Demiş:
"--Göndermem, çünkü ben müslümanım!.."
"--Ooo... Özür dileriz, biz bunu düşünemedik. Biz sandık ki, sen dine karşısın... Tabii şimdi, bizim görevimizi iyi yapmadığımız anlaşılıyor. Bizim görevimiz, senin çocuğuna bir cami bulmak, oraya götürmek... Tabii, senin kiliseye göndermemen normal... Biz seni dine karşı sandığımız için, seninle konuşmak için çağırdık.
Çünkü, biz bu çağda, ilkokulda (primary school) çocuğa bilgi vermeyi düşünmüyoruz, sevgi vermeyi düşünüyoruz. Çocuk hayvanı sevsin, sincabı sevsin, kediyi sevsin, köpeği sevsin... Kardeşini sevsin, arkadaşını sevsin, ona bir şeyler versin... Yâni, sevgi eğitimi yapmağa çalışıyoruz. Çünkü, küçük yaşta bu eğitimi almadı mı bir çocuk veya alamadı mı, --meselâ annesi babası olmuyor, öksüz kalıyor, bakımsız kalıyor-- o zaman toplumda problemli bir insan oluyor. Biz bunun için seni çağırdık. Tabii, şimdi görevimizi anladık: Senin çocuğuna bir cami bulacağız, bir imamın yanına götüreceğiz aynı saatte..." demişler.
Şimdi tarihte olmuş bir hadise var, tarihten gelen bir gruplaşma var: Alevîler, sünnîler... Siz Alevî Derneği'ni kurmuşsunuz, ben de sünnî gelenekten gelen bir insanım. Yâni, iki ayrı gruptanız. Fakat, ben ilâhiyat fakültesi profesörüyüm, bu ayırımın çok doğru olmadığını biliyorum. Edebiyat fakültesinde Arapça öğrendik, Farsça öğrendik. İran'a gittim. Humeynî merhum, vefat etmemişti. Humeynî ile görüştük, Rafsancânî ile görüştük, Hamaney ile görüştük. Dışişleri bakanlarıyla, meclis başkanlarıyla cuma namazına gittik. Orada mevlid kandilini, mevlid haftası olarak yapıyorlar ve "kardeşlik haftası" diyorlar.
Ben Türkiye'den gelirken, Mildura'da bir alevî derneğine geleceğimi bilmiyordum. Ama Türkiye'den gelirken çantama, okuyacağım kitapların arasına bir kitap almıştım: (Elfü kelimetin liemîrül mü'minîne ve seyyidil büleğâyi vel mütekellimîn, el imâm ali ibn-i ebî tâlib aleyhis selâm) "Emîrül mü'minîn ve edebiyatçıların, güzel konuşanların efendisi İmam Ali ibn-i Ebî Tâlib Aleyhisselâm'ın bin güzel sözü, vecîzesi" Ben bunu seyahatte okumak için yanıma aldım. Size şirin görünmek filân gibi bir şeyden değil...
Türkiye'de benim kurdurduğum birçok kadın dernekleri var... Ben kadınların eğitimine önem veriyorum. Kadınların eğitiminde de, --özellikle dinî eğitiminde-- erkeklere göre dengesizlik olduğu kanaatindeyim. Erkeklerin dini öğrenme şansı daha yüksek, kadınların bu şansı daha az... Çünkü, kadın bir taraftan evinde ev hanımı ve çocuklarının annesi... Evdeki bir çok işleri yapmak zorunda... Yemek pişirecek, çocuklara bakacak, evi idare edecek... vs. Bizim Türkiye'nin kültürü, örfü, adeti böyle... Hanımlar öğrenim yapamıyor.
O bakımdan, ben hanım dernekleri kurdurdum. Türkiye'de ellinin üstünde hanım derneklerimiz var... Hanımlar kendi meselelerini kendileri konuşsunlar, kendi aralarında eğitimlerini yapsınlar istiyoruz. Çünkü, ben hanımların yanına ulaşamıyorum, evlerine gidemiyorum. O zâten gelemiyor toplantılara... Gelmek istese bile çocuklarını kime bırakacak?.. Üç tane afacan çocuk buraya gelse, altını üstüne getirir. Ne bu videoyu çektirtir, ne bu konuşmayı yaptırtır... Onun için gelemiyor.
Şimdi bizim kurdurduğumuz kadın derneklerinden, Ankara'da Hanımların Sesi Derneği'miz var... Onun adına Ankara'da aktivite olarak, koca salonlar tuttuk, "Kardeşlik Günleri" tertip ettik. "Alevî, sünnî, ca'ferî, bekrî kardeştir. Bunların arasındaki farklar, insanların birbirleriyle düşman olmasına yol açacak tarzda değildir!" dedik.
Mısırlı bir şair var; "Fikir ayrılığı sevgiyi bozmamalı!.." diyor. Çünkü herkes aynı şekilde düşünemez. Herkesi aynı çuvala koymamalı!.. Bir ailede beş kardeşin bile farklı fikirleri olabilir. İnsan çok sevdiği annesiyle, babasıyla bile fikir bakımından bir konuda farklı düşünebilir:
--Sevgili babacığım, ben bu tarzda düşünüyorum. Müsaade et, böyle yapayım!..
--Evlâdım, hayır öyle yapma; o yanlış!..
--Ne olur baba, böyle yapayım!..
Böyle ihtilâflar olabilir. Fikir ihtilâfı kavgaya gitmemeli!.. Eğer maddî menfaat ihtilâfı varsa, onun da bir çözümü bulunmalı; o da kavgasız halledilmeli!.. İlle başka türlü yapılmamalı!..
Tabii biz, bu yaklaştırma çalışmalarını yapan ve aralarında öyle korkulacakÊçok büyük uçurumlar olmadığını anlatmağa çalışan bir ekibiz. Bunu yalnız burada yapan bir kimse değiliz. Burada böyle bir derneğin davetini kabul etmemiz de bu sebepten... Yâni, ayırım tanımadığımız için, kardeş olduğumuzu düşündüğümüz için... Türkiye'deki faaliyetimiz de bu...
Yalnız tabii, şu noktayı da belirtmek istiyorum, şöyle düşünüyorum ben: Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyoruz; bu konuda ihtilâf yok aramızda... Yâni, Allah-u Teâlâ Hazretleri vardır, birdir; şeriki, nazîri yoktur. Her yerde hâzır ve nâzırdır. İnanıyoruz Allah'ın varlığına...
Bilim de, bilim adamları da böyle söylüyor. Alalım Aynıştayn'ı, alalım meşhur filozof Dekart'ı, alalım Paskal'ı... Paskal bayağı dindar bir adam, kiliseye bağlanmış bir insan... Felsefe tarihindeki önemli şahsiyetleri alalım; Allah'ın varlığına, birliğine iman ediyorlar. Tamam; ben bütün kalbimle iman ediyorum. Hayatımdaki bütün faaliyetlerin ana amacı; Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin sevdiği bir kul olmak, rızasını kazanmak... Amacım bu!..
Şimdi, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rızasını kazanılmasının pratik yolu nedir?.. Herkes, "Ben Allah'ı seviyorum, ben Allah'a inanıyorum!" diyor. İnanıyorsun ama, bunun pratik sonucu ne olacak?.. İnanınca ne olacak, sevince ne olacak?.. Seven sevdiğinin emrini tutar. Gel dediği yere gelir, git dediği yere gider. Sevdiğine karşı bir itaat ve uyum içinde olur.
Bizim Hocamız vardı (Rh.A), cennetmekân... O biraz halk konuşmasıyla konuşmayı da severdi. Derdi ki: "Arkadaşlık pekeyi demekle kaimdir!" Yâni biz "iyi" diyoruz şehir telaffuzunda; onlar "eyi" diyorlar. Anadolu'da bir çok yerde de "eyi" telaffuz edilir. Konyalılar da "Gonya" derler, "guzu" derler. Bu telaffuz farkları fıkralarda sevdiğimiz şeyler...
"Arkadaşlık pekeyi demekle kaimdir!" Yâni, "Tamam, pekâlâ, olur, pekiyi..." demekle kaimdir. Madem arkadaşsın, arkadaşına muhalefet etmeyeceksin. Hattâ Hocamız derdi ki, --birkaç sözünü nakledeyim; Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin-- "Bir arkadaş bir arkadaşa, 'Kalk gidelim!' dese, arkadaşı da 'Nereye gidiyoruz?' dese, arkadaşlığa uymaz!" derdi.
Pazarlık mı yapacaksın arkadaşınla?.. Pazarlık yapacaksın; beğenirsen gideceksin, beğenmezsen gitmeyeceksin... O zaman sen arkadaşına uymuyorsun ki, sen kendi keyfini yapıyorsun. Çünkü, beğendin gittin; beğenmeseydin, gitmeyecektin... Beğenmesen bile gideceksin, arkadaşın hatırı için... Bizim arkadaşlık anlayışımız böyle...
Şimdi ben bir arkadaşımın evinde kalıyorum. Param var cebimde, Avustralya dolarım da var... Burda çok güzel bir yerde, güzel bir odada kalabilirim, daha da rahat edebilirim. İstediğim lokantada yemek yerim... Ama benim Hocam derdi ki: "Bir yerde birisinin arkadaşı varsa; otele giderse, lokantaya giderse, arkadaşlığa sığmaz!" derdi. Arkadaşına gidecek, muhabbet olacak!.. Büyük şeyh idi Hocamız...
Büyüklüğü nerden ölçeceğiz?.. Mezüreyi alıp boyunu mu ölçeceğiz?.. Boyuyla değil büyüklüğü; o yaratılıştır. İnsanın boyu küçük de olabilir.
Fuad Köprülü'nün evine gitmiştik. Şaşırdım Fuat Köprülü'yü görünce... Ufacık tefecik bir adam... Boy önemli değil... Ama Hocamız'ın kerametleri zâhirdi. Kerâmet sahibiydi, olağanüstü halleri olan bir kimseydi. Biz onun tavsiyelerine göre hareket etmeyi uygğun görüyoruz.
Muhterem kardeşlerim!.. Kur'an-ı Kerim Allah'ın kelâmı ve bozulmadan günümüze kadar gelmiştir. İsbat edebilirim. Nasıl isbat edebilirim?.. Ceddimiz Hazret-i Ali'nin (RA ve kerramallahu vecheh) imzasını taşıyan, eliyle yazdığı Kur'an-ı Kerim var müzede... (Topkapı Sarayı Müzesi'nde...) Ben üniversite hocasıyım, benim bildiğim bir şey bu... Kur'an-ı Kerim'e inanıyoruz.
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'inde buyuruyor ki: "Ben her şeyi affederim ama, beni tanımayanı affetmem!" Ateist, veya müşrik diyoruz. Gidiyor bir heykele tapıyor, başka bir şeye tapıyor; "Bunu affetmem!" diyor.
Şimdi bizim Vahab kardeşimizle çok tatlı seyahatimiz oldu. Singapur'dan buraya onunla geldik. Tatlı bir yolculuk oldu, hiç zahmet çekmedim. Taksiye bindik, havaalanına gideceğiz, şakır şakır yağmur yağıyor... Amerikan filimlerindeki gibi heyecanlı bir şey... Trafik sıkışık, yetişemeyeceğiz belki... Şoför Çinli... Vahab çok tatlı konuşuyor, İngilizcesi de güzel... Dedi ki:
"--Nerelisin?.."
"--Çinliyim!.."
"--İnancınız budist değil mi?.."
"--Budistim!.. Siz nesiniz?.." dedi.
"--Biz elhamdü lillâh müslümanız!.." dedik.
Sonra dedi ki:
"--Bak aziz kardeşim! Siz çok güzel heykel yapıyorsunuz, Buda'nın heykelini yapıyorsunuz. Altından yapıyorsunuz, belki kıymetli taşlarla süslüyorsunuz; ama siz yapıyorsunuz!.. Daha önce bir metal idi, kıymetli maden idi; siz yaptınız elinizle... Sonra karşısına geçiyorsunuz, 'Şunu ver, bunu ver!.." diye istiyorsunuz. Böyle şey olur mu?.." dedi.
Neden söylüyor bunu?.. Maksadımız yağ çekmek değil, Allah'ın rızasına uygun konuşmak... Çinli de olsa, hak bildiğimiz şeyi söyleyeceğiz:
--Sen yapmadın bunu?.. Kendi elinle yapmadın mı, şeklini kendin vermedin mi?.. Altında imzan yok mu?..
--Var...
--E, ne diye geçip karşısından bir şey istiyorsun? Akla mantığa sığar mı bu?..
Japonlar güneşe tapıyorlar. İmparatorları güneşin oğluymuş. Yakar o zaman oğlunu... Cayır cayır yakar. Öyle şey olur mu?.. Biz biliyoruz ki, gökyüzünde milyonlarca güneş var... Güneş gibi milyonlarca gök cismi var... Güneşin oğlu olmadığını biliyoruz.
Hintliler buzağıya, ineğe tapıyorlar. Nedense bu da çok yaygın... Eski Mısırlılar da tapmışlar. Yâni, nesi varsa bu zavallı hayvancağızın?.. Biz kebap yapıyoruz, kıyma yapıyoruz, döner yapıyoruz... Derisinden pabuç yapıyoruz, mont yapıyoruz, giyiyoruz. Onlar tapınıyorlar.
--Peki, deve daha boylu poslu; niye ona tapmıyorsun?.. Zürafa'nın boynu daha uzun, niye ona tapmıyorsun da, ille gelip bu öküze tapıyorsun?..
--İşte ziraat, bereket... vs.
--Traktöre tap o zaman... Kilometrelerce yer kazıyor, altını üstüne getiriyor...
Yâni, akıl mantık dışı... Biz herkesin fikrine saygılıyız ama, bilim dışılığa saygılı değiliz... Allah'ın sevmediği bir şeye saygılı değiliz. Sorumluluk hissediyoruz. O zaman söylemek zorunda kalıyoruz. ağzımızı bağlasalar, elimizi bağlasalar yine söyleriz. Seni öldüreceğiz deseler, yine söyleriz. Neden?.. Allah öyle değil!.. Allah onun o yaptığı heykel değil!.. Çok net olarak biliyoruz.
Şimdi biz onları söyledik. Budist dedi ki:
"--Haklısın ama, işte böyle töre olmuş, adet olmuş. Atadan, dededen böyle görmüşüz..."
"--Olmaz!.. Ne atanı kurtarır, ne seni kurtarır bu yanlış inanç!.. Sonra kâinatın sahibi olan, büyük kudret sahibi olan büyük yüce varlık razı gelmez bu işe... Kahreder, ceza verir, azab verir... Dünyada yapmasa, ahirette verir!" dedik. Bazı şeylerin söylenmesi lâzım!..
Şimdi, alevilik bir kültür; tamam... Bende alevilikle ilgili çok kitaplar var; güzel... Ben de Hazret-i Ali Efendimiz'in soyundanım elhamdü lillâh, çok şükür, iftihar ediyorum; güzel... Soyla iftihar edilmez ama, yine de insanın biraz hoşuna gidiyor böyle bir şey olması... Ama ortada bir ahiret var, öbür alem var... Bu dünya hayatı seksen sene, yüz sene, yüzon sene... Sonra, ahiret var; ahirete gideceğiz hepimiz... Öldükten sonra öbür hayata inanmıyor muyuz, ahirete inanmıyor muyuz?.. İnanıyoruz. (Amentü billâhi ve bilyevmil ahir) Ahiret olacak, cennet var, cehennem var... O sevdiklerimize, büyüklerimize kavuşacağız. Binâen aleyh, orda bir hesap var...
Müslümanı başka kültürlerdeki insanlardan ayıran en önemli inanç, "Lâ ilâhe illlallah" inancıdır. Yâni Allah'ın birliğini, yüce bir varlık olduğunu, bütün kâinatı yaratan ve yöneten varlık olduğunu, duaları kabul eden varlık olduğunu kabul etmektir. Bunu niye söylüyorum?.. Dua ediyorum, duam kabul oluyor. Ordan anlıyorum, varlığını çok net olarak hissediyorum. En büyük inanç bu...
İkinci önemli inanç: Ahiret inancı... Ahiret inancı olmasa, beni kimse tutamaz. Ben kaplandan daha yırtıcı olurum. Maddi menfaat sağlamak için mafyalar kurarım. Şimdi benim yüzbinlerce, milyonlarca kardeşim var... --Ben söylemiyorum, dergiler söylüyor, Hürriyet gazetesi söylüyor, Tempo söylüyor, Nokta söylüyor.-- Yâni ben bir mafya kurarım, yerinden zorla oynatırım her tarafı... Yapmıyorum, yapmam!.. Neden?.. Ahirete inanıyorum, ahirette hesaba inanıyorum, sözümün sorumluluğunu taşıyorum, Allah'tan korkuyorum; onun için... Ondan yapmıyorum; yoksa, çok fırsatlar geçer insanın eline... Herkesin eline çok fırsat geçer, geçiyor, geçebilir.
En önemli nokta, iman meselesidir, ahiretteki sorumluluk meselesidir. Biz suçların şahsîliği prensibine inanıyoruz.
--Ne demektir bu?..
--Suçu kim işlemişse, suçlu odur. Babası suçlu değildir, oğlu suçlu değildir. Suçu işleyenin yerine bir başkası ceza çekmemelidir. Suç şahsîdir, o kişinin kendisine bağlıdır, onun elinden çıkmıştır.
--Olur mu böyle prensip?..
--Olur! Bütün dünya hukuk sistemleri bunun üzerine oturmuştur. Bizim Güneydoğu Anadolu hariç...
--Niye?..
--Güneydoğu Anadolu'da bir kabileden birisi, aşiretten birisi ötekisini öldürür. O da bu aşiretten berikisini öldürür. Böyle şey olmaz!..
Hazret-i Ali Efendimiz'in dün bizim camide sözünü okuduk. Hükmünde adaletli olmasını istiyor bir insanın... Adil olmak lâzım!.. Bu mâsum, kardeşinin yaptığına razı değil...
Hazret-i Adem'in iki tane oğlu vardı: Hâbil ve Kabil... Hâbil Kabil'i seviyor, bir şey yok aralarında... Ama Kabil, Hâbili kıskanıyor; kendisine bir şey yapmadığı halde onu öldürüyor.
Suçların şahsîliği prensibine aykırı olan her şey yanlıştır. Bir insanın işlediği suçu ötekisi çekmez. Her koyun kendi bacağından asılır. Herkes kendi işlediği suçun cezasını çeker. Bir başkasını suçlunun yerine yakalayıp idam etmemeliyiz. Adlî hata yapmamağa çalışmalıyız.
Tarihte mağdur edilen benim dedelerim!.. Hazret-i Hüseyin Efendimiz'i ailesiyle, torunlarıyla Kerbelâ'da şehid etmişler. Halife olmasın diye siyasî otorite mağdur etmiş, Kerbelâ'da büyük bir katliam olmuş. Mağdur edilen benim sülâlem!.. Ben de o sülâleden olduğuma göre, mağdurlardan biriyim, mağdur edilen benim!..
Abbasîler geçmiş başa... Bu mağduriyeti önleyelim diye mücadeleler yapılmış. Abbasîler de yine bize baskı yapmış; hadi, ordan da bir mağdur durumdayız. Çeşitli ülkelerde çeşitli şekillerde, çeşitli mağduriyetler... Bu gibi şeylerin olmaması lâzım!.. Tarihteki düşmanlıkların bitmesini istiyoruz. Mağdur edilen ben olduğum için söylüyorum. Tarihteki düşmanlıkların günümüze taşınmasını istemiyoruz.
Şimdi ben sünnîyim ve üniversite hocasıyım. Bizim sünnîliğimiz, geleneksel sünnîlik değildir. Çünkü biz her şeyi okuduk. Dekart'ı okuduk, filozofları okuduk, ateistleri okuduk... Allah'ın varlığının delillerini okuduk, dinî kitapları okuduk. Tahkîkî iman diyoruz biz buna... Yâni, incelenmiş, irdelenmiş, doğruluğu tesbit edilmiş bir şekilde biz bu inanca varmışız.
Şimdi eğer ben sünniyim dediğim zaman, bir alevi köyde, kentte veya bir yerde bana düşmanlık gösterilirse, olur mu?.. Olmaz!.. Çünkü ben suçlu değilim ki, ben bir şey yapmadım ki... Zaten bana yapılmış, ne yapılmışsa... Emevîlerin, Abbasîlerin zulmünü benim dedelerim çekmiş de, İmâm-ı Azam çekmemiş mi?!.. Sünnilerin imamı; o da çekmiş. Hapiste döğülerek ölmüş; normal bir ölümle değil...
Hapsedilmiş, döğülmüş; hem de ehl-i beyte muhabbetinden dolayı!.. Buyur, sünnî imamı... Ca'fer-i Sâdık Efendimiz'in talebesi... Ona sevgisi var, saygısı var, bağlılığı var... Politik güçler, siyasî otorite baskı yapıyor, onu kullanmak istiyor. Onun alim nüfuzunu, yetkisini, şöhretini ehl-i beytin aleyhine kullanmak istiyor. O da oyuna gelmiyor. Halife, "Kadılık mesleğini kabul et!" diye emrediyor; o kabul etmiyor. Hapse tıkılıyor, döğülüyor; o muhabbetinden dolayı aslında... Biz biliyoruz.
İşte İmâm-ı Azam, işte sünnî dört mezheb: Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî... Bunların içinde bizim bu Peygamber SAS Efendimiz'in soyuna, sülâlesine, ehl-i beyte, oniki imama ve diğer büyüklerimize yapılan bu haksızlığı meşrû gören, kabul eden, Emevîlerin yanında yer alan bir insan var mı?.. Abbasîlerin yanında yer alan bir insan var mı?.. Yok!..
Ben anlamıyorum yâni, neden biz aynı mağdurlar iken şimdi birbirimizle düşman, birbirimizle karşı karşıyayız?.. Bu sünnî mi; vayy!.. Bu alevî mi; vayy!.. Niye böyle diyoruz?.. Böyle bir şeyin mantıksal bir izahı yok!.. Tarihteki bir yanlışlığın devamına lüzum yok!.. Suçların şahsîliğine uyan bir şey değil... Suçu ben işlemişsem; tamam, cezamı çekeyim. O işlemişse, o çeksin. Ama ben işlememişsem, ben niye ceza çekeyim?..
Biz kardeşlik istiyoruz, biz sevgi istiyoruz, biz beraberlik istiyoruz. Ama, bunları da herkes için söylemiyoruz; Allah'a inanan insanlarla beraberlik istiyoruz!..
Ben ateistle beraberlikten korkarım, Allah'a sığınırım. Neden?.. Allah beni cezalandırır. Ben Allah'ın kuluyum, ben hergün Allah'ın nimetini yiyorum. Allah beni yaratmış; benim en büyük şükran borcum Allah'a... Ben onun düşmanını nasıl dost edinirim?.. Onu tanımayan bir insanı nasıl dost edinebilirim?..
Birisi Allah'a inanmıyorsa, ben onunla dost olamam. Ben ona dostluk da teklif etmiyorum, edemem de; korkarım. Ben Allah'la dostluk istiyorum, Allah'ın beni sevmesini istiyorum. Allah'ın benim gönlüme sevgisini vermesini istiyorum, muhabbetullahı aşkullahı vermesini istiyorum. Ama suçu istemiyorum, günahı istemiyorum, günahkârla dostluğu istemiyorum.
--Peki ya öyle değilse bir adam?.. Aldığı kültür dolayısıyla tamamen ayrı bir eğitimde ve durumda ise, yanlış bir yolda ise, o zaman ne olur?..
--O zaman, benim fikir hürriyetim var, kültür şahsiyetim var, bilgim var, görgüm var... Üniversite hocalığım var, bilimsel araştırmam var... O zaman ben de, "Sen öyle düşünüyorsun ama, bu böyledir!" diyorum. Budistle konuştuğumuz zaman konuştuğumuz gibi, falancayla konuştuğumuz zaman konuştuğumuz gibi...
Sevgi istiyoruz, kardeşlik istiyoruz. İhtilâflarda ilmî araştırmayı, sâkin düşünmeyi, ilmi hakem seçmeyi istiyoruz. İlim ne diyorsa, hepimiz uyalım!.. Hay hay... Ben haksızsam, ben düzeleyim; ötekisi haksızsa, ötekisi düzelsin!.. Allah'ın sevdiği kul olalım!.. Gayemiz; bizi yaratan, kâinatı yaratan, şu güzellikleriyle kâinatı her an nimetlerine mazhar edip sevkeden, yöneten Allah'a güzel kulluk etmek olsun!..
Allah'ın lütfu, yönetimi bir ara iptal olsa, yok olsa; kâinat yok olur, mahvolur. Her an tecellîde... Ve her an onun lütfuyla yaşıyoruz, nimetleriyle yaşıyoruz. Ona karşı borcumuz var, sevgimiz var, saygımız var, bağlılığımız var...
O bağlılık istikametinde, her zaman her yerde emrinizdeyiz; buyurun beraber olalım, kardeş olalım, dost olalım!.. Ama günah yolunda değil; sevap yolunda, Allah yolunda...
Hepinize çok teşekkür ederim.
22. 12. Mildura
HAZRET-İ ALİ
Muhterem kardeşlerim, değerli misafirlerimiz!..
Hepinize en iyi dileklerimi, kalbî dualarımı arz ederim. Bu toplantıyı hazırlamış olan Rasim Şekerden Hocaefendi'ye, bu nazik ve tatlı davetinden dolayı teşekkür ederim. Burada Allah nasib ederse, hiç olmazsa ayda bir olmak üzere periyodik olarak Hazret-i Ali Efendimiz'le ilgili sohbetler yapmayı istiyorum.
Bunun için, böyle bir konuda burada konuşma yapmağa karar verişimiz için sebepler var... Sebeplerin birisi, Rasim Hocaefendi'nin gerçekten nezâket ve tatlılığıdır. Bakırköy'ün siz değerli sakinlerinin bizim yanımızdaki kıymetidir, izzet ve itibarıdır. Ve Alevîlik konusunun --Aleviliği ben aktüelite ifadesi olarak almıyorum, Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûbiyet olarak değerlendiriyorum-- bizim için büyük sosyal önemi olmasıdır. Yâni önemli bir konudur. Bu konuda ilme dayalı, araştırmaya dayalı, selâhiyetli, sağlam bilgiler konuşulmaya başlanmalıdır diye düşünüyoruz. Ve bunun memleketimize, halkımıza fayda sağlayacağını, mutluluk getireceğini düşündüğümüz için yapıyoruz.
Bendeniz kardeşiniz, Hazret-i Ali Efendimiz'le ırken ilgisi olan bir kimseyim. Ecdadımızın onun soyundan geldiği ifade edilir. Binâen aleyh onun evlâdından oluyoruz. O bakımdan Hazret-i Ali ile ilgili, ona muhabbet duyan insanlar bizim hürmetimizi çekiyor, dikkatimizi çekiyor. Onlarla ilgilenmemiz tabii oluyor.
Ayrıca tasavvuf yönünden de bizim Nakşî tarikatının ilk ismi bir rivayete göre --zikr-i hafiyi tercih etmiş bir yol olarak-- Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'dir; ama silsilemizin bir ucu da, bir kolu da Hazret-i Ali Efendimiz'e, oradan Peygamber Efendimiz'e bağlanır.
Binâen aleyh, Peygamber Efendimiz'in evlâdı olan, Hazret-i Ali Efendimiz'in, Fâtıma Validemiz'in --rıdvânullahi aleyhim ecmaîn-- evlâdı olan bütün imamlar, tasavvuf yönünden de bizim samîmî olarak bağlandığımız kimselerdir.
Ülkemizde bu ismi alan hatırlı önemli bir zümre var, kalabalık bir grup var... Alevî demek, aslında Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûb olan demektir. Yâni, bir kelimenin sonuna böyle "-î" getirilince Arapça'da, mensûbiyet ifade eder. İstanbul'a mensûb, İstanbulî dediğimiz gibi... Buna ism-i nisbe derler ama, anlam çok açık: Hazret-i Ali Efendimiz'e mensûb olan... Bu mensubiyet, yâni gönül bağı, sevgi bağı, inanç bağı olarak mensûb olan demek... Bu güzel bir şey; çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz çok mübarek, çok muhterem bir kimse...
Bu söz bazı kimseler için bir iftihar vesilesidir, bazı kimseler için de bir kuşku vesilesidir. "Ha, bu Alevî mi?.." filân diye, bir tereddüt vesilesidir. Hattâ bazen, bir soğukluk vesilesidir. Bunların çözülmesi lâzım, konuşulması lâzım, birilerinin konuşması lâzım!.. Ama, zaten konuşuluyor, gazetelerde de tefrikalar, resimler neşrediliyor. Basında bu konuyla ilgili çok eserler var... Ama, meseleyi iki bakımdan ele almak mümkün:
1. Sosyolojik bir hadise olarak, Alevî diye anılan bir zümre var... İster Alevî diyelim, ister başka bir isimle adlandıralım bir zümre var... Bunun örfünü, adetini, halini inceleyelim; tasvir edelim, ta'rif edelim, beyan edelim diye düşünülebilir. Bu herhangi bir sosyal vakıanın göz önüne alınması, incelenmesi demektir.
2. Bir de, meseleyi ideal yönünden, hakîkat yönünden, doğruluk yönünden ele almak gerekebilir. Yâni tenkitçi bir bakışla meseleye eğilmek, kaynakları araştırmak, kaynakların sıhhatini araştırmak, yol hakkında bir puan vermek, doğruluğu hakkında söz söylemek...
Ben şahsen, "Türkiye'de bir vakıa olarak Alevîlik var, Bektâşîler var... Onların ayinleri şudur vs." diye bir şey anlatmayacağım. Madem ki bazı insanlar Hazret-i Ali Efendimiz'e muhabbet duyuyorlar ve ona bağlı bulunuyorlar, seviyorlar; ben de seviyorum, onlar da seviyorlar. Binâen aleyh, ben onlara yardımcı olmak istiyorum: Alevîlik nedir?.. Hazret-i Ali'ye bağlılık nasıl olmalıdır?.. Hazret-i Ali Efendimiz nasıl bir insandır?.. Yâni ben biraz Alevîlik konusunda köktenciyim galibâ, yeni tabirle... Kökünden, temelinden işi yeniden tanzim etmek istiyor ve bunun da faydalı olduğuna inanıyorum.
Çünkü, canlı bir konudur. Bazan, ihtilâf ve çekişme konusudur. Bir sosyal problem halindedir. "Türkiye de bizim vatanımız olduğu için, bu toprakların problemleri üzerinde düşünmek, konuşmak ve çözüm aramak, doğru çözümleri bulmağa çalışmak, güzel sonuçlara ulaşmağa çalışmak bizim aynı zamanda bir vatan borcumuz olduğundan da bu meselelerle ilgilenmemiz gerekiyor." diye eğiliyorum.
Kendim şahsen ilâhiyatçıyım. Benim doktoram ilâhiyat doktorudur. Doçentliğim ilâhiyat sahasındadır. Profesörlük ünvanım da ilâhiyat profesörlüğüdür. Yirmiyedi sene Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yaptım.