11. PEYGAMBER EFENDİMİZ’DEN ÎKAZLAR

12. PEYGAMBER EFENDİMİZ’E HÜRMET



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon izleyenleri ve Ak-Radyo dinleyicileri!

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah dünya ve ahiretin hayırlarını ve gönlünüzün muratlarını sizlere ihsân eylesin...


a. Namazla Ateşinizi Söndürün!


Peygamber SAS Hazretleri’nden Enes RA’ın rivayet ettiğine göre, Efendimiz buyurmuşlar ki:60


إِنَّ للهَ تَعَالٰى مَلَكًا يُنَادِي عِنْدَ كُلِّ صَلاَةٍ : يَا بَنِي آدَمَ! قُومُوا


إِلٰى نِيرَانِكُمُ الَّتِي أوْقَدْتُمُوهَا عَلٰى أَنْفُسِكُمْ، فَأَطْفِئُوهَا بِالصَّلاَةِ


(طس. ض. عن أنس)


RE. 129/7 (İnne li’llâhi teàlâ meleken yünâdî inde külli salâtin: Yâ benî âdem, kùmû ilâ nîrânikümü’lletî evkadtümûhâ alâ enfüsiküm, ve atfiûhâ bi’s-salâh.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Peygamber Efendimiz bu ifadelerinde diyor ki:

(İnne li’llâhi teàlâ meleken) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bir meleği vardır ki, (yünâdî inde külli salâtin) her namaz esnasında, namaz vakti gelince, namaz kılınmak gerektiği sırada seslenir.” Nasıl seslenir, ne der?..



60 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.173, no:9452; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.II, s.262, no:1135; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.42; İbn-i Sîrin Rh.A’ten.

Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.33, no:1659; Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.438, no:18881.

241

(Yâ benî âdem) “Ey Adem’in oğulları! (kùmû ilâ nîrânikümü’lletî evkadtümûhâ alâ enfüsiküm) Kalkın, kendi aleyhinize yakmış olduğunuz ateşi söndürmeğe kalkışın bakalım! (Ve atfiûhâ bi’s-salâh) Bu kendi aleyhinize yakmış olduğunuz ateşleri, namaz kılarak söndürün!”


Ben böyle hadis-i şeriflerin vaazlarda, halka yönelik konuşmalarda çok uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu hadis-i şerifler kolay anlaşılıyor. Bir manzara çiziyor gözümüzün önüne, bir sahne getiriyor. O zaman dinleyen, gözünün önünde canlanan bu sahne ile beraber mânâyı daha kolay anlıyor.

O bakımdan, böyle bir manzara gözümüzün önüne getirdiği için, bunların daha kolay anlaşılabilir olduğunu, eğiticilik bakımından daha uygun olduğunu düşünüyorum.

Hattâ yıllar önce, talebem Asaf [Demirbaş] beni televizyonda bir konuşmaya davet ettiği zaman, demişti ki:

“—Hocam, siz camide hadis okuyormuşsunuz, onları televizyonda neşredelim!”

Ben de ona:

“—Her hadisin televizyonda neşredilmesi uygun düşmeyebilir. Çünkü dinleyicilerin durumlarını da göz önünde bulundurmamız lâzım! Ben uygun hadis-i şerifleri seçeyim!” demiştim.

Böylelerini seçmiştim o zaman.


Şimdi bu hadis-i şeriften öğreniyoruz ki; Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bir meleği varmış, sesleniyormuş insanlara:

(Yâ benî âdem) “Ey Ademoğulları!” Benî Adem demek, Adem’in oğulları demek. Benî kelimesi benîn-benûn cem-i sâliminin muzaf halidir. Muzaf olunca nun düşüyor, benî kalıyor. Benîn de ibn kelimesinin çoğuludur. İbn oğul demek; benîn ve benûn oğullar demek. “Ey Adem’in oğulları, ey Adem AS’dan türeyen insan nesli, ey insanlar!” diye melek böyle seslenirmiş.

(Kùmû ilâ nîrâniküm) “Ateşlerinizle meşgul olmak için, onları söndürmek için kalkın bakalım, oturmayın! (Elletî evkadtümûhâ alâ enfüsiküm) O ateşler ki, kendi aleyhinize siz yaktınız.”

Demek ki insanoğlu, günlük hayatında yaptığı işlerden dolayı kendisinin yanmasına sebep olacak ateşleri yakmış oluyor. Yalan söylüyor, tembellik yapıyor, ihmâlkârlık yapıyor, günah işliyor,

242

kusur işliyor. Böylece cehenneme düşüp yanmayı hak ediyor, kendi aleyhine bir ateş yakmış oluyor.

Her insan tabii, söylediği sözden, yaptığı işten sorumludur. Hattâ bazen de söylemediği sözden ve yapmadığı işten de sorumlu olur. Neden?.. Çünkü, öyle yer vardır ki susmak gerekir, öyle yer vardır ki söylemek, konuşmak gerekir. Konuşulacak yerde susmak suçtur, susulacak yerde de konuşmak suçtur. Yâni yerini, zamanını bilmek gerekir.

Birisi bir haksız iş yapıyorsa, hakkı savunmak lâzım; o zaman konuşmak lâzım!.. Birisine zulüm yapılıyorsa, hakkı çiğneniyorsa; ona yardımcı olmak lâzım! O zaman mert bir müslümanın konuşması gerekiyor. Bir alim konuşurken, bir fâzıl konuşurken susmak gerekir. Gıybet edilen yerde, gıybet etmemek gerekir.

Yâni, yapılmasından dolayı, o işi yaptı diye, o suçu işledi diye, insanın günaha girdiği durumlar olabilir; yapılmamasından dolayı da, günaha girdiği durumlar olabilir. Çünkü bir vazife teveccüh ediyor, yapması lâzım; yapmıyor, susuyor. Hakkı söylemiyor, hakkı savunmuyor, görevini yapmıyor; o zaman, yapmamak da suç olur.


İnsanoğulları çeşitli davranışlarıyla, sabahtan akşama kadar türlü türlü hata işlerler, kusur işlerler. Onun için büyüklerimizden bir tanesi ne demiş:

“—Her dem hatâdır kârımız.” İşimiz her dem, her nefeste hatâ etmek. Biz insanoğulları maalesef, böyle çeşitli hatalar yaparız, yapıyoruz. Allah affetsin...

Yapmamağa niyet ettiğimiz zaman da yapıyoruz. “Ben bugün hiç hata işlemeyeyim, günah işlemeyeyim, Cenâb-ı Hakk’a mutî olayım!” diye sabahleyin iyi niyetle yola çıkıyor bir insan, gene de çeşitli hatalar yapıyor. Yaptığına pişman da oluyor.

Demek ki, çeşitli hatalar yaparak, insanlar kendilerinin aleyhine ateşler yakıyorlar. Bu yaktıkları ateşlerin içine kendileri atılacaklar, yanacaklar aslında... Ama melek seslenirmiş:

“—Kalkın! (Featfiùhâ) Bu yaktığınız ateşleri söndürün!” dermiş.

Atfea-yutfiu-itfa’ bildiğiniz bir kelime. İtfaiye diyoruz yangını söndüren teşkilâta... (Atfiùhâ) “Bu kendinizin aleyhine yaktığınız ateşleri söndürünüz!” Ne ile söndüreceğiz; suyla mı, gazla mı,

243

köpükle mi?.. Ne ile söndürülecek: (Bi’s-salâh) “Namazla, namaz kılarak ateşlerinizi söndürünüz!”

Demek ki namaz kılmayanlar, o yaktıkları ateşleri söndürmemiş oluyorlar; orada yanacaklar.


Peygamber SAS başka hadis-i şeriflerinde bildirmiş ki:

“—Beş vakit namaz, insanın evinin önünde akan, billur gibi suyu olan, tertemiz bir ırmak gibidir. İnsan günde beş defa o ırmağın içine girip yıkanırsa, teri, kiri, tozu kalmaz. İnsan da namaz kıldığı zaman, günahlarından öyle temizlenir.”

Namazla temizleniyor insan... Abdestle de temizlenir. Abdest aldığı suların akması ile beraber, günahları da akıp gidiyor. Abdest aldı, günahları gitti; namaz kıldı, günahları gitti; iki namaz arasındaki günahlar silindi... Böylece günah kalmayınca, suç kalmayınca, cezası da kalmıyor, temizlenmiş oluyor. Böylece namaz kılanlar kurtulmuş oluyor.

Namaz dinin direği, Allah’ın emri... Sonra, şerefli bir şey... Ne kadar şerefli bir şey ki, Cenâb-ı Hak günde beş defa, huzuruna girmeğe bize salâhiyet bahşetmiş...

244

Eski Orta Asya’da Tarkanlar varmış. Tarkan ismini alan kişiler, hükümdarın yanına hiç izin almadan, her zaman girme hakkına sahip kişilermiş. Özel müsaade almasına lüzum yok. Özel kalem müdüründen, sultanın hâcibinden müsaade istemesine lüzum yok. Samîmî olduğundan, hakan ona salâhiyet verdiğinden istediği zaman girebiliyormuş. Herkes bunu ister ama, herkese o tarkanlık verilmez.

Cenâb-ı Hak da mü’mine, günde beş defa huzuruna girmeğe imkân vermiş; ne kadar güzel! Yâni hepimiz o eski sözle söylemek gerekirse, Tarkan gibiyiz; istediğimiz zaman girip çıkabiliyoruz. Sarayın her tarafına girme hakkımız var. Cenâb-ı Hakk’ın bârigâh-ı samedâniyyesine girebiliyoruz. Ne şeref, ne devlet!.. Bunu böyle telakkî etmek lâzım!


Tabii bazısı da böyle telakkî etmiyor, namazı yük gibi görüyor, angarya gibi görüyor, anlayamıyor. Zevkine varamamış, namazın mü’minin mi’racı olduğunu anlayamamış. “Öf be...” diyor, “Çok be...” diyor. “Aza inse olmaz mı?” diyor. Halbuki, “Acaba daha çok olsa olmaz mı?” demesi lâzım!..

Tabii mü’min, beş vaktine beş vakit katan insandır. Bizim büyüklerimiz bize meselâ, farz namazlardan ayrı bazı sevaplı namazlar da tavsiye etmişler. Peygamber Efendimiz, “Bunları kılarsanız, şu mükâfâtları alırsınız.” buyurmuş. Sabah namazından sonra işrak namazı... Öğlenden evvel duhâ namazı... Akşam namazından sonra evvâbîn namazı... Gece yatarken abdest alıp, yatmadan evvelki bir namaz... Onda sonra gece uykuyu bölüp, kalkılıp kılınan teheccüd namazı...

Bunlar da beş vakite beş vakit katmak oluyor. Ne güzel, ne tatlı, ne mutlu işler... Bunları yaptığı zaman, insan tabii, kendisinin aleyhine yakılmış olan ateşi de söndürmüş oluyor, sıfırlamış oluyor.


Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, lütfen namazın kıymetini bilin, zevkini alın! Severek, hazırlanarak, zînetlenerek, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmayı şeref bilerek, namazı öyle kılın!..

Çünkü namaz zikrullahtır ve zikrullahın en muhteşem şekillerinden birisidir. Secdesi var, rükûsu var... Allàhu ekberi’i

245

var, Sübhàna’llàh’ı var, El-hamdü li’llâh’ı var... Her türlü zikir ve ibadet içine yerleştirilmiş, çok güzel bir şey! Cenâb-ı Hakk’ın divanına duruyorsunuz. Ellerinizi kaldırıp, “Allàhu ekber!” diye, bir çeşit kulun Rabbini selâmlaması şekliyle huzura giriyorsunuz, el pençe divan duruyorsunuz. Cenâb-ı Hak’tan istiyorsunuz, o da istediğinizi verecek. Ne kadar tatlı bir şey...

Aynı zamanda da, böyle yaptığınız zaman ateşleriniz sönüyor, suçlarınız affoluyor. Bunun kıymetini bilin, namazınızı kılın!..


مُرُوا أَوْلاَدَكُمْ بِالصَّلاَةِ! (د عن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده)


(Mürû evlâdeküm bi’s-salâh) “Çoluk çocuğunuza da namazı sevdirin, öğretin, alıştırın, kıldırın!” buyruluyor.61 “—Efendim, onlar küçük...”

Küçük ama, küçükken camiye gelmeyi, namazı kılmayı sevsin, alışsın! Öyle yaptığı zaman da, onu mükâfâtlandırın! Erkek çocuksa, işlemeli bir takke yaptırın, küçük bir seccade hediye edin! Güzel bir tesbih verin!

“—Bak bu senin seccaden, bu tesbih senin! Ne kadar güzel, aman şu takkenin güzelliğine bak! Aman şu küçük cübbecik ne kadar güzel! Bak sana amcan almış.” vs. deyin!

Çocuğu aynanın karşısına geçirirsiniz, o da güler, hoşuna gider. Kız çocuksa, güzel, oyalı, işlemeli bir başörtüyü



61 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.187, no:495; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.228, no:3050; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.398; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.II, s.491, no:892; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.380; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.

Lafız farkıyla: Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.180, no:6689; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.311, no:708; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.230, no:2; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.I, s.347, no:3501; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.668; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.IV, s.168, no:2358; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.290; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.278, no:752; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.26; Ukaylî, Duafâ, c.IV, s.176; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.592, no:45324; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1283, no:2286; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.421, no:21119.

246

giydirirsiniz. “Aman, pek güzel oldun, melek gibi oldun! Yüzün ışıl ışıl parlamağa başladı.” vs. diye böyle bir sevgi içinde, para vererek, bunun güzelliğini de anlatarak alıştırırsınız.

Tabii, çocuk ilkönce taklitle yapar da, büyüdüğü zaman, namazın önemini kavrar, bilinçli olarak kılar.

Namaz, en büyük filozofların bile hayran kaldığı bir ibadet... Kanadalı bir dış siyasetçi, elçiliğin adamlarından birisi müslüman olmuş, ismi Thomas Erving. Niye müslüman olduğunu soruyorlar, diyor ki:

“—Ben Güneydoğu Asya’da bulundum; budistleri, brahmanistleri, diğer dinlerin mensublarını, onların ibadetlerini gördüm, tanıdım, inceledim. Müslümanların ibadetlerini inceledim... Müslümanların ibadetlerinin çok hikmetli, çok kıymetli, çok değerli, çok anlamlı olduğunu gördüm, hayran kaldım, onun için müslüman oldum.” diyor.


Eh, el âlem; yâni el âlem değil, bizim kardeşimiz tabii müslüman olunca... Kendisi anadan babadan görmediği halde, aklını kullanarak yetişmiş olduktan sonra gerçeği bulup

247

görebilirken; babası, dedesi, sülâlesi müslüman olan şehid çocukları, şeyh çocukları, hatip çocukları, imam çocukları, evliyâ çocukları namazı unutursa, dini imanı unutursa, çok büyük mahrumiyet, çok yazık olur. Aman çocuklarınızı cehenneme düşmekten koruyun!..


b. Veren de, Alan da Allah’tır


İkinci hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:62


إِن لِلَّهِ مَا أَخَذَ، وَلَهُ مَا أَعْطٰى، وَكُلٌّ عِنْدَهُ بِأَجَلٍ مُسَمًّى،


فَمُرْهَا فَلْتَصْبِرْ وَلْتَحْتَسِبْ (ط. حم. خ. م. د. ن. ه. حب.


عن أسامة بن زيد)


RE. 129/6 (İnne li’llâhi mâ ehaze ve lehû mâ a’tà, ve küllü şey’in indehû bi-ecelin müsemmâ, femürhâ feltasbir veltahtesib.) Bu hadis-i şerifi Üsâmetü’bnü Zeyd RA rivâyet etmiş, Tahavî, Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce kitaplarına almış. Mühim kaynakların hepsinde mevcut... Bu hadis-i şerifte buyuruyor ki Peygamber Efendimiz SAS:

(İnne li’llâhi mâ ehaze) “Aldığı Allah’ın malıdır, (ve lehû mâ a’tâ) verdiği de Allah’ın verdiğidir. Yâni veren Allah, alan Allah’tır. Allah kendi verdiğini kendisi almıştır. Verdiğini de kendi lütf u keremiyle vermiştir. (Ve küllü şey’in indehû bi-ecelin müsemmâ) Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yanında, katında her



62 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.341, no:1224; Müslim, Sahîh, c.II, s.635, no:923; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.210, no:3125; Neseî, Sünen, c.IV, s.21, no:1868; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.205, no:21837; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.208, no:461; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.180, no:512; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.88, no:636; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.III, s.551, no:6670; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.65, no:6021; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.612, no:1995; Üsâme ibn-i Zeyd RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1025, no:42614; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.225, no:8298.

248

şeyin belli bir zamanı vardır. Ecel-i müsemmâ, tayin edilmiş bir zamanı vardır. Her şey müddetlidir. Yâni sınırsız değildir, tayin edilmiş, sınırlandırılmış bir zamanı vardır; başı vardır, sonu vardır, müddeti vardır. (Femürhâ) Ona emret, (feltasbir) kendisini zorlasın, sabretsin; (veltahtesib) sevabını Cenâb-ı Hak’tan beklesin!..”

İhtisab ne demek?.. Hesabını, mükâfatını hesaplayacak, bunu Allah bana verir diyecek, sabredecek mânâsına.


Şimdi bu kaynaklarda var. Buharî’de, Müslim’de, Ebû Dâvud’da, yâni Sıhah-ı Sitte’nin, altı mühim kitabın beşinde var. Ahmed ibn-i Hanbel’de de var.

Peygamber SAS Efendimiz’in kızı Zeyneb RA’nın kızı rahatsızlanmış. Peygamber Efendimiz mübarek dedesi olduğundan, haber göndermiş: “—İşte küçük çocuk ölmek üzere...” diye.

Tabii çok acılı bir durum, Peygamber Efendimiz de ona öyle diyor:

“—Bu evlâdı veren Allah, alan da Allah... Yâni aldığı Allah’ın kendi varlığıdır, verdiğini kendisinden vermiştir. Her şeyin bir zamanı vardır, müddeti vardır, bunun da ömrü bu kadarmış, eceli bu kadarmış, vâdesi bu kadarmış, ölecek.”

Kendi torunu, kendisi de çok üzülüyor, kızı da çok üzülüyor, tabii anne kalbi...

“—Ona emret, sabretsin ve mükâfatının Allah’tan geleceğini bilsin, beklesin!” diyor.


Buradan görüyoruz ki; Allah’ın en sevgili kulu Peygamber Efendimiz ama, onun da başına her insanın başına gelen acılı olaylar gelmiş. Torununun vefatını görmüş, kendi evlâdının vefatını görmüş. Cenâb-ı Hakk’a boyun bükmüş, tazarru eylemiş, sabretmiş... Başkalarına da sabrı öneriyor. “Feryâd edin, figan edin, ağıt düzenleyin, mersiye yazın!” demiyor yâni, sabrı tavsiye ediyor. Çünkü böyle acılı zamanlarda sabrettiği zaman, Allah çok büyük mükâfât verir.

Küçük çocuklar da öldüğü zaman, mahşer yerinde anne ve babalarına, o susama zamanının çok şiddetli olduğu o acılı zamanda, onlar su ikram edecekler. Başkaları da,

249

“—Şu sudan bize de ver!” dedikleri zaman; “Şişt küçük, o sudan bana da getir, ben de içeyim!” filân diye, benim gözümün önüne öyle geliyor. “Getir!” dedikleri zaman; “—Biz vazifeliyiz, ancak annelerimize, babalarımıza veriyoruz bu suyu; herkese veremiyoruz.” diyecekler.

Yâni o ikram, o çocuğu küçük yaşta ölen kimselere olacak. Başka bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle müjdeliyor:63


مَا مِنْ مُسْلِمَيْنِ يَمُوتُ لَهُمَا ثَلاَثَةٌ مِنَ الْوَلَدِ، إِلاَّ أَدْخَلَهُمَا اللهُ


الْجَنَّةَ بِفَضْلِ رَحْمَتَهِ إِيَّاهُمَا. قَالُوا: يَا رَسُولَ الله، وَاثْنَانِ؟ قَالَ:


وَاثْنَانِ. قَالُوا: وَوَاحِدٌ؟ قَالَ : وَوَاحِدٌ (حم. عن معاذ)


(Mâ min müslimeyni yemûtü lehümâ selâsetün mine’l-veledi) “Bir müslüman anne babanın üç tane çocuğu vefat eder de, sabrederse, (illâ edhalehüma’llàhu’l-cennete bifadli ve rahmetihî iyyâhümâ) Allah-u Teàlâ fadl u keremiyle mutlaka onların her birini cennetine koyar.”

(Kàlû) Diyorlar ki: (Yâ rasûla’llàh, ve’snâni) (Yâ Rasûlallah, iki tane ölse?..”

Demek ki, birisinin de iki tane çocuğu ölmüş. “İki tanesi ölmüşse, o da cennete girer mi?..” diye soruyor.

Efendimiz bakıyor; öyle olup olmadığını düşünüyor, Cenâb-ı Hak’tan haberi bekliyor. (Kàle: Ve’snâni)“Evet, iki çocuğu ölmüşse, o da girer.” diyor.

(Kàlû) Diyorlar ki: (Ve vâhidün) “Bir çocuğu ölmüşse, ona sabrederse, o da cennete girer mi?..”



63 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.241, no:22143; Hàris, Müsned, c.I, s.404, no:262; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.145, no:299; Muaz ibn-i Cebel RA’dan. Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.64, no:149; Ümmü Süleym RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.289, no:6594; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.284, no:20768, RE. 380/9.

250

(Kàle: Ve vâhidün) “O da girer.” diyor.

Yâni, bunun Allah’ın bir kaderi olduğunu bilen, sabreden cennete giriyor.


Tabii bu hadis-i şerîf bizim acılı kardeşlerimizin, sanıyorum biraz merhem olacaktır acılarına... Zelzeleden dolayı çocuklarını kaybeden ailelere, annelere, babalara bir merhem olacaktır. Her şeyin bir miktarı var, bunun ömrü bu kadar olacakmış. Zaten duvar altında ezilip de ölen, mü’minse şehid oluyor.

Böyle zelzelede bazı insanların ölmesi, müttakîler için bir ibrettir; vefat eden mü’minler için rahmettir. Çünkü şehid mertebesiyle ahirete göçmüş oluyor. Kâfirler için de, tabii bir ceza ve azabdır diye, kişinin kişiliğine göre işin durumunun değiştiğini, Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte bildiriyor. Böyle şeyler herkesin başına gelebilir. En başta Peygamber Efendimiz’e gelmiş:64


أَشَدُّ الْبَلاَيَا عَلَى اْلأَنْبِيَاءُ




64 Muhtelif lafızlarla: İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.30, no:4013; Buhàrî,

Edebü’l-Müfred, c.I, s.179, no:510; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.99, no:119; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.312, no:1045; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.V, s.460, no:2476; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.142, no:9774; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.372, no:6325; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.417, no:2322; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.172, no:1481; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.160, no:2900; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.386, no:5463; Dârimî, Sünen, c.II, s.412, no:2783; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.143, no:830; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.352, no:7481; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.III, s.26; Bezzâr, Müsned, c.I, s.205, no:1159; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.29, no:215; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.78, no:146; Tahàvî, Müşkilü’l- Âsâr, c.V, s.189, no:1832; Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.369, no:27124; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.448, no:8231; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXIV, s.244, no:626; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.142, no:9776; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.352, no:7482; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.V, s.259, no:2413; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.212, no:808; Ebû Ubeyde ibn-i Huzeyfe, halası Fatıma bint-i Yemân RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.12, no:3740; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.326, no:6778- 6784; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.130, no:371; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IV, s.420, no:3468-3473.

251

(Eşeddü’l-belâyâ ale’l-enbiyâ) “En şiddetli belâlar, musibetler, imtihanlar peygamberlere gelmiştir.”

Onun için, acılı kardeşlerimiz düşünsünler ki:

“—Allah’ın en sevgili kulunun da böyle hayatı acılı olaylarla dolu, böyle acılar çekmiş. Ne yapalım, ben de Rabbimin kaderine sabredeyim!” desin, mükâfatını Allah’tan beklesin, ahirette büyük sevaplar kazansın. Allah-u Teàlâ Hazretleri başka elem, keder, acı göstermesin... Tabii, onu da temennî ediyoruz.


c. Meleklerin Salât ü Selâmı Bildirmeleri


Gelelim İbn-i Mes’ud’dan rivâyet edilmiş olan üçüncü hadis-i şerîfe. Bu da demin okuduğum gibi Ahmed ibn-i Hanbel’de, Neseî’de, ibn-i Hibban’da, Taberânî’de, Hakim’de, Ebû Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliyâ’sında olan bir hadis-i şerîf. Abdü’r-Rezzâk’ta da

varmış. Buyuruyor ki Efendimiz SAS Hazretleri:65


إنّ لله تعالى مَلائِكَةً سيَّاحِينَ في الأَرْضِ، يُبَلِّغُونِي مِنْ أُمَّتِي


السَّلامَ (عبد الرزاق، حم. ن. حب. طب. ك . حل . هب .


عن ابن مسعود)


RE. 129/5 (İnne li’llâhi teàlâ melâiketen seyyâhîne fi’l-ard, yubelliğùnî min ümmetî’s-selâm.)



65 Neseî, Sünen, c.III, s.43, no:1282; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.452, no:4320; Dârimî, Sünen, c.II, s.409, no:2774; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.195, no:914; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.456, no:3576; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.220, no:10529; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.137, no:5213; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.II, s.215, no:3116; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.II, s.253, no:8705; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.215, no:1582; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.364, no:1029; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.30, no:51; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.VII, s.120; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.496; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.230, no:8307.

252

“Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yeryüzünde seyahat eden, gezici, her tarafı dolaşan melekleri vardır ki, (yübelliğûnî) onlar bana tebliğ ederler; (min ümmetî) ümmetimden, (es-selâm) selâmı tebliğ ederler.”

Yâni, ümmetten bir zât, “Allàhümme salli alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellem.” gibi bir salât ü selâm çeşidiyle veyahut “Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ rasûlü’llàh.” gibi bir salât ü selâm getirirse... Cuma sabahları ne güzel müezzinlerimiz salât ü selâmlar getiriyorlar, salâlar veriyorlar minarelerden, camilerde... Allah selâmet versin, ben Fatih Camii’ndeki müezzin kardeşlerimizin o salâlarının ne kadar huşû verici, zevk verici olduğunu hatırlıyorum diyâr-ı gurbetten.

O salât ü selâmlar ne oluyor?.. O melekler, gezginci melekler, gezgin melekler, dünyanın her tarafına dolaşan o melekler o salât ü selâmları İstanbul’dan Medine’ye, Avustralya’dan Medine’ye, İsveç’ten Medine’ye, Amerika’dan Medine’ye, dünyanın her yerinden Peygamber Efendimiz’e getirir, tebliğ ediyorlar.

253

Peygamber Efendimiz kendisine salât ü selâm getireni ismiyle, babasının ismiyle, bulunduğu memleketle, hemen, ânında öğreniyor, haberdâr oluyor. Tabii, Peygamber Efendimiz kendisine salât ü selâm getirene ne diyecektir, kural ne?.. Birisi selâm verirse selâmı alınır, karşılığında selâm verilir. Peygamber Efendimiz de salât ü selâm getirene karşılık verecek. Sana da selâm olsun diyecek. Rasûlüllah’ın selâm olsun dediği kimse, “Sen de selâmete er!” dediği kimse de, dünya ve ahiretin nice hayırlarına erer, nice mükâfâtlara kavuşur, iki cihanda selâmette, esenlikte olur. Onun için, salât ü selâmı çok yapalım Efendimiz’e, özellikle cuma günlerinde...

Hocam Mehmed Zâhid Kotku Rh.A, bana Ziyâeddin Hàlid-i Bağdâdî Efendimiz’den naklen, tavsiye olarak demişti ki:

“—Her cuma bin defa, ‘Allàhümme salli alâ şefîinâ muhammedin ve âlihî ve sellem’ diye salât ü selâm getir!” diye söylemişti Hocamız Rh.A.

Siz de onları yaparsanız, hem bana, hem Hocamıza, hem

Hàlid-i Bağdâdî Efendimiz’e, hem de Peygamber SAS Efendimiz’e sevaplar gider; hepimize faydalı bir şey... Söyleyene de tabii sevabı geçer. İnşâallah onları söylersiniz.

Bu da sahih bir hadis-i şerif yâni. Peygamber Efendimiz’e salât ü selâmlar anında duyuruluyor. Mânevî bir haberleşme şekli. Melekler anında tebliğ ediyorlar. Salât ü selâmı çokça edin!..


d. Riayet Edilmesi Gereken Üç Hürmet


Dördüncü hadis-i şerîf, sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Bu da Ebû Saîd —herhalde el-Hudrî olmalı— Hazretleri’nden, Ebû Nuaym-ı Isfahânî ve Taberânî tarafından rivâyet edilmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki bu rivayette:66


إِنَّ للهِ عَزَّ وَجَلَّ حُرُمَاتٍ ثَلاَثـًا، مَنْ حَفِظَهُنَّ، حَفِظَ اللهُ لَهُ أَمْرَ دِينِهِ



66 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.126, no:2881; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.I, s.72, no:203; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.IX, s.266, no:14983; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.110, no:308; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.207, no:8250.

254

وَدُنْيَاهُ؛ وَمَنْ لَمْ يَحْفَظْهُنَّ، لَمْ يَحْفَظَ اللهُ لَهُ شيئًا: حُرْمَةُ اْلإِسْلاَمِ،


وَحُرْمَتِي، وَحُرْمَةُ رَحْمِي (طب. أبو نعب عن أبي سعيد)


RE. 129/4 (İnne li’llâhi azze ve celle hurumâtin selâsen) Li’llâhi geldiği için hurumatin oldu. Çünkü hurumâtin mansub hali böyle okunur, böyle gelir. Selâsen de onun sıfatı oluyor. (Men hafizahünne, hafiza’llàhu lehû emre dînihî, ve dünyâhu; ve men lem yahfazhünne, lem yahfaza’llâhu lehû şey’en: Hurmetü’l-islâmi, ve hurmetî, ve hurmetü rahmî.)

Bu hadis-i şerif de oldukça güncel bir konuyu aydınlatıyor. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

(İnne li’llâhi azze ve celle hurumâtin selâsen) “Pek Azîz ve Celîl olan, sonsuz derece izzetli ve celâlli olan Cenâb-ı Hakk’ın üç tane hürmeti vardır.” Yâni, bunlara riâyet edin, bunlara uyun diye ortaya koyduğu, hürmet gösterilmesi gereken üç konu vardır. (Men hafizahünne) “Kim bu hürmetlere riayet ederse, bu hürmetleri hetketmezse, çiğnemezse; (hafiza’llàhu lehû emre dînihî ve dünyâhu) dininin ve dünyasının işini Allah onun için hıfzeder.” Yâni hem dinini düzgünleştirir, hem dünyasını, dünyalığını iyi eder, korur. Bu hürmete riayet eden kimselerin hem dinini, hem dünyasını korur. Tabii, dini korunursa çok sevap kazanır, ahirette büyük ecirlere erer. Dünyasını koruyunca da; dünyada başına kaza, bela, cezâ, azap, ikàb gelmez. Yâni dünyasını da korur. Gemisi Karadeniz’e batmaz, arabası çarpmaz, hasar, zarar, ziyan, kötülük görmez. Allah korur.

(Ve men lem yahfazhünne) “Bu hürmetlere kim riâyet etmezse, (lem yahfazi’llâhu lehû şey’en) onları da Allah korumasına almaz, onların hiç bir şeyini korumaz.” Yâni dinleri de tehlikeye girer, dünyaları da belâlı olur. Tabii dinlerini korumadıkları için, ahiretleri de fena olacak demektir.

Nedir bu üç hürmet:


1. (Hurmetü’l-islam) Yâni bir insan İslâm’a saygılı olmalı, İslâm’ın şahsiyetine saldırmamalı! İslâm’ın ahkâmını ezmemeli, tahkir etmemeli! İslâm’a saygılı olmalı!.. (Hurumetü’l-islam)

255

İslâm, hürmet edilmeye lâyık, muazzam, muhteşem bir dindir. Ona dil uzatmak, sataşmak, yan bakmak, laf atmak Allah’ın kahrına, gazabına uğramaya sebep olur. Bu bir.


2. (Ve hurmetî) “Bana karşı da saygısını takınmalı, sınırı, haddi aşmamalı, saygısızlık yapmamalı!” diyor Peygamber Efendimiz.

Peygamber Efendimiz, bir kere sevilecek insanların en sevileceği... Çünkü hangi insanı seviyorsan, koy Peygamber Efendimiz’in yanına; güneşin yanında mum ışığı gibi kalır. Yâni sevilmek bakımından en güzel sıfatları, Cenâb-ı Hak Efendimiz’e vermiş, onu güzel yaratmış. Ahlâkını güzel yaratmış, yüzünü güzel yaratmış, pür nûr yaratmış... Yüzüne bakan kendisine aşık oluyor, sözünü dinleyen aşık oluyor, bir gören bir daha yanından ayrılmıyor. Düşmanları şöyle bir tebessümünden eriyip gidiyor, hizaya geliyor, kendi hatasını anlıyor.

Sahabeden böyle bu durumda olanlar var, biliyoruz: “—İlk önce Peygamber Efendimiz’e çok kızıyordum, sonra nasıl sevmeye başladım.” diyor.

Böyle yüzü güzel, kendi güzel, adı güzel, her şeyi güzel olan Efendimiz. Onu herkesin zâten mecburen sevmesi lâzım! Bu bir zorlamayla, ite kaka yapılacak bir şey değil. Zâten görürse aşık olur. Yâni gülü sevmemek mümkün mü?.. Güzeli sevmemek mümkün mü güzel olduktan sonra?.. Güzellerin en güzeli, insanların en güzeli Peygamber Efendimiz. Elbette, zaten sevecek ve sayacak.


Ayrıca bir de Cenâb-ı Hak onu Habîbullah edinmiş. Allah’ın habîbi, sevgili kulu, en sevgili kulu... Cennetin en yüksek makamı, cennetteki derecelerin, makamların en yükseği Makâm-ı Mahmud’dur. O makamın sahibi Peygamber SAS Efendimiz. Yâni cennetteki en yüksek makamın sahibi. Allah’ın en çok sevdiği kul... Peygamberlerin eşrefi ve serveri; en şereflisi ve en büyüğü... Ve bütün peygamberler; Adem AS, Mûsâ AS, İbrâhim AS, İsâ AS... Hepsi onun bayrağının altında toplanacaklar. Bu kadar mübarek bir kimse… Tabii ondan dolayı da insanın ayrıca saygı duyması lâzım!.. Yâni bu oyuncak değil, ciddî bir şey, çok ciddî bir şey... Onun için

256

Rasûlüllah’a saygının kayıtsız şartsız, sonsuz, ivazsız, garazsız, tam olması lâzım!..

Anlayan anlar... Anlamayan ne olur?.. Cenâb-ı Hak onun ne dinini korur, ne dünyasını korur. Mahvolur, yıldırım çarpar. Çünkü, Peygamber Efendimiz’e hakaret edenlerden bazılarını, çölde giderken yıldırım çarpmış. Târihen sabit. Şırak diye bir çarpmış, ölmüş gitmiş. Yâni, adamın edepsizliğinin derecesine göre yıldırım çarpar.


Birisi Peygamber Efendimiz’e çok ezâ cefâ etmiş, Mekke’deki işkenceli devrede... Peygamber Efendimiz de çok üzülmüş:

“—Allah’ın canavarlarından birisini, Cenâb-ı Hak sana musallat etsin!” demiş.

Bu herif bu bedduayı alınca, babası duymuş: “—Eyvah! Benim oğlana yaptığı edepsizlikten dolayı Ebü’l- Kàsım, Muhammed böyle beddua etmiş...” diye korkmuş.

Biliyor, babası da kâfir, kendisi de kâfir, müşrik. Ama Peygamber Efendimiz’in dediğinin olduğunu bildiği için, demiş ki:

257

Bu herif de arkadaşlarını almış, bir kafile halinde Mekke’yi terk etmiş, kaçıyor yâni Peygamber Efendimiz’in bedduası gelmesin diye.

Tabii akşam olmuş, güneş hep tepede durmuyor ki… Akşam olmuş, gece bir yerde yatmışlar. Çölden bir canavar, arslan gelmiş kafilenin arasına, koklamış, koklamış, hepsini dolaşmış... Kimse kıpırdayamıyor, çünkü arslan geldi, korkuyorlar. Koklamış, koklamış, gitmiş, bu Peygamber Efendimiz’in beddua ettiği kimseyi parçalamış. Neden?.. Bedduası vardı Peygamber Efendimiz’in... Bazen böyle olur.


Peygamber SAS Efendimiz kendisi ekseriyetle beddua etmemiş. Meselâ:

“—Yâ Rasûlallah, bize çok işkence ediyorlar, işte şunlara beddua et!” demişler.

“—Ben bedduacı bir peygamber olarak gelmedim, rahmet peygamberi olarak geldim. Bu size zulmedenler bir zaman gelecek, tevbekâr olacaklar. Onların nesillerinden mü’min insanlar türeyecek.” demiş.

Mümkün mertebe beddua etmekten uzak durmuş. Yüzünü kanatmışlar, dişini kırmışlar, ayağını kanatmışlar. Taif’te çoluk çocuk ne kadar kötü bir şekilde muamele etmişler, çıkartmışlar, Efendimiz sabretmiş.

Cebrâil AS gelmiş:

“—Bu kavmi helâk etmek için Allah beni gönderdi...”

O demiş:

“—Hayır!”

Yâni, Peygamber Efendimiz’e hürmet etmek lâzım, oyuncak değil... İslâm dininin kurucusu, ahir zaman peygamberi, Rasûlüllah, Allah’ın elçisi... Yâni sen Amerikan elçisine bir şey yapabilir misin?.. Yapamazsın. Neden?... ABD büyük bir devlet diye. Başka bir elçiliğe de yapamazsın. Yâni elçilikleri polislerimiz koruyor.


E yâni, böyle elçilere bir şey yapamazsın da, Peygamber SAS Efendimiz’e niye saldırıyorsun?.. Olur mu Peygamber Efendimiz’e sevgisizlik saygısızlık?..

“—Çöl bilmem nesi...”

258

Evet, çölden bazen böyle nadîde, emsalsiz güzellikte cevher çıkar. Çöl de olabilir. Çölü de Allah yaratıyor, ormanı da Allah yaratıyor, Türkiye’yi de Allah yaratmış, Arabistan’ı da Allah yaratmış yâni ne var?..

Çöl bedevisi değil bir kere. Peygamber Efendimiz çölün bedevisi değil, asâletli bir aileden. Çölün kenarına yerleşmiş bir insan ama... Yâni isterse çöl bedevîsi olsun... Çöl bedevisinden bir evliya olsa, Allah’ın evliyası olduktan sonra, mübarek bir insan olduktan sonra bedevîliğinin ne mahzuru var?..


İşte bilmem şöyle böyle diyenler çıkıyor, çıkmış. İnançsızlığından veyahut yanlış eğitim aldığından. Ama iş öyle değil. Bir kere dünyanın en başarılı insanı Peygamber Efendimiz. Hangi insan Rasûlüllah’ın başardığı işi başarmış?.. Avrupalılar itiraf ediyor. Yâni tek başına Peygamber Efendimiz’in cihana getirdiği yenilik ve güzelliklerin, faziletlerin haddi hesabı yok...

Bir cahilî kavmi, yâni kız çocuklarını gömen bir kavmi, birbirlerine saldıran, yağmalayan, esir alan bir kavmi ne hale getirmiş, cihana ne güzel fazilet öğretmiş, edep öğretmiş ki Rasûlüllah Efendimiz’in hadis-i şerifleri yüzlerce, binlerce cilt. Yâni bir insanın ömür boyunca araştırarak okumasını tamamlayamayacağı kadar mücevherât hepsi Rasûlüllah Efendimiz’in sözleri. Her şeyi güzel!..


Öğrettiği her şeyi güzel! Anlayın ki, çöl bedevîsine dişlerini fırçalamayı öğretmiş, koltuk altlarında kılları izale etmeyi öğretmiş, tırnaklarını kesmeyi öğretmiş, temizliği öğretmiş, günde beş defa yıkanmayı, haftada bir defa yıkanmayı öğretmiş, iyilik yapmayı öğretmiş, malından fedakârlık yapmayı öğretmiş. Yâni el-insâf!.. Bu kadar güzel şeyleri öğreten bir insanın...

Bunların binde birini yapanın heykelini dikiyorlar Avrupa’da. Heykel dolu... Bu adam ne yapmış? Bu kasabaya biraz faydası dokunmuş, şuraya şöyle yapmış diye kütüphaneye resmini asıyorlar. İşte bu falanca kimse filan diye, bir hayır yaptığı zaman. Hayırların en çocuğunu, en büyüğünü, en devamlısını, en genişini asırlar boyu dünya çapında Rasûlüllah yapmış. Yâni ona dil uzatmak olur mu?.. Bu ne saygısızlık! Papaz da dil uzatamaz,

259

haham da dil uzatamaz, inanmayan da dil uzatamaz. Yâni işin doğrusu bu. Saygı göstermek lâzım!..


Müslümanlar hangi peygambere dil uzatıyor?.. Var mı müslümanlardan, herhangi bir dinin peygamberine dil uzatan?..

Biz Hazret-i İsâ AS’ı seviyoruz. Hazret-i Meryem’i, Hazret-i İsâ’nın annesini seviyoruz. Çocuğumuza Meryem ismini veriyoruz, İsâ ismini veriyoruz. Mûsâ AS’ı seviyoruz. Yahudilerin bütün peygamberlerinin hepsinin ismini koyuyoruz; İshak, Ya’kub, Süleyman, Dâvud... David diyor onlar, biz Davud diyoruz. Salamon diyorlar, biz Süleyman diyoruz. Abraham diyorlar, biz İbrâhim diyoruz. Biz bütün peygamberleri seviyoruz.

En sağlam noktada olan biziz, çünkü hiç kimsenin aleyhinde bulunmuyoruz. Ama onlar birbirlerinin aleyhinde ve bizim aleyhimizde, bazı peygamberlerin aleyhinde bulunmak talihsizliğine ve bedbahtlığına uğramışlar. Yahudiler Hazret-i İsâ AS’ı saymıyor. Hristiyanlar ve Yahudiler Peygamber Efendimiz’i kabul etmiyor. Allah’ın sevgili kulunu kabul etmediği için, fena oluyor durumları... Ama bizim öyle bir durumumuz yok, biz el- hamdü lillâh hepsini kabul ediyoruz.

İnsanları toplayacak olan bayrak İslâm bayrağı. İnsanları birbirleriyle birleştirecek, dinlerin mensublarının toplanacağı nokta neresi?.. İslâm bayrağının altı... Çünkü hiç kimseye kötülük yok, hepsine iyilik yapmış. Ecdadımız da Osmanlı devresinde Ermenilerin kilisesine dokunmamış, Yahudilerin havrasına dokunmamış, Sırpların kilisesine dokunmamış...


Geçen gün okudum burada... Sırplar bir kilisede böyle gezdirirken, duvarlardaki azizlerin gözleri oyulmuş, onları gösteriyorlarmış:

“—Bak bunları Türkler oydu...” demişler.

Yâ Türk göz mü oyar? Kiliseyi tepeden tırnağa yıkar, biter, yâni yıksa. Sonradan birisi demiş ki:

“—Hayır, o azizlerin gözlerini oyanlar, oraları kazıyanlar, hristiyanlardan şifa umanlardır.” Yâni şifa olacak diye, oradaki resimleri gizlice kazıyıp gözleri oyuyorlarmış.”

Bu böyle isnad edilince, demişler ki:

“—Sen Osmanlı taraftarı mısın?” demişler.

260

“—Yok, Osmanlılara en düşman olması gereken insan benim, çünkü ben Ermeniyim, ama işin doğrusu bu!” demiş.

Osmanlı hiç bir kimseye dokunmamıştır. Çünkü Peygamber Efendimiz, “Mabedlere dokunmayın!” diye emrediyor mücahidlere. Osmanlı dokunmaz, dokunmamıştır.

“—Ama, sizler dokundunuz ey gayrimüslimler!.. Sizler İslâm ülkelerinden müslümanlar çekildikten sonra, müslüman mabedlerini yaktınız yıktınız, camileri bombaladınız, müslümanları kestiniz... Biz sizleri kesmedik. En kuvvetli olduğumuz zaman, Muhteşem Süleyman’ın zamanında bile hiç kesmedik ama, siz birazcık fırsat bulunca kestiniz ey gayrimüslimler!.. Biz Cenâb-ı Hakk’ın dîvanında vicdânen müsterihiz; siz bakalım hesabı nasıl vereceksiniz, milyonların, katliamların hesaplarını nasıl vereceksiniz?..” dememiz lâzım onlara...


Peygamber Efendimiz’e hürmet; aklen, dinen, edeben, her yönden gerekli... Bir de:

3. (Ve hürmetü rahmî) “Benim sülâleme, akrabama da hürmet...” diyor Peygamber Efendimiz.

261

Tabii Peygamber SAS’in rahmî dediği, yâni akrabası, kıyamete kadar devam ediyor. Peygamber Efendimiz’in soyu sopu devam ediyor. Büyük alimlerin hayatlarını inceliyorsunuz, bakıyorsunuz Peygamber Efendimiz’e hemen bağlı.

Geçen gün merak ettik, İmam Şafii Hazretleri’ni, evlendi mi evlenmedi mi vs. filan diye araştırdık: Kureyş sülâlesinden Peygamber Efendimiz’e bağlanan bir nesebi var. Hepsi öyle... Yâni, incelendiği zaman görülüyor. Sülâle-i tàhiresi cihana ışık saçmış ve saçıyor. Binâen aleyh, onlara da saygıyı istiyor Peygamber Efendimiz. Ve zaten sevilecek sayılacak insanlar...

Allah-u Teàlâ Hazretleri insaf versin... Bir insan bir kimseyi sevdi mi onu her şeyiyle, etrafıyla beraber sever. Saygı ve sevgiyi böyle sürdürmek lâzım!..


e. Allah’ın Afiyet Üzere Kıldığı Kullar


Nihayet beşinci hadis-i şerîfe geldik, bu günkü sohbetimizin sonuncu hadis-i şerîfi. Enes RA’dan İbnü’n-Neccâr rivayet etmiş. Bu da müjdeli bir hadis-i şerif. Yâni, her zaman iş tek bir şekilde olmuyor. Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli şekilde muameleleri de var, bu da onu gösteriyor. Belki de biraz şaşıracaksınız. Temenni ederim ki, Cenâb-ı Hak bizi bunlardan eylesin...

Buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:67


إِنَّ للهِ عَزَّ وَجَلَّ عِبَادًا يُضَنُّ بِهِمْ عَنِ الْبَلاَءِ، يُحْيِيهِمْ فِي


عَافِيَةٍ، وَيُمِيتُهُمْ فِي عَافِيَةٍ، وَ يُدْخِلُهُمُ الْجَنَّةَ فِي عَافِيَةٍ


(ابن النجار عن أنس)



67 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.237, no:10144; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.737, no:11245.

Lafız farkıyla: Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.266, no:3103; Ebû Mes’ud el-Ensàrî RA’dan. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, c.I, s.10, no:4; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.738, no:11247; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.216, no:8275.

262

RE. 129/1 (İnne li’llâhi azze ve celle ibâden yudannü bihim ani’l-belâi, yuhyîhim fî àfiyetin, ve yümîtühüm fî àfiyetin, ve yüdhılühümü’l-cennete fî àfiyetin.)

Bu güzel müjdeli hadis-i şerifin mânâsı ne:

(İnne li’llâhi azze ve celle ibâden) “Pek aziz olan, pek celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin öyle kulları vardır ki, (yudannü bihim ani’l-belâi) Allah onları belâdan korur, hıfz-ı himâyesinde tutar. (Yuhyîhim fî àfiyetin) Afiyet üzere onları yaşatır, (ve yümîtühüm fî àfiyetin) ve afiyet üzere ruhlarını alır, vefat ettirir. (Ve yüdhılühümü’l-cennete fî àfiyetin) Afiyet üzere de onları cennete sokar.”

Dünyada da, ahirette de afiyet üzere muamele eder. Elem, keder, hüzün, korku çektirmez; kahır, belâ ile karşılaştırmaz. Afiyet üzere yaşatır, afiyet üzere öldürür, afiyet üzere cennetine sokar. Tabii bu, hepimizin istediği bir şey...

Cenâb-ı Hak cümlemizi dinde ve dünyada ve ahirette afiyet sahibi eylesin... Böyle afiyet üzere yaşayıp, afiyet üzere ölüp, afiyet üzere cennete girenlerden eylesin, aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler!..

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


01. 10. 1999 - İSVEÇ

263
13. MEDİNE-İ MÜNEVVERE’NİN GÜZELLİĞİ