki, ticaret, alış veriş, satış onu Allah'ı zikretmekten alıkoyamıyor." Yâni gündelik işleri içerisinde Allah ile olan mânevî yakınlığını, halvet hâlini, sanki halvetteymiş gibi, sanki çilehâneye inmiş de tek başına, yalnız başına orda ibadet ediyormuş gibi hâli koruyabilmek... Bu da bir esastır.
Tabii, derviş halveti görür, halvetteki zevkleri tadar, esasları öğrenir; o hali topluluğun içinde de devam ettirsin diyedir bu...
Sonra, demin de söylediğimiz bazı esaslar gelir:
5. Yâd kerd
Burdaki kerd, Farsça kerden masdarından muhaffeftir. Bunun Arapçası zikirdir. Yâd kerden, zikretmek demek... Yâni derviş, zikrini yapacak.
Zikrin çeşitleri vardır. Nakşîlikte iki türlü olabiliyor, Kàdirîlikte daha fazla olabiliyor. "Allah" zikri oluyor, "Lâ ilâhe illallah" zikri oluyor. Bunların esasları var. Tarif edilen usüle uygun olarak zikrini yapacak. Lâ ilâhe illallah'ı nasıl çekecekse, öyle; Allah lafza-i celâlini nasıl çekecekse, o mahall-i mahsusunda öğretildiği üzere zikrini yapacak.
6. Baz geşt
Baz geşten, geri dönmek demektir. O nedir: Zikrederken, Allah Allah diyorken, arada duruyoruz, ne diyoruz:
"İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî" sözünü söylüyoruz. Bunu söyleyelim diye, çok üzerinde durmuş büyüklerimiz. Bu nedir?.. Niyeti tazelemeğe dönmek demektir. "Allah deyip döne döne, istediğim Hak'tır benim." Dönüp dönüp ne diyoruz: "Yâ Rabbi, gayem sensin! Ben senin rızanı kazanmak istiyorum."
Zikir arasında, her yüz defada, Allah Allah dedikten sonra, "İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî" deniliyor. Yâni niyet tazeleniyor, baştaki esas döne döne tekrar ediliyor.
Bu da şundan dolayıdır. İnsan zikrederken, birtakım hâlât müşahede eder, birtakım zevkleri tadar, kendisine ben artık olgunlaşıyorum diye kanaat gelir.
--Hocam gözümü kapattım, bir nur hasıl oldu, aklıma şöyle geldi...
Tamam, olabilir. Ne var yâni, ne büyütüyorsun?..
--Ben uçacağım gàlibâ! Evliyâ olmağa yaklaştım gàlibâ...
Ne yapacak?.. Bâz geşt yapacak. Sen niyetini bir tazele bakalım, senin maksadın evliyâ filân olmak değildi, unuttun mu?.. Yola niye çkmıştın: "İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî" diye çıkmamış mıydın, niyetin o değil miydi?.. Benim niyetim Allah'ın rızasını kazanmak demiyor muydun, şimdi iş değişti mi?.. Yolda bir takım şeyler göründü; öyle şey yok!.. Tekrar dön bakayım oraya, tekrar onu hatırla!..
Şeytan, namaz kılan insanı de rahatsız eder, zikreden insanı da rahatsız eder. Sevabını kaçırtmağa çalışır, namazının rekâtlarını şaşırtmağa çalışır. Namazda aklına kötü şeyler getirtmeğe çalışır. İbadetini berbad etmeğe çalışır. Onun için, hatırına gelen şeylere çok dikkat etmek lâzım!..
Zâten, hatırına gelen şeylere dikkat etmek de ayrı bir esastır; nigâh dâşt denilir ona...
7. Nigâh daşt
Nigâh bakış demek. Nigâh dâşten, bakmak, muhafaza etmek, korumak demek... Aklına fenâ şey gelmemesini, kalbinin bozulmamasını, gönlünün kararmamasını, gönlüne başka şeyler gelmemesini sağlayacak. Sıkı duracak, dikkat edecek. Nigâh dâşten, muhafızlık yapmak, bekçilik yapmak demek. Kalbinin kapısında bekçi olacak, içeriye mâsivâyı sokmayacak.
Kısaca anlatmak gerekirse: Gönlüne sahip olacak, gönlüne Allah'ın sevmediği şeyleri getirmeyecek.
8. Yâd daşt
Kendisinde hâsıl olan gelişmeleri muhafaza edecek, kazandığı hâli muhafaza edecek. Allah'ın huzurunda olduğunu göz önünde tutacak demektir.
9. Vukf-u kalbî
Kalbine vâkıf olmak... Gönlünde ne oluyor, ne gibi olaylar oluyor, ne gibi tecelliler oluyor?.. Gönlüne vâkıf olmak...
10. Vukf-u adedî
Zikirler belli sayılarda verilmiştir, o sayıları tutturmak... Sayıların sebepleri vardır, hikmetleri vardır. Hikmetlerine riayet için, adedine de riayet edecek. Meselâ, Lâ ilâhe illalah zikrinde habs-i nefes ederek üç defa "Lâ ilâhe illalah" diyecek, ondan sonra "Muhammedür rasûlüllah" diyecek. Sonra bunu beşe çıkarak. Bir nefeste beş defa habs-i nefes ederek, nefesini tutarak "Lâ ilâhe illalah" dedikten sonra "Muhammedür rasûlüllah" diyecek.
Bu rakamlar önemlidir. Habs-i nefes tarikıyla yirmibire kadar çıkarması tavsiye olunmuştur. Yâni bir nefes aldığı zaman, yirmibir defa "Lâ ilâhe illalah" diyecek hale gelebilir. Adetler önemlidir, adede de vâkıf olacak, kalbine de vâkıf olacak.
11. Vukf-u zamânî
Vukf-u zamânî, içinde bulunduğu zamana derviş hakim olacak. Zamanın kıymetini bilecek, o anda yaptığı işin Allah'ın rızasına uygun olup olmadığına dikkat edecek.
Çünkü zaman üçtür: Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman... Geçmiş zamana mâzî derler, şimdiki zamana hâl derler, gelecekteki zamana istikbâl derler. Deniliyor ki: "Geçmiş geçmiştir, yapacak bir şeyin yok..." Keşke bu sene hacca gitseydim. Ama geçti. Biraz sıksaydın kendini, zorlasaydın, hacca gidecektin. Kaçırdın, geçti.
Geçti mâzî çekme istikbâle gam,
Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem...
Geçmiş geçti, bir şey gelmez elinden... Gelecek de mechuldür. Yayaşayacaksın, ya yaşamayacaksın! Yarına çıkıp çıkmayacağımızı bilmiyoruz. Bir dahaki sene hacca yetişecekmiyiz, bilmiyoruz. O da istikbal, ya olacak, ya olmayacak... Geçmişe bir tesirimiz olmuyor, geleceğe de ulaşıp ulaşmayacağımız meçhul... Zaman olarak elimizde içinde olduğumuz an var. İçinde olduğun zamana vâkıf olacaksın, ne yaptığına dikkat edeceksinw! Bu zamanı Allah'ın rızasına uyğgun geçirmeğe çalışacaksın! Zamanın icabı olan ibadeti yapacaksın.
Cuma vaktinde ticaret olmaz. Ticaret helâl ama, cuma vaktinde ticaret haram... Çünkü Allah, (Ve zerül-bey') "Alış-verişi bırak, camiye gel!" buyurmuş.
Konuşmak olabilir ama, hutbe esnasında konuşmak olmaz. Çünkü hutbenin dinlenmesi esas...
Ezan okunuyor, sus; çünkü ezana icabet etmek sünnet... Her zamanın o anda yapılacak işini bilip, onu yapmak lâzım, ona aykırı iş yapmamak lâzım!..
Ezan okunmuş, kahvede oturuyor... Kalkıp camiye gitsene, namaz vakti şimdi!
--Sonra kılarım.
Olur mu, işte şimdi zamanında kıl!..
Demek ki, dervişin zamana sahip olması, zaman hakkında ihtimamı olması lâzım! Zamanının kıymetini bilmesi lâzım! Bir zamanı var, içinde bulunduğu zaman... O zamanı kötü geçirirse, o da mâzi olacak, pişmanlık olacak. Onu iyi değerlendiremezse, ondan da pişman olacak.
--Hay Allah, tüh be, keşke cumaya gitseydim!..
Cuma vaktinde cumaya gidemedi.
--Keşke gitseydim, keşke konuşmayı kısa kesseydim, keşke ahbabın yanından çabuk kalksaydım, keşke dükkânı çabuk kapasaydım... Keşke...
Kâş ki... Arapçası leyte... (Leyteş şebâbü yeûdü yevmen) "Nolaydı gençlik geri geleydi..." Gelmez, sen şimdi içinde bulunduğun zamana bak!.. Bunu da arasın sonra, gençliği aradığın gibi bu zamanı da ararsın. Sağlığın kıymetini hastalıktan önce bil, gençliğin kıymetini ihtiyarlıktan önce bil, boş vaktin zamanını meşguliyetten önce bil, zamanını iyi değerlendir!..
Bu zamanla ilgili esas, mühim bir esastır. İşte bu esaslara riayet edilerek dervişlik güzel yapılırsa, güzel olur diye bunları kısa cümleler halinde öğretmişler, ezberletmişler. Bir dervişin bunlara riayet etmesi lâzım!.. Bunlar riayet edilmek için konulmuş nasihatlerdir. Bunlar yapıldıktan sonra bir şeyler olacak; yapılmazsa, olmaz.
Çalışmadan olmaz. Ekin ekmeden mahsûl biçilmez. Çalışacak, gayret edecek; Allah-u Teâlâ Hazretleri ihsan edecek.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlemize hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasib eylesin... Yapılması gereken güzel işleri yapmayı nasib eylesin... Günahlardan kaçınmayı nasîb eylesin... Nefse şeytana uydurmasın, gaflete düşürmesin... Fâni dünyaya aldanıp ahireti unutanlardan eylemesin...
Ömrümüzü rızasına uygun geçirmemizi nasib eylesin... Sonuçta, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak, yüzü ak, alnı açık, sevgili kul olarak varmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlemizi müşerref eylesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..
10. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ
İMANIN KORUNMASI
Elhamdülillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultànih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruûsinâ menbaıs-sıdkı ves-sefâ muhammedinil-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaînet-tayyibînet-tàhirîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve sevgili kardeşlerim!..
Allah cümlenizden razı olsun... Diyar-ı gurbette yaşıyorsunuz, çalışıyorsunuz. Alnınızın teri ile, elinizin emeği ile, ağır işler yaparak kazanç sağlıyorsunuz. Sa'yiniz meşkûr olsun, rızkınız geniş olsun, kazancınız helâl olsun, bol olsun...
a. Allah'ın Sevgisini Kazanmak
Bu dünyanın kazancını parasını, geçimini sağlamak için, binlerce kilometre uzaktaki diyarlara gelmiş kardeşlerimizsiniz. Fakat aslında, bu dünyada her şey fâni... Dünya fâni, dünyanın içindeki bizim peşinde koştuğumuz, seyahat ettiğimiz, uğraştığımız şeylerin hepsi fâni... Fâni olduğu için değersiz ve bütün uğraşmamıza, ter dökmemize rağmen elimizde de kalıcı değil... Çünkü biz burda kalıcı değiliz. Biz burdan kalkıp ahirete göçtüğümüz için, ne kadar kazansak, biz gidiyoruz, o kalıyor, ayrılıyoruz. Ya da biz burda iken elimizden ayrılıyor, gidiyor, yine ayrılıyoruz.
Onun için şeyhimiz, hocamız Muhammed Zâhid Kotku Hazretleri, ömrünün ahirinde, son günlerinde demişti ki:
"--Bu dünyada her şey boş... Her şey boş; mevkî, makam, para, pul, servet, köşk... her şey boş. Bir tek mühim şey var, o da bu dünyada iken imtihanı kazanıp, Allah'ın sevdiği kul olmak!"
Allah'ın sevdiği kul olmak çok önemli ama, Allah'ın yardım ettiği, kolaylaştırdığı kimseler için zor da değil... Allah hepimize yardım eylesin... Tevfikını refîk eylesin...
Bunun şartlarını müslümanların bilmesi lâzım! Yâni Allah bir insanı, o insan ne yaparsa sever, ne yaparsa sevmez?.. Allah kimleri sever, niçin sever, ne sebeple sever, hangi işleri yaparsa sever?.. Kimleri sevmez, neden sevmez?.. Bunları çok iyi bilmek lâzım! Bunları bilmediği zaman;
(Men lem ya'rifiş-şerra yaka' fîh) "Şerri bilmeyen, bilmeden hatayı işler, şerri, günahı, kötülüğü yapar." Şerri bilmek lâzım, korunmak için... Hayrı bilmek lâzım, uygulamak için, yapmak için, elde etmek için...
Ne hayırlı, ne hayırsız?.. Nasıl hareket edersek Allah sever, nasıl hareket edersek Allah sevmez?.. Her şeyden önce bunu düşünmeliyiz.
Tabii, bu çok mühim bir noktadır, çok mühim bir gàyedir, amaçtır. Kısaca söylemek lâzım gelirse, adım adım söylemek gerekirse: Allah mü'minleri sever, mü'min olmayanları sevmez.
Yâni şu etrafımızdaki yüksek binalar, köprüler, muazzam ticarethaneler, şirketler, paralar, pullar, denizdeki gemiler; bizim memleketimizde olmayıp da, burda görüp hayranlık duyduğumuz her şey... Giyimi kuşamı, arabası, evi, keyfi, rahatı yerinde olan her şey... Ne olursa olsun, Allah kâfirleri sevmez, mü'minleri sever. Allah'ın sevgisini kazanmak için ilk şart, ilk esas, temel şart, vaz geçilmez şart, onsuz olmayacak olan şart, insanın mü'min olmasıdır.
Mü'min olmak, bir bakıma çok kolay bir şeydir. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" dedin mi, işte mü'min oldun. Şu dışarıdaki gayrimüslim dediğimiz bir insan, Allah'ın sevmediği bir insan, böyle der demez mü'min olur ve cenneti hak eder.
(Men kàle lâ ilâhe illallah, muhlisan dehalel-cenneh.) "Kim ihlâsla bu sözü söylerse; 'Allah'tan başka tanrı yoktur. Ben onun varlığını, birliğini, yaradanım olduğunu, alemlerin rabbi olduğunu anladım, inandım, bildim, kabul ettim, idrak ettim.' derse o cennete girer."
Bu kadar kolay, amma bu bir kapı açıyor insana, tevhid yolunu, kapısını açıyor. Peygamber SAS o mübarek Arafat'ta, hutbesinde dedi ki:
(Efdalü mâ kultü ene ven-nebiyyûne min kablî lâ ilâhe illallah.) "Benim de, benden önce Allah'ın şu dünyaya, insanlara yol göstersin diye gönderdiği bütün peygamberlerin de söylediği sözlerin en kıymetlisi, en mühimi, en faziletlisi, en üstünü 'Lâ ilâhe illallah' sözüdür.
Tevhidden ayrılan, tevhide ulaşamamış olan, tevhidi anlayamamış olan, Allah'tan gayri tanrı olmadığını anlayamamış olan herkes mahvolacak, kahrolacak, (hasired-dünyâ vel-âhireh) dünyası, ahireti perişan olacak.
Bir bakıma, "Eşhedü en lâ ilâhe illalah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh" dediğin zaman müslüman oluyorsun ama, o kadar incelikleri var ki bu işin... O kadar dikkat edilecek tarafları var ki... Müşrik olmaması için bir insanın, kazandığı imanı elinden kaybetmemesi için, mü'min olması için, sağlam bir akîdesi olması lâzım! Akàid-i İslâmiyyeyi çok sağlam bir şekilde öğrenmesi lâzım!.. Çünkü hem dünyada daha önceden gelmiş geçmiş bozuk akîdeli insanlar var, hem de şimdi yeni yeni türemiş, yeni bozuk akîdeli insanlar var... Gazetelerde, mecmualarda televizyonlarda o kadar çok laflar söyleniyor ki; insanlar arasında öyle münakaşalar oluyor ki, öyle abuk sabuk, çarpık yamuk laflar söyleniyor ki; bu kadar tehlikeli, insanı küfre düşürecek bozuk akîdelerin arasında insanın, İslâm akîdesini sağlamca öğrenmediği takdirde, bu dalaverecilerin, bu yalancıların, bu aldatıcıların arasında imanını muhafazası çok zor...
Bunların bir kısmının maksadı da müslümanı İslâm'dan saptırmak, çıkartmak... Müslümanın imanına kasdediyorlar. Müslümanın müslüman olmasından rahatsız oldukları için, onu İslâm'dan koparmağa çalışıyorlar. Müslümanların adedini azaltmağa çalışıyorlar. Müslümanları yeryüzünden yok etmeğe çalışıyorlar. Onun için kurdukları televizyonlarla, çok gelişmiş iletişim araçlarıyla, okullarla, kolejlerle, tahsillerle, terbiyelerle insanları yoldan çıkartmağa çalışıyorlar.
Dün akşam bir yerde şöyle bir müzakere açtık, konuştuk: "Üzerinde inceleme yaptığım üçyüz çocuktan, üç tanesi istediğimiz gibi müslüman oldu." dedi bir arkadaşımız. Yâni, "Bu diyarlarda haliniz nicedir? Çalışıyorsunuz, para kazanıyorsunuz ama, çocuklarınız ne oluyor?.. Burada yaşayan çocukların akıbeti ne?.. Vardıkları sonuç ne?" diye sorduğum zaman, üçyüz çocuktan üç tanesi, yüzde biri istediğimiz gibi oluyor. Ötekilerin hepsi İslâm'a uzak, İslâm'ı bilmeyen, İslâm'ı uygulamayan, kaybolmuş çocuklar, acıdığımız çocuklar oluyor.
Bir de bunların çocukları olacak. Yâni, anası babası camiye giden insanların çocukları böyle olursa, zâten camiye gitmeyen, anası babası zâten bu işlerden haberdar olmayan, bu tarakta bezi olmayan insanların öteki çocukları ne olacak?..
Bir zaman gelecek, onlar belki müslümanlıktan bile başka bir yere gidecekler. Allah saklasın... Allah bizi ve kıyamete kadar nesillerimizi İslâm'dan ayırmasın, ayaklarını kaydırmasın, sevdiği kul eylesin... Bizim neslimizden fâsık, fâcir, müşrik, zâlim getirmesin... Evlâtlarımızın hepsi abid, zâhid, alim, fâzıl, sâlih, muslih kullar olsun...
Şimdi bu büyük bir rakam... Demek ki, onların hakîkî müslüman olması için çok gayret sarfetmemiz lâzım!.. Sessiz sedâsız çoluk çocuğumuz elimizden gidiyor.
b. İmanın Kuvvetli Olması
Tamam, İslâm'ı öğrettik, İslâm akîdesini de doğru öğrettik; "Evlâdım bak, sapık inançlara düşme! Temiz, pırıl pırıl, hakîkî iman budur." dedik. Başka?.. Allah kimleri seviyor, biraz hadis-i şeriflerden okuyalım. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
230/11 (Elmü'minül-kaviyyü hayrun ve ehabbü ilallàhi minel-mü'minid-daîfi ve fî küllin hayr.) Mü'minlerin hepsi hayırlı, mü'min oldu mu Allah seviyor. İhlâsla "Lâ ilâhe illallah" dedi mi, cennete girecek ama, hepsi hayırlı ama; kuvvetli müslüman zayıf müslümandan hem daha hayırlıdır, hem daha sevgilidir Allah'a... Daha hayırlıdır; çünkü kuvvetli olduğu için İslâm'a daha güzel hizmet eder. Ama (ehabbü ilallàh) Allah'ın daha çok sevdiği kuldur. Allah zayıf müslümandan kuvvetli müslümanı daha çok seviyor.
O halde mü'min olduğumuz zaman ikinci bir şeye dikkat etmemiz lâzım: Kuvvetli müslüman olmaya çalışmamız lâzım!.. Bizim kelimelerimizle sağlam müslüman olmamız lâzım!
Kuvvetli müslüman olmak hangi yönden olur?.. Birincisi, imanı kuvvetli olur. Yâni kimse onu aldatamaz, kimse onun kafasını çelemez, kimse onu alıp, kötü bir yola çekemez, götüremez, bulaştıramaz... filân. Tamam, imanı kuvvetli olacak.
Bu imanın kuvveti nerden olur?.. İmanın kuvveti sırf kitaplardan okumaktan olsaydı, bu camiye gelen babalar, namazlı niyazlı anneler çocuklarına bunları öğrettiler. Öğrettiler ama, sadece bilmek yetmiyor.
İmanın kuvvetli olması için, Peygamber SAS Efendimiz'in bir sözünü hatırlatmak istiyorum size:
(Ceddidû imâneküm bikavli lâ ilâhe illallah) diyor Peygamber Efendimiz. İman da elbise gibi insanın içinde eskir, feri sönen bir kandil gibi ışığı azalır. "İmanınızı 'Lâ ilâhe illallah... Lâ ilâhe illallah...' diye diye kuvvetlendirin!" diyor Peygamber Efendimiz.
Hocamız (Rh.A)'i yine yad edelim... Bizim memleketimizde bir küfür fırtınası esti, herkes sarsıldı. İmanında devam etmek isteyenler büyük zararlara uğradılar. Büyük bir kısmı da değişti. Camiler kapatıldı, satıldı, vakıf malları satıldı. Kur'an-ı Kerim'ler toplatıldı. Gazetelerde dinî yazı yazmak yasaklandı. Çeşit çeşit zulümler oldu. Eski devrin mâcerâlarını kitaplardan okumuşsunuzdur, biliyorsunuzdur.
Hocamız dedi ki: "Elhamdü lillâh Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi zikre sarılmak bereketiyle korudu." dedi. Yâni, zikrullah insanı koruyor. Çünkü, bir insan Allah'ı zikretti mi, çok büyük sevap kazanıyor.
Allah yolunda masraf etmek ne kadar kıymetli... Zaman zaman siz de belki Çeçenistan'a yardım ettiniz, Bosna-Hersek'e yardım ettiniz. Kendi kendinize, toplu halde, çeşitli şekillerde yardım ettiniz.
(Nafakatüke fî sebîlillâh, biseb'imieti dereceh) "Allah yolunda yardımın sevabı bire yediyüzdür." Yediyüz misli sevap var... Çeçenistan'a yardım ettiniz. Bosna-Herseğe bir ambulans gönderdiniz. Koyun gönderdiniz kurbanda, açlık çekmesinler diye orda kestirdiniz... Allah yolunda bir hayır yaptınız mı, yediyüz misli. Fakat;
(Zikrullàhi teâlâ efdalü indallàhi minen-nafakati fî sebîlillâh bimieti dereceh) "Zikretmek, Allah yolunda para vermekten de yüz kat daha sevap..." Etti yediyüzün yüz katı, yetmişbin... Zikrullahın mükâfatı yetmişbin...
Eğer zikrullahı kendi kendine, kalbinden yaparsa, zikr-i kalbî derler. Kalbinden zikrederse; dudağı kıpırdamıyor, kimse anlamıyor, kalbinden "Allah... Allah..." diyor. O da dili ile sesli yaptığı zikirden yetmiş kat daha sevaplı... Yetmişbinin yetmiş katı, dörtmilyon dokuzyüzbin eder.
Yâni, insan kalbinden şöyle bir Allah dese, bir "Lâ ilâhe illallah" dese, Allah dörtmilyon dokuzyüzbin defa demiş gibi mükâfatını bol verecek. Şimdi bu dörtmilyon dokuzyüzbin defa olan sevap insana bir geldi mi, ihyâ eder... Bir daha geldi mi, daha ihyâ eder... İçi dışı pırıl pırıl nur olur, Allah'ın sevgili kulu olur.
Onun için, zikrullah imanı koruyan, insanın sağlam müslüman kalması, şeytana uymaması, günahlara sapmaması için çok kıymetli bir koruyucu, çok kıymetli bir destek ve kaynak oluyor.
Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Müslümanın mânevî düşmanlarına karşı sığınacağı üç tane kale var:
1. Kur'an-ı Kerim. Kur'an-ı Kerim'i okuyan, Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen, Kur'an-ı Kerim'e sarılan, Kur'an-ı Kerim'i kendisine rehber edinen, bağrına basan, başına tac edinen, kaleye girmiş gibi kötülüklerden kurtulur.
2. Mescidler. Almanya'da gezdik, buraya geldik. Şu mescide bak, dışarıdaki buranın ahalisinin ibadethanelerine bak!.. Allah'ın sevdiği ibadetin yapıldığı, sevdiği kullarının toplandığı yer ne kadar gariban, öteki yerler --kiliseleri bırakalım insanların keyif yerlerini düşünelim-- ne kadar ışıklı, ne kadar geniş, ne kadar ferah...
Bakın, siz bu garibanlığa rağmen kalkıp geliyorsunuz. Alnınızda boncuk boncuk terler beliriyor, ensenizden terler akıyor ama, sevap kazanalım diye oturuyorsunuz. Tamam, burası da bir kaledir. Buraya sığınan da mânevî bakımdan korunur.
--İyi ama camiyi sırtımızda taşıyamayız. Kur'an-ı Kerim de herkesin harcı değil...
3. Herkesin üçüncü kalesi zikrullah'tır. Zikrullaha sarılan, kalenin içine girmiş gibi olur, kurtulur. Siz burada şeytanların arasında, mânevî tehlikelerin içinde yaşadığınız için, bu çok önemli bir şey... İmanınızın kuvvetli olması için zikre sarılacaksınız, Kur'an'a sarılacaksınız, camiye sarılacaksınız.
Dışarıda camiyi peşinizden götüremiyorsunuz, yanınızda Kur'an kalıyor, zikrullah kalıyor. Elinizde tesbih olursa, dilinizde zikrullah olursa, korunursunuz. Olmazsa, büyük tehlikeler var...
Mü'minin bir kuvveti iman yönündendir. Bu önemli bir kuvvettir. İman yönünden kuvvetli oldu mu, insan Allah'a dayanmış olur. Allah'a dayananın da sırtını kimse yere getiremez, dünyanın en kuvvetli insanı olur. Tek başına bir topluma karşı çıkar ve toplumu yener. Tarihte misali var, İbrâhim AS... Tek başına bir topluma, Nemrud'uyla, ordusuyla, ahalisiyle bir şehre karşı çıkmış, meydan okumuş. Sonunda Allah'a dayandığı için, halîlullah olduğundan, Allah'ın dostu olduğundan, Allah yolunda hakkı söylediğinden, Allah korumuş, kurtarmış. ötekiler helâk olmuş, o kurtulmuş.
Mûsâ AS... Yapabilir misiniz siz?.. Saraya gidip de, "Ben tanrıyım, bana tapının!" diyen, kendisine tapındıran, azılı, azgın bir herife hak sözü söyleyebilir misiniz?.. Ucunda kellenin gitmesi var, ölüm var... Ne ölümü göze alıyor millet, ne hapsi göze alıyor, ne rahatının elinden kaçmasını göze alıyor.
Kolay bir şey mi, şöyle bir düşünün! Mûsâ AS'ın yerine Allah size bu vazifeyi vermiş olsaydı. "Git oraya, git o zalime şunları söyle!" deseydi, ne kadar zor, kolay değil... Zâten kolay da olmadı. Mûsâ AS'ı öldürmek istediler. Sıkıntılar oldu ama, Allah yine Firavun'u, ordusunu ve kavmini helâk etti. Mûsâ AS'ı ve mü'minleri korudu, kurtardı.
Her zaman böyledir.
(Ve kâne hakkan aleynâ nasrul-mü'minîn) Allah mü'minleri korur, kurtarır; müslümanlara nusret eder, yardım eder. Kavmi helâk olur, mü'minler kurtulur. Lût kavmi helâk oldu, Lût AS kurtuldu. Nuh kavmi helâk oldu, puta taptıklarından, putları ilâh edindiklerinden, müşrik olduklarından, tüm kavim helâk oldu, Nuh AS kurtuldu.
Onun için ne yapacağız?.. İmanlı olacağız, imanımızın korunması için Kur'an-ı Kerim'e, camiye ve zikrullaha sımsıkı sarılacağız.
c. Kur'an-ı Kerim'in Şefaati
Bu arada ağzınızın tadı gelsin diye, keyfiniz artsın diye, Peygamber SAS Efendimiz'in bir hadis-i şerifini size nakletmek istiyorum. Hadis-i şerif nakli bereket olduğundan, sohbetimize rahmet-i ilâhi insin diye, feyzimiz çok olsun diye, Ebû Hüreyre RA'den rivayet edilmiş bir hadis-i şerifi okuyacağım, aziz ve muhterem kardeşlerim:
453/2 (Ni'meş-şefîül-kur'ân, lisàhibihî yevmel-kıyâmeh) "Sahibi için, Kur'an-ı Kerim ne kadar güzel bir şefaatçidir kıyamet gününde..."
Sahib, bir şeye mâlik olan mânâsına gelir. Meselâ, bu kitabın sahibi benim, şu deri ceketin sahibi sensin....
İnsan Kur'an-ı Kerim'e nasıl sahib oluyor?.. Kur'an-ı Kerim'i okuyor, ezberliyor, mânâsını öğreniyor, tefsirini öğreniyor, ahkâmını uyguluyor.
--Niye Ramazanda oruç tuttunuz?..
--Kur'an-ı Kerim'de ayet var hocam...
--Niye zekât verdiniz?..
--Zekât ayetleri için hocam...
--Niye namaz kılıyorsunuz?..
--Namaz kılın diye Kur'an'da emir var hocam...
Kur'an-ı Kerim'in böyle sahibi olabilirsiniz. Ezberleyerek, öğrenerek, ahkâmını uygulayarak, insan Kur'an-ı Kerim'e sahib olur.
Sahibin bir mânâsı daha var, arkadaş demek. Peygamber Efendimiz'in sohbetinde bulunan kimselere ne deniyordu?.. Sâhib, sahâbe, ashab... Sahâbet, arkadaş olmak... "Kur'an-ı Kerim arkadaşı için kıyamet gününde ne güzel şefaatçidir." Bu mânâ da olur. Çünkü, insan Kur'an'ı sevdi mi, arkadaş, dost edindi mi, en vefalı dosttur Kur'an-ı Kerim...
(Yeklü) Der ki: (Yâ rabbi ekrimhu) "Yâ Rabbi, şu benim sahibime ikram et!.. Yâni ya beni okuyan insan, ya da arkadaşım, dostuma ikram et yâ Rabbi!" der. Şefaat ediyor, senin lehinde Allah'ın huzurunda şefaatte bulunuyor, senin için Allah'tan bir şey istiyor. "Yâ Rabbi, buna ikramda bulun, hediye ver buna... Bunun gönlünü hoş et yâ Rabbi!" der. (Ve yülbesü tâcül-kerâmeh) Kur'an'ın sahibi olan, Kur'an okuyan ya da Kur'an'la dost olan kimsenin başına cennet tacı, keramet tacı giydirilir. Öteki insanlarda olmayan bir muhteşem taç... Yâni filânca ülkenin hükümdarına veya kraliçesine taç giydiriliyor da, başkası giymiyor. Taç bu, az bir şey değil...
Taç giydiriliyor. (Sümme yeklü yâ rabbi zidhü) Sonra der ki: "Yâ Rabbi arttır buna ikramını, daha çok hediye ver buna!.." (Feyüksâ kisvetül-kerâmeh) Kur'an'ın dostu olan, aşığı olan kimsenin üzerine cennet hulleleri, libasları giydirilir.