• /
  • Kütüphane
  • /
  • Hz. Ali Efendimiz'den Vecizeler
  • /
  • 141 ilâ 160. sayfalar
121 ilâ 140. sayfalar

3. (Esselâmü aleyküm yâ ehled diyârel muhhişe vel mahâllil mukfire minel mü'minîne vel mü'minâti vel müslimîne vel müslimât, entüm lenâ faratün ve nahnü leküm teb'âun nezûrüküm ammâ kalîlin mülhaku biküm ba'de zamânin kasîr. Allahümmağfir lenâ ve lehüm ve tecâvez annâ ve anhüm. Elhamdü lillâhillezî cealel arda kifâten ahyâen ve emvâtâ. Elhamdü lillâhillezî minhâ halaknâ ve aleyhâ meşânâ ve fîhâ maâşünâ ve ileyhâ yuîdünâ tûbâ limen zekerel miâd, ve kanaa bil kifâfi ve eadde lil hisâb.)

Kabrin yanından siz nasıl geçersiniz bilmem. Siz kabristanın yanından geçerken Türkiye'de, ne söylersiniz, ne dua edersiniz?.. Peygamber SAS Efendimiz, kabristanın yanından geçerken, o kabristandakilere selâm verirdi.

Bir hakim efendi vardı, Allah selâmet versin... Derviş bir kimse... Beraber seyahatimiz olmuştu Kastamonu'ya, o anlatmıştı:Evliyâllah'tan birisi, böyle kabirlerin yanından geçerken, o kabirdeki insanları görürmüş, Fatiha okurmuş. Fatiha okumayanlara da onların, "Bizim yanımızdan geçiyorsunuz, bizim kabir taşımızı görüyorsunuz, mezarımızı görüyorsunuz da bize bir dua bile etmiyorsunuz; bizden beter olun!" diye beddua ettiklerini duyarmış.

141

Şimdi, Hazret-i Ali Efendimiz ne demiş kabristanın yanından geçerken: (Esselâmü aleyküm yâ ehled diyârel muhhişe) "Ey insanı ürperten, yapayalnız kişilerin yattığı şu kabir evlerinin ahalisi olan insanlar, size selâm olsun!.." Yâni, insanlarıneşi dostu, kavmi kabilesi oluyor da, götürüp bir kabre yalnızca gömüveriyorlar; orada tek başına, kimsesiz kalıveriyor.

Kimsesiz kalmıyor aslında; dünyada işlediği amellerle başb.aşa kalıyor başbaşa... Dünyada işlediği ameller ona yoldaş olacak. Nasıl yoldaş olacak?.. Onun anlayacağı bir şekilde yoldaş olacak. Çünkü, Peygamber Efendimiz SAS, buyuruyor ki hadis-i şerifinde:

Adamcağızın birisi kabre konulmuş. Kabirde yalnızlıktan ürperirken, korkarken, çok sevimli, sempatik, nurlu bir güzel insan görmüş. Demiş ki: "Ey mübârek! Tam burda ben böyle yalnızlıktan ürperirken, korkarken seni gördüm sevindim. Canım sana ısındı, çok hoşuma gittin. Sen kimsin böyle nurlu, pırıl pırıl?.." Diyecekmiş ki: "Ben senin falanca zamanda okuduğun Tebâreke Sûresi'yim. Allah sana yoldaş olmam için, bana bu şekli verdi, sana gönderdi." Tebâreke Sûresi bir başka şekilde gelse, kabirdeki anlamayacak ama; Allah ona insan sûreti verip gönderince anlıyor. İnsanın amelleri kabirde yoldaş olacak.

142

Hazret-i Ali Efendimiz, kabirlerdeki insanların o yalnızlığını bahis konusu ederek, "Ey böyle yalnız insanların yattığı evciklerin, kabirlerin, mezarların ahalisi; size selâm olsun!.." diyor.

(vel mahâllil mukfire) "Kazılmış çukurların, çukur mahallerin ahalisi; size selâm olsun!.." Bu kafr, çukur açmak demek... Hattâ biliyorsunuz, Hazret-i Ali Efendimiz'in bir kılıcı vardı:

Zülfakar... Fikar değil, fakar'dır aslında... Üstündür harekesi... Zû, sahib demek... Zülfakar; çukurlu, gedikli demek... Yapılışından dolayı, sanatından dolayı üstünün böyle gedik gedik olmasından, girintili çıkıntılı olmasından dolayı "Zülfaka" diye adlandırılmış.

Burda mahâl kelimesi, mahal kelimesinin cem'idir. (vel mahâllil mukfire) "Ey çukur yerlerin ahalisi, ey kabirlerin ahalisi!.." diyor.

(minel mü'minîne vel mü'minâti vel müslimîne vel müslimât) "Mü'min erkeklerden, mü'min kadınlardan, müslüman erkeklerden, müslüman kadınlardan müteşekkil olan ey kabristan ahalisi; size selâm olsun!.." diyor.

(entüm lenâ faratün) "Siz bizden evvelbu yola girmişsiniz, bizim öncülerimizsiniz. (ve nahnü leküm teb'âun) Biz de sizin peşinizdeyiz, sıradayız, arkanızdayız. (nezûrüküm amma kalîlin) Az bir zaman sonra sizi ziyarete geleceğiz, biz de öleceğiz. (ve mülhaku biküm ba'de zamanin kasîrin) Kısa bir zaman sonra, biz de size iltihak edeceğiz. Sizin yanınıza geleceğiz, sizi ziyaret edeceğiz; biz de sizin yanınıza iltihak edeceğiz ey mü'minler, ey kabristan ahalisi!" diyor.

143

Farat, bir şeyin öncüsü demek... Peygamber Efendimiz diyor ki:

(Ene faratuküm alel havz) "Ben sizin havza ilkönce gideninizim, Havz-ı Kevser'e önünüzden ilkönce ben gideceğim. Sonra siz benim peşimden geleceksiniz, o Havz-ı Kevser'den doya doya nûş edeceksiniz, içeceksiniz." Yâni, baldan tatlı, kardan ak, lezzetinin tarifi mümkün olmayan, içenlerin son derece büyük lezzetler duydukları kevser şarabının ilk ziyaretçisi, ilk gidecek olan Peygamber Efendimiz... Cennetin kapısına ilk gelecek olan da Peygamber Efendimiz...

Hadisi-i şerifte buyruluyor ki:

(Âtî bâbel cenneh...) Kıyâmet günü cennetin kapısına ilkönce ben geleceğim ve kapısını çalacağım. Cennetin bekçisi Hâzin seslenecek: (men ente) "Ey kapıyı çalan, kimsin sen?.." diye soracak. Ben de diyeceğim ki: (muhammedin) "Ben rasûlüllah, Allah'ın elçisi, habîbi, Muhammed-i Mustafâ'yım!"

Onun üzerine, cennetin bekçisi olan büyük melek, Hâzin diyecek ki: (bike ümirtü en lâ ifteha liehadin kablek) "Buyur! Bu kapıyı senden önce birisine açmamak ile emrolunmuştum; onun için sordum. Buyur yâ Rasûlallah!.." diyecek ve cennetin kapısını Rasûlüllah Efendimiz'e açacak.

144

(Allahümmağfir lenâ ve lehüm) Ve dua ediyor: "Yâ Rabbi! Bize de, bunlara da mağfiret eyle yâ Rabbi!.." diyor.

Mağfiret demek; günahları örtüp göstermemek, hesaba katmamak demek... İnsanın başını örten çelik/demir başlığa da miğfer denmesi ondan... Allah da mağfiret edince; günahları örtüyor, kapatıyor, hesabı kapatıyor, göstermiyor, hesaba dahil etmiyor, affediyor.

(ve tecâvez annâ ve anhüm.) "Bizim de, onların da günahlarından vazgeç yâ Rabbi!.. Hesap sormağa, yakamızdan tutmağa, hesaba çekmeğe yönelme; bizi hesaba çekmekten vazgeç yâ Rabbi!.."

(Elhamdü lillâhillezî cealel arda kifâten ahyâen ve emvâtâ.) Sonra, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hamd ü senâlar ediyor: "Canlılar ve ölüler olarak yeryüzünü onlara hazırlayan Allah'a hamd olsun..."

(Elhamdü lillâhillezî minhâ halaknâ ve aleyhâ meşânâ) "Bizi şu topraktan yaratan Allah'a hamd olsun... Topraktan yaratıldık ve yürüyüşümüz bu toprağın üzerinde... (ve fîhâ maâşünâ) Yaşamımız bu toprak üzerinde... (ve ileyhâ yuîdünâ) Rabbimiz, bizi topraktan yarattığı gibi, sonra yine kara toprağın altına bizi gömdürtecek, tekrar oraya döndürtecek." Yâni, bizi kara topraktan yaratan; sonra bizi tekrar üzerinde gezindiğimiz, yaşamımızın üzerinde cereyan ettiği kara toprağa sokacak olan Allah'a hamd olsun...

145

Tabii, hamd her halde yapılır, İyi kötü, tatlı acı, sevimli sevimsiz her halde:

(Elhamdü lillâhi alâ külli hâl.) "Her halde hamd Allah'a aittir." Bu vasıfların hatırlayarak, Allah'a hamd ediyor.

(İnne efdalü ibâdallahi yevmel kıyâmeti elhammâdûn.) "Kıyamet gününde kulların en faziletlileri, çok hamd edenlerdir." Hazreti-i Ali Efendimiz de kabirleri görünce, kendisinin de öleceğini hatırlıyor; kendisi için ve ölüler için dua ediyor. Ondan sonra çeşitli cümlelerle Allah'a hamd ü senâlar ediyor.

Sonra da buyurmuş ki:

(tûbâ limen zekerel miâd) "Allah'ın insanı öldüreceği ve kara toprağa sokacağı bir vaaddir; işte bu vaadi, bu dönüşü hatırında tutan insana ne mutlu!.. Bu dönüşünü bilen, kara toprağa gireceğini hatırında tutan, unutmayan insana ne mutlu!.."

(ve kanaa bil kifâf) "Kendisine yetecek geçimle, rızıkla, Allah'a kanatkâr olan insana ne mutlu!.."

(ve eadde lil hisâb.) "Ve kendisini ahiretin hesap gününe hazırlayan insana ne mutlu!.."

Yâni, kimi beğeniyor?.. Ölümü unutmayan, kanaatkâr olan, dünyaya hırsla sarılıp da ahireti ihmal etmeyen; ve ahirette mahkeme-i kübrâda çekileceği hesaba vereceği cevabı şimdiden düşünüp, dünyadayken hazırlanan insanı beğeniyor. Öyle olmayı kendisine telkin ediyor. Yanında kimseler varsa, onlara da duyurmuş oluyor bu sözü... Kendisini de tazelemiş oluyor.

146

"Haa, kabristanı gördüm. Benim de öleceğim muhakkak... O halde bu dönüşü unutmayayım, dünyaya çok hırslı olarak sarılmayayım!.. Bir gün ahirette, mahkeme-i kübrâda hesaba çekileceğime göre, hesabını verebileceğim işler yapayım!.. Hesabını veremeyeceğim işler yapmayayım, hesabının altından kalkamayacağım işler yapmayayım!.. Haram yemeyeyim, haramdan mal devşirmeyeyim!.. Vazifelerimi ihmal etmeyeyim, ibadetlerimde kusur yapmayayım, geri kalmayayım!.." demiş oluyor.

Böylece Hazret-i Ali RA Efendimiz'in üç tane vecîzesini söylemiş olduk. Birisi: İnsanların çeşitli zihniyette olanlarının tabiatının değişmeyeceğini, ona karşı tedbir almayı tavsiye ediyor.

İkinci vecîzesi: "İnsanın ölümünün ne zaman geleceği belli olmaz! Yaşama ümidi insanı aldatır. Şeytan insanın etrafında dolaşmaktadır. Binâen aleyh, takvâ ehli olmalı, Rabbinden korkmalı, nefsine hâkim olup günahlardan onu alıkoymalı, tevbesini hemen yapmalı ve şehevât-ı nefsâniyesine hakim olmalı!" diye tavsiyede bulunuyor.

Üçüncüde de: Bir kabristan'dan geçerken, kabir ahalisine selâm verip dua ediyor. Kendisi de ahiretle ilgili duygularını, dünyada neler yapması gerektiğini hatırlayıp, kendisin takviye etmiş oluyor.

147

Bedir Harbi'nden sonra, Peygamber SAS müşriklerin cesetlerinin atıldığı kuyunun başına geldi. Dedi ki:

"--Ey müşrikler! Kuyunun içindeki ölmüş herifler... Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gördük, bulduk; siz de Rabbimizin size vaad ettiği azabı, cezâyı buldunuz mu?.. Müstehak olduğuz belâya eriştiniz mi, buldunuz mu?.." dedi.

Sahâbe-i Kirâm dediler ki:

"--Yâ Rasûlallah! Bunlar ölmüş, çukurun içinde hepsi... Kuyunun içinde üst üste yığılmışlar. Öldürülmüşler, ölü bunlar... Duyarlar mı?.."

"--Sizden iyi duyarlar ama, siz anlamazsınız." dedi.

Tabii, Allah-u Teâlâ'nın kabiliyet verdiği kullar anlıyor, Allah'ın sevgili kulları anlıyor.

Peygamber Efendimiz iki kabrin yanından geçiyordu, dedi ki:

"--Bakın, bu iki kabrin içindeki ki şahıs azap görüyor, şu anda azap görmekteler!.. Hem de mühim bir sebepten dolayı değil. Sizce mühim gibi görünmeyen sebepten dolayı, kabirde azap görüyorlar. Birisi, küçük abdestini yaparken sakınmazdı." Yâni, üstüne başına sıçratırdı, avret mahallini açardı... gibi. "Ötekisi de, laf getirip götürürdü insanlar arasında..." "O sana şöyle dedi, haberin var mı?.." filân... Böyle laf getirip, iki kimsenin düşman olmasına sebep olan bir şey... Nemîme, nemmamlık, koğuculuk deniliyor bu işe; yâni laf taşımak...

148

Birisinin lafını ötekisine taşımayacaksın, susacaksın. Adama sana sırrını açmışsa, başkasına ifşâ etmeyeceksin.

Birisi İmam Şâfi Hazretlerine:

"--Aman, söylediğim sırrı kimseye açma!" demiş.

"--Ne sırrı?.." demiş.

"--Benim söylediğim sırrı..."

"--Oldu, gömdük onu... Ölüyü kabre gömer gibi, gömdük onu..." demiş.

Tamam, sır böyle olur. İnsan, kabre gömer gibi başkasının sırrını saklar, laf taşımaz. Laf taşımak çok günah...

"--Falanca sana şöyle söyledi, böyle söyledi. Amaan, bir anlatsam... Uuuh, ne fenâ şeyler söyledi..."

"--Tevbe, tevbe... Vah vah... O bana öyle mi söyledi?.. Tamam! Ben evden baltayı alayım, yolunu keseyim; görür o!.." filân...

Düşmanlıklar böyle yayılıyor.

Onun için, laf taşımak hiç doğru değil... Ondan azab görüyormuş. Dedi ki: "Bir dal getirin!" Taze dal getirdiler. İkiye böldü; birisin bir kabre koydu, birisini diğer kabre koydu. "Bu dallar yeşil durduğu müddetçe, azab görmezler." dedi.

Evliyâullah diyor ki: "Evliyâlığın ilk kademesi, kabirdeki insanların ahvâlini bilmektir."

149

Maşaallah, ilk basit seviyesi oymuş. Daha şöyle baktığı zaman; "İçindeki adamın hali nedir, vaziyeti nedir, durumu nedir?.. Azab mı görüyor?.. Kabri cennet bahçesi mi, cehennem çukuru mu?.." anlarmış yâni... Ne göz, ne hal, ne durum maşaallah... Allah'ın sevgili kullarının hali...

Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Elkabrü ravdatün min riyâdil cenneh, ev hufretün min huferin nîrân.) "Kabir ya cennet bahçesidir mü'min kul için; ya da cehennem çukurudur kâfir için, günahkâr için..."

Kabirde başlar azab... Günahkârın azabı kabirde başlar. Mü'min olduğu halde kabirde azab görenler vardır. Olacak... Hattâ kabre girdiği zaman, kafasına "Gümmm..." diye tokmağı yeyip, kabrinin içi ateş dolanların olacağını hadis-i şerifler bildiriyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi, kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin... Yanlarından geçtiğimiz kabristanlardan ibret almayı nasib eylesin...

O mezar taşlarının dili olsa da, söylese... O mevtânın sesi duyulsa, ne nasihatlar eder yaşayanlara... "Aman, bizim gibi olmayın!.. Aman gafil vakit geçirmeyin!.. Aman, bu kabristan için, kabir hayatı için tedbirinizi alın, çalışmalarınızı yapın; kabrinize a'mâl-i sâlihânızı gönderin!.." diye kimbilir ne nasihatlar ederler ama; işte seslerini duyuramıyorlar. Ancak; evliyâ olanlar, Allah'ın ruhlarına serbestlik verdiği kimseler insanın rüyasına girerler, bazı işaretler verirler, bazı yardımlar yaparlar. O var, o oluyor.

150

Yâni, Allah'ın sevgili kullarının ruhları mahpus değildir, hapsedilmiş değildir; serbesttir. Onlar bazı faaliyetler yaparlar. İnsana gelirler, konuşurlar. Rüyalarına girebilirler.

Allah-u Teâlâ Hazretleri bizleri duyduğumuz hikmetli sözlerden, vecîzelerden ibretler almayı, istifade etmeyi nasib eylesin... Evliyâullah büyüklerimizin yolundan ayırmasın... Gaflete, cahilliğe, dalâlete, sapıklığa düşürmesin... İbadetinden, tâatinden kesmesin... Ahirete hazırlanmadan ömrü gafil geçirenlerden etmesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak varmayı, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı cümlemize nasib eylesin...

Bihürmeti habîbihî Muhammedenil Mustafâ aleyhi efdalüs salevât, ve ekmelüt tahiyyât, vet teslîmât, ve bihürmeti esrâr-ı Sûretil Fâtiha!..

29. 12. 1993 - Melbourne

151

FAZÎLETLİ BİR İNSAN OLMAK

Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...

Bismillâhir rahmânir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidil evvelîne vel âhirîn, muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn... Emmâ ba'd:

Aziz ve muhterem kardeşlerim!..

Akşam namazlarından sonra, elimizdeki kitaptan Hazret-i Ali Efendimiz'in vecîzelerini okuyoruz. Hazret-i Ali (RA ve kerremallahu vecheh) buyurmuş ki:

1. (Mâ as'abe alâ men ista'bedethü şehevâtühû en yekûne fâdılâ.) "Şehvetlerin kendisini esir aldığı kimsenin fazîletli bir insan olması, ne kadar zor bir şeydir."

İnsanın fazîletli insan olması, kendisini iyi kontrol etmesine bağlıdır. Yâni, iradesi çok kuvvetli olacak, neyi yapması gerektiğini iyi düşünebilecek. Neyi yapmaması gerektiğini iyi kararlaştıracak. Sözüne dikkat edcek; söylemesi gereken sözü, söylememesi gereken sözü ölçecek biçecek. Hareketlerini ölçülü yapacak.

Şehvetlerine esir olmuş insanın ise, kontrol şehvetindedir. Aklında değildir, iradesinde değildir; arzularındadır. Binâen aleyh, arzusunun esiri olan, "Ne istersem onu yaparım!.. İçimdeki arzumu yerine getireceğim, canım ne isterse onu yapacağım!" diyen bir insanın, faziletli bir insan olması çok zordur.

152

Tabii, herkes canının istediğini yapıyor ama, bir de canı onu olmayacak şeyleri yapmaya sürüklüyorsa; o zaman insan, selin üstünde sürüklenen bir çöp gibi kendisine mâlik olmayan, sahib olmayan bir insan durumunda olduğu için, daha zor oluyor. Bu bakımdan, insanın nefsine hakim olması lâzım, arzularına set vurabilmesi lâzım!.. Kendisini kontrol edebilmesi lâzım!.. Bunun bir eğitimi lâzım!..

Sabahki konferansta söylemiştim: "İbadetler ilaçtır, çâredir. İnsanın her yönden, rûhen, bedenen sağlam olması, ailece mutlu olması; cemiyetçe sıhhatli, düzenli bir cemiyet olması bakımından, bütün ibadetler birer tedbirdir, birer ilaçtır." demiştim. Ramazan orucu da, insanın tedavisi etmesi için bir ilaçtır. İradesini kuvvetlendirmesi için bir kuvvet şurubudur. Bir ay devam eden bir egsersizdir. Bu egsersizin içinde insan, canının çektiği, arzu ettiği şeyleri yapmamayı uyguluyor bir ay boyunca...

Su içmiyor; halbuki su haram değil... Yemek yemiyor, karnı acıksa bile... "Off, çok acıktım! Aman, dayanamıyorum!" dese bile; veya "Hava çok sıcak!.. Çok terledim, çok susadım, dudaklarım kurudu. Harmanda harman savurdum. Ahh, birazcık su olsa!" dese bile, su içmiyor... Karnı çok acıksa bile, yemek yemiyor... Evli, normal bir yuva kurmuş bir insan bile olsa, ailevî hususlarda kendisini tutuyor.

153

Ne oluyor?.. Bu akşama kadar devam ediyor. İftar vaktinden, akşam vaktine kadar yapmama talimi görüyor. Müslüman bir ay bu talimi görüyor. İnsanın su istemesi ne kadar kuvvetli bir arzudur!.. Yemek yemesi ne kadar kuvvetli bir arzudur!.. İnsan bunun için dayanamıyor, hırsızlık bile yapıyor. Dükkânın camekânını kırıyor... Pazarda tezgâhtan bir şeyler çalıyor; bir köşede yiyor... Kedi hırsızlık yapıyor, tencereden bir şey kapıp gidiyor... vs. Kuvvetli bir duygu yâni; bu duyguyu engelliyor. Evlilik duygusu, nikâh duygusu; o daha kuvvetli bir duygu... Onu bile engelliyor.

Binâen aleyh, ramazan bizim için bir ilaçtır. Nefsi terbiye etme konusunda bir antremandır. Bir aylık seferberliktir, bir aylık askerî talimdir. Orda nefse hakim olmayı; şehevâtımıza, iştihalarımıza, şu kuvvetli arzularımıza dur demeyi öğreniyoruz. Bu güzel...

Böylece müslüman, kendisini tutabilen bir insan oluyor. Kızdığı zaman hemen feveran etmiyor, anî hareket yapmıyor. Bir şeyi istediği zaman harama sapmıyor, kendisini kontrol edebiliyor.

154

Ama böyle değilse; yâni şehvetlerinin esiriyse, şehvetleri onu kendisine köle yapmışsa, her istediğini yaptırtıyorsa; o zaman, onun faziletli bir insan olması ne kadar zordur!.. Çünkü, nefsi onu dâimâ alçaltacak işlere sevkedecek, günahlara sevkedecek.

Yine buna benzer bir başka sözü Hazret-i Ali Efendimiz'in:

2. (Mâ ahsenel ilmü yüzeyyinühül amelü ve mâ ahsenel amelü yüzeyyinühür rıfk.)

Cümleler birbirine benziyor, paralel cümle... Konular değişik... Bu ikinci vecîzesinde Hazret-i Ali Efendimiz diyor ki:

(Mâ ahsenel ilmü yüzeyyinühül amelü) "Uygulamanın, tatbik etmenin, ilmiyle âmil olmanın süslediği, güzelleştirdiği ilim, ne güzel bir ilimdir."

Adam ilim sahibi; tamam... Ama, ilmini de uyguluyor; o zaman daha ileri bir merhale!.. Yâni, hem biliyor, hem de bildiğini uyguluyor. Binâen aleyh, ilmini uygulaması, tatbikatı, sözünü hareketlerinin desteklemesi, onu bir kat daha güzelleştiriyor. Ne güzeldir o ilim ki, uygulama da arkasından geliyor. Sıf lafta kalmıyor, tatbikatı da var... Ne güzel!..

155

(ve mâ ahsenel amelü yüzeyyinühür rıfk.) "Ve o uygulama da, tatbikat da ne kadar güzel ki, rıfk ile yapılıyor, mülâyemetle yapılıyor." Yâni uygulama, amel, icraat, ilmi zinetlendiriyor, süslüyor. İcraatı da yumuşaklık, --sertlik değil-- rıfk, mülâyemet zinetlendiriyor. Rıfk; sinirlenmemek, yumuşak olmak, tatlı muamele ederek yapmak demek...

Hazret-i Ali Efendimiz'in bu vecîzesinden anladığımız: "Alim ol; ilmini arttırmak için çalış, çabala, öğren ama; bilgini uygula, icraata dök!.. Sırf kafanda ve dilinde kalmasın, hareketlerine de intikal etsin!.." demiş oluyor.

Yâni, palavracı... Lafı çok ama işi yok... Söyler, vaad eder; yapmaz... Anlatır, kendisi tutmaz... Bunlar kötü şeyler!.. Halka verir talkını, kendi yutar salkımı... Başkasına nasihat ediyor, yapma etme diyor ama, kendisi yutuyor salkımı... Meselâ, "Komşunun asmasından üzüm koparma!" diyor, kendisi gidip kopartıp yutuyorsa; sözü başka özü başka oldu, özü sözüne uymadı; bu kötü!..

Hazret-i Ali Efendimiz buyurmuş oluyor ki: "Doğru şeyleri, güzel şeyleri öğren... Dinini, imanını, dünyanı öğren... Ahlâkî fazîletleri öğren... Ama, öğrendiğini uygula!.. İkincisi: Uygularken de haşin, sert, kırıcı, dökücü olma; yumuşak ol!.."

156

Bazı insanlar var, "Ben Allah yolunda gidiyorum, ben ibadet ediyorum!" diye o kadar kaşları çatık, o kadar etrafa karşı soğuk, o kadar sert ki; insan üzülüyor, onun o tavrından alınıyor, hattâ darılıyor. Efendim, sabah namazından sonra dükkânını açıncaya kadar kimseyle konuşmamak adetiymiş... Hoppalaaa!.. Nerden çıktı bu adet?.. Kim demiş?.. Peygamber Efendimiz yaptı mı böyle bir şey?.. "Esselâmü aleyküm!" diyorsun, cevap vermiyor. Birisi "Esselâmü aleyküm!" dedi mi, "Aleyküm selâm!" demek vâcib, çok önemli... Selâm vermiyor. Neymiş?.. Dükkânı açıncaya kadar kimseyle konuşmazmış...

Çok seneler önce, Hocamız'ın sağlığında, birisinden böyle bir durum görmüştüm de, hiç unutamıyorum yâni... Sen sustuğun zaman karşı taraf alınacaksa, konuş mübârek!.. Kalbini kırma, "Aleyküm selâm kardeşim!" de!.. Ondan sonra yine yapacağını yap!.. Ne oluyorsun yâni?.. "Ben şimdi tesbih çekiyorum!" bilmem ne, bilme ne... Olmaz.

Yaptığı ibadeti, yaptığı icraatı nasıl yapmalı insan?.. Rıfk ile yapmalı!.. Rıfk ne demek: Yumuşaklık, mülâyimlik, halim selimlik, tatlılık demek... Kırmadan yapmak; ezmeden, darıltmadan, gücendirmeden yapmak demek...

157

Bileceğiz, bildiğimizi uygulayacağız. Uygulamamızı yumuşak yumuşak yapacağız. Kırarak, dökerek, ezerek, geçerek değil...

Diğer bir sözü:

3. (İhmed men yağlüzu aleyke ve yaizüke ve lâ men yüzekkîke ve yetemellakuke)

(İhmed) "Hamd et! (men yağlüzu aleyke ve yaizüke) Sana nasihat veren, icabında acı söz söyleyen kimseye hamd et; öv, takdir et, teşekkür et!.. (ve lâ men yüzekkîke ve yetemellakuke) Seni öven, seni temize çıkartan ve sana dalkavukluk yapanı değil..." Çünkü, ötekisi hakkı söylüyor.

Dost acı söyler, düşman güldürür. Düşman, birisinin ayıbını düzeltmesini istemez. Hakîki dost, ayıbının gitmesini ister. "Aziz kardeşim! Ben senin her şeyini beğeniyorum, seviyorum. Her şeyin kusursuz olsun istiyorum. Onun için, şurası yanlış, şurayı düzelt!" der. Ona hamd edeceksin, şükredeceksin, teşekkür edeceksin. "Vayyy!.. Benim ayıbımı söyledi." diye kızmayacaksın, "Teşekkür ederim!" diyeceksin.

Bazısı da diyor ki: "Sen kendi işine bak, sen kendine bak!.." Bu da çok ayıp!.. Bunu da hadis-i şerif'te Peygamber Efendimiz yasaklamış. Birisi sana vaaz ettiği zaman, "Sen kendi işine bak!" demek çok ayıp, çok yanlış. "Teşekkür ederim, Allah râzı olsun... Sağ ol, bana bir hatamı gösterdin!" diyeceksin. Eğer o söylediği şey doğru değilse, onu da izah edersin. "Yok, ben onu o maksatla yapmamıştım. Bir yanlış anlama olmuş o arada... Böyle yapmadım. Maksadım şuydu, sebep buydu..." diye güzelce konuşursun.

158

"Nasihat edene, doğruyu dobra dobra, ağır, sert de olsa söyleyene kızmamak, hamd etmek, teşekkür etmek lâzım!.. Dalkavukluk yapana; seni temize çıkartan, tezkiye eden, allayıp pullayan, göklere çıkartana değil..." diyor Hazret-i Ali Eferdimiz.

Hattâ Peygamber SAS'den bir hadis-i şerif vardır:

(Uhsüt türâbe fî vücûhil meddâhîn.) "Sizi yüzünüze karşı medheden kimsenin yüzüne toprak saçın!" diye... Yüzüne karşı medhetmek iyi değildir. Şımarır insan... Doğruyu da söylesen, çok fazla medhettiğin zaman şımarır.

Onun için ölçülü olmak lâzım!.. Birisi medhederse, "Yâhu, kestin biçtin beni!.. Doğradın, mahvettin; iyilik yapmadın bana!.." demek lâzım!.. Çünkü, nefsi dayanamaz insanın... Hoşuna gider, hoşlanır; bu sefer, medhetmeyene kızmağa başlar.

Bunu tavsiye ediyor. Zor bir şey tabii ama, faziletli insanlar böyledir. Doğruyu söyleyeni, kendisine hakkı söyleyeni, nasihat edeni severler. Sert de olsa, acı da olsa doğru söyleyene teşekkür ederler. Yaltaklık dalkavukluk edene yüz vermezler.

Çünkü o dalkavuk sana hilâf-ı hakîkat medihlerini bir maksad için söylüyordur. Arkasında bir menfaati vardır, seni aldatacaktır... vs.

159

4. (İhter en tekûne mağlûben ve ente munsıf, velâ tahter en tekûne gâliben ve ente zâlimen)

Buyurumuş ki, Hazret-i Ali Efendimiz bu sözünde:

(İhter) "İhtiyar et, tercih et!.. (en tekûne mağlûben ve ente munsıf) Haklıyken mağlûb olmayı, (velâ tahter en tekûne gâliben ve ente zâlimen) zâlimken galib olmaya tercih et!.." Haksızken galib olmak yerine, "Haklı olayım da isterse mağlub olayım! Mühim olan haklı olmaktır." diye haklı olmayı tercih et!.. Mağlub bile olsan, haklı olmayı tercih et!.. Zâlim olduğun zaman, galib gelmeyi tercih etme!..

Çünkü hem zalimsin, hem de galebe çalmışsın; o zaman günahın daha büyük olacak. Ama mazlumsun, haklısın, hak yoldasın, mağlub olmuşsun, sana birisi zulmetmiş; Allah mazlumların yanındadır, Allah sana mükâfat verecek. Bu daha iyi... Bunda mükâfat var, ötekisinde cezâ var, ikab var, azap var!..

Binâen aleyh diyor ki: "Haklıyken mağlub olmayı, haksız ve zâlimken mağlub olmaya tercih et; o daha iyi!.."

5. (Lâ tahdümenne mehâsineke bil fahri vet tekebbür.) "İyilikleri öğünmekle, kibirlenmekle mahvetme, sıfıra indirme!.."

160
161 ilâ 180. sayfalar