Ben bunu hayatımda kendim çok denedim ve bir çok yerde insanlara iyilik yapmanın çok faydasını gördüm. Tabii, insanın iyiliği, karşısındakini esir etmek için yapması da İslâmî bakımdan doğru değil! İnsan iyiliği Allah için yapmalı!.. Karşısındaki iyiliği kabul etse de, etmese de yapmalı; anlasa da, anlamasa da yapmalı; kendisine iyi davransa da, davranmasa da yapmalı!.. Neden?.. "Ben Allah için yapıyorum, ondan bir karşılık beklemiyorum!" diye düşünmeli!..
Hazret-i Ali Efendimiz'in cömertliğiyle ilgili bir ayet-i kerime olduğunu bildirmiştim dün akşam... Onların her akşam kapılarına gelen miskine, yetime, esire sofralarındaki yemeklerini verdiklerini anlatmıştım. O ayet-i kerimelerin devamında buyuruluyor ki, bismillâhir rahmânir rahîm:
(İnnemâ nut'imüküm livechillâh) "Biz bu soframızdaki yemekleri size Allah için veriyoruz, Allah rızası için veriyoruz. (lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) Sizden bir karşılık da beklemiyoruz, teşekkür de beklemiyoruz." İster teşekkür edin, ister etmeyin!.. İster bizi bilin, ister bilmeyin!.. Yâni, ben kapının arkasından da verebilirim, beni bilmen de şart değil... Öyle insanlar var ki, geceleyin karanlıkta gidiyor, fakire veriyor vereceğini, vereceği sadakayı... İstiyor ki, kimse bilmesin...
Şöyle bir menkabe okumuştum: Evliyâullahtan birisi bir şehre geliyor... Orda bir talebesi varmış, bir zaman gelmiş, yanında okumuş, filân... Tanıdığı bir talebesi, bir kimse...
Sormuş:
--Bu şehirde şöyle bir şahıs var mı?..
--Var...
--Onunla görüşmek istesem görüşebilir miyim?
--Hapiste, hapse tıktılar onu...
--Niye hapse tıktılar? Bir şuç mu işledi; bir hırsızlık, bir kanunsuzluk mu yaptı?..
--Hayır! Birisine borcu vardı, ödeyemedi. Borcunu ödeyemediği için, hapse tıktılar.
--Yaaa!.. Sırf bu sebepten mi?..
--Evet, bu sebepten...
--Kime borcu vardı?
--Falanca adama...
Derhal gidiyor o adama:
--Hapse tıkılan filânca kimsenin sana şu kadar borcu varmış; öyle mi?..
--Evet var!..
Tıkır tıkır parayı veriyor, "Git onu çıkart!" diyor. Adam da tabii, parayı aldığı için gidiyor, "Tamam, ben paramı aldım; çıkabilir!" diyor. Fakat, parayı ödeyen hocası, o evliyâullahtan olan zat, hiç kendisi hakkında bilgi vermeden, kendisinin oraya geldiğini söylemeden, kendisinin ismini vermeden, o talebesiyle de görüşmeden, şehirden ayrılıp gidiyor. Neden?.. İyiliği kendisinin yaptığını bilip de teşekkür etmesin, mahcub olmasın, medyûn-u şükrân olmasın diye yapıyor.
(İnnemâ nut'imüküm livechillâh, lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) "Biz yaptığımız işi Allah rızası için yaparız; teşekkür beklemeyiz, karşılık beklemeyiz!"
"Ben ona bir tepsi baklava gönderdim; o da bana herhalde birbuçuk tepsi kadayıf gönderir." filân gibi bir hesap yakışık almaz. Öyle bir şey yok; Allah rızası için veririz biz!.. Amma, kaide olarak sen bir insana bir iyilik yaptın mı, o da seni sever. Sen onun emiri olursun, komutanı olursun, sahibi olursun, efendisi olursun. Kaide budur.
Tabii, onların sahibi, efendisi olayım diye de iyilik yapanlar, parayla insanları satın alanlar çıkabilir. Bu tutmaz! Bu niyet bozukluğu bir yerde anlaşılır. Bir yerde cılkı çıkar, patlak verir... Sonunda iş tatsızlığa gider. Neden?.. Allah rızası için yapılmayan, ihlâsla yapılmayan bir işin sonundan hayır gelmez de ondan... O halde ne yapmalıyız?.. İhlâsımıza sahip olmalıyız, kalbimiz ihlâslı olmalı, iyi niyetli olmalı, Allah rızâsı için olmalı!..
Onun için, biz her şeyde diyoruz ki:
(İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim maksûdum sensin! Ben senin rızanı istiyorum!" Yâni, bütün cihan halkı bana kızsa, ama sen sevecek olsan; senin sevdiğin şeyi söylerim, yaparım!.. Bütün cihan halkı beni sevecek olsa, beni başkan seçecek olsa, benim etrafımda toplanacak olsa; beni paraya gark edecek olsa, zengin edecek olsa, ihyâ edecek olsa, senin sevmediğin bir sözü söylemem!.. Halkın teveccühünü kazanacağım diye, seni kızdıracak, senin gazabına uğratacak işi yapmam!.. Halk bana kızacak, halkın karşısında pozisyonum bozulacak diye de, senin rızana uygun olan sözü söylemekten geri durmam!..
Asıl müslüman böyle yapar, asıl müslümanın hâli, şânı ve işi budur!.. İhlâsla yapar, iyi niyetle yapar, Allah için yapar!.. Kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı yoktur. Padişah olsa, dobra dobra doğruyu söyler. "Çok da mağrur olma şâhım, senden büyük Allah var!" diye bağırırlarmış padişaha... Cuma namazından çıktıktan sonra, bağırırlarmış böyle... "Çok mağrur olma padişahım, sen büyüksün ama, senden büyük Allah var!.. Sen de onun kulusun nihayet..." derlermiş. Padişahın karşısında dobra dobra konuşabilirlermiş.
Büyüklerden bir tanesi eski zaman halifelerinden birisinin yanına girmiş. --Hoşuma gidiyor muamelesi... İsmi var, mâlûm; kim olduğu belli ama, hikâyesi de uzun ama, ben kısaca söyleyeyim: Hükümdar, Emevî hükümdarı... Suriye, Ortadoğu, Mısır, Arabistan, İran, Anadolu... Her taraf emrine girmiş olan büyük bir devletin başkanı...-- "Selâmün aleyküm ey filânca!" diye ismiyle hitab etmiş. Hooop... Mindere oturmuş, kıpkırmızı olmuş halife sinirinden... Nerdeyse celladı çağıracak... Meşhur bir alim... Kolay kolay da bir alimi öldürmezler. Yâni, halk ayaklanır. Onu da düşünürler, hesaplarını yaparlar. Kıpkırmızı olmuş. Biraz kızgınlığını yutmuş, demiş ki:
"--Sen bana niye 'emîrel mü'minîn' demedin de ismimle hitâb ettin?.."
Onların vasfı o... "Yâ emîrel mü'minîn, esselâmü aleyke! Ey mü'minlerin komutanı, başkanı, emiri! Sana selâm olsun!" diyecek.
Demiş ki:
"--Dışarda ben halkla konuştum. Mü'minler senden memnun değil ki, ben sana "emîrel mü'minîn" diyeyim!.. İstemiyorlar ki seni... Ondan 'emîrel mü'minîn' demedim" demiş.
Sonra demiş ötekisi tekrar:
"--Niye ben emir vermeden, müsaade etmeden karşıma geçtin, oturdun? Niye ayakta durmadın?.."
"--Sebebini söyleyeyim: Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifi var... 'Cehennemlik bir insan görmek isteyen, kendisi otururken karşısındakini ayakta tutan, oturtmayan kimseye baksın!' buyurmuştu Peygamber Efendimiz... Onun için, seni cehennemlik duruma düşürmemek için oturdum." demiş.
Tabii, bir şey diyemiyor bu sözün karşılığında... Daha başka bir sürü söz söylemiş emîrül mü'minîne... Şöyle demiş, böyle demiş, nasihat etmiş. Adam ağlamış.
Eh, bakın alimin tavrına... Neden?.. Ondan bir şey beklemiyor; mevki beklemiyor, makam beklemiyor, para beklemiyor, pul beklemiyor... Onunla bir ilgisi yok... İnsan birisinden bir şey beklemedi mi; o zaman çok rahat olur, çok serbest olur. Evet: "Kimin kulu olmak istiyorsan, ona muhtaç ol!.. Kiminle denk olmak istiyorsan, ona ihtiyacın olmasın!.. Kimi kendine kul etmek istiyorsan, ona iyilik yap!" demek... Yâni, bu sözün kısacası bu...
Hazret-i Ali Efendimiz'in bu nasihatinden nasıl istifade etmemiz lâzım?.. Bundan çıkacak olan ders: "Mümkün olduğu kadar herkese iyilik yap amma, kimseye muhtaç olmamağa çalış!.. Sabret, derdini kimseye açma, kimseye el açma, kimseye muhtaç olmamağa çalış!" Muhtaç oldun mu, yandın... Allah kimseye muhtaç etmesin... Hani derler ki: "Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin!" Nâmerde muhtaç oldun mu, yanarsın zâten... Adam nâmert, kalleş, karaktersiz... Ona muhtaç oldun mu, perişan olursun. Nâmerde değil, merde bile muhtaç etmesin Allah...
"Yâ Rabbi, dert verip derman aratma!.. Fakirliğe düşürüp, kapı kapı dolaştırma!.." diye dua ederler. Doğrudur o dua...
Hazret-i Ali Efendimiz'in bu sözü de güzel, edebî değeri yüksek bir vecîzedir. Arapçasını yine kardeşlerimiz yazsınlar!..
Bundan sonraki sözü:
2. (Levlâ da'ful yakîn, mâ kâne lenâ en neşkû ve mihnetin yesîreh, mihneten yesîreten nercû fil âcili sür'ate zevâlihâ ve fil âcili azime sevâbihâ beyne ed'afu niamin lev ictemea ehlüs semâvâti vel ardı alâ ihsâihâ mâ vefâ bihâ fadlen anil kıyâmi bişükrihâ)
Bu uzunca bir sözü ama, --açıklayacağım şimdi-- mânâsı güzel...
(Levlâ da'ful yakîn) "İmandaki zayıflık olmasaydı, (mâ kâne lenâ en neşkû ve mihnetin yesîreh) küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyet etmezdik. İmanımızdaki zayıflık olmasaydı, küçücük bir dünya sıkıntısından şikâyetçi olma durumuna düşmezdik biz insanlar...
(mihneten yesîreten nercû fil âcili sür'ate zevâlihâ) Öyle bir küçük dünya sıkıntısı ki, bu sıkıntı bu dünyada uzun zaman devam etmez; bir zaman sonra sür'atle geçip gider. Yok olacak... Bir imtihandır gelip geçecek... (ve fil âcili azime sevâbihâ) Ve ahirette de büyük sevabı olacak... Neden?.. Dünyada çekilen hastalıkların, sıkıntıların, üzüntülerin, Allah ahirette çok büyük mükâfatını verecek sabredenlere... Ne diyor Kur'an-ı Kerim'de Allah-u Teâlâ Hazretleri:
(İnnemâ yüveffes sâbirûne ecrahüm bigayri hisâb) "Herkese hesapla, miktarla, ölçüyle, katsayıyla sevap verir de Allah; sabredenlere katsayısız, hadsiz hesapsız sevap verir!" Sabredenlerin sevabı çok...
Eyyûb AS meselâ... Eyyûb Peygamber, Allah'ın çok sevdiği ve çok medhettiği bir peygamber... Öyle hastalıklara düşmüş ki, oturduğu şehirden, şehrin çöplüğüne çıkartmışlar. Şehrin dışında, orada barınmış. Kimse gitmiyormuş yanına, hastalık kendilerine de bulaşmasın diye... Bir karısı gelip gidiyormuş. Malları telef olmuş, evlâtları ölmüş, kendisi hastalanmış, şehrin dışına atılmış ama; sapasağlam kulluğunda!.. Sabrında hiç azalma olmamış, senelerce bunu çekmiş. Çeşitli rivayetler var, kaç sene çektiğine dâir... Sonra düzelmiş hepsi...
Sabretmenin çok sevabı var... Küçücük şeylere sabredemiyoruz. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyden, sevapları kaçırıyoruz elden... İşte bundan dolayı, burda diyor ki Hazret-i Ali Efendimiz: "Eğer imanımızda zayıflık olmasaydı; şu dünyadaki çabucak geçeceğini bildiğimiz, ama ahirette de Allah'ın çok sevap vereceğini bildiğimiz ufak bir imtihandan dolayı şikâyetçi olmazdık. Olmamamız lâzım!.."
(beyne ed'afu niamin) O sıkıntıların ahiretteki sevabı o kadar çok ki, kat kat... O sıkıntılara karşılık, kat kat nimetler verecek Allah... (lev ictemea ehlüs semâvâti vel ard) Yer ve gök ehli bütün mahlûkat bir araya gelip toplansalar; (alâ ihsâihâ) bu belâya uğrayıp sabretmiş mü'min kula, Allah'ın ahirette vereceği sevapları sayıp dökmek için, gökteki yerdeki mahlûklar hepsi toplansalar; (mâ vefâ bihâ) bu sevapları sayıp bitiremezler. Bu bu kadar kalabalık... (fadlen anil kıyâmi bişükrihâ) Şükrünü edâ etmek mümkün değil... Daha, Allah'ın orada vereceği nimetleri, göklerin yerlerin ehli toplansalar sayamazlar. Sayamayız.
Yâni, "Allah'ın ahirette, gökteki yerdeki varlıkların saymağa kalkışıp da saymayacağı, şükrünü edâ edemeyeceği kadar kadar çok büyük, kat kat nimetlerle mükâfatlandıracağı; dünyada da sür'atle gelip geçecek ufacık bir imtihandan dolayı şikâyetçi olmazdık; eğer imanımız zayıf olmasaydı..."
Haa, imanı kuvvetli olsaydı ne olacaktı?.. İmanı kuvvetli olsaydı;
(Ve bil kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ) diye Amentü'de saydığı kaderin bir cilvesi olduğunu, Allah tarafından alnına yazıldığını, bu hayatın bir imtihanı olduğunu bilecekti. "Allah'tan geldi." diyecekti, sabredecekti, şikâyetçi olmayacaktı. İmanı kuvvetli olsaydı, sabredecekti. E acıyor, ağrıyor midesi; derdi büyük...
--Sen benim başıma gelen belânın ne kadar ağır olduğunu biliyor musun?..
--Tamam biliyorum, ne yapalım?.. Herkesin başına çeşit çeşit belâlar geliyor. Kimisinin annesi vefa ediyor, kimisinin evlâdı vefat ediyor... Biz dünyada en rahat insanlarız şurada... İşte bak, Bosna-Hersek'teki insanlardan hergün gelen haber bültenlerinde; top atışı, savaş, üzüntü, ölü, yaralı... Onların haberlerini duyuyoruz her gün... Yâni, şurada dünyanın en rahat insanıyız ama, yine sabredemiyoruz.
Hac yapıyoruz; hac seyahati çok büyük imtihan...
--Haccı niçin yapıyorsun, sen burada rahatına baksan ya?..
--E, Allah emretmiş diye yapıyorum, farz diye yapıyorum.
--Orası rahat değil, biraz sıkıntıları var haccın...
--Olsun, ben sıkıntılara katlanırım. İbadettir. Allah'ın emrini yerine getireyim... Rasûlüllah'ın gezdiği diyarları göreyim... O Arafat'ta durayım, tavafımı yapayım... O Kâbe-i Müşerrefe'mi göreyim, o Hacer-İ Esved'imi öpeyim...
--Tamam, güzel, aferin!.. İyi, bak maşaallah!..
Adam burdan bu niyetle yola çıkıyor hac yolculuğuna... Sağla kavga ederek, solla kavga ederek, uğraşarak didinerek, mücadeleyle, hak yiyerek, haksızlık yaparak, iterek kakarak yolculuk yapıp geliyor. Dost gittiği insanlarla dargın dönüyor. Ne oldu?.. İmtihanı kaybetti. Allah imtihan ediyor, Allah'ın imtihanı bu...
Hac yolculuğu, şurdan adımını atmağa başladın mı; imtihan... Mutlaka senin zıddına gidecek şeyleri Allah karşına çıkartacak, imtihan edecek seni; "Bakalım, benim kulum âşık-ı sâdık mı?" diye... Sabredemiyor ve böyle arkadaşların arasına giriyor insan... Çeşitli imtihanlar oluyor.
Geçenlerde bizim böyle bir aile kampımız oldu. Çocuğun birisi duvardan düştü. Hadiii... Ödümüz patladı. Eyvah!.. Biz bir iyilik yapalım derken, bu çocuk ölürse... Elimizi açtık, dua ettik, "Aman yâ Rabbi, bu çocuk ölmesin!.." diye... Birkaç bakımdan ölmesin; hem yazıktır ölmesin, hem de zehir olacak bütün kamp ahalisine... Ama, annesi babası sağlam... Yâni, maşaallah, çok sağlam insanlarmış, mert insanlarmış. "Gık" demediler, "Ne yapalım, kaderdir." dediler. Çocuk da sapasağlam, turp gibi maşaallah; bir şey olmadı.
Allah çocukları böyle lastik gibi dayanıklı malzemeden yapıyor. Düşüyorlar, kalkıyorlar, kırılıyorlar, sarılıyorlar... Yine maşallah, koruyor Allah-u Teâlâ Hazretleri...
Aziz ve muhterem kardeşlerim! Hazret-i Ali Efendimiz'in bu sözü çok önemli... Ufak tefek mihnet ve meşakkatlerden, ufak tefek sıkıntılardan iumtihanı kaybetmeyin!.. Çabuk geçecek bu, bir imtihan... Çabuk geçecek, ahirette sevabı çok... Bu kadar sevabı çok olan şeye bu dünyada sabırsızlık edip, şikâyet edip de sevabı elden kaçırılmaz!..
Onun için çok dikkatli olun!.. Şeytan insanın içinde demirci gibi, demircinin ateşi körükle körüklediği gibi, "Huh vuu... Huh vuu... Huh vuuu... Huh vuuu..." içine insanın böyle körükle körükler; içindeki ateşi yakmak için... Şeytan insanın içindeki ateşi kızdırmak için, insanı fokur fokur kaynatmak için, arkadaşına karşı kızdırmak için, kavga çıkartmak için etrafında dolaşır. Şeytan acemi çaylak değil... Şeytan usta bir yaratık, aldatmada usta bir yaratık... Kimin yanına nasıl yanaşacağını bilir. Herkesin damarına girmesini bilir, damarında dolaşmasını bilir. Aman, günahlara karşı uyanık olun!.. Aman, şeytana karşı müteyakkız olun!.. Aman, ufak tefek sıkıntılardan şikâyet edip, kavga edip, itişip kakışıp, darılıp küsüp, sevaplarınızı kaçırmayın!.. İmtihan, her şey imtihan...
Evliyâullahtan birisi seyahat ediyormuş bir şehirden bir şehire... Haramiler yolunu kesmişler.
--Çık paraları!..
--Param yok...
--Çık paraları!.. Saklıyorsun, sakladığın paraları çık; yoksa çocuklarını keseceğiz!..
--Yâhu, param yok diyorum size, yok işte...
Başlamışlar çocukları kesmeğe... Böyle duruyor adam... Haramilerin reisinin, çete reisinin dikkatini çekmiş.
"--Yâhu, sen ne kadar gaddar adamsın, ne merhametsiz adamsın!?.. Senin çocuklarını kesiyoruz, kılın kıpırdamıyor..." demiş.
"--Allah'ın kaderi... Alan Allah, veren Allah!.. Yaşatan Allah, öldüren Allah!.." demiş.
Adamın eli ayağı titremeğe başlamış.
"--Yâhu, bu sözü önceden söyleseydin, çocukları kestirtmezdim." demiş.
"--O da Allah'ın kaderi..." demiş. "Bu kadarı kesilecekmiş demek ki, geriye kalanı kalacakmış."
Yâni kaderin cilvesine ve başınıza gelen olaylara sabretmeyi öğrenin!.. İmtihanda olduğunuzu unutmayın!.. İmtihan sorusunun nasıl geleceği belli olmaz. Bazan karınızdan imtihan gelir; karınızın kafasında tabağı çanağı parçalamayın!.. Bazan çocuğunuzdan olur, bazan komşunuzdan olur... Bazan karşınızdaki insanın bir lafından olur; kötü lafı iyiye çevirin!.. Kötüye iyilikle mukabele edin!.. Ters anlaşılacak lafı, düz anlayın! Ters söylenen lafı, düze yorumlayın; kavga çıkartmayın!..
Eskiden bir adamı medhetmişler, "Bu adam çok iyi huylu bir adamdır. Hiç kızmaz, sinirlenmez. İyi huyludur, geçimlidir." demişler. Efenin, kabadayının birisi demiş ki: "Ben onun iyi huylu olduğunu size gösteririm şimdi!.."
Peşine takılmış adamın... Cuma günü adam hamama gitmiş, cuma abdesti alacak, sevap kazanacak. --Cuma günü gusl abdesti almak, abdestli olarak camiye gelmek, on günlük günahın affolmasına sebep oluyor.-- Hamama girmiş, peştemalini sarmış; tasını, çanağını, sabununu, lifini almış, kurnaya oturmuş. Herif pala bıyıklı, gelmiş, "Kalk burdan, burda ben yıkanacağım!" demiş. Ötekisi "Peki..." demiş, tası tarağı toplamış, --"tası tarağı toplamak" deniliyor ya-- kalkmış, öbür kurnaya gitmiş.
Kabadayı bu sefer, onun yanına gitmiş, "Ben öbür kurnada yıkanacaktım ama, onun suyu az akıyormuş. Ben burda yıkanacağım, kalk burdan!" demiş. "Tabii..." demiş, yine tası tarağı toplamış, sonra kalkmış daha öteki kurnaya gitmiş.
Kabadayı onun yanına gitmiş tekrar; "Ben burasını daha çok sevdim, kalk başka yerde yıkan; ben burda yıkanacağım!" demiş. Yine tası tarağı toplamış, öbür tarafa giderken, kabadayı demiş ki: "Dur gitme! Senin çok iyi huylu olduğunu söylediler, melek gibi olduğunu söylediler. Ben de, 'Melek gibi de olsa damarına bastın mı kaplan gibi olur, sırtlan gibi olur." diye seni kızdırmak için peşine düştüm. Hakikaten iyi huyluymuşsun, teşekkür ederim!" demiş.
Başka bir hikâye: Evliyâullahtan birisini, bir adam evine çağırmış, "Hocam! Müsaade ederseniz efendim, sizi davet etmek istiyoruz. Bu akşam bizim hanemizde çorbayı beraber içelim, buyurun!" "Peki evlâdım!" demiş. Namazı kılmışlar, adamın hanesine gelmişler. "Efendim bir dakika!.. Ben içerisi hazır mı diye bakayım!" demiş. İçeri girmiş. "Kusura bakmayın hocam! Ben sizi çağırdım ama, müsâit değilmiş. Özür dilerim!" demiş. Hoca efendi, "Peki evlâdım!" demiş, camiye dönmüş geriye...
Adam tekrar peşinden gelmiş, "Hocam, demin müsâit değildi demiştim ama, şimdi müsâit oldu. Buyurun, şimdi gidelim!" demiş. Adamın evine gitmişler. Adam bu sefer bir başka bahane ile hoca efendiyi yine geri çevirmiş. Peşinden camiye gelmiş, tekrar davet etmiş. Tekrar geri çevirmiş... Kaç sefer böyle bahane uydurup evinden geri döndürmüş, camiden geri çağırmış. Hoca efendi, "Peki evlâdım!.. Olur evlâdım!.." diyor, başka bir şey demiyormuş.
Sonunda hoca efendinin eline ayağına sarılmış:
"--Aman hocam beni affedin! Sizi ben imtihan etmek istedim. Hakikaten muazzam bir ahlâkınız varmış. Hiç sinirlenmediniz, çok büyüklük gösterdiniz." demiş.
Hoca efendi:
"--A evlâdım ne olacak, bu çok güzel bir ahlâk değil ki!.. Bu benim yaptığımı Horasan'ın köpekleri bile yapar. Gel gel dersin gelir, hoşt dersin gider. Köpeklerin bile yapabildiği şeyin ne kıymeti var!" demiş.
Tevâzua bak!.. Bizi bir kere çağırsın da, hele bir kapıdan döndürsün birisi; vallahi evini toz duman ederiz. Atom bombası patlar evinde... Tozları havalara uçar, Japonya'dan görülür alimallah!.. "Bizi çağırdın da... Oraya kadar geldik de... Sen benimle alay mı ediyorsun, dalga mı geçiyorsun?.." Hele bir yapsın birisi bakalım!.. Hadi ben de hocayım, o da hocaymış; hele birisi bana yapsın da göreyim!.. Huyumuz böyle bizim...
Ama o ne diyor bak!.. Ne diyor:
"--Benim yaptığım bir şey mi a evlâdım! Ne olacak, bunun güzel huyluluk neresinde?.. Bunu köpekler bile yapabiliyor. Çağırıyorsun geliyor, koğuyorsun gidiyor."
Büyüklüğe bak!.. Mutasavvıf olmak böyle sarık sarmak değil muhterem kardeşlerim!.. Derviş olmak, işte bu güzel ahlâka sahip olmak... Kızmayabiliyor musun, affedebiliyor musun, mütevâzi olabiliyor musun?.. Böbürlenmemeğe, kibirlenmemeğe, kendini alıştırabilmiş misin?.. Sabredebiliyor musun, problem çıkartmıyor musun?.. Dervişlik bu, tasavvuf bu, güzel huy bu!..
Yoksa, ben sana iyilik yapıyorum, elbette sen de bana iyilik yapacaksın. İyilik yapana iyilik yapmak kolay... Kötülük yapana iyilik yapmak zor... Asıl ahlâk o işte... Kötülük yapana, iyilik yapmaktır. İşte biz bunu yapamadığımız için, sevapları kaçırıyoruz.
Onun için, Hazret-i Ali Efendimiz RA ne güzel buyuruyor, diyor ki: "İmanımız zayıf olmasaydı, kısa zamanda geçilecek olan bir imtihandan; ahirette yerin göğün mahlûklarının toplanıp da sevabını saymağa çalışacağı, uğraşıp da saymayı bitiremiyeceği kadar çok sevap alacağımız bir küçücük imtihana sabırsızlık gösterir miydik?.." Göstermezdik. Sabrederdik, Eyyûb Aleyhisselâm gibi sevap kazanırdık.
Eyyûb Aleyhisselâm'ı Allah medhediyor Kur'an-ı Kerim'de:
(Ni'mel abd) "Ne iyi bir kuldur." diyor Eyyûb Aleyhisselâm'a... Ben demiyorum, Allah diyor. O kadar sene sıkıntı çekmiş. Karısından başka kimse gelmez olmuş yanına... Bütün vücudu cılk yara olmuş, kurtlar dolaşıyormuş yaralarının üstünde... Kurt atmış her tarafını... İlaç yok, temizlik malzemesi yok, tedâvi imkânları yok... Düşünün bir insanı... Ölmemiş, Allah yaşatmış, ama sabretmiş. Allah'a olan kulluğunda sabretmiş.
Vefalı bir karısı varmış. Kadınların da mertleri oluyor. O kadar sıkıntıda, en son ana kadar hiç yanından ayrılmamış. En son, diyorlar ki Eyyûb Aleyhisselâm yemin etmiş, "Ben sana gösteririm, döveceğim seni!.." demiş karısına... Sebep?.. Saçları çok güzelmiş kadının... En son, geçimini temin etmek için saçlarını kesip satmış da, geçimini öyle sağlamış. Onun için, "Sağ salim kalkarsam ayağa, sana yüz sopa vuracağım!" diye yemin etmiş; "Niye kestin saçlarını?.." gibilerden... Tabii o, iyilik için, kocasına bakmak için kesiyor. Peki, böyle de yemin etti, ne olacak?.. Onun üzerine, Allah o zaman demiş ki:
(Ve huz biyedike dı'sen fadrib bihî ve lâ tahnes) "Yüz tane buğday sapı al, demeti şöyle arkasına pat diye vur! Böylece yeminini yapmamış duruma düşme!.." Çünkü, kadının kabahati yok, vefası var... Kadını çok vefalı... Allah şefaatlerine erdirsin... O peygamber, o da peygambere lâyık vefalı bir hanımefendi...
Sabredelim muhterem kardeşlerim!.. Bakın şimdi, benim iki ağabeyim karayoluyla kafile halinde hacca gidiyorlarmış. Babam iki ağabeyimi kenara çekmiş, demiş ki: "Evlâdım, benim bu hac yolunda tecrübem var; imtihandır hac yolu... Şeytan musallat olur insana, olmadık şeylerden problem çıkartır. Aman, hac yolunun imtihan olduğunu bilin, ağabeylik kardeşliğinize dikkat edin!.. Birbirinizle kavga etmeyin, haccın sevabını kaçırmayın!" demiş. "Peki babacığım!" demişler, el öpmüşler; tamam... İki ağabeyim, problemsiz gidip gelmeğe, herhangi bir münakaşa yapmamağa gayret etmişler. "Ama, Adana'dan çıktık, daha Şam'a gelmeden kafile birbirine girdi." diyor ağabeyim... Kavgalar, gürültüler... Yâni herkes sabredemiyor.
Hac yolundasın mübârek, sabretsene!.. Taşta yatıyor insan... Arafat'tan çıkıyorsun yorgun argın... Müzdelife'de ne var?.. Yatak, yorgan mı var, beş yıldızlı otel mi var?.. Müzdelife'nin hududunu tutturabilip de girdin mi, ne mutlu sana!.. Tutturamazsan, gez babam gez... Orda böyle, taş ocağındaki gibi sivri taşların üzerine başını koyuyor da insan, pamuk yatakta yatar gibi yatıyor. Sıkıntı, imtihan...
Onun için sabredin!.. Allah'ın imtihanı çoktur kulları üzerinde, sabredin!.. Hele hele birlik ve beraberliği bozmamak, komşuluk münâsebetlerini zedelememek konusunda... Bu ihvanlık bağlarını zayıflatmamak, küsmemek, darılmamak konusunda... Hele hele yuva yıkmamak, aile yuvasını bozmamak konusunda sabredin!..
Beş tane çocuğu oluyor karı kocanın... Bu kadar muhabbet etmişler, bu kadar sene yaşamışlar, bu kadar çocukları olmuş; beş çocuktan sonra ayrılıyorlar. Şaşıyorum. Yâhu, bari başından ayrılsaydınız!.. Beş aylık evliyken ayrılsaydınız da anlasaydık. Beş çocuk... Bunları yetiştirmek kolay mı?.. Birer sene, ikişer sene arayla olsa, şu kadar sene beraber yaşamışlar, ondan sonra küsüp ayrılıyorlar. Yâhu ayıp!.. Gencecik kızı alıyor; ondan sonra çoluk çocuk da olunca, gidiyor başkasına... Olmaz! O da vefaya sığmaz!.. Gençliğini sen aldın onun... Yuva yıkılıyor; onun için ne yapmak lâzım?.. Sabretmek lâzım!..