20. MÜSLÜMANLARIN SORUNLARIYLA İLGİLENMEK

21. EVLİYÂULLAHIN SIFATLARI



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!

Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon seyircileri!

Allah’ın rahmeti bereketi üzerinize olsun... Cumanız mübarek olsun... Allah sizi mübarek günlere, gecelere eriştirsin... İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin... Hem ömrünüz uzun olsun, hem ameliniz sàlih, makbul, mübarek amel olsun... Allah’ın rızasına erip huzuruna sevdiği razı olduğu kullar olarak varmayı da Allah nasîb eylesin...

Almanya’da bulunuyorum. Cuma vaazım için, evimizin küçük kızına rica ettim, “Hadi bakalım, bu Râmûzü’l-Ehàdîs kitabının iki cildinden birisini seç!” diye, o seçti. Seçtiği ciltten de, “Aç bakalım bir sayfa!” dedim, bu sayfayı açtı. Çünkü çocuklar mâsumdur, bakalım neresi gelecek diye ben de merak ediyordum. Çıkmış olan sayfadan, hadis-i şerifleri size okuyorum.


a. Riyânın Azı Bile Şirktir


Aziz ve sevgili dinleyiciler! Peygamber SAS Efendimiz, Muaz RA’dan Taberânî ve Hàkim’in rivayet ettiğine göre, buyurmuşlar ki:126


إِن الْيَسِيرَ مِنَ الرِّيَاءِ شِرْكٌ؛ وَإِنَّ مَنْ عَادٰى أَوْلِيَاءَ لِلَّهِ، فَقَدْ بَارَزَ


اللَّهَ بِالْمُحَارَبَةِ؛ وَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الأَبْرَارَ اْلأَخْفِيَاءَ اْلأَتْقِيَاء؛َ الَّذِينَ




126 İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1320, no:3989; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.364, no:7933; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.153, no:321; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.328, no:6812; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Tevâzu, c.I, s.28, no:8; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.I, s.22, no:28; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XXII, s.628; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.294, no:5947 ve s.849, no:7479; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.390, no:7550.

438

إِذَا غَابُوا لَمْ يُفْتَقَدُوا، وَإِنْ حَضَرُوا لَمْ يُدْعَوْا وَلَمْ يُعْرَفُوا، قُلُوبُهُمْ


مَصَابِيحُ الْهُدٰى، يَخْرُجُونَ مِنْ كُلِّ غَبْرَاءَ مُظْلِمَةٍ (طب . ك .

عن معاذ)


RE. 110/2 (İnne’l-yesîre mine’r-riyâi şirkün; ve inne men àdâ evliyâa’llàhi fekad bâreza’llàhe bi’l-muhàrabeh; ve inna’llàhe yuhibbü’l-ebrâre’l-ahfiyâe’l-etkıyâ’, ellezîne izâ gàbû lem yüftekadû, ve in hadarû lem-yüd’av ve lem yü’rafû, kulûbühüm mesàbîhu’l- hüdâ, yahrucûne min külli gabrâe muzlimeh.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl...

Hadis-i şerifin metn-i mübârekini okumuş olduk. Şimdi ana konusu evliyâullahla ilgili ve ilk cümlesi riyâ ile ilgili bir hadis-i şerif geldi kur’ada karşımıza... Hadis-i şerifin başında ilk cümlecikte Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:

(İnne’l-yesîre mine’r-riyâi şirkün) “Riyadan az bir miktarı bile şirktir.”

Riyâ ne demek, izah edelim; şirk ne demek, izah edelim: Riyâ, reâ, rü’yet kelimesinden geliyor, göstermek demek. Yâni yapmış olduğu ibadeti, iyi işi başkaları görsün de, beni öğsünler, sevsinler diye başkalarına gösteriş yapmak demek. Böyle insanın, Allah’ın rızasını kazanmak için yapması gereken bir ibadeti, hayırlı işi, Allah rızasını düşünerek değil de gösteriş için yapması; insanlar görsün de beğensinler, alkışlasınlar, beni sevsinler diye insanları düşünerek yapması riyâdır.

“Böyle bir davranışın küçük bir miktarı bile, azı bile şirktir. Yâni Allah’a ortak koşmaktır, müşrikliktir.” buyuruyor Peygamber SAS Efendimiz.


Demek ki, nasıl müslümanlar “Lâ ilâhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh” diyorlar ve İslâm dininin en önemli yönü, daha önce kendilerine kitap indirilmiş, peygamber gönderilmiş kavimlerden, daha önceki ilâhî dinlerin bugünkü durumundan en büyük farkı nedir?.. Tevhid inancıdır; yâni Allah’ın bir olduğunu, şeriki nazîri olmadığını bilmek; “Lâ ilâhe

439

illa’llàh, Allah var, Allah’tan gayri başka ilâh, ma’bud, put yok... Sadece Allah var, ibadet ancak Allah’a olur.” demek.

En büyük inanç bu, en doğru inanç bu... Onun için bu tevhid inancı çok önemli! Buna sahip olmayan, bu inancı anlayamamış olan, bu inanca yükselememiş, erememiş olan bazı insanlar var. Onlar da dindar ama, dinleri bozuk...

İnsan aklıyla uydurulmuş dinler var... “Şu dağa tapalım, şu ağaca tapalım, şu çeşmeye tapalım veya şu hayvana tapalım!” diye insan aklıyla uydurulmuş; basit birer varlık iken, yaratık iken, mahlûk iken insanlar tarafından tanrılaştırılmış, putlaştırılmış ve onlara tapılıyor. Bunların tapınma usüllerinden meydana gelen dinler var; sapık dinler, bâtıl dinler...


Bir de ilâhî dinler var... Yâni, Allah CC Hazretleri’nin insanlara hakkı göstermek, doğru inancı, doğru yolu öğretmek için gönderdiği peygamberlerle, indirdiği kitaplarla insanlara öğretilmiş; menşei, aslı, kökü, çıkışı ilâhî olan, Allah’tan gelen, Allah’ın öğrettiği dinler var... Tabii ilâhî dinlerin aslı ilâhî olmakla beraber, sonradan asıl mahiyeti unutulup, doğru yoldan çıkıp müşrikliğe, kâfirliğe dönmüş olanları da var. Tabii o zaman, o da ilâhîlik vasfını kaybettiğinden iyi olmuyor, kötü oluyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Hakim’de buyurmuş ki:


إِن الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ اْلإِسْلاَمُ (آل عمران: ٦١)


(İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) “Allah’ın kabul edeceği, Allah katında makbul olan yegâne din, sadece ve sadece İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) Başka bir ayet-i kerimede de:


وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ (آل عمران: ٥١)


(Ve men yebtaği gayre’l-islâme dînen felen yukbele minhü) “Allah’ın bu hak dininden, İslâm’dan başka bir dini din edinip, o dinde yürüyenin dindarlığı Allah indinde kabul edilmeyecektir,

440

ibadetleri makbul olmayacaktır. Ben onları kabul etmeyeceğim!” (Âl-i İmran, 3/85) buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...

Yâni kâfirleşmiş, müşrikleşmiş insanların, bozulmuş insanların İslâm’dan gayri seremonilerini, merasimlerini, ibadet diye yaptıkları şeyleri, Allah’ın kabul etmeyeceğini kesin olarak bildiriyor.


Demek ki bir mü’minlik var, iman ehli olmak, mü’min olmak; bir de kâfirlik var... Bir de mü’min olduğu halde, Allah’ı doğru tanımayıp, inancı olduğu halde yanlış inanç üzere olmak, inancın bozulmuş olması var. Böyle yanlış inanca sapan insanlar, Allah’tan gayri bir şeyleri Allah’a ortak koşup onlara tapıyorlarsa, onlara müşrik deniliyor. Yaptıkları iş de şirk oluyor.

Tabii bir insan kalkar da, elle yapılmış bir puta taparsa, o müşrik oluyor. Fakat İslâm’ın içinde de, müslümanların dikkat etmesi gereken durumlar var. “Riyâkârlık da şirktir.” diyor Peygamber Efendimiz, hem de azı bile... Riyakârlığın, gösteriş için ibadet yapmanın, menfaat sağlamak için, sevgi toplamak için, dikkat çekmek için, birileri görsün de şöyle şöyle olsun diye bir maksatla, insanları düşünerek yapılan ibadetin de bir çeşit müşriklik olduğunu, şirk olduğunu; Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin onun ibadetini kabul etmeyeceğini bildiriyor.

Bunu hadis-i şeriflerden kesin olarak biliyoruz. Bu hadis-i şerifin dışındaki başka hadis-i şeriflerden de biliyoruz.


İbadet, hayrât u hasenât, hepsi Allah için yapılır.

“—Hem Allah için yapıyorum, hem de biraz dünya için...”

“—Hem Allah için yapıyorum, hem de biraz reklam için...”

“—Hem Allah için yapıyorum, hem de biraz sevgi toplamak için, oy toplamak için, alkış toplamak için, teveccüh kazanmak için, itibarımı sağlamlaştırmak için, müşterilerimi artırmak için yapıyorum...”

O zaman şirk oluyor. Allah’tan gayrisini düşünmeyecek, sadece Allah’ın rızasını düşünecek ve ibadeti Allah için yapacak. Hattâ bazıları, başkaları bilmesin diye, ibadeti gizli yapmayı tercih ederlermiş. Hani “İbadet de gizli, kabahat de gizli...” derler.

Tabii farz olan ibadetler âşikâre yapılır ki, hem insanlar o kimseye, “Bak Allah’ın emirlerini tutmuyor, demek ki zındık bu

441

adam!” diye, onun hakkında kötü düşünüp, sû-i zanna düşüp de günaha girmesinler diye; hem de başka insanlar da, “Bak bu adam Allah’ın kulu olduğunu bilmiş, Allah’ın emri olan ibadeti yapıyor. Ben de Allah’ın kuluyum, ben de müslümanım, ben de Kur’an-ı Kerim’e inanıyorum, ben de Rasûl-ü Ekrem SAS’in ümmetiyim... Ben de onun yaptığını yapmalıyken niye yapmıyormuşum? Bak, iyi ki hatırlattı bu kardeşim!” diye yapmasına vesile olacağı için, farzlar alenî yapılır.

Farzlardan bir öğünç de olmaz. Çünkü vazifeyi yapıyor, Allah emretmiş yapacak... Yapmamak suçtur, yapmak da bir öğünç değildir. Farzlar âşikâre yapılır. Öteki ibadetleri mümkün olduğu kadar saklamayı tercih etmişler.


Hattâ tasavvuf yolunda bazı mübarek insanlar da, melâmîlik meşrebine girmişler, o tarafa kaymışlar. Yâni kendileri iyi oldukları halde, halk kendilerine teveccüh etmesin diye, kendilerini kötüymüş gibi, değersizmiş gibi gösterme yoluna sapmışlar. “Ben bir şey değilim, ben günahkârım!” vs. deyip, bir de başkası baktığı zaman bunu günahkâr sansın diye kandırıcı, günah işliyormuş gibi görünen; ama aslında günah işlemeden o hissi verecek bazı şeyleri yapıp; “Halk teveccüh etmesin de, şöhret afeti olmasın, riyâ olmasın, ihlâsıma halel gelmesin.” diye düşünenler de olmuş.

Ama demek ki, onlar gibi yapmasa bile insanlar, bir kere ibadeti tâati gösteriş için, dünya menfaati için, başka sebepler için yapmayacak, sırf Allah’ın rızası için yapacak; başkası beğenmiş veya beğenmemiş, kızmış veya sevmiş, alkışlamış veya yuhalamış, fark etmeyecek, Allah’ın emridir diyecek, yapacak.

Bazan da bir gence, bir kıza, bir delikanlıya “İbadeti yap!” diyoruz. Diyor ki:

“—Utanıyorum!..”

İbadetten utanılmaz, ibadet Allah’ın emri...

“—E canım, işte başkaları bana bakıyor diye utanıyorum.”

Hayır! İbadetin yapılmasından utanarak da vazgeçmemek lâzım, gösteriş için de yapmamak lâzım!..

Efendimiz, “Riyânın azı bile şirktir.” diyor. Bizim ihlâslı, riya karışmamış, katıksız, safi, temiz, sırf Allah rızası için, çok iyi

442

niyetle yaşamamızı, ibadetleri öyle yapmamızı, hâlis muhlis müslümanlar olmamızı böylece işaret buyurmuş oluyor.


b. Evliyâullaha Düşmanlık Etmek


Arkasındaki cümle, Allah’ın sevgili kulları ile ilgili bazı bilgileri bize kazandırıyor. Hadis-i şerifin devamında Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:


وَإِن مَنْ عَادٰى أَوْلِيَاءَ لِلَّهِ، فَقَدْ بَارَزَ اللَّهَ بِالْمُحَارَبَةِ؛


(Ve inne men àdâ evliyâa’llàhi, fekad bâreza’llàhe bi’l- muhàrabeh) “Hiç şüphe yok ki Allah’ın evliyâsına, evliyâullaha düşmanlık besleyen kimseler, Allah’a ilân-ı harp etmiş, Allah’ın karşısına dikilmiş de, ‘Ben seninle harp etmeye karar verdim, seninle savaşacağım!’ demiş gibi olur.” Neden?.. Çünkü Allah’ın evliyâsına, sevgili kullarına, velî kullarına, düşmanlık yapıyor.

Allah’ın sevgili, velî kullarına düşmanlık eden, Allah’a harp ilan etmiş gibi olur, Allah’la savaşmağa kalkışmış gibi olur. Küstah bir kimse... Demek ki müslümanlar ve başkaları bu cümleyi dikkatle dinleyecekler, Allah’ın evliyâsını incitmemeğe çalışacaklar. Allah’ın sevgili kullarını hoş tutmaya çalışacaklar. Allah’ın sevgili kullarına düşmanlık beslemeyecekler.

“—Ben şu adama kızıyorum!”

“—Neden?..”

“—Sakallı, sofu, camiden çıkmıyor... İnsan hem öyle yapmalı, hem böyle yapmalı! Bu kadar da katı müslümanlık olmaz, yarım müslüman olsun, çeyrek müslüman olsun, onda bir, yüzde bir...”

Allah’ın yolunda giden doğru kuluna kızıyor. Öyle şey olmaz! Allah’ın emirleri, dinin ahkâmı, yaşam tarzı bir bütündür; hepsini yapacak. Allah’ın emrini ifa etti diye, sofu diye kızıyorlar meselâ...

Böyle yaparsa ne olur?.. Allah’la harp etmiş olur. Kim kazanır?.. Allah-u Teàlâ Hazretleri onu mahveder. Allah’ın evliyâsı ile harbe kalkışan kimsenin sonu perişan olur, mahvolur, kahrolur, Allah’ın kahrına, gazabına uğrar.

443

Demek ki, kimseyi incitmemeğe çalışılacak; namazlı niyazlı, ibadetli, taatli, örtülü, tesettürlü, Allah yolunda ömrünü geçirmeğe gayret eden, halis, muhlis müslümanlara kimse sataşmayacak. Hem müslümanlar sataşmayacak, hem de başkaları sataşmayacak. Allah’ın evliyâsına herkes sevgi besleyecek.

Neden?.. İnsan Allah’ı severse, Allah’ın her şeyini de sever. Allah’ın nelerini sever meselâ: Allah’ın gönderdiği peygamberini sever. Neden?.. “Allah’ın peygamberi, Allah göndermiş bana bunu elçi olarak, peygamber olarak...” der, Allah’ın peygamberini sever.

Biz Allah’ın peygamberlerinin hepsini seviyoruz. Hazret-i Peygamberimiz Efendimiz, rehberimiz, serverimiz, önderimiz Muhammed-i Mustafâ’dan geriye doğru, Adem AS’a kadar, Kur’an-ı Kerim’de isimleri geçen bildiğimiz peygamberleri; bilmediğimiz ama Allah’ın evliyâsı olduğu söylenen Allah’ın sevgili kullarını severiz. Evliyâsını, enbiyâsını severiz.


Allah’ı seven peygamberlerini sever, Allah’ın kitaplarını sever. Meselâ küfür ediyor, kitabına... Olmaz! Kâfir oluverir insan, öyle

444

söz söylenmez. Allah’ın indirdiği kitaplara, bozulmamış, aslî haliyle kalmış kitaplara hürmetimiz tamdır.

Sonra Allah’ın meleklerini sever. Ondan sonra emirlerini sever, yasaklarını sever. Hattâ yasakları, emirleri icabı, bazen suç işleyerek ceza da olur, cezalarını da sever. “Allah böyle hükmetmiş, cezası da güzel... Lütfu da güzel, kahrı da güzel!” diye ahkâmını da sever.

Alnına yazılmış yazıyı da, kaderi de sever. “Allah takdir etmiş bunu bana, ne yapalım, benim de kaderim böyleymiş!” der, onu da sever. Allah’ı seven, Allah’tan gelen her şeyi de sever, olgunlukla karşılar.


Demek ki, Allah’ın sevgili kullarını incitmemeğe çalışacağız. Peki Allah’ın evliyâsı deyince aklımıza kimler geliyor?.. Mübarek insanlar geliyor. Tasavvuf tarihinden okuduğumuz Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz, Bahâeddîn-i Nakşıbend Efendimiz, Şehâbeddin-i Sühreverdî Efendimiz, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz, Ahmed er-Rufâî Efendimiz, Ahmed el-Bedevî Efendimiz, Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz, İbrâhim ibn-i Edhem Efendimiz, Hacı Bayrâm-ı Velî’miz, Hacı Bektâş-ı Velî’miz, İbrâhim Hakkı Erzurûmî, İsmâil Hakkı Bursevî, Eşrefoğlu Rûmî... gibi zâtlar aklımıza geliyor. Tabii, bu böyle...

Fakat bir de Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde, “Allah mü’minlerin velîsidir, mü’minler de Allah’ın velîsîdir.” diye de geçiyor. Demek ki esas itibariyle, Allah’ın evliyâsı mü’minlerdir. Yâni mü’minlerin hepsi derece derece, mertebe mertebe Allah’ın evliyâsıdır. Bir mü’min kulun kalbini kırmamak lâzım! Onu üzmemek lâzım, ona düşmanlık etmemek lâzım!..

Buradan, hiç kimsenin kalbini kırmamak kaidesi çıkıyor. Onun için büyüklerimiz öyle davranmışlar. Herkese hürmetkâr, herkese lütufkâr, herkese karşı ikrâmkâr, fedâkâr olmuşlar, tatlı dilli olmuşlar. Hitap ederken nasıl hitap etmişler: “Efendim...” demişler. Efendim ne demek?.. “Ben senin kölenim, sen benim sahibimsin!” demek...


Dilimizde bu kelime yerleşmiş. Biz de birisi bir şey söyledi mi, “Buyurun efendim!” diyoruz. Halbuki o bizim patronumuz değil,

445

sahibimiz değil, biz de onun kölesi değiliz ama, nezaketten böyle diyoruz.

Veyahut, “Cânım...” demişler. Cânım ne demek?.. Ruhum demek. Can, Farsça ruh demek. “Buyur canım!” diyoruz, kendi ruhumuz gibi, hayatımız gibi aziz tuttuğumuzu beyan etmiş oluyoruz karşımızdakine... Ne kadar güzel!..

Medrese talebeleri de birbirlerine “Mevlânâ” derlermiş, yâni “Efendimiz” demek. Hitapları böyleymiş. Sonra bu mevlânâ

kelimesi, kısala kısala molla olmuş. Ne kadar güzel... Şimdi molla

deyince millet yüzünü buruşturuyor ama, aslında molla, mevlânâ

lakabının kısalmış şekli... O da, “Efendimiz!” demek.

Anlaşılıyor ki, medrese talebeleri son derece terbiyeli, zarif, mütevâzi kimselermiş. Arkadaşlarına bile “efendimiz” mânâsına “mevlânâ” derlermiş.


Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın; vefatını duydum, üzüldüm ve çok dualar ettim. Kabri cennet bahçesi olsun, Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin... Ömer Ziyâeddin Efendimiz’in oğlu Prof. Yusuf Ziyâ Binatlı derdi ki:

“—Biz gençken, delikanlılarla akşam serinliğinde, yaz gecelerinde filân Bayezit Meydanı’nda dolaşırdık. Bir arkadaşımıza rastladığımız zaman, tanıştığımız zaman; ‘İşte bu Ahmed... İşte bu da Hasan...’ filân diye tanışma olduğu zaman birbirimize sorardık:

‘—Mîrim, hangi tekkeden feyz alıyorsunuz?’ derdik.” diye bize anlatmıştı gençlik yıllarından hatıralarını...

Mîrim ne demek, emîrim demek, komutanım demek... Emir

kelimesi mîr diye kısalmış. Yâni karşısındaki yeni tanıştığı kimseye “Ey komutanım!” diye hitap ediyor. “Hangi tekkeden feyz alıyorsunuz?” diyor, yâni “Hangi tekkeye müdâvemet edip, devam oradan edeb öğreniyorsunuz, erkân öğreniyorsunuz, ahlâk öğreniyorsunuz?” diyor.

“—Şimdikiler de, ‘Hangi takımı tutuyorsunuz?’ diye soruyorlar.” derdi.


Tabii, eskiden büyüklerin yanına, ciddî insanların, dinini bilen insanların yanına giderlermiş. Tekkenin âdâbını öğrenirlermiş, büyüklere saygıyı öğrenirlermiş, insanlara hizmeti öğrenirlermiş.

446

Herkesi sevmeyi, saymayı öğrenirlermiş. Küçüklere, muhtaçlara yardım etmeyi öğrenirlermiş. Oturmanın, kalkmanın adabını öğrenirlermiş... Ne güzel!

Şimdi insanlar bu çeşit şeyleri bıraktı. Nereye gidiyor akşamları?.. Sigara dumanı dolu kahvehanelere gidiyor, sıhhati bozuluyor. Ne ile vakit geçiriyor?.. Tak tuk bilardo topları ile oynayarak, çat pat iskambil oyunu oynayarak, arada para koyup

kumar haline getirerek; para olmasa, keyf ve zevk için olsa bile kıymetli vakitleri harcayarak, öldürerek geçiriyorlar.

Ama eskiden, “Mîrim, hangi tekkeden feyz alıyorsunuz?” derlermiş. Hepsi müeddeb insanlar, hepsi àrif insanlar, hepsi zarîf, kâmil insanlarmış.

Benim rahmetli profesörüm Necâti Lugal Bey127 de derdi ki:



127 Prof. Mehmet Necati Lugal: 1878’de İstanbul’da doğdu. Babası Hüseyin Hüsnü Bey’dir. Küçük yaşta hafız oldu. Resmî okulun yanı sıra özel hocalardan dersler aldı. Edebiyata derin bir ilgi duydu. Arapça ve Farsça’yı öğrendi. Şeyh Sa’dî-yi Şirâzî’nin Gülistan’ından, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden yüzlerce beyit ezberledi. Eski Arap şiirinin inceliklerine vakıf oldu. 1907 Yılında Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Muhtelif okullarda ve medreselerde 1917 yılına kadar dersler verdi. Bu arada çok genç yaşta, babası ile birlikte hacca gitti.

1917 Yılında Almanya’da okuyan Türk öğrencilere öğretmen olarak tayin edildi. 1919 Yılında Hamburg Üniversitesi Şarkıyat Enstitüsü’nde göreve başladı. 1939’da Türkiye’ye döndü. Beyazıt Kütüphanesi müdürlüğüne tayin edildi. Maaşı çok düşüktü, maddî sıkıntılar çekti. Ek görev olarak bazı okullarda Türkçe öğretmenliği yaptı.

Küçüklüğünden beri maddeye değil, ilme kıymet verdi. İlâhiyat, edebiyat ve filoloji tahsil etti. Arapça, Farsça, Almanca, Fransızca ve İngilizce biliyordu. Hele bu dillerden ilk üçünün edebiyatına iyice vakıftı. Urduca ve Afganca gibi diğer şark dillerinden de anlıyordu. Sayısız öğrenciler yetiştirdi ve Türk kültürünü yabancı ülkelerde yaymağa çalıştı. Fakat birçok bilim adamı gibi, o da maddî sıkıntı içinde bırakıldı. Bazı dostlarının Millî Eğitim Bakanlığı’na müracaatıyla, 1943 Yılında AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Şarkıyat Enstitüsü profesörlüğüne getirildi. Burada pek çok ilim adamı yetiştirdi. Hemen herkesin eski metinlerdeki müşkillerini çözerdi.

1949 Yılında AÜ İlâhiyat Fakültesi’nin kurulmasında rol oynadı. Bu fakültenin öğretim kadrosunda fahriyyen görev olarak Arapça-Farsça profesörlüğü yaptı. 1952’de yaş haddinden emekliye ayrıldı.

1956-1957 ve 1959 yıllarında Bon ve Frankfurt Üniversitelerinde misafir profesör olarak çalıştı. 1960 Yılında, yeniden hazırlanan üniversiteler kanununda yaş haddi kaldırıldığından, AÜ İlâhiyat Fakültesi Klasik Dînî Türkçe

447

“—Biz yeni bir divan çıktı mı, bir şair bir divan neşretti mi, hemen alır, onu baştan sona bir okurduk. Mühim şiirlerini ezberlerdik.” derdi.

Yâni bir zarâfet var, edebiyata düşkünlük var, edeb var...


Demek ki, bütün müslümanlar bir bakıma Allah’ın velîleri olduğundan, hiç bir müslümanı incitmemek lâzım!.. Daha da genişletebiliriz bu daireyi; hiç bir kimsenin hakkını yememek, hiç bir kulu incitmemek lâzım!..

Daha da genişletebiliriz daireyi; hiç bir mahlûku mümkün olduğu kadar incitmemek lâzım! Karıncayı bile ezmemek lâzım! Kuşun kanadı kırıksa, sarmak lâzım! Leylek uçamıyorsa, barındırmak lâzım! İyi şeyler yapmak lâzım!

Çevreyi korumak lâzım, ağaçları dikmek lâzım! Çiçekleri koparmamak lâzım, tahribat yapmamak lâzım! Pis şeyleri sağa sola atmamak lâzım, temiz olmak lâzım! Derece derece çevreyi de sevmek, her şeyi güzel tutmak, İslâm’ın terbiyesi bunlar...


c. Allah’ın Sevdiği Kullar


Hadis-i şerifin cümlelerine devam edelim:


وَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ اْلأَبْرَارَ اْلأَخْفِيَاءَ اْلأَتْقِيَاءَ؛ الَّذِينَ إِذَا غَابُوا لَمْ


يُفْتَقَدُوا، وَإِنْ حَضَرُوا لَمْ يُدْعَوْا وَلَمْ يُعْرَفُوا، قُلُوبُهُمْ مَصَابِيحُ


الْهُدٰى، يَخْرُجُونَ مِنْ كُلِّ غَبْرَاءَ مُظْلِمَةٍ .


(Ve inna’llàhe yuhibbü’l-ebrâre’l-ahfiyâe’l-etkıyâ’) “Ve muhakkak ki, hiç şüphe yok ki Allah-u Teàlâ Hazretleri takvâ ehli, gizli iyi kulları sever.”


Metinler Kürsüsü profesörlüğüne tayin edildi. 23 Mart 1964 Pazartesi günü hayata gözlerini yumdu. (Prof. N. Lugal ve Eserleri, AÜİF Dergisi, sayı: 12, s. 129-133, 1964)

448

Allah ebrârı sever. Ebrâr, berr kelimesinin çoğulu, iyiler demek... Ama nasıl iyiler?.. (El-ahfiyâ’) “Hafî olan, gizli olan; riyâkâr olmayan, gösterişçi, farfaracı, tantanacı olmayan, böbürlenmeyen, kendisini saklayan saklı iyi kulları sever.” Başka?.. (El-etkıyâ’) “Takvâ ehli, sakınan iyi kulları sever. Haramdan, günahtan, Allah’ın rızanı aykırı işleri yapmaktan sakınan kimseleri sever.”

Daha da devam ediyor Allah’ın sevdiği bu kimselerin vasıflarına: (Ellezîne) Öyle takva ehli, gizli iyi kullar ki, (izâ gàbû lem yüftekadû) ortalıktan kayboldukları, görünmedikleri zaman aranmazlar. ‘Nerde kaldı bu adam?’ denmez.” Neden?.. Gizli olduklarından, Allah’ın evliyâsı olduğu, sevgili kulu olduğu bilinmediğinden, kimse önem vermez. Kimse, “Buyurun efendim, başımızın üstünde yeriniz var, şöyle baş köşeye oturun! Arz-ı hürmet ederiz efendim, bir arzunuz var mı?.. Çay mı istersiniz, kahve mi istersiniz, sütlü mü istersiniz, sade mi istersiniz?..” diye itibar etmez.

Bunlar böyle itibarlı insanlara yapılıyor. Nasreddin Hoca’nın hikâyesinde olduğu gibi, samur kürkü giyince itibarı çok olmuş da, kürkünü uzatmış yemeğe, demiş ki:

“—Ye kürküm ye! Bu itibar sana... Çünkü ben demin kürksüz geldiğim zaman, beni kapıdan bile içeri almadılar.” demiş. Kürke itibar oluyor bazen...


Böyle takvâ ehli, gizli, ama iyi kullar bilinmediğinden ortalıkta görünmezse, aranmaz. İtibarlı bir kimse ise; “—Yâ bir Ahmed bey vardı, bugünlerde görünmüyor, niye gelmiyor?.. Hastaysa ziyaret edelim, konağında görelim bakalım beyefendiyi...” filân derler.

Değerini anlayamadıkları gizli bir insansa, kaybolsa bile, nerede bu diye araştırılmazlar.

(Ve in hadarû lem yüd’av) “Ortalıkta görünseler, camide vs. davet edilmezler.” Adam diyor ki yanındakilere:

“—Buyurun, çorbayı bu akşam bizde yiyelim!” diyor.

İyi insanlara işaret ediyor:

“—Ahmed bey buyurun, zât-ı âliniz de buyursun! Akşam çorbasını bizde içelim!” diyor.

“—Peki efendim, geliyoruz efendim...”

449

Ama arkadaki o gizli, takvâ ehli iyi kul, kıymeti bilinmediğinden, (lem yüd’av) davet de olunmuyor. Evlere, sofralara, ziyafetlere, toplantılara davet de edilmiyor.

Allah’ın sevdiği kullar öyle iyi, gizli, takvâ ehli kimseler ki, ortalıkta görülmedikleri zaman nerede diye araştırılmıyor, soruşturulmuyorlar. Ortalıkta oldukları zaman da ziyafetlere, davetlere çağrılmıyorlar. (Velem yu’rafû) Kadr ü kıymetleri de bilinmiyor, sorulmuyor. Şöyle bakıyorlar, “Canım işte basit bir insan gàlibâ?” diye kimse aldırmıyor.


(Kulûbühüm mesàbîhu’l-hüdâ) “Amma, onların gönülleri hidayet fenerleridir, hidayet kandilleridir. Hidayet yolunu, doğru yolu aydınlatırlar. Kalpleri nur doludur, hattâ etrafa nur saçarlar.”

Sözler de gönüllerin tercümanıdır. Gönüllerde güzel ilimler, maarif, ulûm olursa, dilden de arifane sözler çıkar. Kalpleri hidayet fenerleri ise, nur saçan kalplere, gönüllere sahip iseler, tabii sözleri, sohbetleri de ona göre olur. Hakkı söylerler, insanların hidayete ermesine vesile olurlar. Yanlışlıkların engellenmesine sebep olurlar.

Demek ki, bir sıfatları da bu... Gönülleri pürnûr, hidayet fenerleri gibi etrafa ışık saçıyor. Deniz feneri nasıl denizden geçenlere ikaz oluyor, ışıkları ta uzaklardan görünüyor; onun gibi...


(Ve yahrucûne min külli gabrâe muzlimeh.) “Her tozlu topraklı, karanlık yerden çıkarlar.” Burada bir benzetme olabilir. Her tozlu topraklı, karanlık gece gibi olan fitnelerden çıkarlar. Ne mânâya olabilir?.. Bu badirelerden aşarlar, bunlara takılmazlar, bu fitnelerde helâk olmazlar. Çünkü kalpleri nurdur, nurludur, Allah’ın sevgili kullarıdır. Hidayet yolunda yürürler, imtihanları kazanırlar. İnsanların sapır sapır döküldüğü fitnelerde, fesatlarda bunlar fitnelere, fesatlara uğramazlar.

Bir de tozlu topraklı, karanlık, izbe, kimsenin bilmediği yerde dururlar; saraylarda, konaklarda, tantanalı, şâşaalı yerlerde olmazlar demek olabilir. Hepsi mümkün... Yâni, ibare biraz örtülü olduğundan, tam olarak anlamamız için başka şeyleri düşünmek

gerekiyor.

450

Demek ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle kulları severmiş. Bütün bunlardan anlaşılan şudur ki, gizli oluyorlar; Allah’ın evliyâsı olduğunu, keramet sahibi, makbul kulu olduğunu herkes anlayamıyor.

Böyle olduğuna göre, yâni Allah’ın sevgili kulu olduğu halde anlaşılamıyorsa, demek ki etrafımızdaki müslümanlara biraz böyle olabilir diye düşüneceğiz, hüsn-ü zan edeceğiz. Belki Allah’ın böyle bir kuludur diye onun da kalbini kırmamağa, ona düşmanlık yapmamağa gayret edeceğiz.

Bir de bir insanın gösterişi olursa, kerli ferli, kürklü, samurlu, saltanatlı olursa, tabii herkes itibar eder. Ama, Allah da imtihan olsun diye, sevgili kullarını biraz da saklar. Zaten onlar da gösterişi sevmediğinden, biraz böyle giyinmezler.

Bazı hadis-i şeriflerden biliyoruz. Bir hadis-i kudsîde Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:128




128 Gazâlî, İhyâ, c.IV, s.357.

451

أَوْلِيَائِي تَحْتَ قِبَابِي، لاَ يَعْرِفُهُمْ غَيْرِي .


(Evliyâî tahte kıbâbî, lâ ya’rifühüm gayrî) Kıbâb, kubbeler demek. “Benim evliyâlarım, sevgili kullarım kubbelerimin altındadır.”

“—Hocam, bu hadis-i şerif ise, o devirlerde Arabistan’da kocaman binalar, kubbeler var mıydı?.. Üstü kurşunlanmış mıydı, alemi var mıydı? Yanında minaresi var mıydı?..”

Hayır, buradaki kubbe, çadır demek... Ama ne çadırı?.. Gelin çadırı... Gelin çadırına, yuvarlak, biraz da böyle süslü olan çadıra kubbe derlerdi.

Allah-u Teàlâ Hazretleri nasıl buyurmuş?.. (Evliyâî tahte kıbâbî) “Benim velî kullarım gelin çadırlarının altında saklıdır.” Neden böyle buyrulmuş hadis-i kudsîde?.. Nasıl gelin duvaklı oluyor, peçeli oluyor, çadırın içinde oluyor, herkes görmüyor; görünmesin diye dikkat ediyorlar, çadırın içinde koruyorlar. Yüzüne duvak örtüyorlar, yüzü görülmüyor. Eski devrin adetlerini hatırlayalım; böyle saklanıyor.

(Evliyâî tahte kıbâbî) ne demek?.. Benim sevgili kullarım da öyle, gelinin gözlerden korunduğu, saklandığı gibi saklıdırlar. Yâni herkes hemen meydanda görmez, göze çarpmaz demek...


Demek ki saklı olurlar, kendilerini saklarlar. Tevazu gösterirler, böbürlenmezler, kendi hallerini belli etmezler. Bazıları kendisinin evliyâ olduğunu da bilmezmiş, ama Allah’ın evliyâsı olurmuş. Bazısına Allah bildirirmiş evliyâ olduğunu... Bazısını da halk da bilirmiş, kendisi de bilirmiş. Çeşit çeşit oluyorlar.

Ama mütevazi olduklarından, konuşurken; “—Ben günahkâr kardeşiniz... İşte kanaatime göre şu şöyledir, acizâne bendeniz böyle düşünüyorum.” derler.

Bendeniz ne demek?.. Köleniz demek; bende, köle...

“—Ben aciz kardeşiniz, bendeniz, benim nâçiz kanaatime göre...” derler. Nâçiz ne demek?.. Hiç bir şey demek...

Ağlar adamcağız böyle; “—Ben günahkâr kardeşiniz çok günahlıyım, ömrümü hiç hayırlı yolda geçiremedim.” der.

452

Halbuki ömrünü ibadetle geçirdi, hayırla hasenatla geçirdi, herkese hizmetle geçirdi. Faydalı işler yaptı. Yetimleri aldı büyüttü, evlendirdi. Parasıyla cami yaptırdı, medrese yaptırdı. Bir an bile ilimden irfandan geri durmadı ama, sorsan kendisine:

“—Ben çok günahkârım, Allah affetsin günahlarımı, dua edin!” filân der; tevazuundan...


Demek ki, Allah’ın velî kulları saklı oluyor. Biraz kendilerini saklıyorlar, biraz Allah saklıyor. Gelinin çadırında saklandığı gibi belli etmiyor. Bazen itilip kakılabiliyorlar. Karanlık, tozlu topraklı yerlerde olabiliyorlar. Üstü başı toz toprak, saçı başı dağınık olduğu için herkes dilenci zannedebiliyor. Olabilir. Ama kalbi hidayet feneri gibi etrafa ışıl ışıl ışık saçıyor diye Peygamber Efendimiz bildiriyor.

Bu hadis-i şerifte böyle evliyâullahın halleri geldi.


d. Evliyâların Sıfatları


Bir sonraki hadis-i şerif de yine evliyâullah ile ilgili, onu da okuyalım. Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri’nden naklolunduğuna göre, burada da Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:129


إن أبْدَالَ أُمَّتِي، لَمْ يَدْخُلُوا الْجَنّةَ بِاْلأَعْمَالِ؛ وَلٰكِنْ إنسََّما دَخَلُوهَا


بِرَحْمَةِ اللَّهِ، وَسَخَاوَةِ اْلأَنسَْفُسِ، وَسَلاَمَةِ الصُّدُورِ، وَرَحْمَةٍ لِجَمِيعِ


الْمُسْلِمِينَ (هب. عن أبي سعيد)


RE. 110/5 (İnne ebdâle ümmetî, lem yedhulü’l-cennete bi’l- a’mâl, ve lâkin innemâ dehalûhâ, bi-rahmeti’llâhi, ve sehàveti’l- enfüsi, ve selâmeti’s-sudûri, ve rahmetin li-cemîi’l-müslimîn.)



129 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.439, no:10893; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.342, no:34601; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.23, no:35: Câmiü’l- Ehàdîs, c.VII, s.439, no.10893.

453

Bu da yine, Allah’ın evliyâsının sıfatlarıyla ilgili bir hadis-i şerif olduğu için, bunu da okuyalım:

(İnne ebdâle ümmetî) “Hiç şüphe yok ki benim ümmetimin ebdâli...” Ebdâl ne demek, sayıları muayyen olan evliyâullah demek; üçler, yediler, kırklar gibi. Neden ebdâl denmiş?.. Çünkü birisi ahirete irtihal ettiği zaman, yerine ötekisi geldiğinden ebdâl

deniyor. Ebdâl o zaman, sayıları belirli olan, yüksek vasıflı, çok kıymetli evliyâullah demek...

“Benim ümmetimin evliyâsı, ebdalları, (lem yedhulü’l-cennete bil-a’mâl) cennete amelleriyle girmeyecekler.” Yâni şu kadar namaz kıldılar, bu kadar tesbih çektiler, şöyle oruç tuttular diye amelleriyle girmeyecekler. (Ve lâkin innemâ dehalûhâ bi- rahmeti’llâh) “Allah’ın rahmeti ile cennete girecekler. (Ve sehàveti’l-enfüs) Nefislerinin cömertliği ile girecekler. (Ve selâmeti’s-sudûr) Göğüslerinin selâmeti ile girecekler. (Ve rahmetin li-cemîi’l-müslimîn) Bütün müslümanlara merhametleri dolayısıyla girecekler.”

Şimdi bunları izah edelim:


1. Evliyâullah cennete amelleriyle girmeyecek. Zâten kimse cennete ameliyle girmeyecek. Bu ne demek?.. Yaptığımız amellerin fiatını hesaplasak, teraziye koysak, Allah’ın bize verdiği bir nimetin bile karşılığı olmaz. Bir görme nimetinin, bir işitme nimetinin, bir akıl nimetinin karşılığını ödemek için, bin tane canımız olsa, bin defa fedâ-yı can etsek yine ödeyemeyiz. Allah’ın üzerimizdeki nimetleri, ikramları çok olduğundan, ameller o nimetleri bile ödeyemediğinden, cenneti satın almak o amellerle mümkün olmaz. Cennetin bedeline hiç kimse para yetiştiremez.

Herkes Allah’ın lütfuna bağlı olarak, Allah rahmettiği için, lütfettiği için cennete girecek. Peygamber Efendimiz dahi, geceleri ayakları şişinceye kadar ibadet ettiği halde, Allah’ın en sevgili kulu olup ömrünü en güzel şekilde geçirdiği halde, Allah’ın rahmetiyle cennete girecek. Evliyâullah da Allah’ın rahmetiyle girecek.


Buradan neyi anlıyoruz: Hiç bir kimse ibadetlerine mağrur olmasın, ibadetiyle böbürlenmesin! “Ben bu kadar ibadet işledim, muhakkak cenneti garantiledim.” demesin, böyle bir yanlış zanna

454

da düşmesin! Çünkü ibadetleri güzel ibadet de olsa, ne kadar makbul de olsa, teraziye konduğu zaman, Allah’ın nimetlerinden bir tanesini bile karşılayamaz.

Cennete girecek olan herkes, —Peygamber Efendimiz, ben dahi öyle diyor— Peygamber Efendimiz de, yüksek evliyâullah da cennete amelleriyle girmeyecek. Nerede kaldı böyle ağır aksak namaz kılan, hatalı kusurlu oruç tutan, eksikli kusurlu müslümanlar... (Ve lâkin innemâ dehalûhâ bi-rahmeti’llâh) “Allah’ın onlara acımasıyla, rahmetmesiyle, Allah’ın rahmetiyle girecekler cennete...” Çünkü hiçbirisi cenneti hak edemez, parasının hakkından gelemez. Cennetin köşkünün bir taşının, bir mücevherinin bedelini bile, ömrü boyu ibadet etse karşılayamaz.

Tamam bunu anladık; Allah’ın rahmeti ile cennete girecekler. O halde kimse ibadetine böbürlenmesin, ibadetinden dolayı burnunu havaya kaldırmasın! “Ben şu kadar namaz kıldım, ben bu kadar hatim indirdim, ben bu kadar hacca gittim.” diye kendini aldatmasın!


Bir kere bilmiyoruz ki, ibadetlerini Allah kabul etti mi; yâni kabul olunacak sağlam bir ibadet mi, çürük bir ibadet mi?.. Bakkaldan çürük elmayı kimse para verip alır mı?.. Çürükleri atıyor bakkal... Şöyle bir bakıyor, çürümüşse elma onu atıyor, sağlamlarını siliyor, öyle koyuyor. Çürükler çöpe gidiyor.

İbadet çürük ise, zâten Allah kabul etmez. Haramdan yapılmışsa, haram para kazanmış hacca gitmişse, zâten kabul etmez. Oruç tutarken diline sahip olmamışsa, gözüne sahip olmamışsa, günahlardan korunmamışsa; orucu da kabul olmaz.

Sadakayı başa kakarak verdiyse, haramdan kazandıysa, veya fukarayı üzerek verdiyse, inciterek verdiyse; onu da kabul etmez. Gàfilâne namaz kıldıysa, onu da kabul etmez. Gàfilâne zikrettiyse, onu da kabul etmez. Gàfilce, aklı başka yerde dua ettiyse, onu da kabul etmez.

Bir kere güzel olacak ibadetler... Güzel olduktan sonra da cenneti kazanmağa yetmez, Allah’ın rahmeti ile cennete girecekler. Bunu öğreniyoruz, bir... İbadetleri yapacağız ama, ibadetlerimize mağrur olmayacağız, ibadetlerimizle öğünmeyeceğiz, böbürlenmeyeceğiz, haddimizi bileceğiz. Bilmez ki Allah ibadetini kabul etti mi, etmedi mi?.. “Acaba Rabbim bana

455

rahmedecek mi, yoksa işlediğim suçlardan dolayı cezalandıracak mı?.. Aman cezâlandırırsa halim nice olur!.. yoksa beni affına mı erdirecek, mağfiret mi edecek?..” diye korku ile ümit arasında olacak.

Demek ki evliyâullah bile amelleriyle girmiyorlar, Allah’ın lütfu ile cennete giriyorlar.


2. (Ve sehàveti’l-enfüs) “Nefislerinin cömertliği ile girecek.” Nefsinin cömertliği ne demek?.. İnsanların cömertliği bir kaç çeşittir.

a. Elindeki malından parasından verir; buna mal cömertliği

derler.

b. Bedenen hizmet eder, hizmete koşturur. Delikanlıdır, hocasının hizmetinde pervane gibi dolaşır, güzel hizmet yapar. Hocası da dua eder, “Allah razı olsun!” der. Veya babasına, annesine, akrabasına, büyüklerine hürmet eder. Sever büyükleri. Neden?.. Bedenen hizmete koşturuyor. İşte bu ten cömertliği... c. Bir de can cömertliği vardır, Allah yolunda canını verir. Şehidler gibi, “Canım feda olsun!“ der, canını verir. Demek ki, evliyâullah da hizmet ehli imişler. Cennete girenler Allah’ın rahmeti ile girecek, bir de hizmet ehli oldukları için, nefislerinin cömertliğinden, ten cömertliğinden... Hem malla mülkle cömertlik yapıyorlar, etrafa hediyeler, ikramlar, hayırlar, yardımlar yapıyorlar; hem de hizmete koşuyorlar. Allah cömertleri seviyor, ondan dolayı girecekler cennete..


3. (Ve selâmeti’s-sudûr) “Göğüslerinin selâmetinden dolayı cennete girecekler.” Selâmet-i sudûr; kalbinde, yâni içinde başkalarına karşı kin, gazab, düşmanlık, hile, fesat olmayan, içi temiz olan demek... İç temizliği ile girecekler.

Bakıyorsun herkesi seviyor, herkesi affediyor, kendisine kötülük edeni bile bağışlıyor. Kötülüğe iyilikle mukabele ediyor. Kimsenin aleyhinde konuşmuyor, gıybetini yapmıyor, aleyhinde çalışmıyor, zararına çalışmıyor. Kimseyi üzmüyor, herkesin iyiliğini istiyor. Bunun göğsü sâlim, hasta değil, selâmette, hastalığa bulaşmış değil, sıhhatli; iç dünyasının hiç bir hastalığı yok...

456

Bazı insanların dışı sağlamdır turp gibi, ama içi çürüktür ceviz gibi... İçi bin bir türlü kötü duygu ile doludur, hile ile doludur, fitne ile fesatla doludur. O zaman dışının kürkü, süsü, zîneti, giyiminin güzelliği, tıraşının parlaklığı para etmez.

Ne olacak, evliyâullah nasıl giriyor cennete?.. İçlerinin her türlü olumsuz vasıftan selâmette olmasıyla, güzel vasıflarla dolu olmasıyla, kalplerinin temiz olmasıyla giriyorlar.


4. (Ve rahmetin li-cemîi’l-müslimîn) Rahmet burada merhamet mânâsına... “Bir de bütün müslümanlara karşı merhametli oldukları için giriyorlar.”

Evliyâullahın bir sıfatı da bütün müslümanları sevmektir, hepsinin iyiliğini istemektir. Hattâ Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde buyurmuş ya:130


مَا مِنْ دُعَاءٍ أَحَبَّ إِلَى اللهِ مِنْ أَنْ يَقُولَ الْعَبْدُ: اللَّهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ


مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً (قط. خط. والديلمي عن أبي هريرة)


RE. 381/7 (Mâ min duàin ehabbü ila’llàhi min en yekùle’l- abdü) “Duaların en makbulü, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne kulun duasının en sevgilisi, (Allàhümme’rham ümmete muhammedin rahmeten àmmeh) ‘Yâ Rabbi, Ümmet-i Muhammed’e geniş bir bağışlama ile, umûmî bir merhamet ile merhamet eyle!’ demesidir.”

Yâni, “Merhametin hepsini kapsasın, hepsini afv ü mağfiret eyle, hepsine lütfunla muamele edip cezalandırma... Müşkil işlerinin hallini âsân eyle, sıkıntılarını gider, hepsini hoş eyle... Hepsini huzur ve rahat içinde, dünyada ahirette bahtiyar eyle...”



130 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VI, s.157; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.IV, s.313, no:1142; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.442, no:1725; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.46, no:6146; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.350, no:952; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.II, s.75; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidal, c.II, s.597, no:5001; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.116, no:3212 ve s.287, no:3702; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIX; s.154, no:20448.

457

diye hepsinin iyiliğini düşünürler. İyi insanların bir vasfı da budur.


Demek ki bu hadis-i şeriften iyi şeyler öğrendik, evliyâullahın huylarını öğrendik. Bir kere güzel ameller, ibadet, tâat, Allah’ın emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak, şeriatın ahkâmına uymak olacak; ama bunlarla öğünmeyeceğiz, Allah’ın rahmeti ile cennete gireceğimizi bileceğiz, mütevazi olacağız.

İkincisi, içimiz cömert olacak. Hem elimiz açık olacak, para, mal, mülk yardımı yapacağız; hem de bedenen insanların hizmetine koşacağız, insanlığın hizmetinde olacağız. İyiliğin, dinin hizmetinde olacağız. Kötülüğün hizmetinde değil, çetenin reisin peşinde değil de iyiliğin peşinde olacağız.

Üçüncüsü, içimiz tertemiz olacak, hiç bir hastalık bulunmayacak. Kalbimiz pırıl pırıl olacak, kimseye kin, düşmanlık, adâvet, hile, fitne, fesat duyguları olmayacak içimizde...

Dördüncüsü de, bütün müslümanlara merhamet edeceğiz. “Dünyanın neresinde müslüman kardeşim var, sıkıntıları nedir, onlara ne yapabilirim?” diye düşüneceğiz, elimizden geldiğince yardımcı olacağız.


e. Babasının Dostlarını Ziyaret Etmek


İki hadis-i şerif olduğuna göre üçleyelim bu hadis-i şerifleri... Aradaki hadis-i şerifi de okuyalım:131


إِن أَبَرَّ الْبِرِّ، أَنْ يَصِلَ الرَّجُلُ أَهْلَ وُدِّ أَبِيهِ، بَعْدَ أَنْ يُوَلِّيَ اْلأَبُ



131 Müslim, Sahîh, c.IV, s1979, no:2552; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.758, no:5143; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.313, no:1903; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.97, no:5721; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.174, no:431; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.29, no:41; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.253, no:794: Kudàî, Müsnedü’ş- Şihâb, c.II, s.112, no:994; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.327, no:918; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXXIII, s.71; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.465, no:45462; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.105, no:5905.

458

(م. د. تحم. حب. عن ابن عمر)


RE. 110/4 (İnne eberre’l-birri, en yasıle’r-racülü ehle vüddi ebîhi, ba’de en yüvelliye’l-eb.)

Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî gibi sağlam kaynaklar, Abdullah ibn-i Ömer RA’dan rivayet etmişler. İzah edelim:

(İnne eberre’l-birri) “İyiliğin en iyisi...” Çeşitli iyilikler var, iyi işler var, sevaplı işler var, makbul işler var, Allah’ın sevdiği güzel işler var... “İyinin en iyisi nedir?” diyor Peygamber Efendimiz. (En yasıle’r-racülü ehle vüddi ebîhi) “Babasının sevdiği arkadaşlarına ziyaret yapmasıdır, ilgi göstermesidir. Gidip onları, ‘Siz babamın dostlarıydınız, nasılsınız, iyi misiniz, bir emriniz var mı?’ filân diye onları arayıp sormasıdır, kollamasıdır; yardıma muhtaçsa yardım etmesidir. (Ba’de en yüvelliye’l-eb.) Baba ahirete göçtükten sonra...

Demek ki, evlât dünyada iken de babasının dostlarına saygılı olacak; baba ahirete göçtükten sonra da, bu babamın dostuydu diye, babasının hatırı için baba dostlarını ziyaret edecek. (En yezûra) demiyor, (en yasıle) diyor; hem ziyaret edecek, hem de onlarla ilgi bağlarını kuracak demek. Bu ziyaretten de ötede onlara yardımcı olmak, hizmet etmek; mâlî bir yardım gerekiyorsa, bağış ve ikram gerekiyorsa onları da yapmak mânâsını da ihtiva eder.


Demek ki hayırlı bir evlât, babası ahirete irtihal ettiği zaman onun için hayır yapar, hasenat yapar, hatim indirtir, dua eder, hacca gider, sadaka verir, babasına boyna sevap gönderir. Ama başka bir de ne yapacak?.. Babasının arkadaşlarına gidip ziyaret edecek, ellerini öpecek, gerekirse onlara mâlî yardımda bulunacak.

“—Hacı amca nasılsınız? Siz babamın dostuydunuz, sizi ziyarete geldim; bir hizmetiniz var mı?” diye soracak, duasını alacak.

İşte görüyorsunuz, müslümanlık ne kadar tatlı, ne kadar güzel!.. Bir iyi müslümanın, babasının vefatından sonra, baba dostlarını bile unutmaması gerekiyor.

459

f. Hadis-i Şeriflerin Önemi


Allah-u Teàlâ Hazretleri bize, dinimizin güzel emirlerini öğrenip, gereğince amel etmeyi nasîb eylesin...

Bunlar nereden öğrenilir?.. Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden öğrenilir. Teferruat Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden öğrenilir. Peygamber SAS Efendimiz’in sünneti iyi öğrenilirse, din namına yapılan şeylerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu da öğrenilir. Söylenilen sözlerin de hangisi doğru, hangisi eğri, o zaman terazi de tartar insan. “Bu adam dini bilmiyor. Söylediği yalandır, yanlıştır, eksiktir, kusurludur; işin doğrusu şudur.” diyebilir hadisleri bilirse...

Hadisleri bilmeyen bir insan, dini tamamıyla anlayamaz. Ben şimdi gazetelere bakıyorum, bazı sözleri duyunca acı acı gülümsü- yorum, üzülüyorum. Çünkü din namına, müslümanlık namına, dindarlık namına felâket derecede, cahilce yalan, yanlış, eksik, kusurlu sözler... Kimlerden ne gibi sözler çıkıyor, şöyle okuyorum üzülüyorum, acı acı gülümsüyorum.

Neden?.. Çünkü, “Falanca hadis-i şerifi okumuş olsaydı bu adam, böyle demezdi... Filânca ayeti bilseydi böyle demezdi... Filânca hadis-i şerifi bilseydi, o ayeti yanlış yorumlamazdı.” diye düşünüyorum.


Onun için sevgili kardeşlerim, üç hadis-i şerifi okuduğumuz bu sohbetin sonunda açıklama yapayım size; ihtar edeyim, ikaz edeyim sizi, uyarayım:

Hadis-i şerifleri, Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetini iyi öğrenmezseniz, aldanırsınız! Tam müslümanlığı, doğru müslümanlığı öğrenemezsiniz! İş cahillerin söylediği sözlerle çığırından çıkar, sonra insanlar şaşırır. Ama dindeki şaşırma da çok pahalıya mal olur. Yolda yürürken şaşırmaya benzemez; dinde imanda şaşırdı mı insan, —Allah saklasın— Allah’ın sevgisini kaybeder, gadabına uğrar, kahrına uğrar. Cehenneme düşer, cayır cayır yanar. Dünyası, ahireti mahvolur.

Onun için, Kur’an-ı Kerim’e sarılın, hadis-i şerifleri okuyun!..

“—Efendim, hangi hadis-i şerifleri okuyacağız; bazıları hadismiş, bazıları bazı kötü insanlar tarafından uydurulmuş?..”

460

Tabii, bak ne kadar güzel biliyorsun. Demek ki, bazı insanlar müslümanları şaşırtmak maksadıyla, yalan yanlış sözler bile otaya atmışlar. O halde, sahih hadisleri öğreneceksiniz.

“—Nedir bunun ölçüsü?..”

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın neşrettiği hadis kitaplarını okuyun; Sahîh-i Buhàrî’yi okuyun, Riyâzu’s-Sàlihîn’i okuyun!.. Sorun müftü efendiye, sorun Din İşleri Yüksek Kuruluna... Hangi hadis-i şerifler sağlamdır, onları okuyun!

Büyük alimlerin açıklamalarıyla neşredilmiş kitapları alın, okuyun! Meselâ, rahmetli Ahmed Davudoğlu Hoca Efendi, —nur içinde yatsın—İmam Müslim’in hadis kitabını açıkladı. Diyanet, Buhàrî’nin açıklamalarını neşretti; kaç cilt, içindekiler kısmı var... Sonra sahih hadis kitaplarından Ebû Dâvud neşredildi, Tirmizî neşredildi, İbn-i Mâce neşredildi. Hepsi sahih olarak bilinen, kıymetli hadis kitapları neşredildi. Onları okuyun! O zaman o hadislere aykırı söz söyleyenleri bilirsiniz, “Haa, işin doğrusu şuymuş!” dersiniz.

461

Demek ki tam müslümanlık, doğru müslümanlık, en iyi müslümanlık nereden öğrenilir?.. Sünnet-i seniyyeye sarılarak öğrenilir, hadis kitapları göz önünde bulundurularak öğrenilir. Hadis-i şerif kitapları okunmaz, ihmal edilir, reddedilirse; “Efendim Kur’an’da şöyle yazılıyor, böyle yazılıyor.” dediği halde, insanlar o ayeti yanlış kullanmışlardır, o ayetin izahı o değildir. O zaman bazıları insanları kandırıyorlar.

Kanabilirler. Nitekim biliyorsunuz Ebû Eyyûb el-Ensàrî Efendimiz, İstanbul’da kabri bulunan, Eyüp semtinde camisi bulunan, türbesi bulunan, çok sevdiğimiz, başımızın tacı mübarek sahabi... Onun yanında bir konuşma olmuş, o ikaz etmiş. Düşünün, o devirde bile böyle yanılmalar olabiliyor.

Savaşta birisi düşmanın üzerine saldırmış, çarpışmış çarpışmış, şehid düşmüş. Saftan öne çıkıp, “Yâ Allah!” deyip gidip, düşmanla çarpıştığı için... Arkada kalanların bazıları da demişler ki: “—Bak şu adama, kendisini tehlikeye attı. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerime var:


وَلاَ تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ (البقرة:٥٦١)


(Ve lâ tülkù bi-eydîküm ile’t-tehlükeh) “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara, 2/195) buyruluyor. Bak kendisini tehlikeye attı, şehid oldu.“

Ebû Eyyûb el-Ensàrî Hazretleri müdahale etmiş:

“—Ey insanlar! Siz bu ayeti böyle yorumluyorsunuz ama, bu ayetin mânâsını biz Peygamber Efendimiz’in zamanında hiç böyle anlamıyorduk. ‘Allah’ın size verdiği malların zekâtını vermezseniz, cihada sarf etmezseniz, cimrilik yaparsanız, o zaman böylece kendinizi tehlikeye atmış olursunuz. Hayır yapın, hasenat yapın, zekât verin, cihada para verin!’ mânâsına geliyordu bu... Siz şimdi savaşta düşmana saldırmayın mânâsını çıkartıyorsunuz; bu yanlıştır. Düşmanla çarpışmak, düşmana saldırmak Allah’ın emridir. Kâfirlerle, müşriklerle cihad etmek en büyük sevaplı işlerdir. Yanlış yorumluyorsunuz.” demiş.

462

Sahabenin yaşadığı devirde bile Kur’an-ı Kerim’in kelimelerinin anlamına bakarak, düşünüp yanlış yorumlamağa kalkışanlar çıktığına göre, demek ki Kur’an-ı Kerim’i sadece Arapça bilenler anlamaz. Kur’an-ı Kerim’i şöyle tefsirlerinden, büyük alimlerin açıklamalarından, bu gibi böyle ikazları da bilen insanların doğru yorumlamalarından anlayabilir insan...

Onun için, Kur’an-ı Kerim’e sarılın ama tefsiriyle beraber, büyük alimlerin, mübarek müctehidlerin açıklamalarıyla beraber okuyarak... Hadis-i şeriflere sarılın, sahih hadis-i şerifleri okuyun! Onlar size, bu dünyadaki karşınıza çıkan bütün müşkillerde ışık tutacaktır.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi Kur’an yolundan, Peygamber Efendimiz’in yolundan ayırmasın... Sevdiği razı olduğu kul olarak yaşayıp, sevdiği razı olduğu amelleri, hayrat u hasenâtı yapıp, başarılı bir şekilde ömür sürüp, Ümmet-i Muhammed’e faydalı olup, iman-ı kâmil ile ahirete göçüp, Rabbimizin huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmaya muvaffak eylesin...

İki cihanda bahtiyar olun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ve Ak-Televizyon seyircileri!

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


04. 09. 1998 - ALMANYA

463
22. ZİKİR VE NEFİS TERBİYESİ