17. EMR-İ MA’RUF VE KARDEŞLİK

18. MÜ’MİNİN VASIFLARI



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon seyircileri!..

Hepinize Essen’den, Almanya’nın Ruhr bölgesindeki meşhur, Türklerin çok olduğu bölgedeki şehirden selâmlar, sevgiler... Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenize dünyanın ve ahiretin her türlü hayırlarını ihsân eylesin...

Biz bilmeyiz, o bilir, bizim için yararlı, faydalı, güzel, iyi olan şeyin ne olduğunu... Biz Allah’tan onların hepsini sizler için, dünya ve ahirette ermeniz için diliyoruz. Allah iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin... Dualarınız müstecâb olsun... Gönüllerinizin muratlarını Cenâb-ı Mevlâ bahşeylesin... Kimsenin elinde hor ve zelil düşürmesin, mağlûp ve mahcup etmesin... İzzet ve itibar, huzur ve saadet, devlet ve nimetle berhudâr olun...


a. Kur’an Okuyan Mü’min


Bugün size okumak istediğim hadis-i şerifler kur’a ile açmış olduğumuz Râmûzü’l-Ehàdîs kitabımızın 390. sayfasında... Burada okuyacağım birinci hadis-i şerifte, Peygamber SAS Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in okunmasının müslümanlarca önemini bize anlatacak ifadeler buyuruyor.

Bu okuyacağım hadis-i şerif, hemen hemen bütün sahih sağlam hadis kaynaklarında var. Ahmed ibn-i Hanbel, Buhàrî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, İbn-i Mâce... hepsi rivayet etmişler. Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:107



107 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.2070, no:5111; Müslim, Sahîh, c.I, s.549, no:797; Tirmizî, Sünen, c.V, s.150, no:2865; Neseî, Sünen, c.VIII, s.124, no:5038; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.77, no:214; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.408, no:19679; Dârimî, Sünen, c.II, s.535, no:3363; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.48, no:771; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.168, no:7237; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.435, no:20933; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.29, no:8081; Ebû Mûsâ el- Eş’arî RA’dan.

Lafız farkıyla:

373

مَثَلُ المُؤْمِنِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْآنَ، كَمَـثَلِ الأُتـْرُجَّـةِ؛ رِيحُـهَا طَـيِّبٌ، وَ


طَعْمُهَا طَيِّبٌ . وَ مَثَلُ المُؤْمِنِ الَّذِي لاَ يَقْرَأُ الْقُرْآنَ، كَمَثَلِ التَّـمْرَةِ؛


لاَ رِيحَ لَهَا، وَطَعْمُهَا حُلْوٌ. وَمَثَلُ المُنَافِقِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْآنَ، كَمَثَلِ


الرَّيْحَانسََةِ؛ رِيحُهَا طَيِّبٌ، وَطَعْمُهَا مُرٌّ. وَمَثَلُ المُنَافِقِ الَّذِي لاَ يَقْرَأُ


الْقُرْآنَ، كَمَثَلِ الْحَنْظَلَةِ؛ لَيْسَ لَهَا رِيحٌ، وَطَعْمُهَا مُرٌّ (حم. م . خ.


د. ت. ن. ه. حب. عن أبي موسى)


RE. 390/10 (Meselü’l-mü’mini’llezî yakraü’l-kur’ân, kemeseli’l- ütrucceh, rîhuhâ tayyibün ve ta’mühâ tayyib; ve meselü’l- mü’mini'llezî lâ yakraü’l-kur’âne kemeseli’t-temr, lâ rîha lehâ ve ta’mühâ hulvün; ve meselü’l-münâfikı’llezî yakraü’l-kur’âne kemeseli’r-reyhâneh, rîhuhâ tayyibün ve ta’mühâ mur; ve meselü’l- münâfikı’llezî lâ yakraü’l-kur’ân, kemeseli’l-hanzaleh, leyse lehâ rîhun ve ta’mühâ mur.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Evvelâ hatırlayalım ki, biliyorsunuz müslümanım diyen insanlar kalplerinin temizliğine göre ikiye ayrılırlar: Bir hakiki müslümanlar, hàlis müslümanlar. Bir de, müslüman gibi göründüğü halde münafık olanlar.


Ebû Dâvud Sünen, c.II, s.674, no:4829; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Tayâlisî, Müsned, c.I, s.67, no:434; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.143, no:30172; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.337, no:1973; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.IV, s.21, no:2621; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.198, no:565; Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.II, s.289, no:1381; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.IV, s.447, no:2500; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.258, no:734 ve s.814, no:2338; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1766, no:2769; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.376, no:21003.

374

“—Münafık olanların alâmetleri nedir?” diye sorulduğu zaman, Peygamber Efendimiz’e, buyurmuş ki:108


آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلاَثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا


اؤْتُمِنَ خَانَ (حم. خ. م. ت. ن. عن أبي هريرة؛ ابن النجار عن ابن مسعود)


RE. 5/4 (Âyetü’l-münâfikı selâsün) “Münâfığın alâmeti üçtür:”

1. (İzâ haddese kezebe) “Söylediği zaman, yalan söz söyler.

2. (Ve izâ vaade ahlefe) “Vaad ettiği zaman, vaadinden cayar, vaadini yerine getirmez.

3. (Ve ize’tümine hàne) Kendisine emniyet olunduğu, güvenildiği zaman, güveni boşa çıkartır, emanete hıyanet eder.” diye buyurmuş.

Demek ki münafık, imanının gereği gibi olamayan zayıf insan demek... Müslümanım diyor ama, bu sıfatlar ile özürlü olmuş oluyor. İyi müslüman değil...

Münafıkların bazısı, içi tamamen çürümüş ve ölmüştür. Onlar artık kâfirlerle beraber olup, müslümanların aleyhine de çalışırlar. Ama bu hadis-i şerifte anlatılan münafık, müslümanların arasında bulunan kimse.


Mü’mini ikiye ayırıyor Peygamber Efendimiz:

1. Kur’an okuyan mü’min.



108 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.21, no:33; Müslim, Sahîh, c.I, s.78, no:59; Tirmizî, Sünen, c.V, s.19, no:2631; Neseî, Sünen, c.VIII, s.116, no:5021; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.357, no:8670; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.406, no:6533; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.206, no:4803; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.85, no:11240; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.329, no:11127; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.59; Bezzâr, Müsned, c.II, s.426, no:8315; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mekârimü’l-Ahlâk, c.I, s.46, no:118; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.35, no:53; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.35; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.IV, s.475, Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.167, no:842; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.19, no:22; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.53, no:60.

375

2. Kur’an okumayan mü’min.

Münafığı da ikiye ayırıyor:

1. Kur’an okuyan münafık.

2. Kur’an okumayan münafık, diye...

Bunları benzetmelerle bize anlatıyor. Buyuruyor ki:

(Meselü’l-mü’mini’llezî yakraü’l-kur’ân, kemeseli’l-utrucceh) “Kur’an-ı Kerim’i okuyan mü’min turunca benzer.” ‘Utrucce’ diye

telâffuz ediyor Araplar. Turunç nedir?.. Bir güzel meyvadır. Ağaç kavunu derlermiş Türkçe’de. Hem kokusu güzel, hem tadı güzel. Hem tadı tatlı, hem de kokusu insanın hoşuna gidiyor. Yemesi, içmesi, koklaması güzel... Kur’an okuyan müslüman bu meyva gibidir. Yâni, hem kokusu vardır, hem de tadı vardır. Her bakımdan iyi; koku bakımından da, tat bakımından da iyi Kur’an okuyan müslüman...

(Ve meselü’l-mü’mini’llezî lâ yakraü’l-kur’ân) “Mü’min olduğu halde Kur’an-ı Kerim okumuyorsa bir müslüman...” O zaman, o da şöyle benzetilmiş: (Kemeseli’t-temr) “Hurma gibidir; (lâ rîha lehâ ve ta’muhâ hulvun) bir hoş kokusu yoktur ama, yenildiği zaman tadı iyidir.”

376

Bu sıralamadan anlıyoruz ki, Peygamber Efendimiz Kur’an-ı Kerim’in okunmasını istiyor ve hakîkî müslümanı hem kokusu, hem tadı güzel olan bir meyvaya benzetiyor. Böyle iyi olduğunu beyan ediyor. Kur’an okumayanı da, biraz kusurlu müslüman olarak görüyor. Mü’min olduğu için, imanı iyi olduğu için, kalbi sàlih, temiz olduğu için tadı var ama, Kur’an okumaması dolayısıyla kokusu yok diye bildiriyor.

Tabii, bu benzetmeden dersimizi almamız gerekiyor. Kur’an’ı okumalıyız. Tabii, Kur’an-ı Kerim’i okumaktan asıl maksat, asıl amaç, Kur’an-ı Kerim’in içini bilmektir, ahkâmını bilmektir. Ayetlerin ne demek istediğini anlamaktır. Bize ne yapmamızı söylediğini anlayıp, ona itaat edip, onları yapmaktır.

Bugün müslümanlar —Türkiye’deki müslümanlar, belki birçok yerdeki müslümanlar— Kur’an-ı Kerim’i, sadece mübarek kelimelerini telâffuz ettiklerinden sevap hâsıl oluyor diye okuyorlar. Mânâsını bilmiyorlar. Sorsan, “Kul huva’llàh...” ne demek; bilmiyor, “İzâ câe...” ne demek; bilmiyor, “Kul yâ eyyühe’l- kâfirûn...” sûresi neyi anlatır; bilmiyor, “Huva’llàhü’llezî...” nedir; bilmiyor, Âyete’l-Kürsî nedir; bilmiyor. İçindeki cümlelerin farkında değil.


Hattâ, ilâhiyatta hoca oluyor da, şefaati inkâr ediyor. Halbuki Âyete’l-Kürsî’nin içinde:


مَنْ ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِنْدَهُ إِ بِإِذْنسَِهِ (البقرة:٥٥٢)


(Men ze’llezî yeşfeu indehû illâ bi-iznihî) [İzni olmadan, onun katında kim şefaat edebilir?] (Bakara, 2/255) buyruluyor. Bazılarına şefaat hakkı verdiğini, bak burada bildiriyor.

Demek ki, bazıları Kur’an-ı Kerim’i okuyor ve hatta ezberliyor ama, mânâsını bilmiyor. Bu pek iyi değil... Asıl mânâsını bilecek ve mânâsının gereğine göre hayatını düzenleyecek. İtaat edecek, Kur’an-ı Kerim’in sözünü dinleyecek, buyruğunu tutacak, ahkâmına uyacak.


Demek ki, biz müslümanlar olarak sevgili kardeşlerim, bu kusuru bırakmalıyız bir kenara... Bu kusurlu durumdan

377

çıkmalıyız, kurtulmalıyız. Mânâsını anlamadan Kur’an okumak durumundan, mânâsını anlayan, kâmil müslüman olmak için çalışan kimse durumuna geçmeliyiz. Mânâsını da düşünerek, ahkâmını da düşünerek, bu işi kökünden iyice öğreneyim diye, şöyle Fatihâ’dan başlayıp Kul eûzü bi-rabbi’n-nasi’ye, yâni son sûrenin son ayetine kadar yeniden okuyup, Kur’an-ı anlamalıyız. Anlamadığımızı sormalıyız. Çünkü, Kur’an bize Allah’ın emirlerini, yasaklarını bildiriyor. Sevdiği sevmediği şeylerin, iyi kötü şeylerin neler olduğunu bildiriyor. Onları öğrenmezsek, uygulamazsak, tabii iyi bir müslüman olamayız.

Denilebilir ki:

“—Hocam, bizim evde Kur’an tefsiri değil ama pek çok kitaplar var. O kitaplarda da İslâm şunu diyor, bunu diyor diye okuyoruz.”

Tamam. O kitaplar eğer Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriflerden faydalanmışlarsa güzel şeyler anlatırlar, doğru sözleri söylerler. Ama okuduğumuz kitabın doğru mu söylediğini, konuştuğunuz insanın doğru mu söylediğini, yazısını okuduğunuz bir gazete yazarının doğru söz mü yazdığını anlamanız için ölçek nedir?.. O da Kur’an-ı Kerim...

Eğer Kur’an-ı Kerim’e uygun sözler söylüyorsa; tamam, Allah’ın sevdiği istikamette söz söyleyen bir kimsedir, yazan bir yazardır, iyi bir insandır. Ama Kur’an bir şey söylüyor, o da tersini söylüyorsa, Kur’an’ın aksine, zıddına sözler söylüyorsa; o zaman Kur’an-ı Kerim elimizde terazidir, ölçektir. O zaman, “Kardeşim sen Kur’an’a aykırı şeyler söylüyorsun, kıymeti yoktur sözlerinin! Sen yanlış söylüyorsun! Sen bu sözleri nereden öğrendin? Bu abuk sabuk, yalan yanlış lâfları nereden uyduruyorsun bakalım?..” diye karşı çıkarsınız.


Zaten dikkat edilirse, ecdadımızın hareket tarzına bakılırsa, müslümanın öğrenmesi gereken bir şey var: Sözün kaynağını ve delilini sormak... İlm-i hadis bu. Yâni, hadis-i şerif rivayet etmişler, kendilerine kadar gelmiş:

“—O hadis-i şerifler bakalım kim tarafından rivayet edilmiş?” diye ecdadımız, alimlerimiz, selef-i sàlihînimiz bunları incelemiş.

Râvileri incelemiş, metni incelemiş; yâni sözün içeriğini, muhtevasını incelemiş, bir de, “Kim söyledi bu sözü?” diye onu incelemiş. İki yönden de sağlam olduğu zaman:

378

“—Tamam, bu haber sahihtir, hasendir, sağlamdır, güvenilirdir, güvenebilirsiniz. Bu adam güvenilen bir insandır, sikàdır.” diye beyan etmişler.


Bu edebi biz de almalıyız. Birisi bize bir söz söylediği zaman, bu söz hakikaten doğru mu diye, bunu incelememiz lâzım. Gazetelerde bir haber, bir yazı gördüğümüz zaman, kaynağını sormamız lâzım; doğru mu, yanlış mı?..

Doğru kaynak hangisidir? Biz mü’miniz el-hamdü lillâh, doğru kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim diyorsa;

“—Tamam kardeşim, sen Allah’ın buyurduğunu bize söylüyormuşsun! Allah razı olsun, doğru söylemişsin.” deriz.


Ama Kur’an-ı Kerim’e aykırı bir şey söylüyorsa, meselâ Allah-u Teàlâ Hazretleri: “—İçki içmeyin!” buyuruyor.

Ama adam içki içiyor: “—İç kardeşim, mahzuru yok kardeşim! Günahı benim olsun kardeşim!..” diyor.

Öyle diyenler var.

“—Sen iç de, günahı benim olsun!” diyenler var.

Öyle şey olur mu?.. Herkes işlediği suçtan sorumludur ama, o suça onu teşvik edenler de, ayrıca suça teşvikin cezasını çekecekler.

Bugün içkinin karaciğere zararlı olduğu, aklı giderdiği, insanı sarhoş ettiği, trafik kazası yaptırdığı, sonunda siroz hastalığı meydana getirdiği, karaciğeri tahrib ettiği ve insanı mahvettiği bilinen bir şey. Doktorların hepsi bunu söylüyor. Ama doktorların bazısı da içiyor gene...

Yâni, bir şeyin doğru olduğunu bilmek başka, doğruluğuna göre hareketini düzenlemek başka...


Ben bugün bakıyorum Amerika’da, Avrupa’da halkın sıhhatli olmak için çok büyük bir dikkati var, gayreti var. Sıhhatine zararlı işleri yapmıyor, sıhhatine faydalı olan bir çok işi yapıyor.

Ben sabah namazına erken vakitte, yarı karanlıkta camiye giderken bakıyorum, yaşlı ihtiyar amca veyahut ak saçlı teyze köpeğini almış, yürüyüşe çıkıyor. Neden?.. “Sıhhat için yürüyüş

379

iyidir.” demişler, ondan. Bakıyorum biraz daha genç bir kimse, idman elbiselerini giymiş koşuyor. Neden, niye bu zahmet?.. Daha işe gidecek, erken kalktı, niye koşuyor?.. “Efendim, sıhhat için iyi olurmuş, çalışan vücut kuvvetlenirmiş, işlerlik kazanırmış.” diye yapıyor.

Hatta, işten çıktıktan sonra da arabasını parkın kenarına, belediye bahçesinin kenarına koyuyor, orada idman elbiselerini giyiyor. Koşacağı kadar koşuyor, terleyeceği kadar terliyor. Evine gidiyor. Duş, yâni yıkanma işini yaptıktan sonra şıkır şıkır, şıpır şıpır, tertemiz, pırıl pırıl, ter kalmadan, sabunlanmış güzel kokulu elbiselerini giyiyor. Ondan sonra da: “Oh, yoruldum ama terimi attım, fazla kilolarımı attım.” diyor.

Rahata çok dikkat ediyorlar. Sigaranın üzerine, “Bu madde sağlığa zararlıdır!” diye yazıyorlar, devlet zorluyor.


Ben Avustralya’da görünce hayret ettim. Meselâ bazı kasa- balarda açıkça levhalar halinde yazmış:

“—Burada, bu meydanda, bu şehirde, şu bölgede içki içilmez! Burası içki içilmenin yasak olduğu bölgedir.” diye yazmış.

Hiç tahmin etmezsiniz Avrupalıların böyle olduğunu... Birçok kimse Avrupalıyı, Amerikalıyı, batılıyı bilmiyor muhterem kardeşlerim! “İçki yasak!” diye yazmışlar. Yâni, “Bu bölgede içki içemezsin! Evinde kendin içersen gizli gizli ne yaparsan yap, içkiyi de tavsiye etmem ama, burada hiç içemezsin, yasaktır!” diye de koca levhalar koymuşlar, şaşırdım.

Direklere levhalar koymuşlar, ben de az çok okuyup anlıyorum:

“—Nedir bu?” diyorum

“—İçki yasak hocam, içki içilmez!” diyor.

Ne kadar güzel! Yâni parka, bahçeye gelen, çarşıya pazara gelen insan, sarhoşların sarkıntılığına uğramasın diye, orada sarhoş bulundurtmuyor yâni. Akla mantığa uygun hareket ediyor, sıhhati korumak için tedbir alıyor. Eğer mahallesinde meyhane açılacaksa, onun açılmaması için savaş veriyor, mücadele veriyor.


Meselâ, Rassel Island, yâni Rasıl Adası denilen yerin sakinlerinden bir hanımefendi, bizi adasına davet etti. Ben “Rasül

380

Adası” diye ad koydum, mahsustan değiştiriyorum isimleri. Orada bir ada var Brisban’nın yakınında... Diyor ki:

“—Bizim adamızda meyhane filân açtırtmadık biz, hiç vukuat yoktur, suç yoktur. Bizim adamızdan yer alın! Orası çok güzeldir, temizdir; buyurun, evime gelin!” diyor, davet ediyor.

Hanımefendi, davranışını da beğendiğim, misafirperverliğini, davetini de beğendiğim bir kimse... Yâni içkinin kötü olduğunu biliyorlar. İçmiyorlar.


Bizim kitabımızda yazıyor, “İçki haramdır!” diye... Ama müslüman kardeşimiz içiyor, dükkânında satıyor. İçki satan dükkânı kendisi çalıştırıyor. Olmaz, Kur’an’a aykırı olmaması lâzım! Yapan niçin yapıyor, bilmem...

Meselâ, bunu şimdi şuna benzetebiliriz: Yalan söylemek doğru mu?.. Hiç kimse yalan söylemeyi tasvip etmez. Yâni, en yukarıdan aşağıya kadar, meclis başkanından, devlet başkanından en aşağıdaki memura kadar, askerden sivile kadar herkes yalanın aleyhindedir, ama yalan söyleniyor. Söyleyen niçin söylüyor, bilmem... O onun suçu. Ama yalanın kötü olduğu, söylenmemesi gerektiği ortada.

İşte Kur’an-ı Kerim’den bunu anlayacağız. Yâni Kur’an-ı Kerim ne emretmiş? “İçki içmeyin!” demiş. “E bizim evde babam içiyor, dayım içiyor.” derse bir insan, o zaman ona diyeceğiz ki:

“—Kardeşim, sen müslüman mısın?..”

“—Müslümanım...”

“—Tamam. Bak, Kur’an-ı Kerim’de Allah, ‘İçki içmeyin!’ diyor. Zaten doktorlar da zararlı olduğunu söylüyorlar. Senin baban, amcan, dayın neyse... Bunu bir alışkanlık edinmişler, Allah onları da kurtarsın. Sen onlara da söyle bunu engellemeye çalış! İşte doğru değil. İşin doğrusu şudur de...”


Demek ki Peygamber Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in okunmasını istiyor. Tabii okunmasından da maksat, mânâsının bilinmesidir. Okuyalım, mânâsını bilelim! Okumayan müslüman okuyan müslümandan derece bakımından düşüktür, bir tarafı eksiktir. Mü’min olduğu için tadı güzeldir de, kokusu yoktur, yâni o kadar kaliteli değildir. Bir de buyuruyor ki:

381

وَمَثَلُ المُنَافِقِ الَّذِي يَقْرَأُ الْقُرْآنَ، كَمَثَلِ الرَّيْحَانسََةِ؛ رِيحُهَا طَيِّبٌ،


وَطَعْمُهَا مُرٌّ .


(Ve meselü’l-münâfikı’llezî yakraü’l-kur’ân) “İyi müslüman değil, münafık adam, ama Kur’an okuyor...” Bazıları var böyle, ben üniversiteden biliyorum, başka yerlerden biliyorum. Çıkıyorlar, müslümanlara bir de efelik taslıyorlar. Diyorlar ki:

“—Biz Kur’an okuruz, biz Kur’an’ı biliriz.”

Ayet yazıyor tahtaya. “Bak!” diyor ama, kendisinin o tarafta hiç gözü yok. Kur’an’ı bilirim diyor. Tamam, münafık olduğu halde Kur’an’ı okuyanlar olabilir.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Kur’an’ı okuyan münafık, (kemeseli’r-reyhâneh) reyhaneye benzer. (Rîhuhâ tayyibün ve ta’mühâ mürr) Kokusu güzeldir ama çiğnediğin zaman tadı acıdır.”

Koku var, tad yok. Yâni mahiyeti bozuk ama etrafa Kur’an okuyup, Kur’an bilgisi bildiğini isbatladığı için, birisini biraz sıkıştırdığın zaman, bir kötülüğünü görüp de yeniyorsan sen onu, senin karşında mağlûpsa; o zaman diyor ki:

“—Benim babam da hocaydı, dedem de müftüydü, vaizdi. Ben de dindar bir ailedenim. Falancayım, filâncayım...”

İyi güzel ama onların hesabı, sevabı ona, senin günahın, vebalin sana. Yâni, ondan dolayı sen kurtulamazsın ki. Sen de iyi insan olacaksın, sen de iyi hareket edeceksin, Kur’an-ı Kerim’in istediği şekilde hareket edeceksin. Şimdi bu, Kur’an-ı Kerim’i okuyor ama münafık. O zaman ne oluyor? Kur’an okuduğu, Kur’an söylediği için kokusu güzel ama kendisi acı...


وَمَثَلُ المُنَافِقِ الَّذِي لاَ يَقْرَأُ الْقُرْآنَ، كَمَثَلِ الْحَنْظَلَةِ؛ لَيْسَ لَهَا


رِيحٌ، وَطَعْمُهَا مُرٌّ .


(Ve meselü’l-münâfikı’llezî lâ yakraü’l-kur’ân, kemeseli’l- hanzaleh) “Kur’an da okumayan münafık...” Münafığın da aşağı

382

mertebesinde... Çünkü Kur’an-ı Kerim insanı, muhterem kardeşlerim sevgili seyirciler ve dinleyiciler, yavaş yavaş ıslah eder, veya birden ıslah eder. Yâni çeker, düzeltir. Namaz insanı ıslah eder, yâni düzeltir. Peygamber Efendimiz’e dediler ki:

“—Şu geçen delikanlı hem namaz kılıyor, hem de bazı kötülükler işliyor yâ Rasûlallah!”

Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:

“—Kıldığı namaz yavaş yavaş onu düzeltecek, o kötülükten vazgeçirecek, ıslah edecek.”

Hakikaten de ıslah oldu. Yâni namazın böyle bir güzel tesiri olur zamanla. Kur’an-ı Kerim’in de böyle tesiri olur. Belki o münafık Kur’an okuya okuya, bir âyet-i kerime onu duygulandırır, gözü yaşarır; sonra da iyi bir insan olabilir. İyi olma ihtimali fazla, çünkü Kur’an-ı Kerim okuyor.


Kur’an-ı Kerim muazzam bir eser. Çok tesirli bir eser. Ben her zaman söylerim, Amerikalı birisiyle karşılaştım, sordum ismini, “Yahya” dedi. Müslüman, Amerikan ordusundan, Türkiye’ye gelmiş, Ankara’ya gelmiş, herhalde görevli NASA’da filân bir yerde... Müslüman olmuş. Ailesini, soyunu sopunu araştırmaya kalktım. Yâni, ecdadında müslüman var da ondan mı müslüman oldu diye.

“—Yok, boşuna araştırma! Benim anam, babam müslümanlıkla ilgili kimseler değillerdi. Yalnız ben müslümanım!” dedi. “—Pekiyi sen niye müslüman oldun?” dedim.

Merak ediyorum. İslâm’ın neresine meftun oluyor, neresine hayran oluyor da müslüman oluyor. Hep merak ederim, sorarım ben böyle hristiyan ve başka dinde iken müslüman olmuş olan kimselere... O dedi ki:

“—Ben Kur’an-ı Kerim’i okudum, müslüman oldum. Kur’an beni etkiledi.” dedi.


Kur’an-ı Kerim’i okumak münafık için bile iyidir. Belki bir gün gelir, Allah’ın kelâmı tesir eder de, o da ıslah olur, tevbe eder, kötülüğü bırakır.

Ama, Kur’an-ı Kerim’i okumayan münafık... Yâni, kâfirim demiyor ama, mü’min gibi de hareket etmiyor, Kur’an-ı Kerim de

383

okumuyor. Böyle insan neye benzer? (Kemeseli’l-hanzaleh, leyse lehâ rîhun ve ta’muhâ murr) “Hanzalaya benzer.” Hanzala nedir? Ebû Cehil karpuzu dediğimiz, şöyle yuvarlak, uzunca, yeşil, tüylü bir meyva ki tadı zehir gibi acıdır, kokusu da pis ve çirkindir. Okumayan işte ona benzer... Demek ki, Kur’an-ı Kerim’e sarılmalıyız, okumalıyız, öğrenmeliyiz. Geçen gün burada arkadaşlarla toplandık, dedik ki:

“—İskender Paşa’da yaptığımız hadis dersi gibi dersi, belediyenin bahçesinde yapalım!”

Orada toplandık, hanımlar, beyler... Kocaman bir cemaat olduk. Çayırların, çimenlerin bir yerinde kendimize sakin bir yer ayırdık, güzel, manzaralı... İçimiz açıldı, çocuklar sevindi. Hadis-i şerif okuduk, kur'a ile açtığımız sayfadan. Orada da Kur’an-ı Kerim geldi. Kur’an-ı Kerim okumanın, öğrenmenin önemi bize nasihat olarak karşımıza çıktı.

Siz de Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılın! Çünkü, Kur’an-ı Kerim Allah’ın hidayet ipidir. Kuyuya düşmüş bir insan ipe sarılıp çıkıp, kurtulduğu gibi; uçuruma düşen bir insan uçurumdan böyle iple çekilip çıkarıldığı gibi, Kur’an-ı Kerim Allah’ın ipidir. Ona sarılan da kurtulur, hidayete eder. Allah’ın rahmetine vâsıl olur.

384

Aman Kur’an-ı Kerim’i okuyun! Aman Kur’an-ı Kerim’in mânâsını öğrenin!.. Aman Kur’an-ı Kerim’in mânâsını çoluk çocuğunuzla, ailenizle müzakere edin!.. Bilen insan davet edin:

“—Aman hocam, bizim eve haftada bir gel, Kur’an-ı Kerim’den beş on âyet oku, anlamını bize anlat! ‘Allah’ın kelâmı nedir, neler buyurmuş Rabbimiz?’ diye çoluk çocuk bilsin! ” deyin.

Bunları böyle yapın ki, yavaş yavaş çocuklar İslâm’ı öğrensinler, imana göre yetişsinler, mü’min-i kâmil olsunlar, Allah’ın sevdiği kul olsunlar, arif olsunlar. Mevlânâ Hazretleri gibi olsunlar, Yunus gibi olsunlar... Çoğumuz çocuğumuza Yunus ismini veriyoruz, Yunus Emre diyoruz, Celâleddîn diyoruz, Hacı Bayram diyoruz vs... Neden diyoruz? O büyüklerimiz gibi olsun diye.

Onun için, çocuklarımızı Kur’an’a göre yetiştirelim!.. Neden?.. Dinimizin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Dinimizin ne demek olduğu, önce Kur’an-ı Kerim’i okumakla bilinir. Sonra da şu bizim okuduğumuz hadis-i şerifleri okumakla, öğrenmekle bilinir.


b. Müslüman Herkese Faydalıdır


İkinci hadis-i şerife geçeceğim. Yine mü’minlerle ilgili bir hadis-i şerif. Mü’minleri methediyor Peygamber Efendimiz, buyuruyor ki:109


مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الْعَطَّارِ؛ إِنْ جَالَسْتَهُ نسََفَعَكَ، وَإِنْ مَاشَيْتَهُ نسََفَعَكَ،


وَإِنْ شَارَكْتَهُ نسََفَعَكَ (طب. عن ابن عمر)


RE. 390/5 (Meselü’l-mü’mini kemeseli’l-attàr; in câlestehû nefeake, ve in mâşeytehû nefeake, ve in şârektehû nefeake)



109 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.418, no:13541; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.147, no:726; Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.257, no:271; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.382, no:21016.

385

İbn-i Ömer RA’dan rivayet olunmuş. Yâni, ikinci halifemiz Ömerü’l-Fâruk RA’ın oğlu Abdullah tarafından rivayet edilmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

(Meselü’l-mü’mini kemeseli’l-attàr) “Müslüman, güzel koku satan attara benzer, attar gibidir. Yâni ıtır satan, hoş koku satan, mis satan dükkâncıya benzer. (İn câlestehû nefeake) Onunla beraber otursan, meclis kursan, toplantı yapsan, beraber bulunsan, müslüman fayda eder.”

Nasıl bir güzel koku dükkânına girsen, nasıl onun kokusu sana siner, o güzel kokuları duyunca hoşuna giderse... Temiz kokulu bir yerde durmak mı iyi; affedersiniz, meselâ denizin kenarında, pis suların denize karıştığı yerde, lâğım sularının karıştığı bir yerde oturmak ister misiniz? Orada bir bahçe olsa, orada çay içmek ister misiniz?..

“—Aman hocam, istemem!”

Niye istemezsin?..

“—Çünkü oraya lâğım suları karışıyor. Onun kokusu beni rahatsız eder. Ben o pis kokuyla orada çay içmek istemem!” dersin.

Güzel koku dükkânında durunca hoşuna gider. Neden? Gül kokusu var, sümbül kokusu var, lâle kokusu var, leylâk kokusu var... Attar dükkânına benzer müslüman. Onunla beraber oturursan, o koku seni hoşnud eder, fayda sağlar.


(Ve in mâşeytehû nefeake) “Onunla beraber yürüsen, mü’minle bir seyahatin olsa, fayda verir.” Neden?.. Bakarsın davranışına, sözüne sohbetine, hareket tarzına... “Allah Allah! Namazları vaktinde kılıyor, abdestini güzel alıyor, doğru söz konuşuyor, gıybet etmiyor, ticaretini güzel yapıyor, alış-verişi sağlam, tertemiz, pırıl pırıl, hiçbir tarafı kirletmiyor.” dersin.

Ben arkadaşlarımla Mekke-i Mükerreme’de, Medine-i Münevvere’de, bir yerde gezerken, biz bir yerden kalkıyoruz, kardeşlerimizle, çoluk çocukla beraber yirmi aile, otuz aile, yüz kişi, iki yüz kişi kalkıyoruz. Arkamızdan bize hayret ediyorlar, “Siz nasıl cemaatsiniz?” diyorlar. Tertemiz... “Sizden önce başka cemaat geldi...” Yâni başka milleti kasdediyorlar, başka dinleri kasdediyorlar. Onları söylemiyorum gıybet gibi olmasın diye.

386

“Onlar, diyorlar, buraları darmadağın bıraktılar, tarumar ettiler, siz çiçek gibi bıraktınız.” diyorlar.

Evet, biz güzelliği seviyoruz, güzeli seviyoruz, temizliği seviyoruz; onun için böyle... Yâni kendiliğimizden öyle yapıyoruz. Pisletmiyoruz zaten, elbisemiz temiz, vücudumuz temiz, ağzımız temiz, elimiz temiz, her şeyimiz pırıl pırıl... Oturduğumuz örtüler temiz, arabamız temiz... Oturup kalktığımız yerde de çöp atmayı sevmeyiz, torbaya koyarız, götürürüz kutusuna atarız. Hiç çöp bırakmayız. Çiçekleri kırmayız. Zarar vermeyiz, zararı sevmiyoruz.

İşte müslümanın bu haline bakan, gören tabii hayran kalır. Seyahatte onunla yürüse, bir çok şey öğrenir. “Yâhu, ben seninle arkadaşlıktan, yolculuktan çok istifade ettim. Çok şeyler öğrendim; hayat görüşüm değişti, görgüm, bilgim değişti.” der.


(Ve in şârektehû nefeake) “Onunla müşterek bir iş yaparsan, bir şirket, bir ortaklık... Sana fayda verir.” Neden?.. Çünkü dürüst davranır, hile yapmaz, hesabı yanlış göstermez. Seni zarara uğratmak istemez. Allah’ın her şeyi gördüğünü, bildiğini düşündüğü için haksızlık yapmaz. Adalet terazisini elinden bırakmaz.

Mü’min böyledir. İşte böyle methediyor Peygamber Efendimiz. Mü’min her bakımdan güzeldir. Keşke cümle cihan halkı mü’min olsa, bak nasıl ortalık gül gülistan olur.


c. Müslüman Belâya Sabreder


Üçüncü hadis-i şerife geçiyorum:110


مَثَلُ الْمُؤْمِنِ كَمَثَلِ الزَّرْعِ ، لاَ تَزَالُ الرِّيحُ تُفَيِّئُهُ، وَلاَ يَزَالُ الْمُؤْمِنُ




110 Müslim, Sahîh, c.IV, s.2163, no:2809; Tirmizî, Sünen, c.V, s.150, no:2866; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.283, no:7801; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.196, no20307; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s. 143, No:9778; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.28; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummal, c.III, s.589, no:6789; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.378, no:21008.

387

يُصِيبُهُ الْبَلاءُ؛ وَ مَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الأَرْزِ، لاَ تَهْتَزُّ حَتَّى


تُسْتَحْصَدَ (حم. ت. عن أبي هريرة)


RE. 390/6 (Meselü’l-mü’mini kemesili’z-zer’i, lâ tezâlü’r-rîhu tüfeyyiühû, ve lâ yezâlü’l-mü’minü yusîbuhû belâün; ve meselü’l- münâfikı kemeseli şecereti’l-ürzi, lâ tehtezzü hattâ tüstahsede)

Bu da Ahmed ibn-i Hanbel ve Tirmizî’nin Ebû Hüreyre RA’dan rivâyet ettiği hasen ve sahih bir hadis-i şerif. Bu da mü’min hakkında bir hadis-i şerif. Bizim de olmak istediğimiz, hepimizin amacı, emeli, arzusu, hedefi iyi mü’min olmak... Mü’minin vasfı nedir? Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Meselü’l-mü’mini kemeseli’z-zer’) “Mü’min ekin gibidir, buğday gibidir.” Buğdayı, arpayı tarlaya ekiyoruz; tarlada ekin var diyoruz ya... “Mü’min ekin gibidir. (Lâ tezâlü’r-rîhu tüfeyyiühû) Rüzgâr onu dâima bir o tarafa, bir o tarafa sallandırır.”

Ekin tarlasına bakarsanız, başaklar olgunlaştığı zaman ekinle- rin oraya buraya tatlı tatlı eğilip sallandığını görürsünüz. Neden? Rüzgâr esiyor, ekinleri eğiyor. Ama ne olur? Bir şey olmaz. Sallanır sallanır, o koca başaklara, tanelere rağmen yine öylece, güzelce durur. Ekin gibidir müslüman.


Bu eğilmesi nedir?.. (Ve lâ yezâlü’l-mü’minü yusìbühû belâün) “Mü’mine daima belâ gelir.” Belâ ne demek? İmtihan demek. Yâni rüzgâr nasıl ekini bir o tarafa eğiyor, bir o tarafa yatırıyor, bir bu tarafa yatırıyorsa; mü’minin de belâ biraz büker belini, bir o tarafa yatırır, bir o tarafa yatırır, üzülür.

Ya sıhhatine bir belâ gelir, imtihan gelir; karnı ağrır, başı ağrır, hasta olur... Ama sabreder, güzel bir şekilde tedavisini araştırır. Edebini elden koymaz. Veyahut malına bir hasar gelir, veyahut karşısına bir edepsiz çıkar, onu üzer, rahatsız eder; veya bir iftira olur, veya daha başka bir sıkıntı... Neden?.. Dünya imtihan dünyası olduğundan, “Bakalım, bu çeşit hallerin karşısında kulluğunu güzel yapmayı devam ettirebilecek mi?” diye, mü’min imtihan oluyor.

Tabii, insanlar nimet içindeyken bazen kulluğu devam ettiremezler. Parası var, pulu var, nimeti var, sıhhati var... Ne

388

yapar?.. Azar, günaha sapar, Allah’ı unutur, ibadeti yapmaz... İşte imtihanı kaybetti. Nimet içindeyken, Allah’a müteşekkir olması gerekirken, şükrolsun diye seve seve kulluk yapması gerekirken, bak zenginlikten dolayı azdı, şımardı. Mevkiden, makamdan dolayı şımardı.

Bazısı mevki makamdan şımarır. “Allah beni bu arkadaşlar gibi bir kimseyken, nasib etti, şöyle bir mevkîye makama çıkarttı.” demez, kibirlenir, burnunu havaya kaldırır, eski arkadaşlarını unutur, hakkı adaleti unutur, yanlış iş yapar. Tabii o da imtihanı kaybeder.


Demek ki nimetten, mevkiden, makamdan insan imtihan oluyor. Gereken şekilde hareket etmediği zaman, imtihanı kaybedebilir. Bazen de felâket gelir, musîbet gelir. O zaman da sabredemez, bağırır çağırır: “Hem ben mü’minim, hem Allah’a namaz kılıyorum, oruç tutuyorum, hem de başıma bu belâ neden geliyor?” der. Halbuki mü’mine de belâ geliyor, kâfire de geliyor.

Allah, “Bakalım iyi mü’min mi?” diye imtihan ediyor. Sabredince sevap verecek. İşte bak taşkınlık yaptı, iyi karşılayamadı. Ondan dolayı işte imtihanı kaybetti. Demek ki musibetten sabırla imtihanı kazanabilecekti. Nimetten de şükürle, nimeti veren Allah’ı bilip, Allah’a güzel kulluk edip imtihanı kazanacaktı. Öyle yapmayınca, kaybetmiş oluyor.

Ama şunu bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri, mü’minin makamı artsın diye, mü’mine sağdan soldan rüzgârlar estirir, mü’mini başak gibi o tarafa o tarafa eğdirir. Ama mü’min tahammül eder. Başaklar, ekinler yere yatar gibi olur, rüzgâr geçince gene kalkar. Esen taraftan bu tarafa doğru eğilir ama, bir şey olmaz.

Münafık nasıldır?..


وَمَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ شَجَرَةِ الأَرْزِ، لاَ تَهْتَزُّ حَتَّى تُسْتَحْصَدَ


(Ve meselü’l-münâfikı kemeseli şecereti’l-ürz) “Münafık da ürz ağacı gibidir.”

Kenarda Hocamız Gümüşhaneli Efendimiz, “Ürz, Türkçe pirinç denilen şeydir.” demiş. Yâni, “Münafık da pirinç bitkisine benzer;

389

(lâ tehtezzü hattâ tüstahsede) bir rüzgâr esti mi çat diye kırılır, yıkılır.”

Münafık tahammülsüzdür. Allah’a bağlılığı, imanı, sevgisi, saygısı, kulluk duygusu zayıf olduğundan çat diye bir yerde kırılır. Aaa, bakarsın müslüman değişmiş. Neden? Zayıf olduğundan, münafık olduğundan öyle oluyor. Bakıyorsun namazı bırakıyor, bakıyorsun örtünmeyi bırakıyor.

Geçen de birisini anlattılar. Suudî Arabistan’dan mü’min olarak, örtülü olarak gelmiş. Geldiği yerde de ben açılacağım diye tutturmuş, açılmış, saçılmış... E o zaman demek ki, sen Suud’da ortamın baskısından, yönetimin baskısından örtünmüştün. Bak işte burada bıraktın. Örtünmeyi sen niçin yapıyordun? Allah emretti diye yapıyordun. Suud olsa da olmasa da, Mekke’de, Medine’de olmayıp da başka diyara gitsen de, yine başını örteceksin, ibadetini yapacaksın, itaatte bulunacaksın! Böyle değişivermek olmaz.

Kimisi böyle şaşırıveriyor. Yıkılıveriyor, yâni kırılıveriyor kökünden, sökülüveriyor. Neden?.. Çürük olduğu için.


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bu dünyada hepimiz imtihan oluyoruz, herkes imtihan oluyor. Hiç bunun istisnası yok, imtihan olmayan insan yok... Çünkü dünya imtihan yeridir. İnsanlar da dünyaya, imtihan olmak için gelmişlerdir.

Güzel kulluk etmenin yolu, belâya sabretmek, nimete şükretmek, ama her zaman Allah’ın emirlerini tutmaktır. Hiç bir şartta, hiç bir durumda Allah’ın emirlerinden, o dairenin, çizginin dışına taşmamak, kaymamak, ayağını doğru yoldan yanlış yola atmamaktır.

Allah bizi yolunda daim eylesin... İbadetinde, kulluğunda tevfîkini refik eyleyip, güzel kulluk yapmaya muvaffak eylesin, sevgili seyirciler ve dinleyiciler!..


d. Gerçek Mücâhidlerin Sevabı


Üç hadis-i şerif oldu. Müslümanların, mü’minlerin vasıflarını anlatan üç hadis-i şerif okuduk, sahih hadis-i şerifler. Gelelim yüksek müslümanlara...

“—Yüksek müslümanlar da kimdir?” diyeceksiniz.

390

Yüksek müslüman mücâhid müslümandır, mücâhid mü’mindir. Peygamber Efendimiz onun hakkında buyuruyor ki:111


مَثَلُ الْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللهِ - وَاللهُ أَعْـلَمُ بِمَنْ يُجَاهِدُ فِي


سَبِيلِهِ - كَمَثَلِ الصَّائِمِ الْقَائِمِ الْخَاشِعِ الرَّاكِعِ السَّاجِدِ (ن.


عن أبي هريرة)


RE. 390/9 (Meselü’l-mücâhidi fî sebîli’llâhi — va’llàhu a’lemü bi-men yücâhidü fî sebîlihî— kemeseli’s-sàimi’l-kàimi’l-hàşii’r- râkii’s-sâcid) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Neseî’nin Ebû Hüreyre RA’dan rivayet ettiği bir hadis-i şerif:

(Meselü’l-mücâhidi fî sebîli’llâh) “Mücâhid müslümanın, Allah yolunda cihad eden mücâhid müslümanın misâli...” diyor Peygamber Efendimiz. Ondan sonra da cümle-i mu’tarıza içinde buyuruyor ki: (Yâni siz ne dersiniz buna? Cümle-i mu’tarıza

demezsiniz, parantez içinde dersiniz. Parantez Fransızca olduğundan, ben de onu kullanmayacağım.)

(Va’llàhu a’lemü bi-men yücâhidü fî sebîlihî) Ara cümlecikte iki sıra arasında, iki çizgi arasında Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Allah kimin kendisi yolunda çarpıştığını daha iyi bilir yâ...” diyor. Yâni, “Her mücâhidim diyen gerçek mücâhid değil!” demek bu tabii... Allah değerlendirecek onu:

“—Sen gerçek mücâhidsin, has kulumsun, gel, mükâfatını al!” diyecek.

Ötekisine de:

“—Seni yalancı seni! Sen ‘Mücâhidim!’ dedin, ‘Cihad emiriyim!’ dedin ama, yapmadın!” diyecek. Ona da hesabı ona göre soracak.




111 Neseî, Sünen, c.VI, s.18, no:3127; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.222, no:5845; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.13, no:4335; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.142, no:6440; Bezzâr, Müsned, c.II, s.380, no:7740; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.517, no:10627; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.388, no:21033.

391

Ama bir insan, Allah yolunda hakikaten mücâhid ise, o zaman onun sevabı nasıl olacak; Peygamber SAS Efendimiz, burada tatlı tatlı bize bildiriyor:

(Kemeseli’s-sàimi’l-kàimi’l-hàşii’r-râkii’s-sâcid) “Böyle Allah yolunda cihad eden kimse, gündüzleri oruç tutan, geceleri kalkıp teheccüd namazları kılan, huşû sahibi, rukû eden, secde eden àbid, zâhid insanlar gibidir; yâni onlar kadar sevabı alır.”

Yapamaz tabii. Cihad ederken oruç tutmak mümkün olmaz, geceleri kalkıp namaz kılmak mümkün olmaz, farzlar bile zar zor kılınır ama, onun mükâfatı böyle... “Gündüz sàim, gece kàim, rukûda, secdede, huşûlu, ibadet ve taatte olan insan gibidir.” diyor.


Aziz ve muhterem kardeşlerim, üzülerek söylüyorum, bilelim bunu, kendi kendimizi tenkit sadedinde söylüyorum: Afganlı kardeşlerimize acıdık, yardımcı olduk; Allah yolunda mazlum oldular, mağdur oldular, hücuma uğradılar diye... Onlar cihad edince oralarda, sevindik, destekledik. Hattâ Türkiye’den kalkıp, onların arasına katılıp da istilâcılarla savaşanlar oldu.

Fakat sonradan bir de baktık ki, düşman geldiği zaman düşmanla çarpışan mücâhid dediğimiz bu insanların bir kısmı —

tabii muhakkak ihlâslıları, àbidleri, zâhidleri gene vardır, Allah onların mükâfatlarını çok etsin— bu sefer birbirleriyle çarpışmaya başladılar. Mü’min, mü’mini kırmaya başladı. Kıpkırmızı olduk, mahcup olduk, yüzümüzü utancımızdan kapattık.

“—Ne biçim şuur, ne biçim müslümanlık?!..” diye üzüldük.

“—Müslüman müslümanı öldürür mü? Müslüman müslümana silah kaldırır mı? Bu ne haldir?..” diye hayretler içinde kaldık.

Anladık ki, aziz ve sevgili dinleyiciler, İslâm’ı, Kur’an’ı, imanı iyi bilmeyince, insanların mücâhidliği de sağlam olmuyor, hatalar işliyorlar. Yanlış işler yapıyorlar, büyük lâflar söylüyorlar, ortaya çıkıyorlar. Kendilerini de kandırıyorlar, başkalarını da kandırıyorlar. Ama Allah’ın yolunda, Allah’ın istediği gibi ihlâslı hareket etmiyorlar.


Onun için, her zaman söylüyoruz, çok önemli bir nokta, hiç ihmal edilmemesi gerekli bir nokta: İnsan mü’min olacak, ihlâslı olacak... Ondan sonra cahil olmayacak, alim olacak... Kur’an-ı

392

Kerim’i, fıkhın ahkâmını, şeriatın adabını, ahkâmını bilecek... Onu bilmediği zaman bir yerde aldanıyor, şaşırıyor, mevki makam sahibi olup da şımarıyor, para eline geçerse gevşiyor. Düşmanlığını nefsi için yapıyor, cihadı bir tarafa bırakıyor, unutuyor... vs. çeşitli kusurlar olabiliyor.

Bunun çaresi nefis terbiyesidir. Nefis terbiye olmadığı zaman böyle insanın güzel mücâhid olması da mümkün olmuyor.


وَاللهُ أَعْـلَمُ بِمَنْ يُجَاهِدُ فِي سَبِيلِهِ


(Va’llàhu a’lemü bi-men yücâhidü fî sebîlihî) “Allah, kimin kendisi yolunda cihad ettiğini daha iyi bilir.” diyor Peygamber Efendimiz. Yâni onun bir gerçek mücâhid mi, değil mi diye değerlendirmesi olacağını hissediyoruz burada.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, büyük lâflar söyleyip de sözüne uygun hareket etmeyen insan olmak durumuna, yalancı durumuna, palavracı durumuna kimseyi düşürmesin... Müslüman nedir? Hele Tasavvuf terbiyesi almış insan, mütevazidir. İbadetlerini saklar, boynunu büker. Böbürlenmez, öğünmez ama, vazifeyi çok güzel yapmaya çalışır. Bu Yunus Emreler gibi, Mevlânâlar gibi... Her zaman söylüyorum, niye onları söylüyorum? Onlar nefis terbiyesini görmüş, o eğitimi görmüş, o üniversiteden mezun yüksek insanlar olduğu için söylüyorum.


e. Kardeşlerime Bir Kavuşsaydım!


Enes RA’dan rivayet edilmiş olan hadis-i şerifi okuyarak, son sözlerimi o hadis üzerinde yapmak istiyorum, Peygamber SAS Efendimiz’in müjdeli bir sözü, bize de bir iltifat yâni, 20. Yüzyıl’da yaşayan biz müslümanlara da bir iltifat olabilir bu sözler. Efendimiz buyurmuş ki:112



112 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.155, no:12601; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.341, no:5494; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.118, no:3390; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.336, no:34583; Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.53, no:16697; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX, s.348, no:20940.

393

مَتٰى أَلْقٰى إِخْوَانسَِي؟ قَالُو: أَلَسْنَا إِخْوَانسََكَ؟ قَالَ: بَلْ أَنسَْتُمْ أَصْحَابِي؛


وَ إِخْوَانسَِي، الَّذِينَ آمَنُوا بِي وَلَمْ يَرَوْنسَِي، أَنسََا إِلَيْهِمْ بِاْلأَشْوَاقِ (ع. و


أبو الشيخ عن أنسَس)


RE. 390/2 (Metâ elkà ihvânî! Kalû: Elesnâ ihvânek? Kàle: Bel entüm ashâbî; ve ihvânî, ellezîne âmenû bî ve lem yeravnî, ene ileyhim bi’l-eşvâk.)

Diyor ki, SAS Efendimiz:

(Metâ elkà ihvânî) “Ne zaman karşılaşacağım kardeşlerimle?.. İhvânımla ne zaman karşılaşacağım?”

Tabii ashâb-ı kiram bu sözü duyunca şaşaladılar, öğrenmek için sordular:

(Kàlû: Elesnâ ihvânek?) “Yâ Rasûlallah, bizler senin ihvânın, kardeşlerin, din kardeşlerin değil miyiz ki, ‘Ne zaman göreceğim, karşılaşacağım?’ diye söylüyorsun?” diye sordular.

394

(Kàle) Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

(Bel entüm ashâbî) “Hayır siz benim kardeşlerim dediğim kimseler değilsiniz. Siz benim ashàbımsınız. Ashàb başka, ihvân başka. Siz benim ashàbımsınız. (Ve ihvânî) Benim ihvânım diye söylediğim zaman kasdettiklerim, (ellezîne) o kimselerdir ki (âmenû bî) bana iman ettiler, (ve lem yeravnî) beni görmedikleri halde. Beni görmeden, benden sonraki asırlarda gelip, ‘Eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû’ diye kelime-i şehâdet getirerek, ‘Muhammed Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ diyerek bana iman getirdiler, görmedikleri halde. Benim asıl kardeşlerim dediğim onlardır. (Ene ileyhim bi’l-eşvâk) Ben onlara karşı şevkler içinde, arzular, iştiyaklarla dopdoluyum.” buyurdu.

Yâni, kendisinden sonraki asırlarda İslâm’ı öğrenip, Kur’an’ı okuyup, Peygamber Efendimiz’i sevip, ona bağlanan kimselere Peygamber Efendimiz böylece iltifat ediyor.


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Biz de hicretten 1400 küsur yıl sonra şu günlerde yaşıyoruz. Biz de:


أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ


(Eşhedü en lâ ilâhe illa’llàh, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû) “Şehâdet ederiz ki Allah tektir, şerîki nazîri yoktur, putlar doğru değildir. Allah-u Teàlâ Hazretleri ortak edinmemiştir, alemlerin Rabbidir. Muhammed AS da onun kulu ve en son gönderdiği peygamberidir.” diyoruz.

Adem AS’dan itibaren, Nuh AS, İbrâhim AS, Mûsâ AS, İsâ AS... Bir sürü peygamberler geçmiştir. —Rıdvânu’llàhi aleyhim ecmaîn— Hepsini seviyoruz. Mûsâ AS’ı seviyoruz, İsâ AS’ı seviyoruz... Peygamberimiz SAS ahir zaman peygamberidir, onu da seviyoruz. Görmeden, görmediğimiz halde inandık.

Ama Allah nasib ediyor bahtiyar kullarına, Rasûlüllah onların rüyalarına geliyor; sevgili sevgiliyle rüya aleminde buluşuyor, kavuşuyor, görüşüyor. Bu da olabilir. Bu da oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri gül cemâlini rüyalarımızda sık sık, dâimâ, her zaman görmeyi nasib eylesin... Peygamber Efendimiz’in sevgisine, şefaatine mazhar eylesin... Sevgisini, şefaatini kazanan has

395

ümmetlerinden olmayı; sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılıp, sünnetine uygun yaşamayı; hattâ yaşamakla kalmayıp sünnetini ihyâ eyleyip, şu asırda başkalarına da öğretip yaymayı cümlemize nasîb eylesin...


İşte bu televizyonları, bu radyoları, bu dergileri, bu kitapları onun için çıkartıyoruz. Borç içinde, harç içinde, paramız olmasa da, çırpınarak, sıfırdan başlayarak... Büyük sermayeler koyamıyoruz biz, yok paramız... Parası olan kardeşlerimiz var ama, isterse verir, istemezse vermez. Vermese de, biz bu hizmeti yapacağız diyoruz. Verenlerden Allah razı olsun... Zaten verenler vermiş de, bu hizmetler öyle yapılıyor. Bu bayrağı zar zor burca diktik, dalgalanıyor ama, Ulubatlı Hasan gibi bayrağı burçtan aşağı düşürmeyeceğiz. Şehid olsak da bayrak dalgalanacak diye düşünüyoruz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri, İslâm için kurduğumuz müesseseleri pâyidâr eylesin... Bizi hiç kimsenin karşısında hor ve zelil düşürmesin, mağlûp ve mahcûp etmesin... Sevdiği kul eylesin... Nusretiyle te’yid ve takviye eylesin... Ömrümüzü rızasına uygun olarak geçirmeye muvaffak eylesin...

Huzuruna yüzü ak, alnı açık, sevdiği, razı olduğu kul olarak varanlardan eylesin... Rıdvân-ı ekberine nâil eylesin... Peygamber- i Zîşânına Firdevs-i A’lâ’da komşu eylesin... İki cihan saadetine eren bahtiyarlardan, erenlerden eylesin... Bi-hürmeti yevmi’l- cumuah, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû, aziz ve sevgili Ak-Radyo dinleyicileri ve Ak-Televizyon seyircileri!..


14. 08. 1998 - Essen / ALMANYA

396
19. İMAN VE CÖMERTLİK