18. MÜ’MİNİN VASIFLARI

19. İMAN VE CÖMERTLİK



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Ak-Televizyon seyircileri ve Ak-Radyo dinleyicileri!

Hepinize dünyanın ve ahiretin hayırlarını temenni ve niyaz ederim. Konuşmamı İngiltere’nin New Castle şehrinden yapıyorum.

Buradaki kardeşlerimiz bir aile eğitim toplantısı tertiplemişlerdi, beni dâvet etmişlerdi. Bir sebep o davete icabet... Bir diğer sebep de, buradaki çalışan esnaf kardeşlerimiz, bizim hizmetlerimiz için güzel bir mülk aldılar. Geniş bahçesi olan eski bir okulu aldılar ve Kotku New Castle Camii’ni kurdular. Onları tebrik için de Avustralya’dan buraya aşk ile, şevk ile gelmiştim.

İşte onların aldığı bu güzel binada; eski ama güzel, eski ama bizim olduğu için sevimli; aziz, rahmetli Hocamızın adını taşıyan mescide de sahip olan mülkiyette, size bu cuma konuşmamı yapıyorum. Bu ve bu gibi hayırları topluluğumuza kazandıran kardeşlerimizden Allah razı olsun... Allah onlara ve sizlere dünya ve ahiretin hayırlarını ihsan eylesin...

Hamza isimli bir kardeşimiz, burada çok güzel bir konuşma yaptı. İnşâallah bu güzel konuşmayı hem dergilerimizde, hem radyo ve televizyonumuzda size de duyururuz.

Ben onun arkasından, şimdi size cuma konuşmamı yapıyorum. Aynı topluluk, aynı mekânda bu konuşmayı da dinliyorlar.


a. Allah Yolunda Cihad ve Cömertlik


Peygamber SAS Efendimiz’den beş tane hadis-i şerif okumak istiyorum size... Seçtiğim hadis-i şerifler Râmûzü’l-Ehàdîs

kitabımızın 483. sayfasında bulunuyor. Peygamber SAS Efendimiz, sevgili ve muhterem Aişe-i Sıddîka Validemiz’in ve Ebû Hüreyre RA’ın rivayet eylediğine göre, buyurmuşlar ki:113



113 Neseî, Sünen, c.VI, s.13, no:3110; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.256, no:7474; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.43, no:3251; Hàkim, Müstedrek, c.II,

397

لاَ يَجْتَمِعُ غُبَارٌ فِي سَبِيلِ اللهِ وَدُخَانُ جَهَنَّمَ فِي جَوْفِ عَبْدٍ أَبَداً،


وَلاَ يَجْتَمِعُ الشُّحُّ وَاْلإِيمَانُ فِي قَلْبِ عَبْدٍ أَبَداً (ش. ن. ك. هب.


وهـناد عن أبي هريرة؛ وابن زنسَـجـويه عن عائشة)


RE. 483/11 (Lâ yectemiu gubârun fî sebîli’llâhi ve duhànü cehenneme fî cevfi abdin ebedâ, ve lâ yectemiu’ş-şuhhu ve’l-imânü fî kalbi abdin ebedâ.) Efendimiz SAS bu hadis-i şerifte iki konuyu bir arada bize bildiriyor. Birincisi: Mücâhid insan, din yolunda Allah için cihad eden, savaş meydanlarında toza toprağa bulanan, ölüm kalım savaşı yapan; İslâm’ın korunması, Allah’ın dininin hakim olması, Allah’ın ahkâmının cârî olması, kâfirlerin, zalimlerin, kötülerin kötülüklerinin engellenip topluma, dünyaya huzurun gelmesi için çalışan insanların mertebesinin ne kadar yüksek olduğunu, onların asla cehenneme atılmayacaklarını, cennete gireceklerini bildiriyor. Diğeri de, cömertliğin önemini bildiriyor.

Ben bu sayfayı kur’a ile çekmiştim. Tabii bu yere de uygun düştü. Çünkü bu aldığımız bina, esnaf kardeşlerimizin aldığı bu bina, bir cömertlik eseridir. Allah rızası için para ayırdıkları için alınabilmiştir böyle büyük bir eser. O bakımdan onlara da bir mânevî iltifat gibi oldu bu hadis-i şerifin ikinci bölümü...

Meali şöyle: “Allah yolunda kalkan bir toz ile, cehennemin dumanı bir insanın, bir kulun içinde asla bir araya gelmez.” Yâni, dünyada cihad edip savaş etmiş mücahid bir müslümanın, şehid veya gazi olmuş olan bir müslümanın cehenneme atılıp da, içine


s.82, no:2395; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.106, no:281; Saîd ibn-i Mansùr, Müsned, c.II, s.155, no:2401; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IV, s.221, no:19482; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.26, no:4257; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.161, no:18289; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.10, no:4318; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.IV, s.307, no:2928; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXII, s.449; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.V, s.285; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.496, no:10566; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.34, no:17495.

398

cehennem dumanı çekmesi bahis konusu değildir. O kimse asla cehenneme düşmez demek...

Bu da neyi gösteriyor?.. Demek ki, “Cenâb-ı Mevlâ’nın ahkâmı cârî olsun, zulüm ortadan kalksın; hayır, güzellik, iyilik, merhamet gibi dinimizin vurguladığı güzel davranışlar cihana hakim olsun!” diye fedâkârlık yapan, hatta bu uğurda malını değil, daha ötede en kıymetli varlığı olan canını bile ortaya koyan fedâkâr insanların, mücahidlerin, mü’min askerlerin, mü’min orduların ne kadar kıymetli olduğu görülüyor.


Hadis-i şerifin ikinci bölümü cömertlikle ilgili: (Ve lâ yectemiu’ş-şuhhu ve’l-imânü fî kalbi abdin ebedâ.) Şuh, cimrilik demek... Cimri olan kimseye de şahîh derler Arapça’da... Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“—Bir kulun kalbinde, gönlünde iman ile cimrilik bir arada bulunmaz!”

Yâni, mü’minse, cimriliği bir tarafta bırakır, cimrilik içinde olmaz; cimri ise, iman oraya yanaşmaz, iman ile cimrilik bağdaşmaz, imanında bir kusur var demek...

Bu çok önemli bir husus... Çünkü bütün hizmetler para ile oluyor, masrafla oluyor. Peygamber Efendimiz’in zamanında da öyle oldu. Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek ashabı, mallarını da ortaya koydular. O sarı sarı altın dinarlar, dirhemler Allah yoluna sarf edildi. Bütçeler eridi, varlıklar Cenâb-ı Mevlâ’nın yoluna nisar oldu, fedâ oldu. Allah’ın dini yayılsın, Peygamber Efendimiz’in vazifesi tamamlansın, İslâm hakim olsun diye çok fedâkârlıklar yapıldı. Böyle olmadan olmuyor. Bu devirde de öyle...


Ben bir şeyi hatırlatayım, çok diyar dolaşmış bir kardeşiniz olarak: Amerika’ya gittim., Avustralya’ya gittim, Almanya’yı biliyorum, İsveç’i biliyorum. Şu anda İngiltere’deyim. Fransa’yı gördüm, İsviçre’yi gördüm... Kesin olarak söylüyorum buralarda, yönetim şekilleri bakımından insan hak ve hürriyetlerine çok değer veren topluluklar olarak tanıtılan, tanınan bu ülkelerde, insanların dinleri için yaptıkları fedâkârlıkların ve bağışların, ve dînî müesseselerine bağlılıklarının miktarı, yüzde itibarı ile bizden çok çok daha fazla, kat kat daha fazla...

399

Ben küçümsemiyorum, bizim hacı efendilerin, eski ecdâd-ı izamımızın, mübarek kimselerin hayırları her yerde hakim... Çeşmeler var, köprüler var, mektepler var, medreseler var, camiler var... Asırlara dayanmış büyük abideler var. Bunların hepsi cömertlik eseri... Vezirler, ağalar, zenginler... herkes bir hayır yapmış, ortaya koymuş ama, ben bu batı ülkelerinde kiliseye verilen bağışların, din kurumlarına verilen bağışların yekûnü, kesin olarak söyleyebilirim bizden çok daha fazla miktarda...

Hattâ bir ara, Münih şehrinin tamamı rahiblerin malıymış. Münih kelimesi de, rahib anlamına gelen monk kelimesiyle ilgiliymiş. Münşin rahibler demek... Halen de, üçte biri dînî teşkilatların mülkiyeti altında deniliyor

Avustralya’da da öyle... Yeni kazanılmış bir kıt’a olduğu halde, hemen her parsel adasında mutlaka dînî bir yapı ve bir dînî mülkiyet bulunuyor. Yâni şöyle söyleyebilirim: Avrupalı, Amerikalı, Alman insanlar dinlerine bizden çok daha fazla fedâkârca hizmet ediyorlar. Kilisenin emlâki üzerinde yayınlar incelenirse bu görülebilir. Yâni hristiyan halk çok daha büyük fedâkârlıklarda bulunuyor.


Ama biz, bir hayırlı hizmeti kardeşlerimize gösterdiğimiz zaman, toplumsal faydasını anlattığımız zaman bile yardım bulmakta, destek bulmakta zorlanıyoruz. Meselâ, bir radyonun önemi, televizyonun önemi, gazetelerin önemi, dergilerin önemi hiç münakaşa kabul etmez. Bunlar toplumun eğitimi için en önemli araçlar... Ama biz bunları fakr u zaruretle en büyük savaşı vererek, kimseden bir şey istemeden, sıfır sermaye ile başlıyoruz. Çünkü, bir büyük kaynaktan bir şey istediğiniz zaman, onun emri altına giriyorsunuz. Başımız dik olsun, hür olalım, vicdanımız serbest olsun diye, kimseden bir şey istemeden sıfır sermaye ile başlıyoruz, ama zorluk çekiyoruz.

Zorluk çekiyoruz, neden?.. Çünkü bunlara ilgi gösterilmiyor. Halbuki başka ülkeler bir başka ülkeyi hükümleri altına almak istedikleri zaman, önce eğitimden, okullardan, basın yayından, gazetelerden başlıyorlar; halkı avuçları içine alıyorlar. Endonezya’yı misal vermiştim, Filipinleri bilirsiniz, Malezya’yı bilirsiniz, Afrika ülkelerini bilirsiniz... Oralarda iş yapmak isteyen, oraların zenginliklerini elde etmek isteyen insanlar,

400

oralarda ilkönce üniversite kuruyorlar; halkın çocukları kendilerinin istediği şekilde eğitilsin diye... En büyük gazeteleri destekliyorlar, çıkartıyorlar. O gazeteler için herhangi bir para sorunu, mâlî sıkıntı olmuyor. Devletler büyük yardımlar yapıyorlar.

Ama biz anlatıyoruz, diyoruz ki:

“—Bakın bir harp olsa, bir jet uçağı düşse, onun ne kadar milyar olduğu ne kadar pahalı olduğu biliniyor. Sonra canlar telef oluyor. Bakın bu harbe lüzum kalmadan bize imkân verin, bizi destekleyin! Biz zaten yapılacak hizmetleri açıkça yapıyoruz, şeffaf, hangi hizmetleri yaptığımız belli... Okul yapıyoruz, İslâm’ı tanıtmağa çalışıyoruz, Kur’an’a hizmet etmeğe çalışıyoruz, hadis-i şeriflere hizmet etmeğe çalışıyoruz. Gelin şu Balkanlar’daki insanlarımızı eğitelim, Kafkasya’daki, Orta Asya’daki insanlarımızı eğitelim, Afrika’daki insanları eğitelim!” diyoruz, destek görmüyoruz.


Geçen gün Almanya’daydım, Almanya’daki bir televizyondan seyrettim. Ama bizim gazetecilerimizden, basın yayıncılarımızdan birileri gitmişler, gittikleri yerlerde çekimler yapmışlar; ben onları seyrettim. Papua Yeni Gine adalarında insan eti yiyen, çıplak gezen kabilelerin arasına, daha önce gidenlerin pişirilip yendiği diyarlara gidip, oralarda çekim yapan insanların yayınlarını takip ettim. Orada bir şey benim dikkatimi çekti, onu size anlatmak istiyorum:

O vahşi kabilelerin arasında hizmet görenlerin hepsi misyoner... Bizim basın yayıncımız bildiriyor. Tamâmen misyonerlerin ele aldığı, oradaki insanları eğitmek için fedâkârca çalıştığı bir ortam... Başkaları gidemiyor, ama kazanda pişip, kebap olup, haşlama et olup da adamlar tarafından yenilmek korkusuna rağmen, misyonerler oralara gidip kendi inançlarını onlara öğretmeğe çalışıyorlar. Yâni bu giyinmesini bile bilmeyen, avret mahallerini bile örtmesini bilmeyen insanlara, bir şeyler öğretmek için çalışıyorlar.

Bu bir aşk ile olur, bir istek ile olur. Ama bir de, bunu destekleyen mâlî kaynakların ve müesseselerin olması ile olur.

401

Biz kardeşlerimize söylüyoruz: “Buna benzer imkânların binde birini bize verin! Hiç olmazsa, diktiğimiz bayrak burçtan aşağı inmesin... Hiç olmazsa açtığımız okul kapanmasın, dergimiz devam etsin, gazetemiz devam etsin!” diyoruz, kardeşlerimiz duruyorlar.

Tabii, olmaz. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:

“—Cimrilikle iman bir mü’minin kalbinde bir arada olmaz.”

Mü’min cömert olacak, dini için masraf yapacak. Dînî hizmetlerini geliştirecek, Kur’an-ı Kerim’e hizmet edecek. Kur’an-ı Kerim’in öğrenilmesi, öğretilmesi için çalışacak.

Bakın biz buralarda şimdi okulları açabilirsek; Almanya’da mülk aldık, İngiltere’de mülk aldık, bunları okul haline getirebilirsek... İsveç’ten gelen kardeşlerimiz de özeniyorlar, “Dua edin hocam, biz de oralarda böyle güzel mülkler bulalım!” diyorlar.

Biz buralarda okul açacağız, yetiştireceğiz kardeşlerimizi... Türkiye’den gençlerimizi, kızlarımızı, delikanlılarımızı

çağıracağız; başörtülü, güzel, çağdaş, yabancı dil bilen, pırıl pırıl gençler olarak yetiştireceğiz.

Onun için dışarıdayım ben, bunları hazırlamağa çalışıyorum. Bu ne ile olacak?.. Cömertlikle olacak. Bir hadis-i şerif bu... Size bunları söylemek için bu hadis-i şerifi özellikle seçmedim, kur’a ile çıktı.


b. Mü’minin Dört Güzel Vasfı


İkinci hadis-i şerif, bugün okumak istediğim hadis-i şeriflerden ikincisi... Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:114


لاَ يَجْتَمِعُ أَرْبَعَةٌ فِي مُؤْمِنِ إِلاَّ أَوْجَبَ اللهُ لَهُ بِهِنَّ اْلجِنـِّةِ: اَلـصِّدْقُ


فِي اللِّسَانِ، وَالسَّخَاءِ فِي الْمَالِ، وَالْمَوَدَّةُ فِي الْقَلْبِ، وَالنَّصِيحَةُ




114 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.185, no:7907; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1328, no:43482; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.32, no:17487.

402

فِي الْمَشْهَدِ وَالْمَغِيبِ (ك. في تاريخه عن ابن عمر)


RE. 483/12 (Lâ yectemiu erbaatün fî mü’mini illâ evcebe’llàhu lehû bihinne’l-cenneh: Es-sıdku fi’l-lisân, ve’s-sehàu fi’l-mâl, ve’l- meveddetü fi’l-kalb, ve’n-nasîhatü fi’l-meşhedi ve’l-mağîb.)

İbn-i Ömer RA rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

“Bir mü’minin içinde şu dört sıfat, dört vasıf, dört haslet toplanmışsa, Allah bu dört vasıf sebebiyle onu cennetlik eder.” diye buyuruyor.

Nedir bu dört güzel vasıf:

1. (Es-sıdku fi’l-lisân) “Konuşmasında doğruluk, dürüstlük.” Kişi doğru konuşan, yalan söylemeyen, hakkı söyleyen bir insansa...

2. (Ve’s-sehàu fi’l-mâl) “Mal yolundan cömertlik o insanda varsa...” Yâni eli açık, ve kazancından bir miktarını Allah yoluna verebiliyorsa...

3. (Ve’l-meveddetü fi’l-kalb) “Kalbinde sevgi varsa...”


Bakın, birçok insanın kalbinde sevgi yok muhterem dinleyiciler! Neden sevgi yok, sevgi olmadığını nereden anlıyoruz?.. Öldürüyorlar. Bomba koyuyorlar, iki yüzden fazla insan ölüyor. Harp oluyor. Silah satalım diye harp çıkartıyorlar. İki kavmi birbirine kışkırtıyorlar, birbirlerine kırdırtıyorlar. Ruanda ile Uganda, Kenya ile bilmem neresi... vs. Silahlar satılsın, silah fabrikaları kapanmasın diye harp çıkartıldığını hep duyuyoruz. Bu nedir? Kalpte sevgi olmamasından, sevgi damarının körleşmiş olmasından...

Bizim büyüklerimiz, Mevlânâ’mız, Yunusumuz hangi konuyu işlemişler?.. Sevgi konusunu işlemişler, sevme konusunu işlemişler, aşk konusu işlemişler. En yüksek müslümanı da aşık-ı sàdık müslüman olarak vasıflandırmışlar.

Bakın burada ne geliyor karşımıza?.. İnsanın gönlünde sevgi olacak, sevme kabiliyeti olacak. Anasını sevecek, babasını sevecek, eşini sevecek, çocuğunu sevecek, hakkı sevecek, Kur’an’ı sevecek, Peygamber Efendimiz’i sevecek, dürüstlüğü sevecek, Allah’ın yolunda yürümeyi sevecek, sevgi meziyeti olacak.

403

Sevemiyor, “Sevemiyorum hocam!” diyor. Sevme kabiliyeti gelişmemiş, dumura uğramış. Olmaz!

Karıncaları eziyor. Karınca yuvasına gidiyor çocuk, topuğu ile karıncaları eziyor. Olmaz! Neden?.. Çünkü merhametsizlik de ondan...

Kuşları sevecek, hayvanları sevecek... Sevgi gelişsin diye çocuklara cici cici, yumuşak yumuşak, tüylü tüylü oyuncaklar alıyorlar. “Bak bu ayıcık!” diyorlar, “Bu tavşancık!” diyorlar, “Bu kuş!” diyorlar. Çocuk küçükten onu alıyor, yastığının yanına koyuyor. Hattâ ben koca ablaları gördüm, benden boylu poslu, selvi boylu ablalar, uçağa kendisinden büyük ayıcığını almış öyle biniyor. Şaşırdım, ben valiz taşımaktan bile yüksünüyorum, çekiniyorum; on yedi - on sekiz yaşında koca kız, tüylü ayıcığını almış, ona sarılmış, öyle biniyor. Kimse de bir şey demiyor, herkes hoş görüyor.

Çünkü sevgi, bir şeyi sevmek çok önemli... Biz insanlara sevgiyi öğretemezsek... Adam yönetici, milletini sevmiyor; olmaz!.. Adam öğretmen, talebesini sevmiyor; olmaz!.. Adam aile reisi, karısını, çocuklarını sevmiyor, bakmıyor, aldırmıyor, parayı götürüyor kumara yatırıyor; olmaz!.. Sevgi gelişmeyince, her yerde felâket olur.

Adam ordu mensubu, planları götürüyor, düşmana satıyor, casusluk yapıyor, para alacağım diye... Olmaz! Vatanını sevmeden, milletini sevmeden olmaz. Demek ki, sevme de olacak bir insanın içerisinde...


4. (Ve'n-nasîhatü fi’l-meşhedi ve’l-mağîb) “Hem göz önünde iken, hem de gıyabında iken bir kimsenin iyiliğini istemek.”

Nasîhat demek, öğüt vermek değil; açık kalpli olmak, iyiliğini istemek, samîmî olmak demek... Bir insana karşı samîmî olacak; hem yüzüne karşı, hem de o yokken... “Tamam, o kardeşim kusurlu da olsa, ben onu seviyorum!” diyecek, kollayacak. Ona karşı samîmî duygular besleyecek. Yüzüne gülüp de, arkasından kuyu kazmayacak. Önünde eğilip de, ayağının altına karpuz kabuğu koymayacak. Sağ gösterip sol vurmayacak, çelme takmayacak.

404

Bu da çok güzel... Hadis-i şerifin rivayetinde Ömer ibn-i Hârun var, metruktür filân denmiş ama, tabii bu hadis kitabını yazan Gümüşhaneli Hocamız uygun görmüş, buraya almış. Çok güzel dört vasıf:

1. Dilde dürüstlük.

2. Malca cömertlik. 3. Kalpte sevgi. 4. Mü’minlere karşı ve herkese karşı, hem onun yüzüne hem de gıyabında iyi duygular taşıyalım!

Allah bu güzel duygulara sahip etsin cümlemizi, aziz ve sevgili dinleyiciler!..


c. Müttakî Olmanın Şartı


Üçüncü hadis-i şerif... Üçüncü, dördüncü ve beşinci hadis-i şerifler, yine böyle güzel vasıfları bize anlatacak. Hattâ not edelim, mümkünse ses bandına alalım! Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:115


لاَ يَبْلُغُ الْعَبْدُ أَنْ يَكُونَ مِنَ الْمُتَّقِينَ، حَتَّى يَدَعَ مَا لاَ بَأْسَ بِهِ حَذَرًا


لِمَا بِهِ الْبَأْسُ (ه. طب. ك. ق. ت. عن عطية السعدي)


RE. 483/4 (Lâ yeblüğu’l-abdü en yekûne mine’l-müttakîne, hattâ yedea mâ lâ be’se bihî hazeren limâ bihi’l-be’sü.) Tirmizî’nin ve diğer kaynakların rivayet ettiği bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:



115 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.634, no:2451; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1409, no:4215; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.355, no:7899; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.52, no:5745; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.335, no:10602; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.176, no:484; İbn-i Ebî Şeybe, Müsned, c.II, s.178, no:592; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.74, no:909; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.V, s.158, no:489; İbn- i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXX,s.464; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.151, no:7788; Atıyye es-Sa’dî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.183, no:5642; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.8, no:17411.

405

(Lâ yeblüğu’l-abdü en yekûne mine’l-müttakîne) “Bir insan müttakî kul sıfatına yükselemez, o dereceye vasıl olamaz...” Çünkü müttakîler çok kıymetli kullar, Allah’ın çok sevdiği insanlar. Allah müttakî kullarını sever, cennetine sokar, hüsnü hatime nasib eder. İşlerini rast getirir, sıkıştıkları yerde imdatlarına yetişir. Müttakîler, yüksek müslümanlar.

“İnsan bu dereceye yükselemez, bu sıfata sahip olamaz; (hattâ yedea mâ lâ be’se bihî hazeren limâ bihi’l-be’sü) beis ve mahzur olmayan şeyi, belki içinde mahzur vardır, belki sakınılacak bir şey olabilir diye korkusundan, ihtimal olarak, ihtiyat olarak terk etmedikçe...”


Demek ki Allah’ın sevabını, rızasını, sevgisini kazanmak için biraz ihtiyatlı müslüman olacağız. Günahları yapmayacağız, günah mı değil mi diye tereddütlü şeylerde bile ihtiyat göstereceğiz. Buna ahvet deniliyor, daha ihtiyatlı yol şudur deniliyor. İhtiyatlı tarafını tercih edeceğiz ki, müttakî kullar sıfatına sahip olalım!

“—Efendim, mahzuru yoktur, sen onu yap; günahı varsa benim! Sen yap, günahını ben yükleneceğim!” “—İçkiyi iç, vebali varsa benim!” “—Sen faizi ye, yemezsen bana ver, vebali varsa benim!” diyorlar meselâ...

Kimse kimsenin günahını yüklenemez ama, ben senin günahını yükleneceğim diyen insan günaha girer. Ötekisinin günahı eksilmez ama, onun günahı kadar günahı, Allah inadına ona yükler. “Çünkü sen istedin bunu, kaşındın, al bakalım!” diye, ötekisinden eksilmemek şartıyla o yükleniyorum diyene verilir.


Allah’ın kesin olarak emirleri var, yasakları var... Hattâ ben öyle üniversite hocaları tanıyorum ki, ruhî sıkıntılarını anlatmak için kendisine tedavi maksadıyla kimselere, günah olan şeyleri tavsiye ediyor: “—Yap bunları, açılırsın o zaman!” diyor. “Mâneviyatın yerine gelir.” diyor. Yâni, “Keyfin yerine gelir.” demek istiyor.

Mâneviyat harab olur aslında... Onların moral dedikleri şey de ahlâk değil, keyif demek... Ahlâksız olan şeylerden de keyif

406

duyuyor, o zaman, “Moralman yükseldim.” diyor. Öyle şey olmaz aslında...

Demek ki, müslüman ihtiyat edecek, şüpheliye bile yanaşmayacak; o zaman müttakî kul olabilir. İyi müslüman olmak için buna da dikkat edelim!


d. Kendisi İçin Sevdiğini Başkaları İçin de Sevmek


Enes RA’in rivayet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:116


لاَ يَبْلُغُ الْعَبْدُ حَقِيقَةَ اْلإِيمَانِ، حَتَّى يُحِبَّ لِلنَّاسِ مَا يُحِبَّ لِنَفْسِهِ


مِنَ الْخَيْرِ (ع. حب. ض. عن أنسَس)


RE. 483/5 (Lâ yeblüğu’l-abdü hakîkate’l-îmâni, hattâ yuhibbe li’n-nâsi mâ yuhibbü li-nefsihî) “Kul imanın gerçek derinliğine, hakîkatine erişemez, kendisi için sevdiği, istediği, arzu ve temenni ettiği şeyleri diğer müslümanlar, insanlar için de arzu ve temenni etmedikçe...”

Yâni kendinin nasıl olmasını istersen, kendine nelerin gelmesini istersen, öteki kardeşlerine de isteyeceksin onu... “Rabbenâ, hep bana!” demeyeceksin, “Ona da ver yâ Rabbi!” diyeceksin.

“—Yâ Rabbi onun da ihtiyacı var, yazık, çok perişan... O kardeşime lütfeyle yâ Rabbi!” diyeceksin, biraz da başkalarını düşüneceksin, onlar için dua edeceksin.

Başkaları için dua etmek çok sevap... Kendisi için neyi istiyorsa, insanlar için de onu istemedikçe, insan imanın hakîkatine ulaşamaz.



116 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.407, no:3081; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.471, no:235; Ziyâü’l-Makdîsî, el-Ehàdîsü’l-Muhtàreh, c.III, s.94, no:2525; Enes RA’dan.

İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.78; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXVIII, s.300; Begavî, Cüz’ü’l-Begavî, c.I, s.66, no:29; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.40, no:101; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.8, no:17412.

407

Şimdi lavabolara, el yıkama yerlerine gidiyoruz uçaklarda veya başka yerlerde, araçların yakıt aldığı yerlerde, benzin istasyonlarında... “Burayı nasıl bulmak isterseniz, öyle bırakın!” diye yazıyorlar.

“—Meselâ yüznumaraya girdiniz, nasıl görmek istersiniz?..”

“—Tertemiz görmek isteriz; hiç pislik olmasın, ıslaklık olmasın, dağınıklık olmasın isteriz.”

“—Tamam, böyle görmek istiyorsan, sen öyle bırak!.. Yâni orayı kullandıktan sonra gidersen, orası temiz olsun... Sen madem öyle istiyorsun, başkalarına da öyle bırak!” diyor, çok hoşuma gidiyor.

Kimisi bakıyorum elini siliyor, mendili yere atıyor, ortalığı dağıtıyor...

“—E ne olacak?..”

“—Benden sonra gelen birisi toparlasın!”

Herkes böyle yaparsa, cihan çöplük olur. Öyle yapmamak lâzım, olur mu öyle şey?.. Kendin temiz olacaksın, kendin kirletmeyeceksin ortalığı... Kâğıdı çöp sepetine atacaksın! Her şey temiz olacak. Müslüman temiz insandır. İslâm’da temizlik imanın yarısıdır. Her şey güzel olacak.


Onun için, kendisi için istediği her şeyi başkası için de istemedikçe, insan iyi mü’min olamaz. Başkalarına da isteyecek. “Zenginlik istiyorum; yâ Rabbi onlara da ver... Sıhhat istiyorum; yâ Rabbi onlara da ver... Huzur, rahat, refah istiyorum; yâ Rabbi onlara da ver... İşte şu Kosova’daki kardeşlerime de ver, Bosna’daki kardeşlerime de ver, Kafkasya’daki kardeşlerime de ver, Asya’dakilere de ver, Afrika’dakilere de ver...” diyecek.

“—İmân istiyorum, imân-ı kâmil istiyorum; yâ Rabbi bütün Ademoğullarına ver, hepsine ver... Amerikalı da müslüman olsun, İngiliz de müslüman olsun...”

Neden?.. Çünkü Allah’ın razı olduğu din... Çünkü Mûsâ AS’ı gönderen Allah, Muhammed AS’ı da göndermiş. İsâ AS’ı gönderen, ona İncil’i indiren Allah... Amennâ ve saddaknâ... Biz İsâ adını koyuyoruz çocuklarımıza; kızlarımıza Meryem adını veriyoruz. Onu gönderen Allah, Muhammed-i Mustafâ’yı göndermiş. Onun için hepsinin imana gelmesini istiyoruz.

408

Yanlış şeylere taptıkları zaman, dünyaya taptıkları zaman, puta taptıkları zaman, şeytana taptıkları zaman, nefse taptıkları zaman, doğru yoldan saptıkları zaman, üzülüyoruz;

“—Yâ Rabbi, hepsine hidayet ver! Yâ Rabbi hepsini mü’min eyle, iman nasib eyle...” diyoruz.


Bu Avrupalılara dikkat ediyorum, bakıyorum, temiz aileler var içlerinde... Bir iyilik yaptın mı, iyiliği çok anlıyorlar ve çok teşekkür ediyorlar. Küçük bir iyilik de olsa çok teşekkürle karşılıyorlar. İyiliğin kadrini bilmek hoşuma gidiyor, aferin...

Avustralya’da bizim arkadaş bir keresinde, bir kandil akşamı evde bir yemek yapmışlar, belki Aşûre günü aşûre yaptılar... Götürmüş, komşusuna vermiş. Komşusu:

“—Bu nedir?” demiş.

“—Hani sizin dînî günlerinizde böyle şeyleriniz oluyor ya, bu da bizim bir ikramımızdır. Buyurun!” demiş, ikram etmiş.

“O zamandan beri o komşu bize öyle tatlı, öyle güzel davranıyor ki; bizim çimenlerimizi gelir biçer, bize yardımcı olur...” diyor. Yâni, iyilikten anlamak da güzel bir şey, hoşuma gidiyor.

E böyle beğendiğimiz bir insan olunca ne diyoruz?.. “Yâ Rabbi buna iman nasib eyle!” diyoruz.


Bir kardeşimizin hanımı doğum yapmış Alman hastanesinde... “Hocam, doktor çok kibar, çok candan ilgileniyor.” diyor. Ben duydum, seneler önce bizim mü’min hanımlardan birisi Süleymaniye Doğumevi’ne gitmiş; hemen başörtüsüne yapışmışlar, “Çıkart bu başörtüyü!” diye bir sürü azarlamışlar. Kadıncağız zaten sancılar içinde kıvranıyor.

Burada, benim gittiğim hastanede doktor soruyormuş:

“—Başörtülülerle aynı koğuşta kalmak isterseniz, sizi oraya yatıralım; başka yer isterseniz başka yere gönderelim?” diyormuş.

“—Başörtülülerle istiyorum.”

“—Tamam, buyurun!” diyormuş.

Yâni saygı gösteriyor, sevgi gösteriyor. Doğum yapan kadın o kadar memnun olmuş ki...

“—Hocam, doktorumuzdan o kadar memnunum ki, o kadar insancıl davranıyor, o kadar sevecen davranıyor ki...”

409

“—Ne yapıyorsun?” dedim.

“—Müslüman olsun diye, Allah hidayet versin diye dua ediyorum.” dedi.

Yâni biz herkesin iyiliğini istiyoruz. O bakımdan insan kendisi için istediğini, başkası için de istemeli... Çok güzel bir kaide, çok insânî bir kaide... Allah bu güzel ahlâkî dereceye yükselmeyi nasib etsin...


e. Şaka, Yalan ve Münakaşa


Sonuncu hadis-i şerifi okuyarak sohbetimi tamamlayacağım inşâallah, Allah izin verirse... Bir de inşâallah demeden yapılan işlerden çok korkuyorum, Allah bir ceza belâ verecek, işi tamamlatmayacak diye...

Geçen gün Kıbrıs’ın istiklâliyle ilgili Bayrak Televizyonu’nu seyrediyordum. Konuşanlardan birisi diyor ki: “Ebediyete kadar kalacak!” İnşâallah de mübarek; inşâallah, Allah dilerse kalır. Ama imanla fethettik orayı; Allah’a inanırsan, dayanırsan, Allah yardım eder. Yâ sen inşâallah demedin, Allah’ın yardımı demedin diye bir felâket yağarsa... Bakarsın bir zelzele olur, yerin dibine

batarsın, Atlantis kıtasının okyanusun dibine battığı gibi... Belli olmaz ki, inşâallah çok önemli...

Ben de sonuncu hadis-i şerifi inşâallah okuyarak sohbetimi tamamlamak istiyorum. Abdullah ibn-i Ömer RA’ın bize rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:117


لاَ يَبْلُغُ الْعَبْدُ صَرِيحَ اْلإِيمَانِ، حَتَّى يَدَعَ الْمِزَاحَ وَالْكَذِبَ،


وَيَدَعَ الْمِرَاءَ وَإِنْ كَانَ مُحِقًّا (ع. عن ابن عمر)


RE. 483/6 (Lâ yeblüğu’l-abdü sarîha’l-îmân, hattâ yedea’l- mizâha ve’l-kezibe, ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhıkkà.)

Burada buyuruyor ki, Peygamber SAS Efendimiz:



117 Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.215, no:2115; Hz. Ömer RA’dan.

Mecmau’z-Zevâid, c.I, s.273, no:326.

410

“—Kul imanın açık, seçik, bir belirgin noktasına ulaşamaz.” Ne yapmadıkça?.. (Hattâ yedea’l-mizâha) Şakayı terk etmedikçe, (ve’l- kezibe) yalanı terk etmedikçe; (ve yedea’l-mirâe ve in kâne muhıkkà) haklı bile olsa münakaşayı terk etmedikçe, bir kul imanın açık seçik bir güzel noktasına ulaşamaz.” Bunları bırakacak.

Mizah, şakalaşmak. Şakalaşmanın dereceleri, çeşitleri vardır. Peygamber Efendimiz şakalaşmanın latîfe şeklinde olanını yapmıştır. Latîfe ne demek?.. Latîf olan, güzel olan, lütuf ile olan demek... Böyle şakalaşmayı biz de yapabiliriz. Yâni tatlı bir tarzda, yalan olmayan bir tarzda, latîfe tarzında bir şaka olabilir. Ama onun ötekisindeki mizah, karşı tarafın kalbini kıracaksa, insanlar gülsün diye onu müşkil durumda bırakacaksa; o alay, uzun kulaklı ....... [eşek] şakası haline gelmişse, o zaman olmaz.

Latîfe tarzında olursa, hoş olursa, o zaman olur ama; eğer kalb kıracak cinsten bir şakaysa, karşı tarafı üzecek, “Bak beni o kadar insanın içinde ortaya çıkarttı, rezil rüsvâ etti; ben ona kırıldım.” dedirtecek tarzda şaka yapmışsa, onu bırakacak.


Şakayı bırakmadıkça, gerçek imana, açık seçik bir imana sahip olamaz. Buradan, biraz da şunu anlıyoruz: Müslüman ciddî kul olacak. Öyle pek sözüne güvenilmez; şaka mı söyledi, gerçek mi söyledi. İşi gücü kah kah kah, kih kih kih, dalga, şaka; kahvede, evde, işyerinde ve sâirede...

“—Bu adam şaka mı söylüyor, ciddî mi söylüyor?”

“—Vallàhi bilmem, bunun huyu böyle...”

Biraz öyle olmayacak gàlibâ... Müslüman ağırbaşlı, vakur, sözü, hareketi, davranışı ölçülü ciddî insan olacak.


İkincisi yalan... Yalanı mutlaka terk edecek. Yalanla iman bir arada eğlenmez. Yalan gelirse, iman gider; iman varsa, yalan olmaz. Kendinin aleyhinde bile olsa, anne babasının, akrabasının, yakınlarının aleyhinde bile olsa, dürüst olacak müslüman... Doğru sözlü olacak, doğruyu söyleyecek. “Evet ben yaptım bunu... Maalesef yapmamam gerekiyordu ama, işte yaptım. Siz haklısınız, evet doğru söylüyorsunuz.” diyecek, doğruyu konuşacak. Yalancı şahitlik, yalancılık yapmayacak. Doğruyu söyleyecek, hakkı söyleyecek.

411

Yalanı da terk etmeyince iyi mü’min olamaz. Bir de haklı bile olsa münakaşayı terk edecek. El-mira’, münakaşa etmek demek... Haklı bile olsa müslüman, uzun boylu münakaşaya, cedelleşmeye, söz dalaşmasına, çekişmesine işi götürmeyecek. Ölçülü olacak, şu şöyledir kardeşim diyecek. Öbür taraf boyna konuşuyor. O zaman işi münakaşaya büyütmeyecek.

Çünkü münakaşalar bir noktadan sonra nefsanîleşir, nefislerin işi olur. Karşı tarafın izzet-i nefsine dokunmaya başlar. Haklı da olsa, kabul etmemek ister. Öbür taraf da haksız da olsa, ısrar etmek ister. Yâni hangi noktaya gelir iş:


Hani iki kişi uzakta, kayanın üstünde bir karaltı görmüşler. Birisi demiş ki:

“—Bak, kayanın üstünde bir keçi var! Ne kadar sivri yere çıkmış.” demiş.

Yanındaki de bakmış oraya:

“—Yâhu o keçi değil, kuş... Keçi oraya çıkamaz, o keçi filân değil, kartal...”

“—Yok, keçi...”

“—Hayır, kartal...”

İş münakaşaya dönüşmüş; öyle, böyle... Sonunda o karaltı uçmuş. Kanatlarını açmış, kayadan vadiye doğru uçmuş. Tabii, kartal diyen kazandı. Kazandığı için de sevinçli. Demiş:

“—Gördün mü bak uçtu, keçi olsaydı uçar mıydı?.. Bak kartal işte, uçtu!”

Ötekisi de, şimdi münakaşadaki ruhî durumu gösteriyor, dayatmış: “—Uçsa da keçi, uçmasa da keçi...”


Bu münakaşada inadı gösteriyor. Demek ki münakaşa, bir noktada hakkın ortaya çıkması durumundan, nefsin gàlip gelmesi durumuna gidiyor. O zaman nefisler kabarıyor, ahbaplık bozuluyor.

“—Yâ, Ahmed benim iyi bir arkadaşımdı...”

“—E ne oldu, hayrola?..”

“—Biz bir münakaşa ettik, ondan sonra bana kırıldı, artık selâm vermiyor, selâmı sabahı kesti.”

412

Etmeyeceksin, bu noktaya götürmemek lâzım işi... Haklı bile olsa, münakaşayı terk edecek.

“—E ne olacak şimdi, haksız gàlip mi olacak?..”

Haklı olduğu halde münakaşayı terk ederse, mükâfâtı var. Başka bir hadis-i şeriften biliyorum: “Kavga olmasın diye haklı iken münakaşadan geri çekilene, Allah cennette bir köşk veriyor.” Onun için münakaşayı cedelleşme, söz atışması ve inatlaşma noktasına getirmeyeceğiz. Pekiyi demezsek bile, biraz susacağız, söylemeyeceğiz.


Birisi Mersin taraflarından Hocamız Rahmetu’llàhi Aleyh’e gelmiş, demiş ki:

“—Sen ne biçim insansın? Sen herkese Kâbe’ye gitmeyi, hac yapmayı söyleyip duruyormuşsun?..”

Gayet tabii değil mi, böyle bir şeyi elbette her müslüman söyleyecek; çünkü Kur’an-ı Kerim emrediyor. Ondan sonra bir de dilbilgisi yönünden, lügat yönünden güyâ açıklama yapıyor:

“—Arapça’da kâ’b, topuk kemiği demektir. Kâbe de insanın ayağının yanındadır. Binâen aleyh gitmeye lüzum yok!” demiş.

Öyle şey yok! Kur’an-ı Kerim’de öyle demiyor


وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنْ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً (آل عمران: ٩٦)


(Ve li’llâhi ale’n-nâsi hiccü’l-beyti meni’stetàa ileyhi sebîlâ) [Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır] (Âl-i İmran, 3/97) diyor. Mekke’deki Kâ’betullah’a gitmeyi emrediyor. Ayeti iyi bilse, adam bu sözü söylemeyecek. Cahil ama, mütecâviz... Karşı tarafa da, “Sen niye Kâbe’ye gidiyorsun?” diyor.

Böyle bir insana ne yapılır, bilmiyorum. Ben ayet okurdum herhalde bana birisi böyle bir şey deseydi, izah etmeye kalkardım. Hocamız hiç ses çıkartmamış. Gitmişler ondan sonra o iki üç kişi... Sonra bizim arkadaşa Hocamız Rahmetu’llàhi Aleyh demiş ki: “—Birtakım inancı bozuk insanlar olduğunu bizim damat Es’ad bana söylemişti. Ben de, ‘Yâ Rabbi, sözünü duyuyorum ama, bunlardan bir tanesini görsem!’ demiştim, Allah bana gösterdi.” demiş.

413

Haccı inkâr eden ne olur?.. İmandan çıkar. Kâbe insanın ayağının altında mı, Kâbe Mekke’de... Oraya gidecek, orada birçok şeyleri görecek. Mekke’ye gidilmeyi emrediyor Kur’an-ı Kerim...

Demek ki, onunla konuşmayı zâid görmüş Hocamız. Hiç cevap vermemiş, o da kalkmış gitmiş.


Bu güzel huylara sahip olalım, aziz ve sevgili kardeşlerim! Bu hadis-i şeriflerin ışığında hayatımızın işleyişini düzene sokalım! Güzel huylu, sağlam imanlı, cennete götürücü huylara sahip iyi insanlar olalım, iyi işler yapalım, insanlığa faydalı olalım!..

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi sevsin, dünyanın ve ahiretin hayırlarına erdirsin... Cennetiyle, cemâliyle taltif eylesin... Allah hepinizden razı olsun...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


21. 08. 1998 - New Castle / İNGİLTERE

414
20. MÜSLÜMANLARIN SORUNLARIYLA İLGİLENMEK