(Rabbi erinî enzur ileyk) "Yâ Rabbi! Vahyini duyuyorum ama, kendini de göster, seni de göreyim!.. Sesini duyuyorum, vahyin bana geliyor ama cemâlini de göreyim yâ Rabbi!.. (erinî) Göstert kendini bana!.. (enzur ileyk) Seni temâşâ edeyim, nazar edeyim sana!.." dedi.
Onun üzerine dedi ki Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(Kale lenterânî) "Göremeyeceksin; bu hal, bu sıfat sende olduğu müddetçe görmen mümkün olmayacak, olacak şey değil!.. (velâkin ünzur ilel cebel) Karşıdaki şu Tur Dağı'na bir bak! (fe inistakarra mekânehû fe sevfe terânî) Sen etten kemikten yapılmışsın, ezilirsin, büzülürsün, dayanamazsın. Eğer o dağ o azametiyle, o kuvvetiyle, o sağlamlığıyla, taştan yapılmış o koca dağ tecelliye, Allah'ın görünmesine tahammül ederse; o zaman sen de görebilirsin. Bak bakalım dağ tahammül edebilecek mi?.." dedi. Tecellî, görünmek demek...
(Felemmâ tecellâ rabbühû lil cebeli cealehû dekken) Allah-u Teâlâ Hazretleri bizim mahiyetini anlayamayacağımız, aklımızın almayacağı bir şekilde Tur Dağı'na tecellî eyleyince; o tecellînin nurlarından, azametinden, --yeni kelimeyle-- enerjisinden dağ parça parça oldu. O tecellî parça parça eyledi o dağı...
(ve harra mûsâ saika) Mûsâ Aleyhisselâm bu müthiş manzara karşısında bayıldı, yere serildi kaldı. (felemmâ efâka) Kendine gelince, uyanınca, ayıkınca; (kale sübhâneke tübtü ileyke ve ene evvelül mü'minîn) "Yâ Rabbi, tevbe... Anladım ki senin cemâlini, tecellîni algılayabilmek tahammül edilebilecek bir şey değilmiş... O nûrun, o enerjinin büyüklüğüne tahammül etmek mümkün değilmiş; anladım!.. Ben sana teslim olanların ilkiyim! Sana her halinle teslim oluyorum; ne eylersen güzel eylersin yâ Rabbi!.." diye teslim oldu. İşte gözler göremez dediği bu...
Geceleyin tabii, bizim gibi böyle beton çatılar altında değillerdi. Hava sıcak Suudî Arabistan'da... Gidenler biliyor, Hicaz sıcak... Herhalde gece namazına kalktığı zaman gökleri, yıldızları görüyordu mübârekler... Hem de orada yıldızlar, sanki elini uzatsan tutacakmışsın gibi yakın... Ay sanki daha büyük, güneş daha büyük gibi oluyor. Orda gece manzarası harika oluyor.
Şimdi o manzaranın altında: "Yâ Rabbi! Gökler ve yer senin varlığına delâlet eden birer alâmettir. Hepsi sana şahâdet ediyor, senin büyüklüğünü gösteriyor. Anlıyoruz ki, içimize doğuyor ki, senin irfan bilgilerin bizim içimize giriyor da anlıyoruz ki yâ Rabbi; hayaller, vehimler seni seni tahayyül edemez!.. Akıllar senin büyüklüğünü tam kavrayamaz, gözler seni göremez!.. Şu kudretin büyüklüğüne bak yâ Rabbi!.." diyordu.
Sonra da şu cümlenin altını çizdim muhterem kardeşlerim, bakın ne buyuruyor:
(ve eûzü bike) "Yâ Rabbi sana sığınırım... (en usire bikalbin ev lisânin ev yedin ilâ gayrike) Gönlümle, yahut dilimle, yahut elimle senden bir başkasına işâret etmekten, meyletmekten sana sığınırım yâ Rabbi!.. (lâ ilâhe illâ ente vâhiden, ehaden ferden) Çok iyi idrak ettim, anladım ki, senden başka ilâh yok!.. Sen teksin, birsin!.. Fertsin, şerikin nazîrin yok, teksin!.. Bütün mahlûkatın muhtac olduğu Rab'sin!.. Herkes hâcetini sana arzeder, herkes niyazını sana yapar... Herkes beklediğini senden bekler; bekleyene sen verirsin... İsteyen senden ister; isteyene sen verirsin yâ Rabbi!.. (ve nahnü leke müslimûn.) Biz sana teslim olmuş müslümanlarız yâ Rabbi!.." diye gece namazından sonra böyle dua ederdi Hazret-i Ali Efendimiz...
Ne çıkıyor bu sözlerin arkasından, onu açıklayalım! Çünkü, Arapça bilmeyen kimseler de dinleyecek bu bantları... Açıklayalım:
Hazret-i Ali Efendimiz beş vakit farz namazlarını kılar; onun yanı sıra, geceleyin de kalkıp namaz kılardı. Eğer sen, "Ben Hazret-i Ali'yi seviyorum!" diyorsan, onun yaptıklarını yapacaksın!.. Eğere seviyorsan, seven sevdiğine tâbi olur. Göklere bakacaksın, yıldızlara bakacaksın, yere bakacaksın; bu yerdeki, gökteki yaratıkları ibret gözüyle temâşâ edeceksin... "YŒÊRabbi! Bunların hepsi senin varlığına şahitlik ediyor; bunların yaratıcısı sensin yâ Rabbi!.." diye teslim olacaksın!..
Tabii, Hazret-i Ali Efendimiz ve bütün Sahâbe-i Kirâm, bütün müslümanlar ve bütün bilen insanlar; Allah'ın kelâmını bilen insanlar, İslâm tarihini bilen insanlar, olayları ve olayların içindeki kişileri bilen insanlar bilirler ki, namaz çok önemli bir ibâdettir. Namaz mü'minin mîracıdır. Kulun Allah'ın dergâh-ı ilâhîsine, bârigâh-ı samedânîsine dâvet olunduğu, davetli olarak gittiği bir ibadettir. Allah dâvet ediyor çünkü... "Hayyales salah: Gelin namaza!.." diyor. Allah dâvet ediyor, kul da "Peki, geliyorum!" diyor. Geliyor ve Allah'ın dâvetine icâbet edip huzuruna giriyor. Çok zevkli bir şeydir.
Onun için, Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:
(Kurretü aynî fis salâh) "Gözümün şenliği, serinliği namazda..." Namazdan o kadar zevk alıyordu.
Hazret-i Ali RA Efendimiz bir savaşta şiddetli bir şekilde yaralandı. Yarasının içinde etine saplanan ok veya zırh parçası kaldı. Şişti, irin topladı. Zonkluyor, tahammül edilecek gibi değil... Şişmiş, kızarmış, korkunç bir durumda... Dediler ki:
"--Yâ Emîrel Mü'minîn! Bunu ameliyat etmek lâzım; keseceğiz, başka çare yok!.."
"--Ben namazdayken yapın!" dedi.
Tahammül edemiyor başka zaman... Namazdayken yaptılar, farkına varmadı. Yaptılar, bitirdiler, dediler ki:
"--Yâ Emîrel Mü'minîn! Namazda ameliyat ettik, gık bile demediniz."
"--Yaptınız mı?.." dedi.
"--E, haberiniz yok mu?.." dediler.
"--İnsan olmadığı yerdeki olayı nereden bilsin?" dedi. Yâni, "Ben orada değildim ki..." dedi.
Bu neyi gösteriyor?.. Hazret-i Ali RA Efendimiz'in namazında rûhen bedenden ayrılıp çok yüksek hallere eriştiğini, çok yüksek mertebelere çıktığını gösteriyor. Bedenine ne yapılıyorsa, onu duyacak halde değil ruhu... Hazret-i Ali Efendimiz namazı böyle kılıyordu.
Bazıları diyorlar ki, konuştuğumuz kimselerden...
"--Camiye geliyor musunuz?" diye soruyorum ben...
"--Gelmiyoruz." diyorlar.
"--Niye gelmiyorsunuz?.."
"--Hazret-i Ali Efendimiz camide öldürüldü..."
Hazret-i Ali Efendimiz mutfakta öldürülseydi, hiç yemek yemiyecek miydik?.. Hazret-i Ali Efendimiz mektepte öldürülseydi, hiç çocuklarımızı okutmayacak mıydık?.. Hazret-i Ali Efendimiz çarşıda pazarda öldürülseydi, hiç iş güç yapmayacak mıydık?.. İnsafa sığar mı böyle bir mantıkla Allah'ın emri olan namazı kılmamak; mü'minin mîracı olan şerefli dâvete icâbet etmemek?.. Böyle bir şey olur mu?.. Akla mantığa sığacak bir şey değil... Tabii, bu çok yanlış bir şey...
Öyle tembellikten kılmamak ayrı... "İşte kusura bakma hocam, alışmadık da, çocukken öğretmediler de... İşte abdest almak zor geliyor da... vs." Tembellik ayrı ama, hem kılmayıp, hem de kılmamasına bir kulp takmak, bir mâzeret uydurmak; buna Hazret-i Ali Efendimiz de râzı gelmez, aklı başında hiç bir insan da râzı gelmez!.. Allah da böyle bir şeyi affetmez!..
Hepimiz Allah'ın kuluyuz, hepimiz Allah'a karşı samîmî olmak zorundayız ve ibâdetimizi samîmiyetle yapmak zorundayız!..
İnsan öldükten sonra ahirette ilk sorgusu namazdan olacak, "Namazlarını kıldın mı?" diye olacak!.. Namazlarını kılmışsa, öteki hesapları kolay olacak. Kılmamışsa, orda azab başlayacak. Bir hadis-i şeriften anlatayım size, namaz kılmayanın azabının ne olduğunu:
Peygamber Efendimiz Cebrâil AS ile mânevî bir müşahedesinde, seyahatinde bir adam gördü. Adam elindeki kocaman bir kayayı öteki adamın kafasına bütün hızıyla patlatıyor... Öteki adamın kafası parçalanıyor, yerlere saçılıyor... Bir taş vurup kafasını dağıtıyor, öldürüyor adamı... Fakat, Allah tarafından kafası tekrar bir araya geliyor, tekrar eski halini alıyor... Bu taşı yine kaldırıyor, yine vuruyor, yine parçalıyor... Yine bir araya geliyor; yine parçalıyor...
Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--Yâ Cebrâil kardeşim, bu korkunç manzara nedir, bu hal nedir?.. Bu adam bu taşı öteki adımın kafasına niçin vuruyor?.. Her seferinde bu adamın kafası darmadağın dağıtılıyor; kanları, beyni yerlere saçılıyor... Sonra tekrar bir araya geliyor. Bu nedir?.."
Cebrâil AS:
"--Yâ Rasûlallah! Bu kafası parçalanan adam, dünyadayken namazın Allah'ın emri olduğunu bildiği halde kılmayan insandı. 'Bu kafayla namazın Allah'ın emri olduğunu bildin de yine namaz kılmadın mı?" diye, onun için böyle azab görüyor. Onun cezâsı budur." dedi.
Anlayın ki, namaz kılmayanın mânevî bakımdan ahirette cezası ne kadar ağırmış!.. O halde herkesin namaz kılması icâb ediyor.
Tabii, namazın fonksiyonu nedir, faydası nedir?.. Orucun fonksiyonu, faydası, görevi nedir?.. Haccın sonucu, neticesi, faydası nedir?.. Zekâtın sonucu, faydası nedir?..
Çok net olarak biliyoruz ki, oruç insana sıhhat kazandırıyor. Ruhunu kuvvetlendiriyor, bedenini dinlendiriyor, sıhhat kazandırıyor. Çok net olarak biliyoruz, orucun çok faydaları var... Hattâ doktorlar, muayene ettikleri zaman dinsiz, imansız, alâkasız insanlara bile perhiz yapmayı tavsiye ediyorlar; şunu yeme, bunu yeme tarzında...
Haccın faydasını biliyoruz; bütün müslümanlar dünyanın her yerinden senede bir defa gelip oraya toplanıyorlar.
Zekâtın faydasını herkes biliyor; çünkü, zengin parasına fakire veriyor. Fakirin işi görülüyor. Zenginle fakir arasında muhabbet meydana geliyor, toplum düzene giriyor.
Namazın faydası nedir?.. Namaz insanı günde beş defa pisliklerden yıkıyor, Rabbinin huzuruna çıkartıyor. İyi insan olmasını sağlıyor, kontrolünü sağlıyor. Günde beş defa...
Şuna benzetiyorum ben: Gece bekçileri vardır fabrikalarda veya büyük müesseselerde... Elinde anahtar vardır. Anahtarla kurulacak belli saatler vardır o müessesede... Belli zamanlarda oralara gider, o saatlere anahtarı sokup çevirir. Böylece ertesi gün patron bilir ki, bu bekçi vazifesini güzel yaptı. Buraları dolaşmış, saatleri de kurmuş. Kurmasa; oralarda vazifeyi yapmadığı, oralara gelmediği, bekçilik yapacağım deyip de parayı alıp, yan gelip yattığı anlaşılır. Mutlaka kuracak onları... Oraları dolaştığı zaman bekçiliği yapmış oluyor.
İşte onun gibi, namaz insanı belli zamanlarda huzur-u Rabbil İzzet'e çıkartıp, kendisinin kontrolünü sağlıyor. Kötülüklerden alıkoyuyor ve temizliyor. Onun için ayet-i kerimede buyruldu ki, bismillâhir rahmânir rahîm:
(İnnes salâte tenhâ anil fahşâi vel münker, ve lezikrullahi ekber, vallahu ya'lemu mâ tesnaûn.) "Muhakkak ki namaz, fuhşiyattan, münkerattan korur." diye...
Demek ki, Allah'ın kötülükleri engelleyen bir tedbiri olduğu için, namazın günde beş vakit kılınması lâzım!..
--Üç vakit olsa olmaz mı?..
--Olmaz, beş vakit olacak!..
--Bir vakit olsa olmaz mı?.. Haftada bir olsa olmaz mı?.. Yılda bir olsa olmaz mı?..
--Olmaz! Çünkü, yılda bir defa yıkansa bir insan, yılın öteki zamanlarında tekeden beter kokar, kimse yanına yanaşamaz. Günde beş defa yıkanacak!.. Öyle yılda bir defa yıkanma olmaz. Günde bir defa ibadet yetmez. Haftada bir defa ibadet yetmez!..
--Ne kadar yeter, dozaj ne kadar olacak?..
--Günde beş defa olacak!.. O kadar.
--Kim söylemiş?..
--Alemlerin Rabbi, bizi yaratan halikımız günde beş defa bunun olması gerektiğini söylüyor.
Muhterem kardeşlerim, bir tane daha okuyalım! Çünkü, ikinci sözü de bu konuyla ilgili:
2. (İlâhî kefânî fahren en tekûnelî rabben ve kefânî izzen en ekûne leke abdâ. Ente kemâ üridü fec'alnî kemâ türîd.)
Arapça bilen bir insan şunu hemen yazar. Çok güzel bir söz!.. O kadar güzel söylemiş, o kadar tatlı ki, şiir gibi... Çok güzel bir vecîze...
Mânasını söyleyelim:
(İlâhî) "Ey benim ilâhım, mâbudum,Rabbim, Allah'ım! (kefânî fahren en tekûnelî rabben) Senin benim rabbim olman, benim için övünç olarak yeter!.. Övünüyorum; elhamdü lillâh ki sen benim rabbimsin... Sen benim rabbim olman, övünç olarak yeter yâ Rabbi!.. Kimsin sen?.. Allah'ın kuluyum elhamdü lillâh... Allah benim rabbim... "Bu, şeref olarak, övünme olarak yeter bana yâ Rabbi!.." diyor. Allah-u Teâlâ Hazretlerine olan sevgisine bak!..
Ve devam ediyor::
(ve kefâni izzen en ekûne leke abden) "Ve bana şeref olarak, izzet ve itibar olarak sana kul olmak, yeter!.." Halbuki kul olmak iyi değildir. Kul olmak; köle olmak, birisinin esiri, kölesi olmak demek... "Ama bana şeref olarak, sana köle olmak, sana kul olmak yeter yâ Rabbi!.." Sanatlı ifade kullanıyor.
Yâni, dünyada bir insanın bağımlı olması, esir olması, köle olması izzet değildir... İzzetsizliktir, itibarsızlıktır, horluktur, hakirliktir. Zavallıdır o insan... Ama diyor ki: "Senin benim Rabbim olman bana övünç olarak yeter!.. Benim senin kulun olman bana izzet ve itibar olarak yeter!.. Ne mutlu ki, sen benim Rabbimsin!.. Ne mutlu ki, ben senin kulunum!.. Bana izzet ve itibar olarak, sana kul olmak yeter yâ Rabbi!.."
Sonra duasının güzelliğine bakın:
(ente kemâ ürîdü) "Yâ Rabbi, sen tam benim arzuladğım, istediğim gibisin! Cömertsin, merhametlisin, erhamür rahimînsin, ekremül ekremînsin!.. Esmâ-i hüsnânın sahibisin!.. Her yönden tam istediğim gibisin Rabbim olarak...
(fec'alnî kemâ türîdü) Beni de senin sevdiğin gibi yap yâ Rabbi!.. Sen tam benim sevdiğim, istediğim gibisin!.. Beni de yâ Rabbi, senin istediğin gibi yap!.. Sen Rabbül Alemîn olarak her bakımdan güzelsin, her şeyin güzel... Beni de güzelleştir yâ Rabbi!.. Beni de senin istediğin gibi bir hale getir!.."
Ne kadar güzel bir söz... Arapça bilenlerin mutlaka bunu böyle ezberlemesi lâzım!.. (İlâhî kefânî fahren en tekûnelî rabben ve kefânî izzen en ekûne leke abdâ. Ente kemâ üridü fec'alnî kemâ türîd.) Ne güzel bir dua...
Üçüncü sözünü söylüyorum; üç sözüyle bir ders tamam olsun:
3. (Mâ hâbemruün adele fî hükmihî ve et'ame min kutihî ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Uzun söylememiş, kısa vecîze...
(Mâ hâbemrüün) "Şu işleri yapan adam aslâ hâib ve hâsir olmaz; dünyada, ahirette pişman ve perişan olmaz:" Hangi işleri yapan?.. (adele fî hükmihî) "Hükmünde adalet eden... İki kişi arasında hükmettiği zaman, âdilâne bir söz söyleyip adaletle hükmeden... (ve et'ame min kutihî) Kazandığı rızkından, kazancından, yiyeceğinden başkasına yediren... (ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Dünyasından ahireti için malzeme biriktiren... Üç şey:
1. Hükmünde adil olan, hükmettiği zaman adaletle hükmeden...
2. Kendi yiyeceğinden başkasına yediren, ziyafet veren, ikramda bulunan...
3. Dünyasında ahireti için hazırlık yapıp, malzeme hazırlayıp, toplayıp oraya gönderen...
Tabii, bir insan bunların aksini yapsa hâib ve hasîr, pişman ve perişan olur... İki cihanda berbad olur. Hükmettiği zaman adaletle hükmetmese, Allah ondan intikam alır, ahirette büyük cezalara uğratır. Adaletle hükmetmeyen hükümdarlar, adaletle hükmetmeyen kadılar, hakimler çok büyük cezalara çarptırılacak.
Hattâ bir hadis-i şerifte geçiyor ki, "On kişi veya ondan fazla insana hakim olmuş, lider olmuş her insan, kıyamet günü elleri boynuna bağlanmış esir gibi gelecek." Vietnam esirleri gibi...
--Neden?..
--On kişi ve on kişiden fazla insanın başına emir oldu, hükümrân oldu, başkan oldu diye...
Eskiden esirleri kıpırdayamasın diye ellerini ensesine bağlarlarmış. Öyle elleri ensesine bağlı gelecek... "Sorulacak, hesabı yapılacak... O maiyetindeki insanlara adaletle hükmetmiş ise, çözülecek elleri... 'Haydi kurtardın paçayı!..' denilecek. Adaletle hükmetmediyse, bağları üstüne bağlar bağlanıp cehenneme sevkedilecek!" diyor Peygamber Efendimiz...
İkincisi; yediğinden, kazandığından başkasına yedirmek... Bu da çok sevaplı bir şey ve Hazret-i Ali Efendimiz cömertliğiyle tanınmış. Biliyorsunuz, Dehr Sûresi'nde anlatılıyor:
(Ve yut'imûnet taâme alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ) "Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, öksüze ve esire yedirirler." ayet-i kerimesinde anlatılan durum...
Bir akşam yemeği hazırlamışlar, yiyecekler. Miskin bir dilenci gelmiş kapıya, yiyecek istemiş. Yiyeceklerini tenceresiyle, kabıyla vermişler. Kendileri yememişler, oruçlu oldukları halde... Ertesi güne kadar sabretmişler, tam iftar edecekler; yetimin birisi gelmiş, "Açız, yiyeceğimiz yok; bir şey varsa verin!" demiş. O yiyeceği de ona vermişler. Yine oruç tutmuşlar. Ertesi gün bir esir gelmiş, tam yemeğe oturdukları sırada... O gün yieceklerini de ona vermişler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime inmiş.
Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in, Fatıma Validemiz'in, Annemiz'in cömertliği... Kendileri açken, çoluk çocuk açken, sofradaki yiyeceği ayırmadan isteyene veriyorlar. Demek ki, çok da değil... Kendileri sabrediyorlar.
Yemekten başkalarına yedirme hususunda, ziyafet hususunda ayetle medhedilmiş kimseler zâten bu sözü söyleyenler...
Üçüncüsü; (ve zahara min dünyâhu liâhiretihî) "Dünyasından ahireti için malzeme depo eden..." Tabii, bu malzeme nedir?.. Dünyadayken ahirete depo edilecek malzeme nedir?.. Sevaplı işlerdir, hayır hasenâttır, sadakadır, ibâdet ve taattir... Bunları yaptı mı insan, ahirete malzeme götürmüş oluyor. Ahirete gittiği zaman yüzü gülecek. Bunları yapmadan ahirete gittiğinde yoksul olacak, mahrum olacak... Elde avuçta hiç bir şey yok... Hesabı kötü olacak, cehenneme gidecek. Onun için, bu dünyadayken fırsatı ganimet bilip, ahirete malzeme hazırlayıp göndermek lâzım!..
Ayet-i kerimede:
(Yâ eyyühellezîne âmenû veltenzur nefsün mâ kaddemet liğad) "Kişi şöyle bir baksın bakalım, bu dünyadayken ahirete neler gönderiyor?.. Ne hazırlıklar yapıyor, ne sevaplar gönderiyor?.. (vettekullah, innallahe habîrun bimâ ta'melûn.) Allah'tan korkun! Allah her yaptığınızı çok iyi biliyor, haberdar hepsinden... Kötü bir şey yapmayın, onun cezâsı vardır." denmiş oluyor.
Evet, üçüncü sözü de bu...
İmriî kelimesi, adam demek... (Mâ hâbemruün adele fî hükmihî) Yaptığı işte, verdiği hükümde âdil olan kimse, pişman ve perişan olmayacak!.. (ve et'ame min kutihî) Kazandığı gıdasından, yiyeceğinden başkasına veren; hâib ve hasîr olmayacak, pişman ve perişan olmayacak!.. Yüzü gülecek, sevabı kazanacak, mükâfat alacak. (ve zahare min dünyâhu liâhiretihî) Dünyasındayken ahireti için çalışan, oraya hayırlar gönderen; mahrum, pişman ve perişan olmayacak!.. Orada o yaptıklarının karşılığını görecek, mükâfatlarına erecek, cennete girecek ve memnûn ve mesrûr olacak.
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi sevdiği razı olduğu kullarından eylesin... Sevdiği razı olduğu işleri yaparak ömür geçirmeyi nasib etsin... Huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı cümlemize müyesser eylesin...
Bi hürmeti esrâri sûretil fatiha!..
27. 12. 1993 - Melbourne / AVUSTRALYA
HERKESE İYİLİK YAPMAK
Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn... Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Dünden beri başladığımız bir kitap var; Hazret-i Ali Efendimiz'in vecîzelerini ihtiva ediyor. Her akşam bu vecizelerden bir miktar okuyacağız ve açıklamasını yapacağız. Çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz'in sözleri çok güzel, vecizeleri gerçekten çok mükemmel sözler... Hem Arapçasını ezberlemek lâzım, hem de Türkçe mânâsını ezberlemek lâzım!.. Bunları hatırda tutmak lâzım!.. İnsanın bu nasihatleri öğrenip uygulaması lâzım!..
Bir de, Hazret-i Ali Efendimiz'i seven insanlar var... Dünyanın her yerinde, "Biz Hazret-i Ali Efendimiz'e bağlıyız!" diyen insanlar var... Onların da bunları iyice öğrenmesi lâzım!.. O bakımdan bu vecizeleri bahis konusu ediyoruz, vaaz konusu yapıyoruz. "Her akşam yarım saat kadar, üç dört tanesini okuyup izahını yapacağız." diye karar verdik. Dün ilk dersimizi yaptık, bugün ikinci derse geldik.
Buyuruyor ki Hazret-i Ali Efendimiz:
1. (Üfdul alâ men şi'te tekün emiruhû, vestağni ammen şi'te tekün nazîruhû, vahtec ilâ men şi'te tekün esîruhû)
Bu söz, bu vecîze güzel bir söz... Vecîze demek; veciz olarak, kısa olarak söylenmiş ama, mânâsı çok derin, geniş olan söz demek... Burada görüleceği gibi, sözün hem edebî değeri çok yüksek, --söz sanatları bakımından, belâğat, fesahat ve edebî sanatlar bakımından değeri yüksek-- hem de mânâsı çok güzel, mânâ itibariyle derin...
Şimdi burada görülüyor ki, müsecca' bir nesirdir. "Emîruhû, naziruhû, esîruhû" kelimelerinde, düz yazının şiire benzeyen şeklini kullanmış Hazret-i Ali Efendimiz... Şâhâne bir ifade...
(Üfdul alâ men şi'te) "İstediğin kimseye, kimi istiyorsan ona fazilette bulun!.. Bir bağışta, bir ikramda bulun, iyilik yap!.. (tekün emîruhû) Onun komutanı olursun, sahibi olursun, efendisi olursun!.." Emir, emreden kişi demek... Neden?.. İyilik yaptığın kimse seni sever, sana kalbi açılır... Sana medyûn-u şükrân olur, şükran borcuyla dolar... "Bak, bu bana iyilikte bulundu!" der. Sen de artık, adetâ onun komutanı gibi olursun. Seni kırmaz, ne dersen yapar. "Gel şuraya gidelim!" dersin; gider. "Gel şunu yapalım!" dersin; yapar. Senin hatırını kollar.
Demek ki, kime iyilik yaparsan yap; --istediğine yap, istemediğine yapma-- iyilik yaptığın kimseye sen hakim olursun, sahib olursun, efendisi gibi olursun, komutanı gibi olursun... Sözün ona geçer.
İkincisi:
(Vesta'ni ammen şi'te) "Kimin dengi olmak istiyorsan, ondan müstağni ol!.. Onunla hiç alışverişin olmasın, ona bir ihtiyacın olmasın; (tekün nazîruhû) onun dengi olursun, eşi olursun, mukabili olursun!.."
Yâni, adam padişah bile olsa; sen eyvallah etmezsen dengi olursun... Zengin bile olsa, eyvallah etmezsen dengi olursun. Sen müstağni olduğun için, senin onunla bir ilgin olmadığı için, sen rahat olursun; onun karşısında kendini aşağı görmezsin, daha düşük görmezsin. O da sana bir şey yapamaz! Çünkü, sen ondan bir şey istemiyorsun, bir şey ummuyorsun... Bir şey ummadığın için, onun dengi olursun.
(Vahtec ilâ men şi'te) "Kimi istiyorsan, ona da muhtaç ol; (tekün esîruhû) onun esiri olursun!" Birisine muhtaçsan, peşinde dolaşır durursun. O da seni dolaştırır durur, yalvarttırır durur. Sen onun bağlısı, bağımlısı, esiri, kölesi gibi olursun; muhtaç olduğun için... Kızıyorsun, ayrılacaksın; ayrılamazsın, rest çekemezsin. Neden?.. Muhtaçsın, ihtiyacın var ona... Esiri olursun.
Başından bir daha açıklayalım:
"Dilediğine iyilik yap; onun sahibi, emiri olursun!.. Dilediğinden müstağni ol, hiç ihtiyaç duyma, ona karşı kendini ondan hiç bir şey istememe durumunda tut; onun dengi olursun!.. Dilediğine muhtaç ol; onun esiri olursun."
Burdan anlaşılıyor ki: Hangisi daha iyi?.. En iyisi herkese hakim olmak, herkese sahip olmak, herkese komutan olmak, herkese sözünü geçirmek?.. O zaman ne yapmak lâzım?.. İyilik yapmak lâzım!.. Gayet kolaydır insanların yönetimi...
(El'insânü abdül ihsân) "İnsanoğlu iyiliğin kölesidir!" denilmiştir. İyilik yaptın mı bağlanır sana, sever seni... Böylece dost olursun.
Demek ki, insanlara kendini sevdirmenin, insanlara sahip ve hakim olmanın yolu; iyi insan olmaktır, iyilik yapmaktır. Önüne gelene, bildiğine bilmediğine, tanıdığına tanımadığına, yapabildiğin kadar iyilik yapmaktır. Yâni, hiç tanımadığın birisine bile...
Sabahleyin buraya geliyordum. Baktım elinde telsizi olan bir adam... İlkönce kocaman sakalını gördüm, "Galibâ bizden bir müslüman!" dedim. Sonradan telsizi görünce, "Galibâ buranın sorumlusu..." dedim. Sakalı bunlar da bırakabiliyor. "Esselâmü aleyküm diyecektim, demedim; "Good morning!" dedim. Ooo... Hemen çok memnun oldu, o da "Good morning!" dedi. "How are you?.." dedi, bilmem ne dedi... Baktım, bir selâmcıktan sonra bile, bir merhaba demekten bile bir yakınlaşma oldu. Yanındaki bir şeyden ona ikram ediversen, veya bir iyilik yapıversen; yükünü taşıyıversen, kapısını açıversen veya bir ihtiyacı olduğu sırada yardım ediversen, o zaman daha iyi olacak.