Hazret-i Ömer halife olduğu zaman, Medine-i Münevvere'den Mekke-i Mükerreme'ye gitmeğe karar vermiş. Yanına bir iki arkadaş almış, beraber gidiyorlar. Ne üzerinde şatafatlı emîrül-mü'minîn üniformaları var, ne de önünde arkasında şatafatlı askerler var... Gariban, perişan kılıklı üç kişi gidiyorlar.
Hazret-i Ömerin elbisesinde kaç tane yaması vardı, meşhurdu; tarih kitapları yazıyor. Yâni öyle şatafatlı insanlar değillerdi. Bu şatafatı çıkartan insanlar bozdu İslâm'ı... İslâm'da şatafat var mıydı ey Diyanet İşleri Başkanı?.. Üniforma var mıydı, lüks var mıydı?.. Niye onlara yoktu demiyorsun?.. Ama tasavvuf üzerine hücum olduğu zaman, "İslâm'da tarikat yoktu." diye çıkıp onlara destek oluyorsun!
İslâm'da şatafat var mıydı?.. Mercedes araba var mıydı, Mercedeslere kurulup sefa sürmek var mıydı?.. Devlet adamlarının milletten kopması var mıydı?..
Peygamber Efendimiz mütevâzi yaşadı. Emirül-Mü'minîn Hazret-i Ömer yaya gitti Kudüs'e... Kölesini deveye bindirdi de, Kudüs'e öyle girdiler, paçaları sıvalı olarak girdiler. Şatafat yoktu.
Mekke-i Mükerreme'ye giderken, yolda bir ağacın gölgesinde gölgeleniyorlar. Ünvan yok, asker yok, şatafat yok... Bak burda iki şey var: Eskiden bir yerden bir yere iki üç kişi gidemezdi. Neden?.. Yolunu keserlerdi, soyarlardı. İslâm gelmiş, o bedevî insanları adam etmiş; yol kesmek yok artık, haydutluk yok, harâmîlik yok...
Sonra oturdular orda, dinleniyorlar. Çoban gördüler, sürü gördüler. Çobana dediler ki:
--Şurdan bize bir kuzu sat!
Kesecekler, yiyecekler. Yolcu, ne yapsınlar.
Çoban dedi ki:
--Satamam, ben çobanım, sahibi değilim. Sahibim bana öyle selâhiyet vermedi, koyunları satamam!" dedi.
Hazret-i Ömer'in aklına imtihan etmek geldi. Dedi ki:
--Canım ne olacak, bir koyun ver de keselim biz; sayısını farkederse sahibin, kurt yedi dersin, bilmiyorum dersin.
O dağ başındaki çoban ne dedi Hazret-i Ömere?.. Karşısındakinin halife olduğunu bilmiyor.
"--Peki patronu kandırdık ama, Allah'ı nasıl kandıracağız?.. Allah kanar mı, Allah her şeyi biliyor." dedi.
Bak, dağdaki çobanı İslâm nasıl yetiştirdi?.. Şehirdeki alim değil, şehirdeki talebe değil, dağdaki çoban Allah'tan korkmaya başladı. Yalan söylememeğe başladı, haksız iş yapmamağa başladı.
Hazret-i Ömer Medine-i Münevvere'de devriye gezerdi geceleri... Devlet başkanı devriye gezer mi?.. O gezerdi. Devlet başkanlarının sırtüstü yatıp, keyif çatıp vakit geçirmesi Peygamber Efendimiz zamanında yoktu. Sayın Nuri Yılmaz, git, cumhurbaşkanına söyle bakalım!.. Herkes İslâm'a, tarikata, tasavvufa çatarken, "Peygamber Efendimiz'in zamanında tasavvuf, tarikat yoktu." diyorsun; cumhurbaşkanına git de, "Peygamber Efendimiz'in zamanında böyle şatafat yoktu; sen de yamalı elbise giy, sen de mütevazi bir eve geç!" de bakalım!
Hazret-i Ömer devriye gezerdi kendisi... Emîrül-mü'minin idi, birisini gezdirtebilirdi. Hazret-i Ömer kendi yazısını yazacağı zaman, devletinmumunu söndürürdü, kendi mumunu yakardı. "Ne olacakmış canım, işte devlet veriyor." demezdi.
Hazret-i Ömer sokaklarda dolaşırken, bir evin önünden geçiyordu, ses duydu. Annesi kızına bağırıyordu:
--Kızım, sağdığın sütlerin içine biraz su kat!
--Ama anne, emîrül-mü'minîn, halife 'Sütlere su katmayın, ne sağdıysanız onu satın!' demedi mi?..
--Canım kızım, şimdi bırak, gecenin yarısında, evin içinde Halife Ömer nerden bilecek?..
Ama Allah halife Ömer'i dışarıya getirtti, duyuyor bu lafları...
--Anne, Halife Ömer bilmiyor ama Allah görmüyor mu?..
Dikkat edin, bakın, kız annesinin sözünü dinlemiyor: "Emîrül-mü'minîn, halife-i Rasûlüllah Ömerül-Fâruk RA, 'Süte su katmayın!' dedi anne... Allah'ı kandıramayız. Hazret-i Ömer görmese bile, ona hıyanet etmek yakışık almaz." diyor, annesinin sözünü dinlemiyor.
Bak kız nasıl yetişmiş, İslâm nasıl terbiye etmiş!.. Nasıl oldu bu?.. Peygamber Efendimiz halkın arasındaydı, onlarla konuşuyordu, imanı öyle öğretiyordu.
Hazret-i Ömer o evi işaretledi, kafasına koydu: Şu sokağın ucundaki şu ev... Ne yaptı ertesi gün?.. O evin kapısını çaldı. "Allah'ın emriyle, Peygamberin kavliyle, bu evin kızını oğluma istiyorum!" dedi. Kızı görmedi, kızın boyunun ölçüsünü bilmiyor, enini boyunu bilmiyor, saçının gözünün rengini bilmiyor. İbret alın, dikkat edin!..
Şimdi, fabrikadan mal sipariş eder gibi bir sürü şart sayıyorlar: Adı Hatce olsun, Gözü gökçe olsun, malı çokça olsun, aklı kıtça olsun...
Bak, hiç kızı görmedi. Hiç görmedi ama, akşam "Allah görmüyor mu, Allah bilmiyor mu?" dediğini duydu. "Bu evin kızını oğluma istiyorum!" dedi.
--Ya sakat idiyse kız, ya çok çirkin idiyse, ya kambur idiyse, ya topal idiyse, ya çolak idiyse, ya hasta idiyse?..
--Olsun, takvâsı var ya, Allah'tan korkuyor ya... Allah Kur'an'da, "Allah'tan korkun!" diye emrediyor, o da Allah'ın emrini tutuyor.
İşte bana öyle gelin lâzım diye hiç bakmadan, hiç sormadan o kızı oğluna istedi. Aldı da... Aldı kızı, sonra o kızdan torunları oldu. Sonra o kızın bir torunu, Ömer ibn-i Abdül'aziz oldu. Emevî saltanatında Ömer ibn-i Abdül'azîz var ya, o doğdu. Ömer diye adlandırılması, dededen dolayı... O takvâ ehli kadından Ömer ibn-i Abdül'aziz doğdu, o da tarihe nam saldı. Mütevazi yaşadı, hazinenin parasını almadı, fakîrâne yaşadı, çok güzel hizmet etti. Allah şefaatlerine erdirsin...
İslâm böyle değiştiriyor. Bak, Peygamber Efendimiz zamanında bunlar vardı. İşte mutasavvıflar bu yolda yürüyorlar. Peygamber Efendimiz'in zamanında saltanat yoktu, giyim yoktu, şatafat yoktu, yalan yoktu, dolan yoktu; onların hepsi var şimdi... İlgililer, Diyanet İşleri Başkanı, müftüler gitsinler bunları yapanlara:
"--Peygamber Efendimiz'in zamanında bunlar yoktu, böyle olun, böyle olun!" desinler.
Böyle olun, böyle olun diye uzun uzun saymak akıllarına sığmazsa, kısaca:
"--Mutasavvıf olun, tasavvuf yoluna girin, takvâ yoluna girin!" desinler.
Allah cenneti kimler için hazırlamıştır?.. Müttakî kullar için, takvâ ehli kullar için hazırlamıştır. Öyle dünyaya dalıp da, günahları işleyip de, şatafatla ömür sürüp de, Allah'ın huzuruna âsî, mücrim kullar olarak çıkanlara değil, mattakî kularına hazırlamıştır cenneti...
(Üiddet lil-müttakîn) "Cennet müttakîler için hazırlanmıştır."
(Vel-àkıbetü lil-müttakîn) "Hüsn-ü âkıbet müttakîler içindir. Yol, takva yoludur. Bir takvâ yolu vardır, bir fetvâ yolu vardır, bir de şeytanın yolu vardır. Şeytanın yolu cehenneme götürür. Fetvâ yolu te'vile götürür, ihmâle götürür, az yapmağa götürür. Takvâ yolu sağlam yoldan cennete götürür insanı... Tasavvuf takvâ yoludur.
Onun için, herkes eğri oturuyorsa da doğru düşünsün, doğru söylesin! Rasûlüllah'ı iyi tanısın, İslâm'ın özünü, ruhunu iyi anlamaya çalışsın! Biz kesin olarak söylüyoruz: İslâm'da olmayan hiç bir şeyin iddiacısı değiliz, peşinde değiliz. Ama Kur'an'da ne varsa, gelin onu yapalım!.. Diyanet İşleri Başkanı da yapsın, müftü de yapsın...
Müftü sigarayı eline almış, lenger şapkayı kafasına geçirmiş, öyle dolaşıyor. Peygamber Efendimiz zamanında sigara var mıydı?.. Peygamber Efendimiz "Gayrimüslimlere benzemeyin!" demedi mi?.. Kravatı takmış; çünkü Diyanet İşleri Başkanı sıkıştırıyor:
"--Ben teftişe geldiğim zaman kravatlı olacaksın, ütülü pantolonlu olacaksın!" diyor.
Kravat takmayan imama ceza yazıyorlar.
Bizim arkadaşlar cemaat olarak sakal bırakmışlar Eskişehir'in bilmem hangi ilçesinde... Müftü:
"--Bırakın şu bid'at işleri!.." demiş.
Vay şaşkın vay!.. Sakal bırakmaya bid'at diyor. Öyle şey mi olur? Dini bilmek lâzım, dini anlayıp özünü uygulamak lâzım!.. Dini anlayıp, özünü uyguladığın zaman, çıkan manzara tasavvuftur.
c. Sohbetle Eğitim
Peygamber Efendimiz nasıl ashabını aile gibi, hayatın içinde, onlarla beraber yaşayarak yetiştirdiyse, öyle yetiştirmek lâzım geldiğinden, şeyh de müridleriyle o haldedir. Diyanet İşleri Başkanı gibi makama geçip, koltuğa kurulup, tepeden bayram tebriki yapmakla müslümanların eğitimi yürümez. Öyle değildi Peygamber Efendimiz'in zamanında müslümanların eğitimi... Peygamber Efendimiz sohbet yoluyla insanları yetiştiriyordu.
Ne demek sohbet?.. Yarenlik etmek demek değil... Sohbet; arkadaş olmak, hayatı baraber sürmek, yaşamak demek...
--Her şeyini söyler mi?.
Kusurlu gördüğü her şeyi söylerdi.
Peygamber Efendimiz'in sözleri, kavlî sünnet... Hareketleri de sünnet; "Peygamber Efendimiz böyle yapardı." deriz, fiilî sünnet... Yanında bir şey yapıldığı zaman, yanlış dememişse; o da sünnet... "Rasûlüllah'ınyanında biz böyle yaptık, bir şey söylemedi, demek ki mahzuru yok." Buna da takrîrî sünnet derler; susuyor, bir şey demiyor... Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, yanında yanlış bir iş yapılınca susmazdı; "Böyle şey yok, yapmayın!" derdi, söylerdi. Demek ki, mahzuru yok da ondun susuyor.
Peygamber Efendimiz'in yanına geldiler. Kızlar da orda bayram münâsebetiyle eğleniyorlardı, kaçıştılar. Hazret-i Ömer geliyor diye hepsi bir tarafa kaçıştı. Peygamber Efendimiz müsaade ediyor, demek ki olabilir. "Dokunmayın!" dedi Peygamber Efendimiz. Müsaade ettiği kadar olur, müsaade ettiği şekilde, olur.
Susuyorsa; uygun görmüş, yanlış olmadığına karar vermiş, ondan susuyor. Yanlış bir şey olduğu zaman söylerdi, "Hayır, böyle yapma!" derdi.
Yolda gidiyorlardı. Bir kadın üzücü bir olayla karşılaşmış, bir yakını vefat etmiş, bir musibete uğramış; bangır bangır bağırıyordu, saçını başını yoluyordu. Peygamber efendimiz onun yanına gitti, dedi ki:
"--Böyle yapma, sabırlı ol!" dedi.
Kadın:
"--Sen benim başıma gelen felâketin ne kadar büyük olduğunu biliyor musun?" dedi, yine zırıltıya, gürültüye devam etti.
Peygamber efendimiz yürüdü gitti. Arkadan gelenler kadının yanına yanaştılar:
"--Yâ sen ne yaptın?.."
"--Ne yaptım?!.." dedi, şaşırdı.
"--Sana bu nasihatı eden Muhammed Mustafâ, Rasûlüllah SAS'di."
"--Hiih, eyvah, öyle mi?.." dedi, ağlamayı bıraktı, Rasûlüllah'a saygısızlık oldu diye hata ettiğini anladı. Koştu:
"--Yâ Rasûlallah! Senin olduğunu bilemedim, tanıyamadım, beni affet!" dedi.
Peygamber Efendimiz dedi ki:
(İnnes-sabru inde sadmetül-ûlâ) "Sabır, felâket ilk geldiği zaman insanın kendisini tutmasıdır. O zaman tutacaktın, iş işten geçti." dedi.
Peygamber Efendimiz bir savaştan sonra ilan ettirdi. Dedi ki:
"--Kim düşmanlarla çarpışırken bir şeyler almışsa yanına; onları getirsin, ortaya koysun!"
Neden?.. Ganimetler ortaya toplanacak, hesaplanacak; beştebiri devlete ayrılacak, ötekisi gaziler arasında paylaştırılacak.
İlan ettirdi böyle... Herkes zırh mı aldı, bıçak mı aldı, kılıç mı aldı, para mı aldı; öldürdüğü insanın üstünden ne aldıysa, onları getirdi ortaya... Ganimet malları bunlar...Taksim etti Peygamber Efendimiz.
Ondan sonra ne kazar zaman geçtiyse, birisi geldi, dedi ki:
"--Yâ Rasûlallah, bu ayakkabı bağcığı da düşmandan alınmıştı, ganimet malıydı. O zaman vermemiştim, şimdi veriyorum." dedi.
Ayakkabı bağcığı o zaman sırımdan yapılıyor.. Deri kesiliyor böyle uzun ip gibi, ayakkabı bağlanıyor.
"--Sen benim ilanımı duymadın mı, niye önceden getirmedin?.. Taksim bitti şimdi. Aldın, yanında tuttun; ateşten bir iptir." dedi. İşin şakası yok...
Birisi öldü. Peygamber Efendimiz'in hizmetindeydi. Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--O cehennemliktir."
Peygamber Efendimiz'in asr-ı saâdetinde yaşamış, namaz kılan bir insan, hizmetinde bulunan bir insan... Dedi, "O cehennemliktir."
Araştırdılar, malları arasında ganimet malını buldular. Demek ki, hırsızlık yapmış. Çünkü ganimet malından çalmak da bir hırsızlıktır. Gàziler arasında bölüşülecek. Öteki gazilerin hakkını yiyor. Olmaz.
İşte İslâm böyleydi. Peygamber Efendimiz'in insanları terbiyesi böyleydi.
Çarşı-pazara gitti Peygamber Efendimiz... Bir malın çuvalının başına geldi, elini çuvala soktu, altını üstüne getirdi; üstü kuru, altı ıslak... Hileli, üstü güzel, altı ıslak... Islak makbul değil, kuru olması lâzım!..
"--Böyle yapmayın! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.
Biz dediği müslümanlar... Aldatmayacak, olduğu gibi gösterecek. Ya malı öyle yığacak, "İyisiyle kötüsüyle böyledir." diyecek, dizmeyecek, Üstünü iyi gösterip de, iyi şey satıyormuş gibi yapıp da kötüyü satmayacak. "Böyle yapmayın, böyle olmaz! Bizi aldatan bizden değildir." dedi.
Çarşıya gitti, pazara gitti, düğüne gitti, mezara gitti, hasta ziyaretine gitti. Her şeyi ashabı ile beraber yaşadı, ama her an peygamberlik yaptı, her an Allah'ın emrini söyledi; doğru olan şeyi emretti, yanlış olan şeyi de yapmayın dedi.
Bu eğitim şekli nedir?.. Bu eğitim şekli birlikte yaşamla eğitmektir, beraber yaşayarak eğitmektir.
Bizim burdaki toplantımız nedir, biz buraya niye toplandık? Birlikte yaşayarak eğitimi uygulamak için... Çünkü her biriniz başka mahalledesiniz. İşte böyle toplanalım da bir nebze, birazcık hiç olmazsa birlikte yaşamakla eğitim olsun diye...
Bu ilkönce Avustralya'da çıktı, bizim kardeşlerimiz Avustralya'da uyguladılar. Burdaki gibi dört gün olmuyor, on-oniki gün oluyor. Kadın erkek, çocuk hepsi geliyorlar. Namazlar cemaatle kılınıyor. Yemekler yeniliyor, sohbetler yapılıyor, eğitim oluyor. Biz orda her şeyi söylüyoruz:
"--Bakın, çocuklar dışarda çiçekleri koparıyor, koparmasınlar!.. İslâm'da bu yok. Biz buraya geldik, giderken, 'Bu müslümanlar ne kadar muntazam!' desinler." diyoruz.
"--Etrafı temiz tutun, dağıtmayın!" diyoruz.
Yâni aklımıza gelen her şeyi söylüyoruz. Burda da öyle olması lâzım!..
Biz orda, Avustralya'da takdirnâme aldık. Bize tesislerini kiraya veren şirketler, "Bir daha gelin ne olur, biz sizden memnunuz." dediler. Çünkü, Allah için yaptığımız şeyin İslâm'ca güzel olmasına, beğenilecek şekilde olmasına dikkat ettik. Evleri tertemiz bıraktık, hile yapmadık, bozmadık, düzenledik. Adamlar bizi ilk günden beri gizli gizli takib edermiş, "Bakalım, bu insanlar burda ne yapıyor?" diye.
İşte biz öyle, o eğitimle eğitim olsun diye toplanıyoruz. Bu eğitimin kökü, Peygamber Efendimiz'in birlikte yaşayarak eğitimi, yâni sohbet ile eğitim... Sohbet burda birlikte yaşamak demek, yoksa yârenlik etmek demek değil. Beraber sefere gidiyorlar, beraber çarşıya gidiyorlar, beraber camide ibadet ediyorlar, her şey beraber olurken; "Şu yanlış, şöyle yapın!.. Bu yanlış, böyle yapın!" diye ikaz ediyor.
Meselâ, yolculuk esnasında Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--Oruç tutmayın!"
Neden?.. Hava sıcak, yol meşakkatli, oruç tutmamak lâzım!.. Bazıları tuttu, bazıları tutmadı. Tutanlar bayıldı, ayıldı, halsizleşti; tutmayanlar onlara hizmet etti, onların hizmetlerini yaptı.
"--Bu sefer oruç tutmayanlar oruç tutanlardan daha çok sevap kazandı." diye söyledi Peygamber Efendimiz.
Yerinde, şaşırtıcı bir eğitim... Oruç tutan daha çok sevap kazanır sanılıyor, kazın ayağı öyle değil, "Şimdi oruç tutmayanlar daha çok sevap kazandı." dedi Peygamber Efendimiz.
Hâsılı, misaller çoğaltılabilir, çarpıcı misaller bulunabilir. Bu eğitim şekli tasavvufun uyguladığı eğitimdir. Tasavvuf bunu Peygamber Efendimiz'in yaşamından almıştır. Nasıl sahabe-i kiram Peygamber Efendimiz'in etrafında İslâm'ı öğrenmişse, ashabı olmuşsa; şeyhin etrafında da mürid, şeyhin ashabı gibidir. Şeyh de Peygamber Efendimiz'in varisi, temsilcisi... Çünkü o da hadis-i şerifte var. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(El-ulemâü veresetül-enbiyâ') "Alimler Peygamberlerin varisleridir." İrşad vazifesini onlar götürüyorlar. Halkı irşad ediyor, halka doğruyu söylüyor, halka İslâm'ı öğretiyor, imanı öğretiyor, ibadeti beraber yapmayı öğretiyor.
İşte onun için kızıyorlar şimdi... Böyle bir şeyhe hürmet edilmesi çok zıtlarına gidiyor. Biz de hürmet edilmesini istemiyoruz ama, kendiliğinden oluyor. Tabii, büyüklere hürmet etmek, öğretmenine hürmet etmek İslâm'da var... Büyüklerine hürmet etmek de var, öğretmenine hürmet etmek de var, alimlere hürmet etmek de var... Bu tabii bir şey, ama çok kızıyorlar.
Peki, şu parti başkanına bu kadar hürmet etmeye niye kızmıyorsun? Bak şu parti başkanlarının saltanatına!.. İşte televizyonlar, buyur; adamların cakasına, sefasına, fiyakasına, tantanasına, şatafatına bir baksana!.. Niye ona gık demiyorsun?..
Suudi Arabistan'da da öyle; el öpülmesine kızıyor... E peki senin hükümdarının elini öpüyorlar, dizini öpüyor, alnını öpüyor, omuzunu öpüyor. Niye ona bir şey demiyorsun?.. Ona bir şey demek için yürek lâzım!.. Ona diyemiyor, bizim gibi garibanlara veryansın ediyor. Biz garibanız ya, biz garibanlara veryansın ediyor o zaman... Yanlış söylüyor.
Kur'an-ı Kerim'i öğretmek için, eğitimi yapmak için, ahlâkı öğretmek için birlikte yaşamak lâzım, aile eğitimi gibi olması lâzım! İşte tekke dediğimiz topluluk odur.
Tabii, bir okulun hocaları iyi ise, iyi talebe yetiştirir; hocaları kötü ise, talebe iyi yetişmez. Yâ o okul zayıf bir okuldur deriz. Bazısı birinciler yetiştirir, bazısı da işte böyle zengin çocukları para ile, pulla diploma alırlar. Palas derdik biz ona eskiden... Palas saray demek ama, külüstür mânâsına da kullanılıyor Türkçede... Palas bir okul, yâni çalışmadan da geçersin. Neden?.. Özel okul ya, parayı dayadın mı diplomayı alırsın ama, o okuldan mezun olan da bir şey yapamaz. Şu ciddî okuldan yetişen çok büyük insan olur ama, ordan yetişen bir şey olmaz.
Okulların öğretmenleri önemlidir. Bir çok özel okul vardır; bazıları ödül alıyor, birincilik kazanıyor, bazıları da sondan birinci oluyor, bir şey yapamıyor. Tabii, eğitimden eğitime fark var, onu kabul ediyoruz. Eğitim güzel de, eğitimin güzel olması için çalışmalar farklı oluyor.
Şimdi, bir insanı güzel ahlâklı yetiştireceksiniz, doğru sözlü olacak, Allah'tan korkacak, merhametli olacak... vs. vs. Bu böyle kolay da olmaz, bunun da mânevî çareleri vardır, ilaçları vardır, yolları vardır. İşte tarikat bu yetişmeyi sağlayan okul, yol, usül, metod... İslâm'ın bizden istediklerini kişiye kazandırmak için, onu yetiştiren bir okul... Bizim için hayat önemlidir, hayatımızı Allah'ı rızasına uygun geçirmek önemlidir ve bu esnada İslâm'ın kurallarına uygun yaşamak önemlidir.
Onun için biz ne an'anevî sayılırız, ne de modern sayılırız. Hayatı yaşarken İslâm'ın emirlerini uygulamak istiyoruz. Onun için hayatla iç içeyiz. Kitaplarımız da İslâm, Tasavvuf ve Hayat diyor. Bugünkü hayatımızı yaşıyoruz, modern çağda yaşıyoruz, bugünde yaşıyoruz; o halde bugünün insanıyız. Bu hayatı yaşıyoruz, şu anda sağız, ama müslümanız. O halde, bu hayatı İslâm'a göre yaşamak için, neler yapmamız gerekiyorsa, onları yapmamız lâzım!..
Bunun yolu tasavvuftur. Onun için, biz böyle hayattan kopup, eski çağlara gidip, tarihî bir grup olarak yaşamayı da düşünemeyiz. Bugünün insanı olarak İslâm'dan kopup, İslâm'la hiç ilgisi olmayan toplum olarak da yaşayamayız. Müslüman olduğumuz için İslâm'a bağlıyız, yaşadığımız için de çağımıza bağlıyız. O halde bugünkü insan nasıl yetişmesi gerekiyorsa, öyle yetişeceğiz, ama hayatımızı İslâm'a göre yaşayacağız.
09. 05. 1997 - Stocholm / İSVEÇ
YOLUMUZUN ESASLARI
Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh, alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahüm bi-ihsânin ilâ yevmid-dîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah cümlenizi saadet-i dâreyne nâil eylesin... Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Bugünkü konuşmamıza başlamadan önce şunu belirtelim: Büyüklerimizden bize intikal eden bağlılık ve selâhiyet itibariyle bizim çeşitli tasavvuf tarikatlarına irtibatımız, bağlantımız, mensûbiyetimiz vardır. Bunları sıralayalım: Nakşî Tarikatı, Kàdirî Tarikatı, Sühreverdî Tarikatı, Çeştî Tarikatı, Kübrevî Tarikatı, Mevlevî Tarikatı, Bayrâmî Tarikatı, Halvetî Tarikatı...
Silsilemiz, benden evvelki Hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî Hazretleri'yle Nakşî Tarikatı'nın, Halidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Bir güzel rüya ile bendeniz kardeşinizi Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'nin vekili yapıp, rüyada Ankara'da ıssız ve harab hale gelmiş Bayrâmiyye Tarikatı'nın tekkesine nasb ettiler. Sonradan silsilesini incelediğim zaman, zâten Aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretleri'nin de Hacı Bayrâm-ı Velî'ye bağlı olduğunu görmüş oldum.
Mekke-i Mükerreme'de gördüğüm bir rüyada da, Nakşî olduğumu söylediğim halde, rüyadaki bir şeyh efendi beni Mevlevî Tarikatı'na da bağladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz'e... O da zâten İmam Sühreverdî Hazretleri'nin evlâdındandır..
Böylece çok değerli, çok kıymetli, itibarlı, saygı ve sevgi toplayan yollara bağlılığımız var...
a. Genel Esaslar:
Bu yolların yürütülmesinde dokuz tane esas sayabiliriz:
1. Kur'an'a ve Sünnete Bağlılık
Ana esasımız, birinci esasımız, Kur'an-ı Kerim'e ve sünnet-i nebeviyyeye tebeiyyettir. Yâni Kur'an'a bağlıyız, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine mutâbık ve tâbî olarak yaşıyoruz. Kur'an'ın dışında, Peygamber Efendimiz'in sünneti dışında her şeyden Allah'a sığınırız. Kur'an yolundayız, Peygamber Efendimiz'in sünneti yolundayız, itikaden ehl-i sünnet vel-cemaat itikadı üzereyiz. Ehl-i sünnet itikadı dışındaki sapık ve aşırı, eğri ve bozuk yollardan da Allah'a sığınırız.
Birinci esasımız, Kur'an-ı Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye tebeiyyettir. Onun için tekkemizde Hocamız'dan bize el olarak verilmiş ve adet olarak bırakılmış olduğu üzere hadis kitabı okuruz. Mürîdânın terbiyesi, terakkî ve tefeyyüzü için hadis kitabı okuruz. Okuduğumuz hadis kitapları çok çeşitli olabilir, ama Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendimiz, kendisi Râmûzül-Ehàdîs diye bir hadis mecmuası, kolleksiyonu tertiplemiş, onu okumaya devam ediyoruz. Kendisi de bu eserinin mukaddemesinde: "Bu kitabı okuyan, devreden, hatmeden, tekrar eden dervişler kısa zamanda Allah'ın izniyle muhakkık bir alim, makàm-ı hakîkate vasıl olmuş bir gerçek s™fî alim olurlar buyurmuş. Bu da sözümüzün delilidir.
Yâni lafla sünnete uyuyoruz deyip de, hal ve gidiş itibariyle sünnete aykırı bir çok bid'at işleyen insanlar gibi değiliz. Sünnet kitabı okuyoruz, Peygamber Efendimiz'in hadis kitabını okuyoruz ve sünnet-i seniyyeye hayatımızı uydurmaya, Efendimiz'in sünnetine göre yaşamaya gayret ediyoruz.
Çünkü, insanların bozulduğu ahir zamanda Peygamber Efendimiz'in sünnetine sarılan, onu öğrenen, öğreten, yaşayan, yaşatan, ihyâ eden insanlara yüz şehid sevabı verileceği müjdelenmiştir hadis-i şeriflerde... Yüz şehid sevabı kazanacağı bildirilmiştir.
Bir insanın bir tek şehid sevabı kazanma durumunda bile cennete gireceği ortada iken, yüz şehid sevabı kazanmak, böyle devirlerde sünnete uymanın ne kadar kıymetli olduğunu, böyle yapanları Allah'ın ne kadar çok sevdiğini gösteren bir işarettir.
Elhamdü lillâh biz, Peygamber SAS Efendimiz'in sünnetini yaşamağa, ihyâ etmeğe, kılık kıyafetten başlayarak sözden öze doğru, dıştan içe doğru, kabuktan lübbe doğru, kalıptan kalbe doğru, daimâ her halimizde Efendimiz'in sünnetine uymaya niyet etmişiz, karar vermişiz.
Büyüklerimiz bu yolu tutturmuşlar. Zâten kendilerinin de hayatları okunduğu, incelendiği zaman, mübarek manevî silsilelerimiz, tarikatlarımızın silsileleri tedkik edildiği zaman, hepsinin çok büyük şeriat alimleri oldukları, sünnet-i seniyyeye uydukları, çoğunun çok mu'teber Kur'an-ı Kerim tefsirleri yazdıkları, çok mu'teber hadis-i şerif kitapları tertip ettikleri, çok değerli fıkıh eserleri yazdıkları nümâyan olur, görülür. Yâni bilfiil ortada olan bir şey söylüyoruz. Bir kuru söz ve kuru iddiadan ibaret değildir söylediğimiz sözler...
Hep büyüklerimiz şeriata bağlılıkla anılmışlardır. Hattâ son zamanda, şeriata bağlılığımızdan dolayı hücuma uğramış, ta'na mâruz kalmışızdır ki, bu bizim için şereftir. Yâni, "Bu tarikat şeriata bağlıdır, şeriatçı bir tarikattır." diye güya bizi kötülemek istemişlerdir. Ben de temenni ederim ki, o gazetelerin o yazılarını makasla keselim, bir kutuya koyalım, kabrimize bizimle beraber gömsünler. Hüccet olsun ki, "Bak elhamdü lillâh dostun düşmanın şehadetiyle şeriata bağlıyız. Elhamdü lillâh şeriatçıyız, herkes bilsin!' diye... Hani Yavuz Sultan Selim'in, Ebus-Suud Efendi'den aldığı fetvaları bir kutuda biriktirip, kabrime şu kutuyu koyun dediği gibi...