341 ilâ 360. sayfalar

"--Seni yiyeceğim!" demiş.

"--Niye?" demiş kuzu.

"--Suyu bulandırıyorsun."

"--Kurt amca, ben senin suyunu nasıl bulandırabilirim; su senin tarafından bu tarafa doğru akıyor. Bulandırsam bile, benim bulandırdığım su sana gelmez."

Ama yine yemiş. Çünkü kuzudur, kurt kuzuyu yer. Aslan olmak lâzım, rolleri değişmek lâzım! Rolleri değişmeyince kuzuları yiyecek insan her zaman bulunuyor. Yarın getirin hava güneşli olursa, ben bile yerim...

Allah hepinizden razı olsun. Sorular bitti. Hepinize teşekkür ederiz...

Eylül 1997 - Newcastle / İNGİLTERE

361

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

İMAM-HATİP OKULLARI NİÇİN KAPATILIYOR?

Soru:

Son kararlarla Türkiye'deki imam-hatip okullarının durumu ne olacak?

Muhterem kardeşlerim! Bu konu benim Ankara Üniversitesi'nde doçent olduğum zamanlardan beri, ki ben 1987'de emekli oldum. Ondan önceki yıllarda, kalkınma planları yapılırken Devlet Planlama Teşkilâtı'nın kurduğu komisyonların birisinde görevli idim ben... O zamanlardan beri güncelliği kalkmamış olan bir konudur.

Hattâ daha önceye gidelim, 1960 yılında Türkiye'de askerler ihtilâl ve darbe yapmışlardı. Zamanın başbakanı Adnan Menderes'i hapsetmişler, muhakeme etmişler ve sonra idam etmişlerdi. Büyük bir acı olay, biliyorsunuz, 37 yıl önce oldu.... O zamanlarda Adnan Menderes'in suçlanmaları arasında, imam-hatip okullarını açmasının zikredildiğini biliyorum. Yâni Adnan Menderes'i asmaya sebep olarak gösterilen işlerden birisi de, imam-hatip okullarını açmasıydı.

Bu şu demek: Adnan Menderes dindarlara biraz imkân sağladı. Biraz Türk halkının istediği din hürriyetini sağladı, demokrasiyi getirdi, Halk Partisi'nin baskıcı rejimini seçimle devirdi. Ezan Türkçe okutulmaya başlanmıştı; "Tamam bu aslî ibadet diline dönsün!" dedi, Arapçaya döndürdü. Herkes dinini öğrenmek istiyordu, öğrenmek için çare aranıyordu. Ama inkılap kanunlarından bir tevhid-i tedrisat kanunu vardı, o mânî idi.

362

Yâni, inkılaplar yapıldığı zaman, din okulları kapatılmıştı, medreseler kapatılmıştı. Eğitim bir çeşit hale getirilmişti. Tevhid, birleme demek... Tevhid-i tedrisat, eğitimi tek tip yapmak demek... Yâni medrese eğitimi ve lâik eğitim olmayacak, hepsi lâik olacak diye bir inkılap kanunu var. O varken, onların da kimse yanına yanaşamıyor, halk istese bile dokunamıyor. Türkiye'nin demokrasisi biraz farklı...

Adnan Menderes bu meseleyi şöyle aştı, dedi ki: "Türkiye'de camiler var, camilere imam bulunmuyor artık... Din eğitimi kökünden kapandığı için imam bulunmuyor. Köylerde cenaze namazı kılacak insan bulunmuyor, ölüyü yıkayacak din görevlisi bulunmuyor, son görevleri yapacak kimse bulunmuyor. Bu bir meslektir. O halde bu mesleğin meslek okulunu açıyoruz. Tevhid-i tedrisata aykırı değil." dedi, böyle açtı. Yâni, imam ve hatip yetiştiren meslek okulu... Sağlık Meslek Lisesi gibi, Ziraat Mektebi gibi meslek okulları açmak serbest; çünkü o tevhid-i tedrisata zıt görünmüyordu. Böyle bir çözüm yolu buldu.

363

İmam-hatip okullarını açtı ama, lâikler de bir darbe yaptılar, onu astılar. Yâni Türkiye'de dînî gelişme bir dereceye kadar, Adnan Menderes'in hakim olduğu devrede (1950 - 1960) oldu. "Adnan Menderes halka taviz verdi. Dincilere taviz verdi, imam hatip okulları açtı. Vay bilmem şöyle, böyle..." diyerek darbe yaptılar, adamı astılar. Ama bu haksız bir asma idi, demokrasiye aykırı idi.

Sonra Vatan Caddesi'nde türbe yapıldı, devlet töreniyle oraya gömüldü, özür dilendi filân ama, ölen öldükten sonra geri gelmiyor.

Menderes'e bu haksızlık neden yapılmıştı?.. Dînî eğitime kapı açtı, sebep oldu diye... O zamandan beri, lâikliği dînî serbestlik değil de, din düşmanlığı gibi anlayanlar çok kızdılar, öldürdüler. Seçilmiş bir başbakan devrilmemeliydi, bunun kanûnî bir mantıkîliği yoktu. Düpedüz anayasayı ve kanunları çiğnemekti. Çiğnediler, adamı öldürdüler.

Çünkü kuvvetliler işi yapıyor, ondan sonra kanunları kendilerine göre ayarlıyorlar. Dünyanın geri ülkelerinde böyle oluyor. Dünyanın ileri ülkelerinde bile kuvvetliler istediğini yaptırır, kanunlar onların arkasından gelir, ondan sonra düzenlenir. Meselâ bir banka, çok büyük bir çokuluslu şirket daimâ hükümete istediğini yaptırır. Amerika'da da, İngiltere'de de... Maalesef...

364

O zamanlar o adamcağızı öldürdüler, mazlûmen öldü. Allah rahmet eylesin... Çünkü zulmen öldürdüler, hakları yoktu. Hapsedebilirlerdi, ceza verebilirlerdi. Zâten başbakanlıktan devirmek bir cezadır; yeterdi. Ondan sonraki ihtilâller daha böyle kadife eldivenli oluyor; öldürmece yok devirmece var... Oyun şişeleri gibi deviriyorlar, tamam; sayı alıyorlar.

Adnan Menderes'i devirdikleri zaman, basında yayında bu zikredildi: "Bu adam çok kötü bir adam, imam-hatip okulları bile açtı." filân dediler.

Ama o çalışma içinde, imam-hatip okullarını açmaktan bile fitne fesat düşünenler de vardı. Ben o zamanların oyunlarını çok iyi bilen bir belge insanım ben... Dediler ki: "Türkiye'de devrimlere, lâikliğe bağlı, Atatürkçü din adamı yetiştireceğiz!" dediler. "Çünkü bıraktığımız zaman yerin altına gidiyor bu adamlar... Yerin altında bu sefer gerici eğitim oluyor. Yeryüzüne çıkartalım, kontrol edelim, böylece ilerici din adamı yetiştirelim!" dediler.

--İlerici din adamının özellikleri nedir?..

İlerici din adamının en başta gelen özelliği kravat takmasıdır. Onun için kravattan hiç vazgeçilmiyor. Bugün bile Avrupa'ya gönderdikleri hocaların ilk boyunlarına taktıkları kravattır. Sonra sakal bıyık buldozerle veya traş makinesiyle düzlenecek... O da bir şart... Sakal bıraktı mı ne oluyor, nasıl cezalandırıyorlar?.. Gel geriye diyorlar. Hoca işinden oluyor, Avrupa'daki çalışmasından oluyor.

365

Türkiye'deki bütün camilerde bizim gibi böyle kravatsız dolaşan görevlilere ihtar, tekdir veriyorlar. Ondan sonra sonu kötektir.

Ben kravatı sevmeyen bir insanım, anti kravatistim. İlâhiyat Fakültesi'ndeyken boyunlu, yarım balıkçı kazak giyerdim. Yünlüsü veya pamuklusu... Beni radyoya, televizyona konuşmaya çağırırlardı. İlâhiyatta hocayım ya... Edebiyatçıyım, Türk-İslâm Edebiyatı profesörüyüm. Benim talebem orda görevli... TRT'de görevli bir Asaf Demirbaş vardı, meşhur oldu artık. İlerici bir öğrenciydi, onun için onu orda görevlendirdiler. O beni çok severdi, ben gerici olduğum halde... Bazan zıt olanlar birbirlerini sevebiliyor. "Hocam ne olur konuşun!" diye yalvarır, yakarırdı.

Ankara Radyosu'nda da Faruk Ermemiş vardı. O da Düzcelidir, Kafkas kökenlidir. O da çok severdi, "Aman hocam, gel konuş hocam!" derdi.

Bir keresinde Asaf beni çağırmıştı. Bu sefer oraya gittiğim zaman unutmuşum, yarım balıkçı giymemişim; üç düğmeli yakalı yün gömlek giymişim. "Ne olur hocam!" dedi, ağzımdan girdi, burnumdan çıktı, yün gömleğin üstünü zorla bana kravat taktırdı. Halbuki kravat takılan bir kıyafet değildi.

366

Demek ki, ilerici olmanın alâmetlerinden birisi kravat takmakmış. Ben kravat takmıyorum diye, fakültedeki ilerici arkadaşlar bana sataşırlardı.

Bunları yarı şaka, iğneleyerek söylüyorum ama, bunlar acı gerçeklerdir. Yirminci Yüzyıl'da, çağdaş bir ülkede bunlara gülerler, ayıplarlar: "Sana ne elâlemin kravatından?.. Sana ne, adamın inancına ne karışıyorsun?" derler.

"Dinci bir tavır" ithamı 60'ta Menderes'in başını yaktı, 97'de de Erbakan'ın başını yaktı. Aynı hava... Onu da ondan devirdiler. Halbuki bütçeyi düzeltmişti, havuzu doldurmağa başlamıştı. Borçlar ödenmeğe başlamıştı, yatırımlar yapılmağa başlamıştı. Dış ticarette iyi bir durum vardı. Dış politikada bağımsız, bağlantısız, serbest bir dış siyaset uygulanmaya başlamıştı. Libya'ya gitmişti, ne cesaretse... Bir de kalktı İran'a gitti, hayret edilecek bir cesaret... İran'la bir doğalgaz anlaşması yaptı, Rusya'dan aldığımız doğalgazdan daha ucuz doğalgaz getirmeğe kalktı. Çok büyük suçlar işledi.

Ondan sonra, baktılar ki bu adam İsrail'e yüz vermiyor, İran'la küsüşmüyor, Libya'yla darılmıyor... Amerika'nın hoşuna gitmedi bu, batının da hoşuna gitmedi. "Bu böyle giderse, Türkiye iç ve dış siyasetinde bayağı bağımsız olacak!" filân demeğe başladılar. Ama doğrudan doğruya bunları söyleyerek bir insanı deviremezlerdi, "Devrimler, inkılaplar elden gidiyor!" demeğe başladılar.

367

Halbuki devrimler, inkılaplar olduğu gibi duruyordu. Hepsi çarşıda pazarda, kılıkta kıyafette, radyoda, televizyonda, gazetede, mazetede, her yerde vardı devrim... Aynen devam ediyordu, aynı hava esiyordu. Ama birden devrimbazlar, "Devrimler elden gidiyor!" demeğe başladılar. Ordan tutturdular ve bu arada imam-hatipliler için bazı sözler söylenmeğe başladı. Dediler ki:

--Bu imam-hatip okullarına bir çare aransın, mutlaka aransın!..

Neden?..

--Bu imam-hatip okulları senede şu kadar mezun veriyor. Şu kadar yılda bu kadar eder, 2005 yılına geldiğimiz zaman, bütün tahsillilerin yüzde yetmişi imam-hatipli olacak!..

Felâket, millî felâket !?.. Türkiye imam-hatipli dolacak... Sen imam hatipli gördün mü hiç?.. Böyle elli ayaklı, saçlı sakallı imam-hatiplileri gördün mü?.. Çok korkunç mahlûklardır. İmam-hatipli korkunç mahlûktur, bunların adedi çoğalacak... Bunlar adam yerler, mısır gibi hatur hatur önlerine geleni yerler...

Yâni imam-hatip okulu sanki devletin okulu değilmiş gibi, devletin diploma verdiği insanlar sanki devletin düşmanıymış gibi acaib değerlendirmeler... Şurda bile kaçtane imam-hatipli vardır, teknik eleman olmuştur. kökeni imam-hatipli yok mu Allah aşkına içinizde?..

368

--Bir, iki, üç, dört, beş...

Allah aşkına bunlar sizin bir yerinizden kemirdi, yedi mi; kulağınızı mulağınızı?.. Ne olmuş yâni?..

--İmam-hatipliler artacak...

Maksat o değil... Emperyalizm Türkiye'nin siyasetini elinden kaçırıyordu. Çünkü Türkiye, kendi kendine hareket edecek hale gelme istidadı gösteriyordu. Kendisinin yetiştirdiği mühendisler var, bilim adamları var... Amerika'da okumuşlar, Avrupa'da doktora yapmışlar, gelmişler, işlerin başına geçmişler. Bayağı bayağı hesap yapmasını biliyorlar, kitap yapmasını biliyorlar. Memleketin lehine kararlar almağa başlamışlar.

Doğalgaz ordu daha pahalı, burda daha ucuz... Ucuz olan bir şeyin İngiliz dinine, imanına bakar mı?.. Nerde ucuzsa, ordan alır. Amerika bir şeyin İran'da ucuz olduğunu bilsin, bizden önce balıklama atlar. Yeter ki ucuz olduğunu bilsin.

Türkiye'de bazıları, "Bizim halkımız aptaldır." diyorlar. Bizim halkımız aptal değildir ama, bizim halkımız hukukunu korumakta biraz tembeldir. Bilir, şeytanlığın hepsini anlar, şıp diye anlar. Bizim çarıklı köylü dayı, şehirdeki üniversite profesöründen daha iyi bir işin kökünü, ciğerinin köşesini bilir. Ama, ne yapacağını bilmez. Ondan sonra ne yapacak, onu bilmez. Bizim halkımızın zaafı budur.

369

Halkımız imam-hatip okuluna çocuklarını, imam-hatip olsun diye göndermiyor; "Çocuklarım kaybolmasın, dinini imanını öğrensin!" diye gönderiyor. Kendisi veremiyor dini tahsili, "Dînî tahsilini yapsın da, ne olursa olsun!" diye gönderiyor.

Ben de çocuğumu öyle gönderdim. Benim oğlum imam-hatibe gitmek istemedi:

"--Baba, ben başka yerde okumak istiyorum!" dedi.

"--Evlâdım, ben ilâhiyat profesörüyüm ama, sana dinini öğretmeğe vaktim yok! Günde sekiz tane yere uğruyorum. Sen burda imam-hatipte Arapça öğrenirsin, sûreleri öğrenirsin; namazı, niyazı, orucu, haccı, zekâtı öğrenirsin, dinin ahkâmını öğrenirsin. Şöyle bir din kültürü, kafanda biraz bir şeyler oluşur. İmam-Hatip lisesini bitirdikten sonra, nereye istersen git!" dedim.

Ondan sonra da hakîkaten Amerika'ya gitti, işletme tahsili yaptı, geldi.

Yâni, imam-hatip okuluna gidenler imam-hatip olacağız diye gitmiyordu zâten... "Biraz bu okulda bizim millî medeniyetimize, ilmimize, irfanımıza, mâzîmize uygun eğitim veriliyor. Biraz dînî bilgiler de veriliyor." diye gönderiliyordu. Amma, öteki lâik liselerden bir farkı yoktu; aynı matematik, aynı fizik, aynı kimya, aynı dersler okutuluyordu. Bir de bunlar başarısız olsun diye, ayrıca dînî dersler yükleniyordu bunlara... Yükleri ağır olsun da hızlı gidemesinler diye... Fakat çocuklar o fazla yükleri de çekip daha kuvvetli yetişiyorlardı. Hani fazla halter kaldıranın, ötekisinden daha kuvvetli olduğu gibi...

370

Şimdi bunu gördüler. Bu sefer dediler ki:

"--İmam-hatip okulları filânca partinin arka bahçesi haline geldi."

Doğru değil, yalan... Ben imam-hatip okullarını çok iyi bilirim, hepsi o partiyi tutmaz.

Başörtüsünde de yalan söylediler: Başörtüsü bir partinin simgesi olmuş... Yalan!.. Her partiden insanlar pekâlâ başını örtebilir.

Netice itibariyle, imam-hatip okulu kaynaklıların milliyetçi, memleketine faydalı insanlar olacağını anladıkları için, emperyalizm bunlardan çekindi.

Kanada Mc. Hill Üniversitesi'nde bunlar hakkında araştırmalar yapıldı. O araştırmalar bilimsel üniversite yayınlarında yayınlandı. Avrupalı ve Amerikalı teşkilatlar, misyonerlik teşkilatı vs. Türkiye'deki eğitimin nereye kaydığını, ne olduğunu, ne bittiğini biliyorlar; memleketini seven insanların nasıl yetiştiğini biliyorlar. Türkiye'de hristiyanlık yayılamayacak diye, milleti tam kandıramayacaklar diye onu kısıtlama kararı aldılar.

Mesut Yılmaz Amerika'da beyanat verirken dedi ki: "Biz kökten dincilerle mücadele etmek için bu sekizyıl kararını çıkartıyoruz. Çünkü sekiz yıl olunca, önce çocuklar sekiz yıl okuyacaklar; ondan sonra imam-hatibin lise kısmı üç sene, yetmeyecek onlara; böylece imam-hatip okulları engellenecek." diye yapıyoruz dedi. Türkiye'ye geldiği zaman da milleti kandırmak için, "Eğitimin kalitesi daha yüksek olsun diye, sekiz yılı zorunlu yapıyoruz." dedi.

371

Eğitimin İngiltere'deki uygulamasını biliyorsunuz, Almanya'daki uygulamasına biliyorsunuz. İhtisasa ayırma çok öncelerden başlar. Öyle sekiz yıl beklemezler, çocugun kabiliyetine göre hemen ayırırlar. Hattâ anaokulunda ayırırlar. Onun için bu bir aldatmaca ve göz boyamacadır.

İkinci bir yönü var işin: Sekiz yıllık eğitimi bir ilericilik gericilik mücadelesi haline getirerek bir sürü vergiyi koydular. Vergilere itiraz edenlere, vergilere itiraz ediyor diye değil, yarasa beyinli diye hücum ettiler. Halbuki çok muazzam vergiler konuldu, posta ücretleri belimizi büker hale geldi. Yayın yapıyoruz, yayınları gönderiyoruz sağa sola; kaç misli arttı.

Onun için, zaten Ecevit'in huyudur. Kıbrıs harekatına da barış harekatı demişti. Vergileri alırken de böyle bir numara çekti.

İşin aslı:

1. İmam-hatip okullarını kökünden kökleyip, kökünü kazımak.

2. Delik deşik olan bütçeye, taşları çatlamış olduğundan su kaçıran havuza yeni vergilerle yeni para toplamak.

"--Sekiz yıllık eğitim yapacağız, aydın kafalı insan olacaksınız." diyorlar.

372

Bütün şimdiye kadar ki mezun imam-hatipliler sanki karanlık kafalıymış gibi, hepsine hakaret ediyor. "Onlar cumhuriyetin okulu olacak!" diyor. Daha öncekiler nerenin okuluydu, yâni padişahların okulu muydu?.. Yâni böyle birtakım aldatmacalarla işi oraya götürdü.

Bu devam etmez. Bir yerden patlayacak, gerçekten öyle olacak. Hattâ bunlar çok pişman, rezil ve perişan olacaklar. Çünkü bir sel geliyor, bunlar selin önüne duvar yapmağa çalışıyor. Olmaz!..

Bunlar eylem yapmasını bilmeyen halkımızı eyleme alıştırıyorlar. Şimdi bizim hacıbabalar, cami cemaati eylem yapmaya başladı. Eylemi öğrendi mi, durduramazlar da...

Birisi gelmiş, bize faizi medhediyordu. Benim arkadaşım vardı bir tane böyle:

"--Kes sesini, seni dinlemek istemiyorum! Ben müslümanım, ben faizin haram olduğuna inanıyorum, boşuna konuşma!.. Bu konuda seninle konuşmak istemiyorum." dedi.

Adam kızardı, bozardı, mahcup oldu.

Halk, "Ben şunu istiyorum, bunu istemiyorum!" dediği zaman, Yirminci Yüzyıl'da halkı böyle baskı altında tutmanın imkânı yok artık... 19. Yüzyıl'da, 18. Yüzyıl'da bile olmamış... İmparatorluklar yıkılmış, Sovyetler Birliği bile yıkıldı.

373

Yaptıkları, olacak şey değil, ben hayret ediyorum! Siz bunu ne cesaretle yapıyorsunuz?.. Eline el bombası almış, oynayan bir çocuk gibi görüyorum bunları... Bir yerini çekecekler, patlatacaklar bombayı... Cahil, bir şeyden haberi yok, bir şeyden haberi yok, toplumu tanımıyor, çok cahil... Toplumu anarşiye itiyorlar. O kadar akıntıya kürek gidilmez ki...

Millet kendisinin haklarını bilse, bunlar hiç olmayacak. Millet haklarından haberdar değil. "Ben bunu istemiyorum arkadaş, in aşağıya!" dese... Milletvekiline sahib olamıyor. Ben milletvekilini seçeceğim, milletvekili benim isteğimin aksine iş yapacak... Avrupa'da mümkün mü böyle bir şey?.. Milletvekili seçmenin arzusu hilâfına icraat yapacak; mümkün mü?.. Hadi bakalım İşçi Partisi birazcık bir vergi koysun... Adamlar menfaatini düşünüyor, "Ben istemiyorum bunu!" diyor.

Biz de milletvekilimize sahip olalım; "Sekiz yıllık eğitim başına çalınsın, ben vergi istemiyorum!" diyelim!..

--Efendim, sarhoş da eğitime hizmet edecekmiş, dine hizmet edecekmiş, içki içmek de fazilet olacakmış...

374

Hadi ordan, yalancı!..

Şimdi onlar muhalif grupları organize etmeye çalışıyorlar. Ama muhalif grupların hepsini toplasan, yine azınlık... İç çatışmaya götürmek istiyorlar, birilerini ezdirmek istiyorlar. Millî gruplar da aslında birbirleriyle çatışmaya girmek istemiyorlar. Girmek isteseydi şimdiye çoktan olurdu. Millet sabırlı, diyor ki:

"--Sabredeyim, bakayım! Kimler geldi kimler geçti, bu da geçer." diyor.

İmam-hatipleri kendileri açtılar, başka amaçla açtılar. Sonra amaçlarına uygun çalışmadığını gördüler, kapatmaya çalışıyorlar. Ama bu devam etmez, etmesin, etmemesini temenni ediyoruz. Akıl ve mantık hakim olsun.

Soru sorana teşekkür ediyoruz, beni dinlediğiniz için sizlere de Allah razı olsun diyoruz.

Eylül 1997, İNGİLTERE

375

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

BATIDAKİ İSLÂMÎ GELİŞMELER

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.

Elhamdü lillâhi rabbil-àlemîn... Hamden kemâ yenbağî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidil-evvelîne vel-âhirîn, muhammedinil-mustafel-mahmûdül-emîn... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ecmaîn, ilâ yevmid-dîn. Emmâ ba'd:

Sevgili, kıymetli kardeşlerim!..

Allah-u Teàlâ'ya, bizlere ihsân ettiği sonsuz nimetleri için her halde ve her şanda hamd ü senâlar olsun... Onun en sevdiği kulu, peygamberi, efendimiz, başımızın tâcı, rehberimiz, önderimiz, elçisi Muhammed-i Mustafâsına sonsuz salât ü selâm, tahiyyat ve ihtiramlarımızı arz ederiz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına, komşuluğuna bizleri nâil eylesin...

a. Aile Eğitim Çalışmaları

Bir grup çalışmasının, aile eğitim programının sonuna geldik. Bir şeyin sonuna gelince, tabii o çalışmanın bir değerlendirmesi yapılır, yapılması lâzım! Bir müslüman günlük hayatında da, her sabah evinden çıkarken ne yapacağını planladığı gibi, her akşam evine döndüğü zaman da, ne yaptığının muhasebesini yapmalı!.. Sabahleyin çıkarken, "Bugün Allah için neler yapacağım?" diye planlamalı; akşam da "Bugün nasıl geçti günüm? Ahiretim bakımından faydalı mı, sevaplı mı, verimli mi?" diye muhasebesini yapmalı!..

376

Biz de bu günlerin muhasebesini yapacak olursak, tabii bu muhasebeyi ben yaptığım zaman, değerlendirmenin bir başka yönü oluyor. Çünkü ben bu çeşit toplantılara Avustralya'da, İsveç'te, Almanya'da, Türkiye'de katıldım. Bizim toplantılarımız bazen, Türkiye'de özellikle çok kalabalık oldu. Bin yatak kapasiteli oteller yetmedi de, yandaki otellerden arkadaşlarımız yer tuttular, oralarda kaldılar. Çok coşkulu, çok neşeli, çok tatlı, çok canlı, çok verimli, çok güzel toplantılar oldu.

Bunların yankıları oluyor tabii, şânı, şöhreti duyuluyor. Onun üzerine başkalarını da harekete geçiriyor. Onlar da bu çeşit calışmaları yapıyorlar. O da iyi... Yâni hayra öncülük etmek, örnek olmak, bir şeyi başlatmak ondan sonra başkalarının da o şeyde devam etmesi güzel oluyor.

O toplantıları da gören bir insan olarak, değerlendirmede benim söylediklerim, mukayeseli olması bakımından biraz daha kıymetli olacak. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, kardeşlerimiz mütevazi insanlar... Daimâ, "Bu işi yeni yapıyoruz, ilk yapıyoruz; hatamız olur, kusurumuz vardır, varsa affedin!" gibi sözler söylüyorlar. Tabii bu İslâm terbiyesinin, tevâzuun bir gereği...

377

Ama bu toplantı oldukça başarılı, güzel bir toplantı... Bir kere yer güzel; sanıyorum burada geçirdikleri günlerden memnun olmuştur kardeşlerimiz. Biz sıhhî sebeplerle burada devamlı kalamadık ama, yarı yarıya kaldık. Gördüğümüz kadarıyla rahat... Böyle bir ev dışı kalabalık kamping için oldukça konforlu, güzel bir yer... Daha konforlu da olabilir.

Hattâ biz arkadaşlarımızı daha konforsuz koplantılara, kampinglere de alıştırmak da istiyoruz. Onun için bir deneyim yaptık. Kovada Gölü'nün kenarında boş arazide çadırlı kamp yaptık. İçme suyu var, yakından sağlanabilir; ama başka bir şey yok... Ne yüznumara, ne banyo, ne şu, ne bu; şehir hayatının konforunun bulunmadığı bir yeri özellikle seçtik.

O da çok güzel oldu, o da çok faydalı oldu, dillere destan oldu, tadı damağımızda kaldı. Hakîkaten yine bu sene otellerin dışında, yâni tabiatla kucak kucağa, iç içe böyle bir kamp yapılsın istiyoruz.

Biraz doğayı, tabiatı tanımak da lâzım! Biraz doğal şartlara da insanın alışması lâzım!Hep sun'î, yapmacık konforların içinde gevşememek lâzım! Yalnız başına çöle düştüğü zaman bile, dağa çıktığı zaman bile, ekmeğini taştan çıkartmasını bilmeli, işini yürütmesini bilmeli, hayatını sürdürebilmeli...

378

Geçenlerde gazetelerde vardı. Japonya'daki zelzelede, birisi yıkıntıların en alt katında kalmış, ezilmemiş, sağ kalmış ama çıkacak imkânı yok... Yağmur birikinti sularını içerek, orda bulduğu kartonları yiyerek hayatta kalmış. Bir hafta kadar ışıksız, karanlık yerde hayatını devam ettirmiş ve sonunda sağ salim çıkmış.

İnsan hayatta çeşitli şartlarla karşı karşıya gelebilir. Bizim de çocuklarımızın, ailemizin ve hanımlarımızın bunları güzellik ve rahatlık günlerinde öğrenmeleri iyi olur. İmam-ı Gazâlî diyor ki: "Çok zengin olsanız bile çocuklarınızı bazen aç bırakın! Bazen kuru ekmek verin!.. Bu daha iyidir." Çünkü çocuk o zaman, kendisine ikram edilen çukulatanın, pastanın kıymetini daha iyi bilir. Kuru ekmeği vermediğiniz zaman, ötekileri olağan sanır, bulamadığı zaman yıkılır, şaşırır, ne yapacağını bilemez.

O bakımdan biz, daha konforsuz yerlere arkadaşları alıştırmak istiyoruz. Biraz böyle çadırı sırtladığı gibi çıksın gitsin. Hattâ zor hayat şartları altında yaşamlarını sürdürmelerini öğrenmeleri için, savaş şartlarına göre hareketlerinin nasıl olması gerektiğini bildiren kitap neşrettik [Savaş ve İlyardım]. Sehâ yayınlarımız arasında, bizim Dr. Metin kardeşimiz böyle bir eser neşretti.

379

Bütün arkadaşlarımıza, "Hepinizin şahsî bir seyahat çantanız olsun, sefer çantanız olsun! Alârm verildiği zaman, içinde her şey hazır bulunsun; hiç bir sıkıntı çekmeyin!" diye bunları az çok benimsettik.

Ve istiyoruz ki hanımlar da, çocuklar da, beyler de, yaşlılar da, gençler de biraz yürümeyi; vasıtasız, çaresiz, imkânsız, güç şartlar altında morallerini bozmadan yaşamayı öğrensinler.

Dileriz ki her gün baklava börek yesinler, Allah onlara rahat bir yaşam nasib etsin... Bir halk şairinin Germiyanoğlu beyine dediği gibi:

Benim devletli hünkârım,
Àkıbetin hayır olsun!
Yediğin bal ile kaymak,
Yürüdüğün çayır olsun!..

Onun idealinde demek ki bal ile kaymak yemek en güzel şey... Yürünen yerin de çayır olması en güzel şey... Eline sazını almış, Germiyanoğlu Süleyman Bey'e böyle dua etmiş.

Biz elhamdü lillâh çayırda yürüdük, burası yemyeşil çayır... Yediğimiz yemekler de balla kaymak gibi, hepsi tatlı, güzel yemeklerdi. Eti vardı, sütü vardı. Allah'ın büyük nimeti... Dünyanın bir çok yerinde bunları bulamayan milyonlarca insan var.

380
381 ilâ 400. sayfalar