121 ilâ 140. sayfalar

Şikr mi bu? Şirk olsaydı söyler miydi Peygamber Efendimiz?.. Şimdi bazıları çıkmış, olur mu öyle şey, "Şeyhe muhabbet şirktir." diyor. Peygamber Efendimiz söylüyor işte bak! Kur'an-ı Kerim söylüyor:

(Kul in küntüm tuhibbûnallàhe fettebiûnî yühbibkümüllàh) "Eğer Allah'ı seviyorsanız, beni sevin, bana tâbî olun de onlara!" diye Peygamber Efendimiz'e Allah emrediyor. "Söyle Rasûlüm, sen çekinme! Sen benim istediğimi onlara söyle, bildir, naklet! 'Beni sevmedikçe, beni saymadıkça, mü'min olamazsınız!' de! Sen mütevâzîsin, belki söylemek istemezsin, ben emrediyorum, söyle!" diyor.

Onun için söylüyor Peygamber Efendimiz. "Sizden biriniz beni babasından çok, evlâdından çok beni sever duruma gelmediyse iyi mü'min değil!" İyi mü'min olmak için o muhabbet şart...

Sahabeden bir mübareği Mekke'de müşrikler yakaladılar. İşkence ile sürükleyerek öldürmeğe götürüyorlardı. Bir tanesi dedi ki:

"--Bak müslümanlıktan dolayı başına gelenleri gördün mü? Bak o Muhammed'e bağlandın da başına neler geldi, gördün mü?.. Şimdi ne iyi olurdu, sen çoluk çocuğunun yanında olsaydın, başına hiç bu haller gelmeseydi... Sen evinde olsaydın da, o Muhammed bizim elimizde olsaydı, biz onu haklasaydık; sen evinde rahat etseydin!" gibi bir şeyler söyleyince, o zât dedi ki:

141

"--Lâ, vallàhi canım feda olsun ona, onun ayağına diken batmasına bile razı değilim. Siz ne yaparsanız yapın, vız gelir, hiç önemi yok... Onun ayağına diken batmasına razı değilim!" dedi.

Peygamber Efendimiz'in ashabı öyle idi. Rasûlüllah'a atılan oklara vücutlarını siper ediyorlardı. Rasûlüllah'ın uğrunda ölmeğe can atıyorlardı. Rasûlüllah, "Şuraya gidin, şurayı fet edin!" diye gönderdiği zaman, şehid olmak aşkıyla gidiyorlardı. Rasûlüllah'a canlarını, mallarını, her şeylerini vermişlerdi.

Öyle olmayınca, o tarzda olmayınca, olmaz. Nitekim Hazret-i Ömer RA Peygamber Efendimiz'e geldi, samîmî duygularla ilân-ı aşk eyledi. Dedi ki:

"--Yâ Rasûlallah, ben seni çok seviyorum. Şu canımdan başka her şeyden çok seviyorum." dedi.

Evvelâ can derler ya, kendi canı hariç...

"--Yâ Ömer! Kişi beni kendi canından çok sevmedikçe, hakîkî mü'min olamaz!" dedi.

Hazret-i Ömer şöyle bir düşündü, "Yâ bu can da ne oluyormuş ki?.. Canım hariç diye ne diye dedim, keşke demez olsaydım." dedi.

"--Canımdan da çok seviyorum seni yâ Rasûlallah!" dedi.

142

"--Şimdi oldu işte yâ Ömer!" dedi.

"Evet normaldir, insan kendisini daha çok sever." demiyor, "Beni canından da daha çok sevmezsen, hakîkî müslüman olamazsın yâ Ömer!" diyor

Bu oyuncak değil, bu şirk değil... Niye Rasûlüllah'ı seviyordu insanlar?.. Allah'ın elçisi diye... Allah onu peygamber gönderdi diye... Allah ona uyun diye emrettiği için... Allah'tan dolayı seviyoruz.

Kur'an'ı niye seviyoruz?.. Allah'tan dolayı, Allah'ın kitabı diye seviyoruz. Peygamberi neden seviyoruz?.. Allah'tan dolayı, Allah'ın peygamberi diye seviyoruz. Eliyâullahı neden seveceğiz?.. Allah'tan dolayı, Allah'ın evliyâsı diye...

Millet şimdi buna pür-hiddet, pür-şiddet saldırıyor:

--Öyle şey olmaz!

Ya ne olacak, ne olmasını istiyorsun?.. Bir evlâdın babasını sevmesi suç mu, ayıp mı, günah mı, şirk mi?..

--Olur mu, tabii evlât babasını sever, anasını sever...

E peki, mürşid-i kâmili anasından, babasından aşağı mı?.. Öyle şey mi olur?..

Ana baba bazan, "Otur karşıma, içki iç!" diyor. "Gel lan buraya!" diyor oğluna; bir kadeh ona döküyor, bir kadeh kendisine:

143

"--İç şunu, öyle yobazlık yok! Ben senin babansam, içeceksin bu içkiyi... Hadi bakalım!" diyor. "Hakkımı helâl etmem!" diyor.

"--Etmezsen etme, ben Allah'a asi olamam, bunu içmem."

Bazan böyle oluyor. Koca karısına diyor ki:

"--Niye böyle örtünüyorsun yâ, utanıyorum senden... Şöyle biraz saçını başını aç!.. Biraz şöyle süslen, boyan..." diyor.

Şu sayın bayan, niye böyle soyunmuş?.. Sayın'ı soyun anlamış... Niye böyle boyanmış?.. Bayan'ı boyan anlamış... Adam karısının öyle olmasını istiyor:

"--Dans bilmezsin, süslenmesini bilmezsin, ben seni nerden aldım be karı?.. Açın biraz!" diyor.

Askeriyede filân var böyleleri... Biraz da yukardan baskı yapıyorlar, karısı örtülü olanı ihrac ediyorlar filân. "Açın, şöyle koluma gir, beraber dansa, diskoteğe gidelim!" diyor. Öyle şey olur mu?..

Bazen anne baba insanı günaha sokuyor. Öyle anne babalar var ki, çocuğunu hırsızlığa alıştırıyor. O halde mürşid-i kâmil anneden, babadan önce gelir. Anne babayı sevmek haksa, ma'kulse, meşrû ise, mâzursa, anne baba seviliyorsa, mürşid-i kâmil daha çok sevilir.

144

Neden:

(El'ulemâü veresetül-enbiyâ') "Alimler, mürşid-i kâmiller peygamberlerin varisleridir." Peygamberler mal mülk bırakmazlar, ilim ve irfan bırakırlar. Kim ilim irfan sahibi ise, kimin mânevî silsilesi sağlamsa, nisbet-i mâneviyyesi varsa, Rasûlüllah'a varan bir enerji hattı varsa, o peygamber varisidir. Hürmet edilecek tabii...

Onu sevmeden, hava alır. Mürşidini sevmiyor, saymıyor, sıradan bir köylü dayı gibi görüyor. Hocamız biraz mahalli şive ile konuşurdu. "Kardaş, arkadaşlık pek eyi demekle kàimdir." derdi. Mahallî tabirler...

Yakından tanımayanlar onu Nasreddin Hoca gibi görürdü. Bilmiyor sanırdı, câhile bir şey öğretir gibi tatlı tatlı anlatırdı. Hocamız onun âlâsını biliyor. İkisini uzaktan seyreden kimse olarak ben biliyorum ki, herifin deminden beri dil dökmesi boşuna, Hocamız onun âlâsını biliyor. "Haa, öyle mi?.." bilmem ne... Kalbi kırılmasın diye, nezâketen, zerâfetinden... Yoksa daha iyisini bilirdi, kat kat âlâsını bilirdi.

Yâni öyle şeyleri var ki, "Şöyle olacak, siz meraklanmayın!" diye istikbale ait şeyleri söylerdi. Çok misalleri var...

145

İnsan bilgiyi alemlerin Rabbinden alınca, öteki insanlar gibi olmaz. Allah'tan almayınca da bilgiler durmaz insanın üzerinde...

İlm kân nebüved zî-hak bî-vâsıta,
U ne pâyed hem çü rengi mâşıta...

"İlim Allah'tan vasıtasız olarak insanın gönlüne akıp gelmiyorsa, füyûzat olarak, mânevî ilhâmât olarak gelmiyorsa, yüze sürülen allık, pudra, boya gibi gider, durmaz. Yıkadı mı gider. Ne oldu yâ, bu gelin dün akşam yüzüne allık, pudra, bir sürü şey sürünmüştü?.. Şimdi yüzünü yıkadı gitti. Neden?.. Sonradan sürülen şey gider.

(Leysel-kühli ket-tekehhül) "Doğuştan gözlerinin sürmeli olması, sonradan sürme çekmeye benzemez." Doğuştan yanakların renkli olması, sonradan allık çalmaya benzemez. Bir şey aslından olmalı!..

Allah'tan geliyorsa ilim, fayda verir, devam eder. Allah'tan gelmiyorsa, zâten aslı esası yoktur, bir yerinde bir yanlışlığı vardır, doğru değildir zâten...

Evet, muhabbet olacak! Bu yolda feyz almanın yollarından birisi de odur. Muhabbeti yok... Bekle bakalım! "Sen bu kafa ile çok beklersin, çok helva kazanı karıştırırsın!" demiş.

146

Tekkenin mutfağında görevlenmiş de birisi, yirmi sene, otuz sene geçmi, hâlâ orda mutfakta çalışıyor. Aklına gelmiş:

"--Yâhu benden sonra gelenler gitti, gelenler gitti. Her birisini bir tarafa gönderdi şeyh efendi, orda vazife görüyor. Biz böyle saplandık mutfağa, boyna helva pişir, yemek pişir, odunları yak, üfle ocağa... Böyle gidiyoruz."

Böyle geçmiş içinden... "Bizden sonra gelen çoluk çocuğu bile şeyh efendi bir yerlere gönderdi vazifeli olarak, bize bir azife vermedi yâ... Bizim canımız yok mu, haksızlık değil mi?" filân diye böyle şeyler düşünmüş mutfakta yemek yaparken tekkenin aşçısı... Hizmet etsin diye indirmişler oraya, hizmet edecek ki, sevap kazanıp kazanıp ilerleyecek.

Rüya gibi bir şey görmeye başlamış: Şeyh efendi onu da çağırıyor huzuruna:

"--Hadi seni de filânca diyara halife gönderiyorum, git bakalım oraya!" diyor.

"--Peki efendim, emriniz başım üstüne!" diyor. Seviniyor içinden, "Tamam, bize de hilâfet geldi, işte biz de bir beldeye gidiyoruz." diyor.

"--Gel buraya! Gidiyorsun ama, bak o gittiğin yerde ne kazanırsan yarısı senin, yarısı benim olacak tamam mı?.."

147

"--Aman efendim, paranın pulun, malın mülkün kıymeti mi olur, hepsi sizin olsun..."

"--Hayır, hepsi değil, yarısı senin yarısı benim... Tamam mı?.."

"--Efendim hepsi sizin olsun, ben fakirim, malda mülkte gözüm yok..."

"--Hayır! Yarısı senin, yarısı benim..."

"--E peki, nasıl emrederseniz öyle olsun." diyor, kalkıp gidiyor.

Şimdi bu gitmiş o diyara... Bir şehre gitmiş, oraya yerleşmiş. Camiye giderken gelirken hoş geldin diyenler olmuş. Tanışmışlar, bakmışlar ki tatlı bir insan, sohbeti güzel bir insan, ahlâkı güzel, bilgili bir insan... Beğenmişler, "Allah Allah... Gurbetten gariban bir adam geldi amma çok olgun bir insan..." demişler. Sevmişler, arkadaşları artmış, çoğalmış, çevresi genişlemiş, bildiği okuduğu ilimlerden sağa sola öğretmeğe başlamış. Talebeleri olmuş, orda kalabalık bir yerde epeyce şöhret kazanmış.

Yıllar geçmiş. Sonra o beldenin hükümdarı ölüvermiş. Ne olacak şimdi, hükümdar öldü... Yeni bir hükümdar seçelim, kimi seçelim?.. Dürüst olsun, akıllı olsun, tecrübeli olsun, bilgili olsun, mütedeyyin olsun, takvâ ehli olsun demişler, aramışlar, taramışlar. Birisi demiş ki: "Bu adam çok dürüst, çok akıllı, çok ahlâklı... Bunu hükümdar yapalım!" Olur mu, olur. Hümkümdar yapmışlar. Hadii derviş olmuş hükümdar... Var böyle hükümdar olan dervişler...

148

Hükümdar olmuş, memleketi idare etmeğe başlamış. Çok güzel, gayet güzel idare ediyor. Paralar birikmiş, hazine dolmuş, belde mâmur olmuş, fakirler memnun olmuş, her şey güzel... Bu tabii evlenmiş orda, beş tane çocuğu olmuş.

Bir gün şeyhi çıkmış, gelmiş. Nasıl sevinmiş adam: "Aman efendi hazretleri, hoş geldiniz!" demiş, elini eteğini öpmüş, tahtına oturtmuş. Herkes bakıyor: "Allah Allah, bu hükümdar, bu gelen adamı tahtına oturtuyor, önünde diz çöküp duruyor, bu ne haldir?.." diyorlar. Böyle bir izzet, bir itibar, bir sevgi, bir muhabbet... Her şey güzel.

Birkaç gün böyle kaldıktan sonra, kimsenin kalmadığı bir zamanda şeyh efendi demiş ki:

"--Otur şuraya!.. İyi güzel, bak buralara gelmişsin, epeyce çalışmışsın, kendini sevdirmişsin, hükümdar olmuşsun, zengin olmuşsun, çoluk çocuğa kavuşmuşsun. Köşklerin, sarayların, askerlerin, hazinelerin, her şey yerinde... Buraya gelirken seninle ne anlaşma yapmıştık, ne demiştim sana?.. 'Ne kazanırsan yarısı senin, yarısı benim!' dememiş miydim, hatırladın mı?.."

149

"--Evet efendim, hatırladım, hepsi sizin olsun!"

"--Hayır! Anlaşma ne: Yarısı senin, yarısı benim... Yarısını bölüşeceğiz."

"--Peki efendim."

"--Hadi bakalım, bölüşelim!"

İnmişler hazineyi bölüşmüşler, malları bölüşmüşler, atları bölüşmüşler, kumaşları bölüşmüşler... Şeyh efendi sıkı, gayet muntazam hesaplıyor, her şeyi ikiye bölüyor. Tam böyle bölüşmüşler.

"--Eee, daha var mı?.."

"--Yok efendim..." demiş.

"--Çocuklar var!.. Çocuklar da burda olmadı mı, o da senin burdaki kazancın... Çocukları da bölüşeceğiz!" demiş.

"--Hay hay efendim, tamam..."

Bir tanesi senin, bir tanesi benim... Bir tanesi senin, bir tanesi benim... Etti dört.

"--Beşincisi ne olacak?.."

"--Senin olsun efendim..."

150

"--Hayır, olmaz! Yarı yarıya olacak, adalet olacak, böleceğiz bunu ortadan..."

"--Efendim olur mu? Ben hakkımdan vaz geçtim, o da senin olsun!"

"--Hayır, böleceğiz. Tut bakalım şunun bacağından, getir bakalım satırı!.."

"Allah Allah... İmtihan mı ediyor beni, ne yapıyor; dur bakalım, bu adam ihtiyarladı mı?.." diye düşünmüş. Bacağından tutmuş, satırı getirmiş... "Herhalde en son anda vaz geçecek, dur bakalım!" demiş. Satırı kaldırdığı zaman, "Senin gibi şeyh olmaz olsun!" diye şöyle bir davranınca bütün bu hayaller bozulmuş. Rüya gibi bir şey görüyormuş meğerse...

O heyacanla elinde tutup kaldırdığı da helva kazanını karıştırdığı koca kepçe imiş. Bakmış önünde helva kazanı, etrafta hiç kimse yok... Bir his gelmiş içine, arkaya bir bakmış: Şeyh efendi şöyle kapıya yaslanmış, mütebessim ona bakıyor.

Demiş ki:

"--Evlâdım, sen bu kafayla daha burada helva kazanı karıştırırsın!" demiş, yürümüş gitmiş.

Bu ne demek?.. Yâni tam hududa kadar getirdi ama, son noktada şeyhine bağlantısı tam değil... Bir noktaya kadar tamam da, ondan sonra yok...

151

Şimdi bizim müridlerin bir kısmı bir noktaya kadar müridlikte devam etti de, parti muhabbeti ile şeyh muhabbeti karşılaştığı zaman, kimisi partiyi tercih etti. Olabilir, buyurun, parti senin...Tekke benim, tarikat benim, yol benim; parti senin, siyaset senin...

Muhabbet olacak! O olmazsa feyz olmaz, evliyâlık olmaz. Bu da onun hikâyesi.

9. Sohbet-i Şeyh

Kitaplarda yazılan sonuncu şart, sohbet-i şeyh'tir. Şeyhin sohbetinden feyz alır mürid... Oturur, kalkar, gelir, gider, feyz alır, yetişir. Bizim yolumuzda müridin yetişmesinde sohbet-i şeyh önemlidir. Şeyhin sohbetine gitmek lâzım!.. Canla dinlemek lâzım, tavsiyelerini tutmak lâzım!..

Sohbet yolunun ne demek olduğunu dün anlatmıştım. Demiştim ki: Sohbet yârenlik etmek demek değil, hayatın içinde, hayatı beraberce sürerken, davranışlarını terbiye edecek. Aile terbiyesi gibi... Peygamber Efendimiz ashabını yanına aldı, etrafında yaşarken yirmiüç senede İslâm'ı öğretti.

Hocamız Tasavvufî Ahlâk kitabını yazmıştır, çok meraklı bir noktaya gelir, der ki: "Bunlar burda yazı ile olmaz, bu iş erbabından öğrenilir." der keser. Ondan sonra mühim şeyler var, onları yazmaz. "Bunlar erbabından öğrenilir, böyle yazı ile anlaşılmaz." der. Çünkü bazı ukalâ insanlar okumakla mutasavvıf oluyor, hattâ şeyhliğe kalkan oluyor. "Ben okudum, çok biliyorum, bunlar tamam." diyor. Şöyle derler, böyle derler diyor, şairlerden şiirler ezberliyor. "Ben biliyorum bunu, niye ben de şeyhlik yapmayayım yâ?" diyor.

152

İnsan kendi kendine şeyh olmaz ki, bunun bir yolu yöntemi var, hıfz-ı nisbet var... Nisbet-i mâneviyyesi olmazsa, Rasûlüllah'la bağlantısı olmazsa, feyz olmaz. Şebekeye cereyan bağlanmazsa, ışık yanmaz.

Kendi kendine kalkıyor şeyhliğe... Çok var böyleleri... Bizim Hocamız'ın vefatından sonra kaç kişi şeyhliğe kalktı. "Benim yapmam lâzım, bu bana yaraşır." diyor, kendi kendine yakıştırıyor. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermişti, ben şeyhlik yapabilirim!"

Râmûzül-Ehâdîs'i okuma müsaadesi vermek, Râmûz'u okut diyedir, şeyhlik yap diye değildir. Kimisi dedi ki:

"--Hocamız bana başka isteklilere ders tarifi selâhiyeti verdi. Yâni mürid olmak isteyene dersi tarif ediver diye selâhiyet verdi, ben şeyhlik yapabilirim!"

Ders tarifi selâhiyeti vermek, hocanın vefatından sonra yerine geçmek mânâsına değildir. Yüzlerce kişiye böyle selâhiyet vermiştir. Hattâ köyde benim teyzeme de vermiştir, şehirde bizim komşu hacı teyzelere de vermiştir. Ders tarif etme selâhiyeti şeyh olma icazetnâmesi değildir. Râmûzül-Ehâdîs okuma müsaadesi şeyh olma icâzetnâmesi demek değildir.

153

Kendi kendine şeyhliğe kalkıyor. Öyle olunca olmaz. Öyle olunca nisbet kopuk olur, bağlantısız ortaya çıkmak olur. Bağlantısız ortaya çıkanın bir şeyi olmaz.

Öyle bağlantısı olunca da, ümmî bile olsa, çoban bile olsa o bağlantısından, o sohbetten öyle feyizler hasıl olur ki, nice insan evliyâ olur.

Yolumuzun kitaplarda yazılan esasları bunlardır. Bir de daha başka esaslar vardır, onları da kısaca anlatalım:

b. Nakşî Tarikatının Esasları:

Abdül-Hàlik-ı Gücdevânî Hazretleri --Semerkand civarında, Gücdevan denilen bir yerde camisi var, kabri de orda-- bazı sözlerle bizim bu Nakşî tarikatımızın esasları nelerdir diye ifade buyurmuşlar; onları da bilmemiz lâzım! Çünkü bu tasavvufî seyr-i sülûkumuzda mühim olan şeyleri gösteriyor.

Bu esaslar onbir tanedir:

1. Hûş der dem

Burdaki hûş, iki gözlü he, vav ve şınla yazılır; Farsçada akıl, şuur ve idrak demektir. Meselâ, bayılan insana da bî-hûş oldu derler. Yâni şuurunu kaybetti, yığıldı kaldı mânâsına... Dem, nefes demek... Hûş der dem, nefes alıp verirken insanın uyanık, aklı başında, şuurlu olması demek...

154

Bizim esaslarımızdan birisi budur. Her nefeste uyanık olacak dervişimiz...

Şimdi bu nasıl sağlanır?.. Yâni, Allah'ı unutmayacak, gaflete düşmeyecek, her anda Allah aklında olacak. Her anda Allah'ın kendini gördüğünü bilerek edepli hareket edecek, edebi muhafaza edecek. Her anda... Hiç bir nefesi gàfil alıp vermeyecek. Her nefes alıp verişte gàfillikten uzak bir âgâhlık ve uyanıklık üzere olacak. Birinci esas bu...

Bu kolay sağlanamaz, kolay değildir. Çünkü insanın bazen uykusu gelir. Şimdi bu konuşmayı biraz uzatsak, millet uyuklamaya başlar. Çünkü bir noktadan sonra insanın dikkati zayıflar. Uyku bu prensibin aksidir.

"Farkına varmadım yâ, hay Allah!.." deriz bazen... Meselâ bizim hanım diyor ki: "Selâm verdim, duymadın!" Meselâ annesi diyor ki: "Evlâdım deminden beri ben sana bağırıyorum." Resimli romana kendisini daldırmış; "Ahmed!.. Git bakkaldan şunu al, bunu al!" diyor annesi, "Haa..." diyor, romana devam...

Sonra geliyor:

"--Anne ne demiştin?" diyor.

Neden?.. Aklı başka yerde... İnsanın aklı mâsivâda, başka yerde olursa, Allah aklında olmaz. Her zaman Allah'ı düşünmek kolay bir şey değildir.

155

Bu nasıl sağlanacak, bunun ilâcı ne, çaresi ne?.. Bunun çaresi zikirdir. Zikri çok yapa yapa insan bu noktaya ulaşabilir. Öyle ulaşır ki, uyurken bile gözü uyur, kalbi uyumaz. Horul horul uyurken zikreder, vücudundan Allah sesi gelir. Nasıl olur bu?.. Zikre çalışmakla olur. Zikre çalışa çalışa ilerleyince olur.

Bu esastır. Çünkü hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Cennete giren insanlar bile hayıflanacaklar, gàfil geçirdikleri zamana, zikirsiz geçirdikleri zamana esef edecekler." İşte o esef etme durumu, hayıflanma durumu olmasın diye, her nefeste uyanık olmak lâzım, gàfil olmamak lâzım!..

Çünkü insan gàfil olursa; meselâ yolda gàfil olursa, araba gelir çarpar. Başka hususlarda gàfil olursa, fırsatları kaçırır. Veya gaflete devam ederse arabayı bir yere çarpar. Gaflet fenâ bir şey, gàfil olmak, hûş der dem olmamak fenâ bir şey... Araba kullanan hûş der dem olmazsa, çarpar. Yolda yürüyen hûş der dem olmazsa, arabanın altına gider. Yâni uyanık olmak lâzım, ayık olmak lâzım, şuurlu olmak lâzım, her nefeste...

156

Bu demek ki, zikre çalışarak olan bir şey...

2. Nazar ber kadem

Dervişimizin bakışı, nazarı ayağında olacak. Kadem, ayak demek... Bu iki mânâyadır:

1) Etrafa, sağa sola bakıp da günaha girmesin demek... Kız gibi edepli olsun, ayağının ucuna bakarak öyle yürüsün. Sağa baktı mı, sola baktı mı, nâmahreme bakar, günaha bakar. Onun için gözü aşağıda, müeddeb bir şekilde yürür.

Bunu uygulamış eski dervişler, öyle yürümüşler.

2) Sen ayağına, tasavvuftaki yürüyüşüne dikkat et, etrafla meşgul olma, mâsivâ ile meşgul olma! Nene gerek senin mâsivâ, sen yolunu almağa bak!.. Adımlarına dikkat et, sağlam yere bas, yürüyüşüne dikkat et, seyr-i sülûkuna dikkat et mânâsına...

İki mânâsı da doğrudur. Birisi maddî tarafıdır işin, diğeri mânevî tarafıdır. İnsanın maddî yönden etrafa bakıp, haramlara bakıp da günaha girmesi iyi bir şey olmadığından, onlara bakma mânâsı doğru... Ama Allah'ı isteyen, "İlâhî ente maksdî" diyen bir insanın da mâsivâ ile meşgul olması doğru olmadığından kademine baksın, adımının ilerlemesine baksın, mâsivâ ile meşgul olmayı bir tarafa bıraksın.

157

Izdırâbı celbeden meyl-i alâıkdır sana,
Mâsivâya ser-fürû etmek ne lâyıkdır sana!..

Mâsivâ ile eğilip meşgul olmaya lüzum yoktur. Demek ki, nazar ber kadem olacak, mânevî işine bakacak, adımına dikkat edecek; gözü ile günahlara da bakmayacak, kendisini yoldan alıkoyacak şeylerle de meşgul olmayacak. Yâni, dünkü ilâhide geçiyordu:

Allah bes, bâkî heves,
Pes gayriden ümmidi kes!

"Allah yeter, gerisi boştur, hevestir, hevâdır, önemsizdir, değersizdir. O halde başkasından ümidi, alâkayı kesip, doğrudan doğruya maksd-u hakîkî olan Allah'a yönelmesi, ona kavuşmağa gayret etmesi, adımını ona göre atması lâzım!" mânâsına yüksek bir esastır bu da...

Etrafa bakmamak da doğrudur. Gayretli olup da Allah'a ulaşmakta adımlarına dikkat etmesi mânâsı da doğrudur.

3. Sefer der vatan

Sefer der vatan sözü sanatlı bir sözdür, tezatlı bir sözdür. Sefer, vatanını bırakıp gurbete gitmek demekken, vatanda sefer etmek diyor. Burda bir sanat var, nükte var. Derviş vatanında iken seferde olacak.

Dervişin nefsini yenmesi, sabrı öğrenmesi, meşakkatlerin karşısında nasıl hareket edeceği hususunda yetişmesi için, en iyi çarelerden birisi seyahat olarak görülmüştür. Onun için bazı tarikatlarda seyahata çıkmak tavsiye edilir dervişe... "Hadi bakalım, görev veriyorum sana, çık bakalım seyahate!.."

158

Seyahata çıkan insan parasız kalır, yorgun düşer, dostu, tanıdığı, ahbabı olmayan yerlere gider. Kimse bunun ne olduğunu bilmez, kadrini kıymetini bilmez, hürmet etmez... Aç kalır, açık kalır, itilir, kakılır... Nefse ağır gelir bunlar. Onun için bazı büyük şeyhler müridlerini yetiştirmek için, onlara "Hadi bakalım seyahata çık, sefer eyle bakalım!" diye, sefer vazifesi vermişlerdir. Sefer meşakkatli olduğundan, yetişmeye sebep olduğundan...

Bizim üstadımız Abdülhàlik-ı Gücdevânî Efendimiz de diyor ki: "Vatanında sefer hayatını yaşasın! Çünkü seyahatte bir takım meşakkatlere sabredip sabrı öğrenmek varken, bir takım büyük kayıplar da vardır. Burada iken, diyar-ı gurbete gitmeden, kendi vatanında iken seferdeymiş gibi çalışıp, çabalayıp, mânevî terakkîsini sağlasın." diyor. Bu esas da odur.

4. Halvet der encümen

Halvet, hâli olmak, yapayalnız olmak, kimsesiz olmak, boş olmak demektir. Encümen de toplantı demektir, meclis demektir. Biz şimdi encümen halindeyiz. Toplanmışız, ben kouşuyorum, siz dinliyorsunuz. Halvet der encümen de, toplantının, kalabalığın içinde halvetteymiş gibi olmak demektir.

159

Hem bizim tarikatımızda, hem başka tarikatlarda halvet diye kırk günlük bir uzun ibadet vardır. Çile derler, erbaîn derler, halvet derler. Bu halvette derviş çok güzel yetişir. Meselâ, Kübrevî Tarikatımızda halvet çok mühimdir. Sühreverdî Tarikatımızda halvet çok mühimdir. Kur'an-ı kerim'de işaretleri vardır, hadis-i şerifte vardır. Kırk gün bir yere kapanıp da insan, dışarı ile alâkasını kesince, mânevî kemâlâtı, gelişmesi, seyr-i sülûku hızlı olur. Gönül gözü açılır, mânevî hallere ulaşır. Halvet önemlidir.

Ama halvette iken zikirle, ibadetle, Allah'a ibadetle vakit geçirmek kolaydır da, halvetten çıktıktan sonra insanlarla yine oturup kalkacak, ticaret edecek, sohbet edecek, ziyaret edecek, münasebetler devam edecektir. Asıl mühim olan camideki, halvetteki, çilehânedeki, tenhâdaki ibadet hâli gibi hâlini topluluğun içinde muhafaza etmektir. Mühim olan bu olduğundan, halvet der encümen esası tavsiye buyrulmuştur.

Halkın içinde iken Hak'la olmayı öğrenecek insan... Eli kârda, gönlü yarda olacak. Kâr ne demek, amel iş... Eli işte olacak, kalbi Allah'la olacak. Kur'an-ı Kerim'de ayet-i kerimede bunun işareti vardır:

160
161 ilâ 180. sayfalar