8. ZİKRULLAHIN KIYMETİ

9. ALLAH YOLUNDA GAYRET ETMEK



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!

Aziz ve muhterem Ak-Televizyon izleyicileri ve Ak-Radyo dinleyenleri!

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Allah cümlenizden râzı olsun... Her türlü maddî, mânevî afetten, zarardan, hasardan, şerden korusun... İki cihan saadetine lütfuyla, keremiyle nâil eylesin...


a. Allah Yolunda Ayağı Tozlanan Kimse


Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerden, Ahmed ibn-i Hanbel ve İbn-i Abdi’l-Ber, İbn-i Hibban; hattâ Buhârî, Tirmizî, Neseî gibi mühim kaynakların da rivayet ettiği bir hadis-i şerifle başlamak istiyorum bu akşamki cuma sohbetime.

Kaynaklarını belirttiğim bu hadis-i şerifte, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyorlar ki:43



43 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.308, no:865; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.170, no:1632; Neseî, Sünen, c.VI, s.14, no:3116; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.479, no:15977; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.465, no:4605; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.229, no:5668; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.11, no:4324; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.II, s.8; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.310, no:1402; Şeybânî, el-Ehad ve’l-Mesânî, c.IV, s.31, no:1973; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1210; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXV, s.382; Ebû Abese RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.367, no:14990; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.463, no:4604; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.243, no:1772; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.18, no:4238; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.162, no:18297; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.429, no:755; Abdullah ibn-i Mübârek, Cihad, c.I, s.44, no:32; Şeybânî, el-Ehad ve’l-Mesânî, c.V, s.279, no:2805; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1207; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVI, s.468; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.226, no:22013; Dârimî, Sünen, c.II, s.266,no:2397; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.297, no:661; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IV, s.211, no:19387; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.351, no:609; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.961; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LVI, s.466; Mâlik ibn-i Abdullah el-Has’amî RA’dan. Bezzâr, Müsned, c.I, s.76, no:22; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.77; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.II, s.75; Hz. Ebû Bekir RA’dan.

183

مَنِ اغْبَرَّتْ قَدَمَاهُ فِي سَبِيلِ اللهِ، حَرَّمَهُ اللهُ عَلَى النَّارِ (حم. خ. ت.

ن. حب. عن أبي عبسة؛ ط. حم. ع. حب. ض. عن جابر)


RE. 407/3 (Meni’ğberret kademâhu fî sebîli’llâh,

harramehu’llàhu ale’n-nâr) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

İğberre-iğbirâr, gubar kelimesinden geliyor. Gubar toz demek, iğberre da tozlanmak mânâsına geliyor. (Men iğberret kademâhu) “Kimin iki ayağı tozlanırsa... (Fî sebîli’llâh) Allah yolunda, kimin iki ayağı toza toprağa bulaşır, tozlanırsa...”

İğbirar, tozlanmak; maddî mânâda, hakîkî mânâsıyla toza toprağa bulaşmak mânâsına kullanılır. Bir de mânevî olarak mecâzî mânâda, yâni birisi ötekisine iğbirar oldu, muğber oldu, yâni gönlü tozlandı, gönlü bulandı, kırıldı mânâsına da gelebiliyor. O muğber olmak sözünü, Türkiye’de de bazı yaşlılar kullanıyor. Eski atalarımız kitaplarda kullanmışlar. Buradaki hakîkî mânâsıyla.

Fî sebîli’llâh sözünden de maksat, Allah’ın yolunda... Yâni, fiilen yürümek sûretiyle, hareket etmek sûretiyle, kimin ayakları Allah yolunda toza toprağa bulaşırsa, bulanırsa, tozlanırsa...


Yolda yürürken eli ayağı tozlanmak ama, hangi yolda yürürken?.. Fî sebîli’llâh, Allah yolunda... Allah yolu sözünden ilk hatıra gelen cihaddır. Yâni savaşmak için, gazà için, cihad için yola düşen, fî sebîli’llàh, Allah yolunda yola düşmüş olur. El- cihâdü fî sebîli’llâh’tır tâbirin tamamı ama, el-cihad sözü kaldırılarak fî sebîli’llâh da kullanılıyor, çok kullanılıyor.


Bezzâr, Müsned, c.II, s.41, no:388; Hz. Osman RA’dan. Ukaylî, Duafâ, c.II, s.122, no:600; Hz. Aişe RA’dan.

Lafız farkıyla: Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.443, no:27543; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.353, no:5533; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.VIII, s.263; Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.543, no:10704, 10708; s.776, no:11352; c.XV, s.1194, no:43086; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.18, no:21380.

184

İlk akla gelen savaş, yâni İslâmî bir cihad ve savaş: “Kim katılırsa bu savaşa, yürürken eli ayağı toza toprağa bulaşırsa, yâni savaşa iştirak ederse, gazàya, cihada giderse...” demek.

Tabii “fî sebîli’llâh” burada, “el-cihâdu fî sebîli’llâh” diye geçmediği için, sadece “Allah yolunda kimin ayakları tozlanırsa...” diye geçtiği için, “Başka fî sebîli’llâh neler olabilir?” diye onları da belirtmemiz lâzım, düşünmemiz lâzım: Meselâ hacca, umreye gitmek de fî sebîli’llâhtır. Allah’ın yolunda, Allah emretti diye, Peygamber Efendimiz tavsiye buyurdu diye o mübarek diyarlara, o ibadetleri yapmak için, o ziyaretleri yapmak için gitmek de, o da fî sebîli’llâhtır.


Sonra, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden biliyoruz ki, namuslu, temiz yürekli bir aile reisinin, “Çoluk çocuğumun kazancını sağlayayım!” diye, “Evimden çıkıp çalışayım da, ter dökeyim de, çocuklarımın rızkını helâl yoldan sağlayayım!” diye çalışması da fî sebîlillâhtır. İşine gitmesi de fî sebîlillahtır. Bunun böyle olduğunu Peygamber Efendimiz bildiriyor. Çünkü haramdan korunmak için, muhtaç olmadan, kimseye yük olmadan yaşamak için, hattâ kazancının fazlasıyla da hayır hasenât yapmak için, iyi niyetle çalışmaya gidiyor. O da fî sebîlillâh...

Demek ki, eğer müslümanın niyeti temizse, kalbi temizse, amacı güzelse... Evinden her sabah kalkıp gidiyor dükkânına. Neden?

“—Helâl para kazanayım.” diye.

“—E ne yapacaksın bu helâl parayı?..”

“—Bir kere, çoluk çocuğumu kimseye muhtaç etmeyeceğim! Harama baktırmayacağım, hasretlik çektirmeyeceğim, muhtaçlık çektirmeyeceğim. Gözü tok olacak, karnı tok olacak, gönlü tok olacak çocuğumun... Sonra da kazancımın fazlasıyla başkalarına da hayır hasenat yapacağım. Belki bir cami yaptırırım, belki bir Kur’an kursu yaptırırım. Belki su olmayan bir köye, bir yola, bir yöreye, bir yere çeşme kurarım, yaparım. Yahut daha başka bir hayır yaparım diye...


Ya da, bunların hiçbirini düşünmese bile, “Başkasına yük olmak ayıp oluyor. Kendim kazanayım. Kimseye yük olmayayım. İnsanlar benim kahrımı çekmesinler, zahmetimi çekmesinler,

185

benim için yorulmasınlar. Ben kendi işimi kendim göreyim.” diye, yâni kimseye yük olmamak için de çalışmak. O da güzel bir niyet olmuş oluyor.

Hatta Hocamız Mehmed Zâhid Kotku —cennet mekân, rahmetu’llàhu aleyh, rahimehu’llàhi rahmeten vâsiaten, Allah-u Teàlâ Hazretleri çok büyük lütuflarla taltif eylesin— i’tikâfa, halvete sokarken; tasavvufî terbiye görsünler, eğitim görsünler, yetişsinler, ibadet edip Allah’ın rızasını kazansınlar dervişân diye; ne diye niyet ettirirdi? Yâni, “Gireceğim, ibadet edeceğim, sevap kazanacağım, mevki makam kazanacağım, mânevî rütbem yükselecek, halvet yapmış, erbain, çile görmüş bir usta derviş olacağım...” diye mi?.. Hayır! O niyetle sokmazdı. Yâni, böyle maddî mânevî makam sevgisini uygun görmemiş büyüklerimiz.

Ne niyet ederek girecek i’tikâfa?..

“—Şu kadar gün şuraya kendimi hapsediyorum, kapatıyorum. Şu zâlim nefsim ıslâh olsun, benim şerrimden başka insanlar selâmet bulsun, zarar görmesin; hiç olmazsa bu kadar gün, kimseye kahrım, zararım, hasarım olmasın.” diye niyetlenecek, böyle girecek diye söylerdi.


Benim çok hoşuma giderdi bu anlayış. Yâni, neden halvete gidiyorsun, niye i’tikâfa gidiyorsun?..

“—Eh, benim şerrimden insanlar beş on gün rahat etsinler.” diye.

Ne kadar mütevâzıâne, güzel bir şey tabii. Böyle düşünmenin bir zararı yok, faydası var. Ama, “Ben mevki makam sahibi olacağım, mânevî rütbe sahibi olacağım. Belki şeyh efendi beni halife yapar, belki ben de bir yerde şeyh olurum. Oooh, gel keyfim gel. Şöyle rahat, böyle keyifli...” diye düşünürse; o zaman hiç faydası, sevabı olmaz.

Zâten bu şeyhlik makamı da, öyle saltanat makamı değildir. Nedir?.. Hizmet makamıdır. Onun için, büyükler kendi ismini yâd ederken, yazdıkları kitaplara, eserlere yazarken demişler ki: (Hâdimü’l-fukarâ) “Fakirlerin hizmetçisi, hâdimi” demişler. Fukara dedikleri dervişler. Derviş-fakir aynı anlama geliyor; birisi Farsça, birisi Arapça. Ama sâlik, mürid filân da denilebilir. Hâdimü’s-sâlikîn filân da denilebilir.

186

Yâni o da böyle... Başkasına yük olmayayım demek de güzel bir şey. Oradan açtık sözümüzü. Tabii, Allah’ın rızasını kazanmak için, girişilen her teşebbüste her yürüyüş, o da fî sebîlillâhtır. Neden?.. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmak için Allah yolunda bu işi yapıyor. İki dargın kimseyi barıştıracak. Karı koca birbirine darılmışlar, kızmışlar. Birisi anasının, babasının evine gitmiş, ötekisi tek başına evde duruyor. Gidecek, aralarını bulacak; bir siyaset, bir konuşma, ustalık... Barıştıracak, yuvayı kurtaracak. Şeytan sevinemeyecek. O da fî sebîlillâh...


Demek ki, Allah yolunda diye, sadece cihad demiyor burada. Ama ilk anlaşılan cihad. “Böyle, Allah yolunda ayakları tozlanan, böyle bir savaşa, böyle bir işe iştirak eden kimseyi (harramehu’llàh) Allah haram kılar, (ale’n-nâr) cehenneme. Yâni cehennem onu içine alamaz, cehennem onu azablandıramaz. Allah, cehenneme girmesini engeller. Onun cehenneme girmesini kaldırır, haram kılar.” demek. Yâni o kimse cehenneme girmez.

Tabii bu tâbirin mukabili de var, meselâ Allah sevmediği kullara da cenneti haram kılıyor. Yâni, cenneti haram kılmaktan maksat ne?.. İnsanın cennete girmesini engeller demek. Cennet güzel bir yer. Yâni, cenneti haram kılmak ne demek?.. Bu bundan mahrum kalacak. Buna erişemeyecek, giremeyecek demek. Cehennemi haram kılar ne demek?.. Bu kişi cehenneme girip azab görmeyecek demek.


O halde başta Allah yolunda cihad olmak üzere; ecdâd-ı izâmımızın, selef-i sàlihînimizin, —Allah hepsinden râzı olsun— mübâreklerin, Ümmet-i Muhammed’i korumak için, dini, imanı yaymak için, i’lâ-yı kelimetu’llah için, müdafaa-i müslimîn için, müdafaa-i bilâd-ı İslâm, dâr-ı İslâm için, dâr-ı İslâm’ın korunması için yaptıkları nice nice fedâkârlıkları tarih kitapları yazıyor. Allah hepsinden râzı olsun. Biz de onlar gibi, onların yolunda böyle fırsat bilmeyiz.

Savaş olursa savaş. Ne yapalım, savaşı biz istemeyiz, müslüman savaşı istemez ama, savaş olursa da kaçmaz. Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiz, kabadayılık yapmayız ama; düşman saldırırsa biz de pabucu bırakıp kaçmayız, savunuruz. Hattâ bir adım bile geriye gitmeyiz!

187

Hattâ düşmana sırtımızı dönmek, bizim için ardır, sırtından kurşunlanmak çok kötü bir durumdur. Alnından vurulursa, yâni

düşmandan yüz çevirmemişken, düşmana saldırıyorken öldürülürse, şehid olur. Bizim töremiz böyledir, kaçmayız. Allah bilir ki, çarpışır müslümanlar. Düşmandan korkmaz, sayısı az da olsa...


Zâten İslâmî savaşlardan birinde istişâre yapmışlar. Düşman ordusu, Bizans ordusu karşıdan geliyor, sahabe-i kiramdan bazıları şöyle demişler:

“—Bu ordu çok kalabalık, biz de çok azız. Bununla çarpışmak fuzûlî olur, beyhûde olur, boşuna olur. Biz savaşmayalım, geri çekilelim!..”

Böyle bir fikir ortaya atılmış. Ama içlerinden bazı mübarekler —hepsi mübarek de— demişler ki:

“—Biz buraya zafer kazanmak için gelmedik. Yâni savaştan amacımız ille zafer kazanmak da değil. Rasûlüllah Efendimiz emretti, ‘Çıkın gazàya, gidin falanca yere, çarpışın düşmanla!’ dedi. Biz artık sayıya bakmayız. Zafer kazanacağız, kazanamayacağız diye de hesap yapmayız. Hepimiz ölsek bile burada çarpışmak emredildiği için çarpışırız!”

Ne kadar güzel! Yâni, askerler duysa benim bu hadis sohbetimi, ne kadar memnun olurlar. İslâm’ın askerlik kurallarını ne kadar güzel öğrettiğini, gönülleri ne kadar güzel takviye ettiğini, akılları terbiye ettiğini anlarlar.

Evet, elimizden geldiğince, Allah yolunda elimiz ayağımız toza toprağa karışsın. O yollarda koşturalım!


Hac, umre... O da fî sebîlillâhtır. Birisinin ihtiyacını görmek için koşturmak da fî sebîlillâhtır vs. çeşitli. Artık buradaki muradını bilmiyoruz Peygamber Efendimiz’in. Sadece cihadı mı kasdetti?.. Ama başka hadislerden biliyoruz ki, bazı faaliyetleri de cihad gibi sayıyor. Meselâ çok çoluk çocuk sahibi bir insanın, onların ihtiyaçlarını kazanmak için sabah işe gitmesini, (Fehüve fî sebîli’llâh) “O da Allah yolundadır.” diye beyan etmiş.

Her yürüdüğümüz yolun Allah yolunda olmasına dikkat edelim! Ayaklarımız hep Allah yolunda toza toprağa değsin, bulaşsın. Hep Allah yolunda tozlansın... Yâni bunun zıddı nedir?..

188

Şeytan yolunda, tàgut yolunda, zulüm yolunda, haksızlık yolunda, yanlış yolda, tuğyan yolunda, isyan yolunda olmak var bir de...

Allah öylesini nasib etmesin, bizim ayaklarımıza böyle yollara adım attırmasın... Sevmediği yollara adım bile attırmasın... Başlangıcına ayağımızı bile koymayalım, hep sevdiği yolda yürüyelim... Cenâb-ı Hak yolumuzu sevdiği yollara çevirsin... Sevmediği yollardan yüzümüzü döndürsün... Dâimâ rızası yolunda ömür sürmek, hareket etmek cümlemize nasib eylesin...


b. İhtiyaç Sahiplerine Kapısını Kapatmak


Diğer bir hadis-i şerife geçiyorum aynı sayfadan... Açtığım sayfa Râmuz’un 407. sayfası, buradaki 8. hadis-i şerifi okuyorum. Bu da Hâkim’in Müstedrek’inde Amr ibn-i Mürre RA tarafından rivayet edilmiş. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:44



44 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.106, no:7028; Amr ibn-i Mürre el-Cühenî RA’dan.

Lafız farkıyla: Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.320, no:20655; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.250; Haram ibn-i Muaviye RA’dan.

189

مَنْ أَغْلَقَ بَابَهُ دُونَ ذَوِي الْحَاجَةِ، وَالْخَلَّةِ، وَالْمَسْكَنـَةِ؛ أَغْلَقَ اللهُ


بَابَ السَّمَاءِ دون خَلَّتِهِ، وَحَاجَتِهِ، وَ فَقْرِهِ، وَ مَسْكَنَتِهِ (ك. عن


عمرو بن مرَّة)


RE. 407/8 (Men ağleka bâbehû dûne zevi’l-hâceti, ve’l-halleti, ve’l-meskeneti; ağleka’llàhu bâbe’s-semâi dûne halletihî, ve hâcetihî ve fakrihî, ve meskenetihî.)

Ağleka-iğlâk, kapıyı bağlamak, kapatmak demek. (Men ağleka bâbehû) “Kim kendisinin kapısını kapatırsa, bağlarsa...” Kimin önüne kapatırsa, kimin yüzüne kapatırsa kapısını? (Zevi’l-hâceti) “Hâcet, dilek, istek sahibi olanların yüzüne kapatırsa; (ve’l-halleti) ihtiyaç, eksiklik, kusur, gedik durumu olan, eksiği, gediği olan bir kimseye karşı kapatırsa; (ve’l-meskeneti) fakirlik, miskinlik sahibi bir kimseye karşı kapısını kapatırsa; (ağleka’llàhu bâbe’s-semâi dûne halletihî, ve hâcetihî, ve fakrihî, ve meskenetihî) Allah da onun bu yanlış hareketi sebebiyle onun yüzüne; onun ihtiyaçlığı, eksiği, gediği önüne; dileğinin, hacetinin önüne, fakirliğinin, ihtiyacının, miskinliğinin önüne semânın kapısını kapatır.” Yâni, onun işini görmez demek oluyor.

Şimdi tabii, burada izah etmemiz gereken kelime zevi’l-hâceh, hâcet sahipleri demek. Zevi ve zevvü, zû kelimesinin çoğulu oluyor. Hâcet sahipleri...

Hallet kelimesi de; Arapça’da halel, aralık demek, eksiklik, gedik demek. Zevi’l-halle; bir insanın her şeyi tamam olmayıp da bazı şeyleri eksik ise, eksikliği varsa, ihtiyacı varsa, böyle kimselere denir. Meskenet de miskinlik demek. Yâni, ihtiyacını karşılayacak durumda olamayan, çok fakir insan demek. Durup kalmış öyle.


Öyle insanların yüzüne kapısını kapatırsa, yâni kapısını açmazsa…


Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.59, no:14746; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.29, no:21403.

190

“—Gelin bakalım, ihtiyacınızı söyleyin! Dileğiniz nedir, neye ihtiyacınız var, neyiniz eksik?.. Elimizden geliyorsa karşılayalım!..” demiyor da, kapısından içeri almıyor, kapısını yüzlerine kapatıyor.

Allah da ona semânın kapısını kapatır. Onun ihtiyacını görmez. Onun dileğini kabul etmez. Onun fakirliğini, miskinliğini gidermez.

Evet, eden, ettiğini bulur. Rüzgâr eken fırtına biçer. Başkasına iyilik yapmayan, Allah’tan lütuf görmez. Merhamet etmeyen merhamet bulmaz. Bu böyle umûmî ilâhî kàidedir ki, kişi ne yaparsa ettiğini bulur. Kim birisinin kapısını çalarsa onun da kapısını çalarlar.

“—Çalma başkasının kapısını, çalarlar kapını.” derler.

Ana-babaya hürmet de öyledir. Meselâ bir evlât babasına, annesine hürmet etmezse, onun evlâdı da ona hürmet etmez. Ettiğini bulur, ettiğinin cezâsını görür. Anasına, babasına hürmet etmeyen, ihtiyarladığı zaman evlâdından, yakınlarından, çoluk çocuğundan sevgi, hürmet beklemesin. Çünkü et, bul dünyasıdır bu dünya… Her suçun cezâsını da, Allah ona uygun bir tarzda veriyor.


Binâen aleyh, iyiliksever olmalıyız, yardımsever olmalıyız, hamiyetperver olmalıyız. Etrafımızda çeşitli sebeplerden ihtiyaç sahipleri olabilir.

Şimdi şu zelzele felâketlerinden —ki hâlâ devam edip duruyor— nice ihtiyaç sahibi olmayan kardeşlerimiz, kendi hâliyle, kendi yağıyla geçinip giden, kavrulup giden insanlar vardı, şimdi muhtaç duruma düştüler. Allah râzı olsun vakfımız ilgililerinden, kardeşlerimizden, çok güzel hizmetler etmişler. Allah râzı olsun, sa’yleri meşkûr olsun... Çok memnun oluyorum.

Daha çok kardeşlerimiz var. Kimisinin annesi, babası öldü, çocuklar ortada kaldı. Kimisinin çoluk çocuğu öldü annelerin yüreği acılı kaldı, babaların yüreği acılı kaldı. Kimisinin evi barkı vardı, gitti. Burada bir arkadaş diyor ki:

“—Hocam bizim beş tane ev yıkıldı gitti. Milyarlarca zararımız var.” diyor.

Tabii, ihtiyaç çok... Her zaman ihtiyaç sahipleri olabilir.

191

Bazen bir zengin de muhtaç olur. Nasıl ihtiyaç sahibi olur?.. Seveni olmaz, kimsesi olmaz. Birisinin ona yardım etmesi iyi olur. İhtiyar olur. Gençliğinde nice böyle efeler, kabadayılar, sağa sola bağırıp, çağırıp esen, tozanlar vardır. İhtiyarladığı zaman aciz olur, elini yüzünü yıkayamaz. Lokmasını ağzına götüremeyecek duruma gelir. Eh, bakıvermek iyidir, sevaptır.

Allah râzı olsun. Bizim Vâlide Hanım, Hocamız’ın vefatından sonra rahatsızlandı. Esîr-i firâş oldu, yatağa esir oldu, ayakları tutmaz oldu. İhvânımızdan nice hayırsever kimseler seve seve hizmetler ettiler, yıkadılar, doyurdular, temizlediler, baktılar... Öyle dua aldılar, sevap kazandılar...

Yâni fırsat kollamalı. İhtiyaç sahibinin ihtiyacını görmeye çalışmalı, fakirleri kollamaya çalışmalı! Kime nasıl faydam dokunur, nasıl duasını alırım diye gözleyip durmalı.


Şimdi bir rivayet böyle... İkinci bir rivayet daha var bu konuda, daha kısa: Ebû Meryem’den İbn-i Asâkir rivâyet etmiş. Buyurmuş ki Rasûlüllah SAS Efendimiz:45


مَنْ أَغْلَقَ بَابَهُ دُونَ ذَوِي الْفَقْرِ وَالْحَاجَةِ؛ أَغْلَقَ اللهُ عَنْ فَقْرِهِ


وَحَاجَتِهِ بَابَ السَّمَاءِ (كر. عن أبي مريم)


RE. 407/5 (Men ağleka bâbehû dûne zevi’l-fakri ve’l-hâceti, ağleka’llàhu an fakrihî ve hâcetihî bâbe’s-semâi.)

[Kim fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa, Allah da onun fakirlik ve ihtiyaç zamanında semânın kapısını kapatır.]


c. Yıldızlardan Hüküm Çıkarmak




45 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XX, s.406; Dûlâbî, el-Künâ ve’l-Esmâ, c.I, s.160, no:315; Ebû Meryem RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.59, no:14745; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.29, no:21404.

192

Gelelim diğer hadis-i şerife... Ahmed ibn-i Hanbel’in, Ebû Dâvûd’un, İbn-i Mâce’nin, Beyhakî’nin İbn-i Abbas RA’dan rivayet ettiğine göre, şöyle buyurmuş Peygamber Efendimiz:46


مَنِ اقْتَبَسَ عِلْماً مِنَ النّجُومِ، اقْتَبَسَ شُعْبَةً مِنَ السِّحْرِ، زَادَ مَا زَادَ (حـم. د. ه. ق. عن ابن عبـَّاس)


RE. 407/14 (Meni’ktebese ilmen mine’n-nücûmi, iktebese şu’beten mine’s-sihri, zâde mâ zâd.)

Tam böyle vasıllarına dikkat ederek okuyacak olursak:

(Meni’ktebese ilmen mine’n-nücûmi’ktebese şu’beten mine’s-sihri zâde mâ zâd.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl.

Biliyorsunuz, İslâm’da sihir, büyü haramdır! Yok böyle şeyler, bilin! Bilmeyenler de bilsin! Çünkü, “İlericiyim!” diye kendisini satan bir takım gazeteler, dergiler; “Ben çağdaşım!” diye sağa sola çalım satan bazı yayın organları, vasıtaları, araçları ne yapıyorlar?.. Yıldız falı diyorlar, böyle olmadık bâtıl inançları, sanki hakikatmiş gibi millete söylüyorlar. Zavallı saf ahali de, kulaktan duyan bilgilerle bu işlerin aslı, esası var sanıyor ve inanıyor:

“—Aaa! Gazetenin yazdığı yıldız falım aynen bugün çıktı. İşte birisi gelecek diye yazmıştı. Bugün bana birisi geldi.” diyor.

Veyahut, kahvenin fincanını çeviriyor, oradan kahve falına bakıyor... Bunların hiç aslı esası yok! Daha başka usüllerle böyle şeyler yapılıyor. Böyle falcılık, sihir, büyü... Bunların hepsi İslâm’da haram! Yanlış şeyler, Allah’ın sevmediği şeyler.

Tamam, bunları bilsin bilmeyenler! Bilenler zâten biliyor, çekiniyor, sakınıyor. Ama, “İlericiyim!” diyen gazeteler de, biraz çağdaşlaşsınlar lütfen. Bu ibtidâîliği, çağdışılığı, ilkelliği, ilk



46 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.408, no:3925; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1228, no:3726; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.311, no:2841; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.239, no:25646; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.138, no:16290; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.395, no:29155; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.36, no:21430.

193

çağlılığı bıraksınlar. Hiç aslı esâsı olmayan şeylerle milleti meşgul etmesinler!


Hadis-i şerifin metnine devam edelim: Sihir kötü ama bir de diyor ki Peygamber Efendimiz burada:

(Meni’ktebese ilmen mine’n-nücûm) “Yıldızlardan bir bilgi iktibas eden, çıkartan...” “Haa, şu yıldız şöyle doğdu, böyle battı. Şu oldu, bu kaldı. Binâen aleyh şöyle olacak. Yağmur yağacak, kar yağacak, felâket olacak” vs. filân bilgi çıkartıyor. Bilgi iktibas ediyor yâni yıldıza bakıp. O da yıldız falı oluyor tabii bir çeşit.

“Yıldızlardan bir ilim iktibas eden, çıkartan, söyleyen bir kimse...” Ne yapmış olur? (İktebese şu’beten mine’s-sihr) “Sihirden bir çeşidini almış olur, yâni haram olan bir iş yapmış olur. (Zâde mâ zâd) Ne kadar arttırırsa, o kadar çok günah işlemiş olur.”

Yıldızların insanların talihleriyle, doğumlarıyla, ölümleriyle, bahtlılığıyla ve sâireyle bir ilgisi yoktur. Bu da çağdışıdır, yanlıştır, yalandır, aldatmacadır! Bu konuda söylenen sözler, yazılanlar çok ilkel inançlardır, eski milletlerin inançlarıdır. O eski milletler, bilmem Bâbil’de, Mısır’da, milattan önceki bilmem hangi devirlerde böyle şeyleri düşünmüşler. Her yıldıza da bir şahsiyet tasavvur etmişler. Yunanlılar bilmem Mars yıldızını harb tanrısı olarak görmüş vs... Hepsi saçma sapan şeyler...


El-hamdü li’llâhi alâ ni’meti’l-islâm... Bizim dinimize hamd ü senâlar olsun! Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerini nakledenlerden Allah razı olsun! Ne kadar aydınlatıyor bizi. Ne kadar aydın bir kafamız, gönlümüz var. Ne kadar rahatız el- hamdü lillâh! Dünyada 20. Yüzyıl’da öteki milletler ne kadar bâtıl, yanlış, ilkel, hurafe ile uğraşıyorlar! El-hamdü lillâh İslâm ne kadar akl-ı selîmi, zevk-i selîmi, hiss-i selîmi, hakîkî imanı ne güzel öğretiyor!..

Bir de bir şey duyuyorum. Bana da soruyorlar, işte hoca sınıfından gördükleri için —Allah razı olsun, teşekkür ederiz, dua etsinler Allah bizi de iyi kullarından eylesin—

“—Hocam bu zelzele oluyormuş. Bazıları demişler ki, ‘Daha büyük zelzeleler olacak. Hele Eylül’de şöyle olacak, Ekim’de böyle olacak vs. Hele Ankara’da durmayın, ille dışına çıkın!’ Yâni siz ne dersiniz?”

194

Sanıyorlar ki, yâni ben de öyle bir şeyi teşvik edeceğim. Ben böyle soru soranların çoğuna dedim ki:

“—Cenâb-ı Hakk’ın mukadderâtından kaçılmaz. Yâni, Cenâb-ı Hakk takdir ettiyse, adam Ankara’dan çıkar, Yozgat’a giderken yolda olan olur, veya Adana’ya giderken olur. Gittiği yerde olur.


Ben bunu geçmiş sohbetlerimde kaç defa söyledim. Meselâ, İran’dan kaçmış karışıklık var diye, Türkiye’ye ilticâ etmiş bir insan, Antalya’da denize girerken boğuluyor. Çünkü eceli... Yâni o kadarmış ömrü. Vadesi yetince, yâni İran’dan kaçsa kaçar ama ecelden kaçamaz. İşte ecel onu Antalya’da yakalar, şey beyhûde...

Yâni kadere inanmak İslâm’ın önemli inançlarından biri ama millet gene de bu soruları soruyor. Sorulmaması bile lâzım.

Bazıları da böyle, “felâket tüccarlığı” mı diyeceğiz artık —

kimseyi de suçlamak istemiyorum ama— yanlış söz söyleyenleri de ikaz etmemiz lâzım!

“—Şöyle olacak, böyle olacak... Cek, cak...”

Nereden biliyorsun? Cenâb-ı Hak belki öyle yapmaz. Yâni senedin mi var? Belgen mi var elinde? Ne hakla söylüyorsun, nasıl söylüyorsun?..

Bir kere, öyle bir şey olsa bile geceleyin kalk dua et, Cenâb-ı Hakk’a, göz yaşı dök: “Aman yâ Rabbi! Ümmet-i Muhammed’i azaba uğratma, felâketi def eyle, ref eyle... Gelecek belâyı durdur... Gelmişi kaldır!..” diye duâ et! Müslümanın yapacağı dua etmektir.

Bizde “Yangına yalazıyla gitmek” derler. Yâni, ateşe benzin sıkmak gibi bir şey. Millet zaten zelzeleden epeyce yorulmuş, bitkin, perişan, epeyce hasar görmüş. Bir de böyle çeşit çeşit şeyler...


Benim torunumu başörtüsü dolayısıyla cezalandırdılar, fakültesinin en çalışkanı olduğu halde. Ben de torunumu okutmak için buraya getirtiyorum.

“—Ha, hoca efendi torununu yurtdışına getirtiyor. Acaba Ankara’ya bir felâket mi yağacak?”

Hayır! Öyle bir şey demek istemiyorum. Ama torunumu okutmak istediğim için; rahatça, hürriyeti içinde, dinini, imanını

195

îfâ ederek, başını örterek, güzelce tahsil yapması için getirtiyorum.

Hiç bir yerden bir yere taşınmaya lüzum yok. Allah’tan kaçılmaz. Allah’tan Allah’a ilticâ edilir. “Aman yâ Rabbi!” denilir Cenâb-ı Hakk’a, “Yâ Rabbi, kusurumuz varsa bizi affeyle...” denilir.


اَ تُهْلـِكُنـَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَ اءُ مِنَّا (الأعراف: ٥٥٤)


(E tühlikünâ bimâ feale’s-süfehâü minnâ) “Aramızdaki beyinsizlerin, cahillerin yaptığından dolayı, bizleri topluca helâk mi edeceksin yâ Rabbi?” (A’raf, 7/155) diye, ayet-i kerimede Mûsâ AS’ın yalvardığı gibi, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edeceğiz.

Allah CC, kadere teslim olanı seviyor. Kendisine dua edeni seviyor. Kadere razı olanı seviyor. Kadere rızâ tasavvufun en yüksek makamlarından, mertebelerinden birisidir. Bir de duâ da en yüksek mertebedir. O bakımdan hiç bir yerden, hiç bir yere öyle bu gibi şeylerle gitmeyi tavsiye etmiyorum.

Tedbir. Tedbiri Allah tavsiye ediyor. Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor. Binanı sağlam yaparsın. Çürük binada durmazsın. Tedbirini alırsın vs. Allah’a da ilticâ edersin.


Allah’ın azabından insanı en çok kurtaracak şeyin zikrullah olduğunu Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde bildirmiş. Zikrullahın da çeşitleri var:

Kur’an zikrullahtır. Kur’an’ı çok okuyun, okutun! Kur’an kursları açın! Çocuklarınıza, yakınlarınıza Kur’an öğretin!..

Namaz zikrullahtır, namazı çok kılın! Gece ibadetlerine, hele hele teheccüd namazına çok dikkat edin! Çünkü teheccüd vakti mübarek vakittir ve o vakitte yapılan dualar müstecabdır. Geceleyin kılınan iki rekât namaz, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden hayırlıdır.

Elinizde tesbihiniz olsun. Elinizde sigara tüttüreceğinize tesbih çekin, Allah deyin! Boş şeylerle uğraşacağınıza, kutu kutu bilmece dolduracağınıza, kahvede oyun oynayacağınıza, boşuna vakit geçireceğinize, hayırlı bir şeyle vakit geçirin!..

196

Benim rahmetli amcalarımdan bir tanesi, bakmış birileri oradan oraya gidiyor, oradan oraya gidiyor her sabah tarlasının önünden... Demiş:

“—Ülen, siz ne yapıyorsunuz böyle?”

Demişler ki:

“—Biz idman yapıyoruz.” Yâni spor. “Böyle yürüyoruz sabahları...”

“—Ülen, böyle yapacağınıza bir fakirin tarlasını çapalasanız da dua alsanıza, sevap kazansanıza!” demiş.

Çok hoşuma gidiyor. Böyle köylü tabiriyle çok güzel ikaz etmiş.


Yâni, boşuna idmanı bile ben doğru görmüyorum. Bence her şeyin, meselâ kalkıp oturmak ne yapar?.. Bel kaslarını kuvvetlendirir. Bilmem yük kaldırmak, omuz kaslarını kuvvetlendirir. Yâni o işi yaptığı zaman birisine yarayacak bir yerde yapmalı. Hem bir iş üretmeli, hem bir fayda hâsıl olmalı. Boşuna olmamalı. Tabii çaresi bulunmazsa, askeriyede, bilmem eğitim alanında olabilir ama, aslında sonuç verici, fayda sağlayıcı faaliyetle ömrü geçirmeye de dikkat etmek lâzım! “Böyle yapacağıma şöyle yaparım daha iyi.” diyerek.

Sigara içeceğime, tesbih çekerim. Boş konuşacağıma, zikir yaparım. Vakit öldürmek için kahveye gideceğime, Kur’an okurum, tefsir okurum, hadis okurum... Ne kadar güzel kitaplar var!.. Ne kadar güzel kitaplar, nice emeklerle basılıyor ve nice paralarla alınıyor; kütüphanede boynu bükük, mahzun duruyor.

Sevgili izleyiciler ve dinleyiciler! Evet, demek ki yıldız falı, kahve falı vs. bunların hepsi birer saçmalıktır diyor Peygamber Efendimiz. Böyle saçma şeylere müslümanlar yanaşmazlar, inanmazlar. Böyle gazeteleri de ikaz etmek lâzım. Ben ikaz ediyorum, siz duyanlar da ikaz edin:

“—Ey ilericiler! İlericiyseniz böyle ilkellikleri bırakın!” deyin!


d. İlimsiz Fetva Vermenin Cezası


Sonuncu hadis-i şerife geçmek istiyorum. Bu akşamki sohbetimde son olarak açıklayacağım hadis-i şerifi Hazret-i Ali Efendimiz rivayet etmiş. Allah’ın aslanı, Esedu’llàhi’l-Gàlib,

197

başımızın tâcı Aliyyi’bn-i Ebî Tàlib (RA ve kerrema’llàhu vecheh) Efendimiz rivayet etmiş ki...

Niye ben allandıra, ballandıra Hazret-i Ali Efendimiz’i böyle sıfatlarla söylüyorum?.. Hz. Ali’yi seven bütün kardeşlerimiz pür dikkat dinlesinler, gereğince hareket etsinler diye.

Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:47


مَنْ أَفْتَى النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ، لَعَنَتْهُ مَلاَئِكَةُ السَّمَاءِ وَالأَرْضِ (ابن لال، كر. عن علي)


RE. 407/10 (Men efte’n-nâse bi-gayri ilmin, leanethü melâiketü’s-semâi ve’l-ard) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Diyor ki Efendimiz:

“—Kim ilmi olmadan, ilimsiz insanlara fetva vermeye kalkışırsa, (leanethü melâiketü’s-semâi ve’l-ard) göğün ve yerin melekleri ona lânet ederler.”

Tabii ne kadar çok melek vardır, sayısını Allah bilir. Gökler melek dolu, yerler melek dolu... O meleklerin dualarını da Allah tabii değerlendirir, kabul eder. Böyle yanlış fetva verenlere lânet ederler. Hatta doğru olsa bile makbul değildir. Çünkü cahilce veriyor, bilmeden veriyor. Tuttursa bile kıymeti yoktur. İlmi olmayan insanın fetvâ vermeye kalkışmaması lâzım!


Türkiye’de şimdi, tıp üzerine bir konu olduğu zaman, doktorlara bırakırlar. Hukuk üzerine bir konu olduğu zaman, avukata bırakırlar, hakime bırakırlar. Başkası konuşmaz, “Bu işin mütehassısı odur.” der. Sonra bilmem inşaat işi olursa, inşaat mühendisine; ziraat işi olursa, ziraat mühendisine giderler... Amma din konusu oldu mu, her insandan, her kafadan bir ses çıkar, yalan yanlış sözler söylerler, fetvalar verirler.

“—Sen Arapça biliyor musun?” diye sorarsınız.



47 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LII, s.20; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.330, no:676; Hz. Ali RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.349, no:29018; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, no:29.

198

“—Yok, bilmiyorum.”

“—Kur’an okudun mu?”

“—Yok, okumadım.”

“—Hadis-i şerifleri bilir misin?”

“—Yok, bilmem.”

“—E, fıkıhtan bilgin, nasibin var mı?”

“—Yok.”

“—E İslâm hakkında bilgin var mı?”

“—Yok.”

“—Niye konuşuyorsun?!.”

“—Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir, affeder...”

Kimi affeder kardeşim?.. Yâni sen ne sanıyorsun?.. Allah affeder deyip günaha devam etmek, ondan sonra Allah’tan af beklemek... Yok böyle bir şey! Peygamber Efendimiz böyle bir şeyin olmadığını bildiriyor. Sen bilmediğinden böyle düşünüyorsun.


“—Güzele bakmak sevaptır. Onun için bak harama!..” Öyle şey olur mu?.. Harama bakmak sevap olur mu? Ne biçim şey! Nereden çıkarttın, hani, kaynağı neresi, kim söylemiş? Hangi hadis kitabından, hangi ayetten alınmış?.. Yok böyle bir şey!..

Yâni herkes:

“—Yap kardeşim günahı bana... İç kardeşim bunu, günahı bana...”

Doktor diyor ki:

“—Seni biraz kansız gördüm, kanyak iç, içki iç. İştahın açılsın...”

“—Olmaz! Dinimiz yasaklamış.”

“—Olsun, iç, günahı bana.” diyor.

Böyle derse, acaba günahı ona gider de, kendisi kurtulur mu içen?.. Hayır. İçen günaha girer. Ama içenin girdiği günah kadar, o doktora da yazılır. Neden?.. “Günahı bana!” dedi, râzı oldu. Yâni, bu günaha sevk ettiği insanın günahını da Allah ona aynen yazar, sebep olduğu için. Böyle saçma şeylere hiç kulak asmamak lâzım.


e. Ehil Olmayana Fetva Sormayın!

199

Nitekim aynı sayfada bir hadis-i şerif daha var. Onu da okuyalım, buraya bağlayalım! Aynı konu olduğu için, artık sonuncu hadis-i şerifin bir parçası sayılsın:48


مَنْ أُفْتِيَ بِغَيْرِ عِلْمٍ،كانَ إِثْمُهُ عَلٰى مَنْ أَفْتَاهُ، وَمَنْ أَشَارَ عَلٰى


أَخِيهِ بِأَمْرٍ، يَعْلَمُ أَنَّ الرُّشْدَ في غَيْرِهِ، فَقَدْ خَانَهُ (د. ك. ق.


عن أبي هريرة)


RE. 407/9 (Men üftiye bi-gayri ilmin, kâne ismühû alâ men eftâhü; ve men eşâra alâ ahîhi bi-emrin, ya’lemu enne’r-rüşdü fî gayrihî, fekad hànehû.)

“Kime ilimsiz, bilgisiz, salâhiyetsiz, haksız bir fetvâ verilirse, ‘Şu şöyledir, dînen bu böyle olur.’ filân diye; (kâne ismuhû alâ men eftâhu) kim fetvâ verdiyse günahı onun üzerine olur.”

Şimdi burada açıklamak istediğim nokta şu: (Kâne ismuhû) “Günahı (alâ) şunun üzerine olur... (Men) Kimin?.. (Eftâhu) O kimse ki ona fetva verdi. Yâni, kim yanlış fetvâ verdiyse, o günah onun olur.” Bu ifade, yanlış fetvâyı verene günah olur da, dinleyip de uygulayan kimseye günah olmaz mânâsına gelmez. Esas günah ve vebal, yanlış hükmü uygulayan kimseye yazılır.

Tabii, daha önce okuduğum hadis-i şeriften, ilmi olmadan fetvâ verenin de Allah’ın meleklerinin, gökteki, yerdeki meleklerinin lânetine uğradığı belli. O kesin… Bilgi olmadan fetvâ veren mel’un oluyor, lânetlik oluyor. Meleklerin lânetine uğruyor.


Ama bir de; farz edelim, birisi bir fetvâ verdi:

“—İç bu votkayı şifâdır.” dedi.

Ben votkayı duymadım ama ben hatırlıyorum, böyle yassı şişelerde, arka cebe filân koyuyorlar, içiyorlar... Çocukların o



48 Ebû Dâvud, Sünen, c.III, s.321, no:3657; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.184, no:350; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.10, s.116, no20140: Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.418, no:355; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.193, no:29017; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.29, no:21407.

200

resimli, çizgi hikâyelerinde de kahramanlar bazen, ayyaş, sarhoş kahramanlar arka cebinden çıkartıyor boyna kafasına dikiyor. Konyak monyak diyorlar... “Bilmem işte kan yapıyormuş, can yapıyormuş.” yalan mavalı, martavalı.

Şimdi birisi böyle fetvâ verdi, “İç, bir şey olmaz.” dedi. Ötekisi de içti. Bir kere fetvâyı veren, Allah’ın gökteki, yerdeki meleklerinin lânetine uğruyor; tamam. Mel’un, mendebur bir şey oluyor, günaha giriyor; kesin. Ama onun fetvâ verdiği kimse de günaha giriyor. Yâni, o kurtulamıyor demek. Tercümede buna

işaret edilmemiş. Biliyorsunuz Râmuz’un bir sayfasında da tercümeleri var. Önemli… Yâni fetvâyı alan kimse, onu uygulayınca:

“—Ne yapalım? O bana yanlış söylemiş, ben de onu yaptım.” demekle kurtulmuyor.


Binâen aleyh, burasını bastıra bastıra, altını çize çize, çok büyük harflerle, adam boyu harflerle yazın karşınıza ki:

“—Olmadık insanlara fetvâ sormayın, çünkü kurtulamazsınız!”

Millet, kimden nasıl fetvâ alacağını biliyor, gidiyor ona soruyor.

“—Falanca hocaya sor; alimdir!” diyorsun.

“—Yok.” diyor, “O bu konuda fetvâ vermez!” diyor.

Öyle ısmarlama fetvâ olmaz ki!.. “Bu konuda dinin emri nedir?” diye sorarsın; ne derse, ona göre hareket edersin.


Birisi bana geldi:

“—Hocam, dedi, şöyle bir müşkülüm var. Bana fetvâ verir misin?”

Ben de dedim ki:

“—Ben kural olarak kendim fetvâ vermiyorum. Ama müftülük yapmış, fetvâ verme salâhiyetini kazanmış, —zâten müftünün işi de fetvâ vermektir— inandığım, Mısır’da tahsil görmüş, başka hocalara da fıkıh kitaplarını okutuyor elinde... Hocaları topluyor, yâni kendisi büyük hoca, onlara da fıkıh okutuyor. İnandığım bir hoca var. Seni ona götüreceğim, meseleyi ona soracaksın, ne derse yapacaksın! Yap derse yapacaksın, yapma derse yapmayacaksın! Tamam mı?” dedim.

201

Aldım bir hocaya götürdüm. Soru soran bir fabrikanın yöneticisi, mühim bir soru soruyor. Bir cür’et de yaptık. Hoca

efendi Kur’an kursunda derse girmişti.

“—Bir dakika dışarı çıkar mısın?” dedik.

Dersten de çıkarttık ki, çok yanlış oldu tabii. Ona da üzülürüm hep. Sordu meseleyi arkadaşımız. O da dedi ki:

“—Tamam, yapabilirsin!”

Ben de: “—Yapabilirsin, haydi git!” dedim.

Ondan sonra gitti.


Fetvâyı soran, bir kere en sağlam yere soracak. Bu işi bilen insana soracak. Yoksa kendisinin keyfine göre ısmarlama fetvâ aramayacak. Salâhiyetsiz insana soru sormayacak. Veyahut sorumsuzca:

“—Sen bunu böyle yap; vebâli benim, günahı benim!” diyene aldanmayacak.

202

Çünkü, fetvâyı veren de zâten mel’un oluyor. Fetvâyı alan da günaha girer, kurtulamaz. İkisi de cezâyı bulur, ikisi de cehenneme gider. Orada birbirleriyle takışırlar, çatışılar:

“—Sen bana fetvâ verdin de, ben ondan yaptım!”

Ötekisi de der ki ona:

“—Aklını kullansaydın da, yanlış fetvâyı uygulamasaydın. Dinini öğrenseydin de, aslında günah olduğu halde günah olan şeyi sevap kasdıyla yapmasaydın!” der.


“—Acaba Allah cahili, bilmediği için affedecek mi, cezâ verecek mi, vermeyecek mi?” diye sorarsanız, Peygamber Efendimiz hadis- i şerifte buyuruyor ki:49


ذَنْبُ اْلعَالِمِ ذَنْبٌ وَاحِدٌ، وَذَنْبُ الْجَاهِلِ ذَنْبَانِ؛ الْعَالِمُ يُعَذَّبُ


عَلٰى رُكُوبِهِ الذَّنْبَ، وَالْجَاهِلُ يُعَذَّبُ عَلٰى رُكُوبِهِ الذَّنْبَ، وَ


تَرْكُهُ الْعِلْمَ (الديلمي عن ابن عباس)


RE. 286/8 (Zenbü’l-àlimi zenbün) [Alimin günahı bir günahtır, (ve zenbü’l-câhili zenbân) câhilinki iki günahtır. (El-àlimü yuazzebü alâ rukûbihi’z-zenbe) Alim, günaha düşmesiyle azab olunur. (Ve’l-câhilü yuazzebü alâ rukûbihi’z-zenbe) Câhil ise hem günaha düştüğü için, (ve terkühü’l-ilme) hem de öğrenmediği için azab olunur.] “Câhile iki misli cezâ verilir: Bir, yaptığı hatadan dolayı... İki, ‘Niye câhil kaldı, doğrusunu öğrenmedi, ilim öğrenmedi?’ diye.”

O bakımdan, bir kimse ilimsiz, cahilce bir fetvâ verirse, onu uygulayana da günahı gider. (Kâne ismühû alâ men eftâhu.) Günahı ona da olur.




49 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.248, no:3165; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.175, no:28911; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.42, no:12509.

203

Tabii bir de şu var: Adamı günaha soktu ya, gitti ona soru sordu: “—Yâ şunları yapacağım. Yapayım mı, yapmayayım mı?” dedi.

Adam da ilmi yok, fetvâyı verdi. Kim sebep oldu?.. Bu soruyu soran sebep oldu. Gitti sordu. Yâhu ona sorulmazdı ki! Niye gittin ona sordun? Onu zorla günaha soktun. Günahı ona da gider, yâni günaha soktuğu için. Câhil adama soru sordu, câhil adama câhilce fetvâ verdirtti. Sebep oldu diye, öyle de anlaşılabilir. O zaman gene benim dediğim açıklamaya gelir, o mânâya gelir. Yâni böyle bir fetvâyı uygulayan da vebâl altında kalır, günahı alır, fetvâyı veren de...

Onun için fetvâ işi oyuncak değildir. Ben bana gelenlere diyorum ki:

“—Falanca hocayı çok severim ve ilmine de çok itibar ederim. Kitaplar da yazmıştır, salâhiyetlidir, devlet de ona müftü unvânını vermiş.” Tabii bu da kolay verilmiyor. Bunun verilmesi bir takım diplomalarla, tecrübelerle ilgili oluyor. Tabii hayatında da takvâsıyla, ilmiyle, irfânıyla temâyüz etmiş bir kimse oluyor.

“Git ona, benden selâm söyle! Bu meseleyi sor, ne derse yap!..” diyorum.


Onun için, câhile dinî mesele sormayın! Böylece onu günaha sokup, kendiniz de günaha girmeyin! Câhil câhilce bir fetvâ verirse, onu uygulayan da günahtan kurtulamaz; bunu da bilin sevgili izleyiciler! Bunu böyle başkalarına söyleyin!

“—Herkese fetvâ sorulmaz, sonra günaha girersin. Ancak çok iyi, çok salâhiyetli, çok büyük alimlere sorulur.” diye herkese de öğretin!


Okuduğumuz ikinci hadis-i şerifin öbür tarafını da tamamlayalım:


وَمَنْ أَشَارَ عَلٰى أَخِيهِ بِأَمْرٍ، يَعْلَمُ أَنَّ الرُّشْدَ في غَيْرِهِ، فَقَدْ خَانَهُ.


(Ve men eşâra alâ ahîhi bi-emrin ya’lemu enne’r-rüşdü fî gayrihî, fekad hànehû.) “Bir kimse, bir müslüman, kendisinin din kardeşine şöyle yap diye bir meseleyi söylerse; ama onu söylerken

204

de işin doğrusu o söylediği değil de aksi, ama gene öyle söylüyor. Yâni, böyle olmadığını bile bile, aksini şöyle yap diye işaret eder, teşvik eder, o yolu gösterirse; (fekad hànehû) ona hıyanet etmiş olur. Yâni kendisine soru sorana hâinlik yapmış olur, hıyânet etmiş olur.”

Ayıp. Hem doğrusunu biliyorsun, doğrusunu söylemiyorsun,

yanlış yolu gösteriyorsun. Adapazarı’nda soruyor:

“—Ankara’ya nereden gidilir?”

Adam tutuyor, Eskişehir yolunu gösteriyor. Olur mu?..

“—Ankara’ya buradan gidilir.” diyecek, Bolu tarafını gösterecek meselâ.

Şeyh Sâdî’nin şiiri var, ne kadar güzel! Diyor ki:50


ترسم نرسي به كعبه اى اعرابي

اين ره كه تو مي روي به تركستان است


Tersem ne-resî be-Kâ’be ey a’rabî! İn reh ki tû mî-revî be-Türkistânest.


[Korkarım ki, erişemeyeceksin Kâbe’ye ey a’rabî!

Senin yöneldiğin bu yol Türkistan’a gider.]


“—Ey hacı adayı, korkarım ki bu gidişle Kâbe’ye hiç varamayacaksın, haccı yapamayacaksın! Çünkü yönünü Türkistan’a dönmüşsün.”

İran, Türkistan’la hac mıntıkası arasında... Hacca gidecek insan Türkistan’a doğru giderse Mekke’den, Medine’den uzaklaşır. Batıya doğru gelecek ki Irak’a gelsin, oradan Mekke’ye gitsin. “Sen hiç hacı olamayacaksın korkarım ki, çünkü yönünü ters tarafa dönmüşsün!” diyor.




50 Şeyh Sa’di-yi Şirazî, Gülistan, Bölüm:II, Hikâye:6.

205

Türkistan İran’a göre hac istikametinin aksi oluyor, arka taraf oluyor, hacca gidenin arkasında kalıyor.


Onun için, aziz ve sevgili kardeşlerim, hakkı biliyorsanız hakkı söyleyin! Bu bir vazifedir. Ahlâkî bir vazifedir. Mü’min doğruyu söyler. Mahkemede de doğru söyler, dışarıda da doğruyu söyler. Nerede olursa olsun, “Benim kanaatim budur.” der.

Doğru kanaatini, ahlâkî bir şekilde dosdoğru söyleyenin de suçlu olmaması lâzım! Şimdi nereden söylüyorum bunu?.. Ben fakültede hocalık yaparken talebeler kalkar, bir soru sorarlar. Fesübhàna’llàh! Tamam, ben bu sorunun cevabını versem, belki kanunlara göre suçlu durumda olacağım. Ama çocuk da soruyor. Doğrusunu da biliyorum. O zaman ben Allah’a sığınıp doğrusunu söylerdim.

Neden?.. Çünkü alimin asıl sorumluluğu Allah’a... Eğer ondan dolayı kanun bir cezâ yazacaksa yazar. Ne yapalım? Doğruyu söylerim. Ama doğruyu söyleyeni, bir kanunun cezâlandırmaması lâzım!..

206

Diyânet İşleri Başkanlığı’na soru soruyorlarmış; duydum, üzüldüm, çok üzüldüm. Bilmiyorum, şimdi belki öyle değildir uygulama. Arkadaşlarımız tahkik etsinler öyle mi değil mi diye.

Meselâ, İslâm’da miras taksimi, cumhuriyet kanunlarına göre, şu andaki uygulanan kanunlara göre yapılan taksimden farklıdır. Kızın hissesiyle oğlanın hissesi farklıdır. Oğlanın hissesi kızın hissesinin iki mislidir. Çünkü o aile reisi olacaktır filân... Yâni hikmetleri şöyle veya böyle, ama Kur’an-ı Kerim’de:


يُوصِيكُمُ اللهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلأُ نـْسَيَيْنِ (النساء:٤٤)


(Yûsikümu’llàhu fî evlâdiküm li’z-zekeri mislü hazzi’l- ünseyeyn) [Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli miras vermenizi emreder.] (Nisa, 4/11)

buyrulmuş.

Şimdi bu bir ayettir. Bu ayeti söyledi diye medenî kanuna aykırı hareket etmiş mi olmuyor? Yoksa, sorunun doğru cevabı şudur dediği için gerçeği mi konuşmuş oluyor?..

Ben hatırlıyorum, Hüseyin Nâili Kubalı bir cenâze münâsebetiyle Kadıköy’deki Osman Ağa Camii’ne gelmiş. Hutbede de hoca efendi bir ayeti açıklamış. E, Hüseyin Nâili Kubalı anayasa profesörü, biliyor, hocanın hutbede söyledikleri kanunlara aykırı. Hoca üç sene cezâ yedi. Ama ayeti okuyordu. Yâni, “İslâm’a göre bu böyledir.” deyince suç olmaması lâzım!..


Şimdi Diyanet’e soruyorlarmış, benim duyduğum şöyle:

“—Benim bir kızım var, bir oğlum var. Kocam öldü. Şimdi kocamın mirasını nasıl paylaşacağız?”

Diyânet İşleri Başkanlığı bunun İslâmî cevabını vermiyormuş, diyormuş ki cevapta:

“—Medenî kanuna göre gidin taksimâtınızı sorun!..” filân gibi böyle cevap veriliyormuş.

Halbuki İslâm’a göre taksimat böyle olurdu ama, şimdi bu uygulanmıyor. Medenî kanunda ahkâm başkadır. Bilginize arz olunur.” diye gerçeği söylemek lâzım diye düşünüyorum.

Söylenmeyince de bilgi ketmolunmuş oluyor. Yâni, bildiği bilgiyi söylememek de vebal altında bırakıyor insanı. Allah

207

indinde sorumlu oluyor alim. Doğruyu söylemesi lâzım! Adaletten ayrılmaması lâzım! Kendisinin, yakınlarının, anasının, babasının aleyhine de olsa, maddî menfaatinin aleyhine bile olsa...


Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi her zaman, her yerde doğru hareket eden, rızasına uygun hareket eden kullarından eylesin... Dünya ve ahiretimizi hayırlı eylesin. İki cihanın saadetine cümlemizi nâil eylesin. Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...

Dertli kardeşlerimizin dertlerine devâ ihsân eylesin... Yakınları vefat eden kardeşlerimize sabr-ı cemîl, ecr-i cezîl ihsân eylesin... Zelzeleler devam ediyor. İntibah üzere, tevbe üzere, her an ölüme hazırlıklı olarak yaşayın!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri kahrına, gazabına uğratmasın... Belâya, musîbete hedef eylemesin, dûçar eylesin... Sıhhat ve afiyet, saadet ve selâmet üzere, iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin, öyle yaşatsın... Huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varanlardan eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin...

Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler, Cumanız mübarek olsun! Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


10. 09. 1999 - AVUSTRALYA

208
10. FIRSAT ELDEYKEN GÜZEL KULLUK EDELİM!