25. YATARKEN ABDESTLİ YATIN!
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri, değerli kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun... Cumanız mübarek olsun...
Size İzmir’in Yeni Şakran kasabasından hitab ediyorum. Buraya bizim İSPA Turizm şirketimizin bir işi için gelmiştik, nasib buradan imiş.
a. Mü’mine İftira Etmek
Size ilkönce Hazret-i Ali Efendimiz RA ve KV’den rivayet edilmiş bir hadis-i şerifle, söze başlamak istiyorum bu cuma sohbetimde... Hazret-i Ali Efendimiz RA’dan rivayet edilen hadislere, daha başka bir önem veriyorum ben. Çünkü, Hazret-i Ali Efendimiz’i seven bütün insanların, onu candan dinleyeceğini biliyorum.
Peygamber SAS Efendimiz’in bu hadis-i şerifi, ahlâk ile ilgili bir konuyu anlatıyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:121
مَنْ بَهَتَ مُؤْمِنًا أَوْ مُؤْمِنَـةً أَوْ قَالَ فِيهِ مَا لـَيْسَ فـِيهِ، أَقَامَهُ اللهُ عَزَّ
وَ جَلَّ يَوْمَ الْـقِيَـامَةِ عَلٰى تَلٍّ مِنْ نَارٍ، حَتَّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ فـِيهِ
(ابن النجار عن علي)
RE. 411/13 (Men behete mü’minen ev mü’mineten ev kàle fîhi mâ leyse fîh, ekàmehu’llàhu azze ve celle yevme’l-kıyâmeti alâ tellin min nâr, hattâ yahruce mimmâ kàle fîh.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
121 Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.1016, no:7924; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.131, no:21695.
Bu hadis-i şerif bühtan, yâni iftira etmek ile ilgili bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
(Men behete mü’minen ev mü’mineten) “Bir mü’min erkeği veya bir mü’min hanımı iftira ile anan, ona iftira eden; (ev kàle fîhi mâ leyse fîh) onun hakkında, onda olmayan bir kusur varmış gibi yalan yere, ‘O şöyledir, böyledir...’ diye konuşan bir kimse...” Behete fiili, bühtan etmek demek. Buna iftira atmak diyoruz. Yalan yere birisini, kötü bir vasıfla yad etmek. Allah bunu cezalandıracak. Mü’min de olsa; namazlı, niyazlı, imanlı bir mü’min ama, iftira etti öbür kardeşine... Mü’min erkek kardeşine veya mü’min hanım kardeşine... Buradaki kardeşten maksat da, din kardeşi. Yâni, bir müslüman erkeğe veya bir müslüman kadına iftira etti bir insan...
Tabii bu ötekisine zarar veriyor. Yazık, yapmaması lâzım, ahlâka uygun değil... Birisi onun aleyhinde konuşsa, kendisi de hoşlanmaz tabii. Bir ölçü de bu... İnsan kendisine yapılmasını hoş göreceği şeyi başkalarına yapmalı; kendisine yapıldığı zaman hoşlanmayacağı şeyi de başkasına yapmamalı!..İnsan hiç kitap okumamış olsa, hiç ilmi olmasa bile, ahlâkî esas olarak, kàide olarak bu yeter. Yâni, “Bunu bana yapsalardı, ben hoşlanmazdım; o halde ben de başkasına yapmayayım, o da hoşlanmaz herhalde...” diye, insanın yapmaması lâzım!..
Ama insanlar boş durmuyorlar, yalan yanlış, kuru iftira diyoruz... Bilmiyorum sulusu nasıl olur, kurusu nasıl olur iftiranın ama, kuru iftira deniliyor işte, yâni asılsız, esassız, uydurma laflar... Bunu şahıslar da yapıyor, daha kötüsü gazeteler de yapıyor. Gazeteler, mecmualar, televizyon kanalları, radyo kanalları... Türk ceza kanununda, bir insan bir suçu basınla işlediği zaman, cezalar katlanır. Çünkü, bir çok insan dinliyor, bir çok insan okuyor onu... Onun için cezalar ağırdır.
Tabii, ilâhî kanunda da, herhalde bir insan hakkında söylenen bir kötülük, sadece bir kişi tarafından duyulur da, onun kafasını karıştırırsa, onun iftira edilen insanla güzel münasebetlerine tesir eder, onu bozmağa sebep olursa; nihayet zavallı, iftiraya uğrayan insan bir insan kaybetmiş olur. Ama bu basın yoluyla, radyo yoluyla, televizyon yoluyla olursa; binlerce, milyonlarca insan, böyle yalan yanlış şeylerden etkilenir de, haksız olarak, yanlış
olarak birilerine kötü gözle bakarsa, kötü sanarsa, kötü zan beslerse; o zaman suç kat kat daha büyüyordur muhakkak ki...
Şimdi böyle bir insan ceza görecek tabii, ettiğini bulacak, Ahirette Allah onu bu suçundan dolayı cezalandıracak.
“—Ama efendim, bu başka zaman başka iyilikler yapmış, namaz kılan bir insanmış, hacca da gitmiş... Babası da müftüymüş, dedesi de şeyhmiş...” filân.
Bazen böyle söylüyorlar. Birisiyle tanışıyorsunuz; bakıyorsunuz adam hatalı bir yolda, kötü bir iş yapıyor. “Yâhu, böyle yapma!” filân diyorsunuz. Biraz münakaşa ediyorsunuz. Bakıyor ki, sizi biraz çetin ceviz olarak görüyor, “Bunun alt edemeyeceğim gàlibâ!” diye düşünüyor, bu sefer geri adım atmağa başlıyor:
“—Zâten benim ailem de müslümandır. Ben küçükken Amme cüzünü de okumuştum. Benim dedem de hocaydı. Benim akrabam da hacca gitmişti...”
İyi ama, onların sevabı onlara; sen işte onların yolunda gitmemişsin! Senin de kendinin iyi olman lâzım!..
İftira eden kimse cezâ görecek. Mü’min de olsa ceza görecek. Kâfir olunca zâten ceza görecek. Mü’min olmayan insan, zâten ebediyyen cehennemde yanacak, onda şek şüphe yok... Mü’min de iftira ederse, o da cehenneme girecek. Ne olacak?..
(Ekàmehu’llàhu azze ve celle yevme’l-kıyâmeti alâ tellin min nâr) “Allah onu kıyamet gününde ateşten bir tepenin üstünde ikàmet ettirir. Ateş yığını olan bir tepenin üstünde, bu iftiracı adam durdurulur. (Hattâ yahruce mimmâ kàle fîhî) O iftira ettiği adamın mâsum olduğunu itiraf edinceye kadar ve o iftira etmesinin cezasını çekinceye kadar, o ateşten tepenin üstünde cayır cayır yanar, azab görür.” diye, Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor.
Şimdi, tabii benim hatırıma geliyor ki, bütün insanlar doğru düzgün, dürüst, sağlam sözlü, kibar, zarif, arif, kâmil insanlar olsa... Olmuyor. Olmayınca tabii, hem ahirette cezası var, hem de dünyada bunun bir cezası olması lâzım!..
“—Efendim, basın yoluyla işleniyor iftira... Televizyon yoluyla işleniyor. Bunun cezasını kim verecek?..”
Eğer kanun vermezse, yâni kanundan kaçma yollarını bulurlarsa, veyahut birisi davacı olmadı diye arada kaynar, giderse; o zaman toplum bunun cezasını vermeli!..
Toplumun cezası nedir?.. Toplum, “Sen yalancısın, iftiracısın!” der, bir daha o gazeteyi almaz. Bir daha o radyoyu dinlemez. Bir daha o televizyon yayınına iltifat etmez.
Amerika’da yüksek tirajlı bir gazete bir müstehcen fotoğraf yayınlamış. Yâni, Amerika’nın aile hayatında da hoş karşılanmayan, çirkin bir fotoğraf yayınlamış. Kim bilir hangi konudaydı... Diyelim ki, tirajı sekiz milyonmuş, Amerikanın ölçülerine göre... Gazetenin ismini unuttum ama, olay gerçek bir olay. Ertesi gün gazetenin tirajı pat diye düşmüş, üçte bir, dörtte bir nisbetine düşmüş. Yâni toplum cezalandırıyor. Nasıl cezalandırıyor?..
“—Sen benim ahlâkî anlayışıma, terbiyeme uymayan çirkin bir karikatür neşrettin. Sevmedim bunu, beğenmedim; almıyorum
senin gazeteni!” diyor.
Tiraj düşmüş. Tiraj düşünce tabii, iadeler fazla geliyor bayilerden... Gazete sahipleri hemen anlamışlar hatalarını; özür dilemişler, karikatüristi cezalandıracağız demişler, sorumlu yazı işlerini değiştireceğiz demişler... Sonuç değişmemiş. Yâni halk teveccühünü kesmiş, ona olan iltifatını döndürmüş, vaz geçmiş, o gazeteyi almamağa başlamış. Tabii, derhal cezasını bulmuş oluyor.
Bu toplumun cezası... Eğer toplum faziletleri, ahlâkları, güzel davranışları sever ve desteklerse; o zaman faziletleri işleyen, güzel ahlâklı davranan, iyi işleri yapan insanlar çoğalır. Kadir bilen insanların arasından, kadri bilinen insanlar çoğalır, kadir bilme duygusu çoğalır.
Ama, adam her türlü yalanı söylüyor, yalan olduğu belli, kanûnen ceza yiyor. Kanun cezalandırıyor, sen yalan söylüyorsun diye... Millet yine aynı gazeteyi almağa devam ediyor, aynı televizyon yayınını izlemeye devam ediyor. Bu topluma da bir sorumluluk yüklüyor. Allah diyecek ki muhtemelen:
“—Niye o kötü insanı destekledin? Niye emr-i ma’ruf nehy-i münker vazifeni yapmadın?.. Niye kötü olduğu halde, ona iltifatını
devam ettirdin?.. Niye iltifatını kesmedin, teveccühünü bırakmadın?..” diye, sanıyorum onlara da ahirette bir sorumluluk olur.
Onun için, insan sevgisini bile kullanırken, sorumluluğunu düşünmeli, sevilmeyecek bir şeyi severse, Allah’ın bunun hesabını soracağını bilmeli! Kötülüğü destekliyorsa, kötülüğü desteklemesinin de bir cezasının olduğunu bilmeli! Bu bir ahlâkî konu...
Tabii, bu hadis-i şeriften çıkacak ders nedir?.. Kat’iyyen kimsenin aleyhinde yalan ve iftira söylemememiz lâzım! Çoluk çocuğumuzu iftira etmeyecek, yalan söylemeyecek, bühtan etmeyecek; birisinin ar, namus, izzet ve şerefiyle oynamayacak terbiyede yetiştirmemiz lâzım!..
Tamam, bunlar bizimle ilgili hususlar. Bir de böyle yapan insanlara, emr-i ma’ruf nehy-i münker vazifemiz var:
“—Yapmayın, etmeyin, ayıptır, günahtır!.. Bak sen bunu yalan söyledin!” dememiz lâzım!..
Bunu da tabii bazı insanlar, bazı insanlar anlamaz. Hani deniliyor ki, “Yüzü Fransız köselesi gibi, hiç kızarmıyor.” Veyahut, deniliyor ki: “Tükürsen yağmur yağdı sanıyor, ‘Yâ Rabbi şükür!’ diyor.” Yâni, duygusuz, vurdum duymaz, yüzü kızarmaz insanlar var. Onlara da maddî bir ceza olmalı ki, sonra da bu terbiyesizliğin bu toplumda çok büyük bir aksülamel [reaksiyon] ile karşılaştığını, çok nâhoş karşılandığını anlayacak, yapmayacak.
Toplumun terbiyesi bu... Yâni insanın bir ana terbiyesi var, bir aile terbiyesi var, bir de toplumun terbiyesi var... Bizim toplumumuzda, bazı şeyleri yapmak isteyen kimselere toplum müdahale eder; “Yapma böyle!” der, engeller. Yapamaz! Yapan, o işi yapmakta cesaret bulamaz.
Demek ki, bir de böyle bir vazifemiz olduğunu, toplumsal vazifemiz olduğunu, sevgili dinleyiciler, unutmayalım!.. Hazret-i Ali Efendimiz RA’dan rivayet edilen bu hadis-i şerifi hatırımızda tutalım!
Tabii bir de konuşurken, konuştuğumuz sözlerin kaynağını düşünelim!.. “Ben bu sözü söylüyorum, filânca hakkında böyle
deniliyor; ama bu doğru mu yanlış mı?..” Doğruyu yanlıştan ayıracak bir meziyetimizin de olması lâzım! Peygamber Efendimiz, mü’minlerde böyle bir meziyetin olduğunu beyan buyuruyor. Diyor ki:122
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ (خ. في تارخه، ت. غريب، وابن السني في الطب، حل. عن أبي سعيد؛ طب. خط. والحكيم،
وسمويه عن أبي أمامة؛ ابن جرير عن ابن عمر)
RE. 14/12 (İttekù firâsete’l-mü’mini) “Mü’minin ferasetinden korkun! (Feinnehû yenzuru bi-nûri’llâhi) Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar; gerçekleri çok güzel görür, iyiyi kötüyü anlar.” Siz de, size gelen bir haberin doğruluğunu araştırın! Kur’an-ı Kerim’de zâten ayet-i kerime var:
إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا (الحجرات:٠)
(İn câeküm fâsikun bi-nebein fetebeyyenû) “Fâsıkın birisi, günahkârın birisi size bir haber getirirse, ‘Bu haber doğru mu,
yanlış mı?’ diye tahkik edin bakalım!” (Hucurat, 49/6) buyruluyor.
122 Tirmizî, Sünen, c.X, s.399, no:3052; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.312, no:3254; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VII, s.354, no:1529; Ukaylî, Duafâ, c.VIII, s.95, no:1856; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.191, no:1234; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.67, no:1537; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.V, s.351, no:1154; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VIII, s.102, no:7497; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.183, no:2042; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.387, no:663; Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.374, no:370; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.III, s.86; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.207; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.99, no:2500; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.118; Ebû Ümâme RA’dan.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.94; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.88, no:30730; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.41, no:80; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.334, no:531.
Bir gazete bir haber yazıyor; doğru mu, yanlış mı?.. Yâni yalancı gazeteleri tasfiye etmemiz lâzım! Açıkça söylüyorum ben de... Bugünlerde her şeyi açıkça söylemek modası var, ben de açıkça söyleyeyim: Yalancıları tasfiye etmemiz lâzım! Yalancı radyoları, yalancı gazeteleri, yalancı televizyonları, yalancı şahsiyetleri tasfiye etmemiz lâzım!.. Toplumun şamarını yesin, bir daha yapamasın!
Pekiyi yüz verirsek buna, ne olur?.. Bu kötü huy yayılır. Sonunda bu kötü huyun cezasını, buna müsamaha edenler de çeker. Onlara da gelir cezası bir gün... O bakımdan bu hadis-i şerifin mûcebince amel olunmasını, hassasiyetle rica ediyorum. Bu önemli bir şey, bütün kardeşlerim dikkat etsinler!..
Bir de dinleyen kardeşlerim, dinlemeyen kardeşlerime anlatsınlar, nakletsinler: “Bak böyle cezası varmış bu işin! Aman bir konuyu destekli, mesnetli, delilli, isbatlı olan bir şeyi konuşalım! Bilmediğimiz şeyi konuşmayalım!” desinler.
Hattâ müslümanın, bilmediği şeyde hüsnü zan etmek vazifesi de var. Hüsnü zan ne demek?.. “İnşâallah o güzeldir, öyle değildir.” diye onun lehine düşünüp, iyiye yormak. Bu da müslümanın vazifesi... Ama çok kesin olarak kötülük ortaya çıkmışsa, onu da söylemek lâzım!..
Bu birinci hadis-i şerif sevgili Akra dinleyicileri, size Yeni Şakran kasabasından okuduğum.
b. Çocuğunu Geç Evlendirmenin Vebâli
İkinci hadis-i şerife geçmek istiyorum. Bu da anne ve babalarla ve evlenme çağına gelmiş evlâtlarla ilgili bir hadis-i şerif olacak. Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet edilmiş.
Biliyorsunuz Hazret-i Abbas, Peygamber Efendimiz’in sevgili amcalarından birisiydi. Onun oğlu Abdullah da biraz gençti, delikanlıydı. Peygamber Efendimiz’le beraber hac filân yapmıştı. Bilgisi, görgüsü çoktu. Bir de şâhâne güzelliği vardı. Yâni bakıldığı zaman, insanı etkisi altına alan, çok alımlı, güzel bir çehresi vardı Abdullah ibn-i Abbas RA’ın. Peygamber Efendimiz’in dedelerine de çok benzeyen bir kimseymiş. Hani bazan torunlar
dedelerini andırırlar ya... O rivayet ediyor Peygamber Efendimiz’den.
Bakın bu annelerin, babaların sorumluluğunu gösteren bir hadis-i şerif. Size okuyayım, çocuklar da dinlesinler! Nikâh yaşına gelmiş çocukları da ilgilendiriyor:123
مَنْ بَلَغَ وَلَدَهُ النٍِّكَاحَ وَعِنْدَهُ مَا يُنْكِحُهُ، فَلَمْ يُنْكِحْهُ، ثُمَّ أَحْدَثَ
حَدَثًا، فَاْلإِثْمُ عَلَيْهِ (الديلمي عن ابن عباس)
RE. 411/7 (Men beleğa veledühü’n-nikâha ve indehû mâ yünkihuhû, felem yünkihhu, sümme ahdese hadesen, fe’l-ismü aleyhi)
Kısa bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
(Men beleğa veledühü’n-nikâha) “Kimin çocuğu nikâhlanacak, düğün yapacak, evlenecek yaşa ulaşırsa... Büyüdü çocuk, evlenecek yaşa geldi. (Ve indehû mâ yünkihuhû) Adamın elinde de çocuğunun düğününü yapacak, onu nikâhlayacak maddî imkân ve mal mülk var... (Felem yünkihhu) Ama tehir ediyor, evlendirmiyor, geciktiriyor.
(Sümme ahdese hadesen) Bu arada da çocuk, bir suç işlerse, fenâ bir şey yaparsa...” Delikanlı ya... Deli ne demek?.. Akılsız demek. Delikanlı ne demek?.. Kanı biraz delişmen, kaynıyor. Evlendirilmeyen çocuk, delikanlılığının icabı olarak fenâ bir şey yaparsa... Ne kasdediliyor, bu fenâ bir şey ne demek?.. Flört demek, konuşma demek, belki daha kötüsü zina demek olabilir. “Böyle bir kötü bir şeyi yaparsa, (fe’l-ismü aleyhi) günahı onu evlendirmeyen babayadır.” diyor Peygamber SAS Efendimiz.
Biliyorsunuz, ayet-i kerimede buyruluyor:
لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى (الأنعام:٨٠١)
123 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.486, no:5507; Ebû Ümâme RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.587, no:45337; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.119, no:21664.
(Lâ teziru vâziretün vizre uhrâ) “Kimse kimsenin suçunu yüklenmez, herkes kendi işlediği suçun cezasını kendisi çeker.” (En’am, 6/164) kàide-i umûmiyyesi var İslâm hukukunda. Bunu atasözü olarak dedelerimiz nasıl söylemiş:
“—Her koyun kendi bacağından asılır.” diye söylemiş.
Evet, bir suç işlendiği zaman, suçu işleyenin bir cezası vardır. Kötülük yapan bir delikanlı da büluğ çağına gelmiş, âkıl, bâliğ olmuş mu?.. Evet, âkıl ve bâliğ oldu, namazı kılması gereken yaşa geldi. Tamam, sorumluluk çalışmağa başladı. Bunun işlediği her şeyden ilk sorumluluk kendisinedir. O bir günah kazanmış olacak, defterine bir günah yazılacak ama, bu çocuğun bu günahı işlemesinin sebebi, onu evlendirmekle vazifeli olan ebeveyninin, anne ve babasının onu evlendirmemiş olması olduğundan; İslâm’da bir işe sebep olanlar da cezalandırıldığından, anne baba da o günahı işlemiş gibi günaha giriyor.
Adam hacı diye düşünelim... Hacca gitmiş, sakallı, dindar, takvâ ehli bir insan... Adam beş vakit namazını kılmış, adam iyi bir İslâmî hayat sürmüş... İyi ama çocuğunu evlendirmemiş; çocuğu anasına, babasına lâyık olmayan kötü bir iş yapmış. O suçun cezası babaya da geliyor. Baba işlemediği halde, çocuğunu o suçu işletecek duruma düşürdüğü için, o cezayı almış oluyor.
Ben onun için, İskenderpaşa’daki vaazlarımda da söyledim, Söğütlüçeşme’deki vaazlarımda da söyledim, yazdım da... Bir çocuk àkıl ve bâliğ olacak çağa geldiği zaman, hani;
“—Yedi yaşında namazı emredin, on yaşındayken kılmazsa, inad ederse zorlayın, döğün, o namaza alıştırın! Akıl baliğ olduğu zaman, artık sevabı, günahı kendisine yazılmaya başlayacak, ona alışkanlık olarak hazırlayın!” diyordu Peygamber Efendimiz.
Ben de demiştim ki:
“—Bakın, demek ki çocuklarımıza, akil baliğ olmadan önce, yâni yedi yaşından on yaşına kadarki zaman içinde, ilkokul çağında sevapları günahları, hepsini belletmeliyiz. ‘Şunlar şunlar sevap, vazife, farz... Şunlar şunlar günah; bunları da yapmamak lâzım!’ diye, çocuklara öğretmemiz lâzım! Ondan sonra günaha girmesin diye.
Evlenecek çağa geldi, evlendirilmedi, bir günah işledi. O zaman sorumluluğu anne ve babaya geliyor. Şimdi burada tabii, bazıları diyecek ki:
"—Hocam àkıl ve bâliğ ne zaman oluyor?.. Ortaokul çağında âkıl ve bâliğ oluyor. Daha bunun lisesi var, üniversitesi var, askerliği var... Şimdi ben bunu evlendirsem ne olacak?.."
Tabii, bu bizim toplumumuzun durumu. İslâm’ın emirleri böyle değil! İslâm’ın emirleri çağlar üstü, çağlar boyu, cihanşumül, bütün dünyaya yaygın olan şey...
Meselâ, ben şahsen kendi çocuğumu, okul çağında iken evlendirmeyi kendisine teklif ettim, zorladım, ama olmadı. O başka türlü düşündü. Evlenmesi birkaç yıl gecikti.
“—Evlâdım, ben seni evlendireyim! Sana da bakarım, eşine de bakarım; yâni senin evini de sağlarım, geçimini de sağlarım. Korkma, evlen!” diye tavsiye etmiştim.
Nereden tavsiye etmiştim?.. Bu hadis-i şerifi okuduğum için, bana bir sorumluluk gelmesin diye tavsiye etmiştim. Size de bu konuyu açıyorum. Çünkü, sizin sevap kazanmanız benim için önemli... Ben size kılavuzluk eden bir insanım. Sizin bilmeniz gereken, sizin için tehlike olan şeyleri, size önceden bildirmem gerekiyor. Bu benim vazifem. İşte size bunu da böylece bildirmiş oluyorum, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Demek ki, çocuklarınızı mümkün olduğu kadar erken evlendireceksiniz.
Şimdi nasıl oluyor bu devirde?.. Bu devirde bir insan liseyi bitiriyor, üniversiteyi bitiriyor, mastır yapıyor, doktora yapıyor, Amerika’ya gidiyor, ihtisasını tamamlıyor... Geliyor, askerliğini tamamlıyor. Saçlarına kır düşüyor, yaşı kırk yaşına geliyor; ondan sonra evleniyor.
Olmaz! Çok gecikmiş oluyor. Nasıl olacak?.. Mümkün olduğu kadar erken evlenmiş olacak, ciddî bir yuva kurmuş olacak ve ondan sonra öbür çalışmaları yapacak.
Benim bir tanıdığım kimse vardı, üniversiteyi bitirdikten sonra evlendi. Ama sonra dedi ki:
“—Yâhu, ben bu evliliğin böyle olduğunu bilseydim, lisedeyken evlenirdim. Çünkü, çok rahat oldum ve çok rahat çalışıyorum.” dedi.
Hani bazıları, “Bekârlık sultanlıktır.” diyorlar. Bazıları, “Erken evlenmek olmaz. İnsanın en verimli çağları, en şâirâne çağları, işte bu bekâr geçirdiği çağlardır. Evlenmesin!” filân diyorlar. Bunlar Avrupalıların görüşleri, Peygamber Efendimiz öyle söylemiyor.
c. Yatarken Abdestli Yatmak
Bu hadis-i şerifi de size anlattıktan sonra, bir de özel bir ibadeti size hatırlatmak istiyorum bu konuşmamda... Bu kişisel, kişinin kendisiyle ilgili bir ibadet... Bu özel ibadetle, bu cumaki konuşmamı itmam etmiş olacağım.
Biliyorsunuz, namaz kılmak sevaplı bir şey, oruç tutmak iyi bir şey... Zekât vermek çok sevaplı, iyi bir şey zenginler için... Hacca gitmek güzel... Zikir bir ibadet, Kur’an okumak bir ibadet, ilim öğrenmek ibadet... Bunları biliyorsunuz. Bir de Peygamber SAS Efendimiz’in günlük yaşantı içine bizlere bir tavsiyesi var: “Bir insan geceleyin abdest alıp, birkaç rekât namaz kılıp —2 rekât, 4 rekât, neyse— abdestli olarak yatmalı!” diye Efendimiz’den çeşitli hadis-i şerifler var, tavsiyeler var. Şimdi o tavsiyelerden birkaç tane okuyacağım ki, bunun önemi anlaşılsın. Bu hususta sizi teşvik etmek istiyorum.
Okuyacağım birinci hadis-i şerifi, Abdullah ibn-i Ömer RA, yâni Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:124
124 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.328, no:1051; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.37, no:64; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.446, no:13621; Ukaylî, Duafâ, c.III, s.363, no:1398; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.III, s.242, no:1068; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.28, no:2780; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.441, no:1244; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.317; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.560, no:41336; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.98, no:21604.
مَنْ بَاتَ طَاهِرًا، بَاتَ فِي شِعَارِهِ مَلَكٌ، وَلاَ يَسْتَقِرُّ سَاعَةً مِنَ
اللَّيْلِ إِلاَّ قَالَ الْمَلَكُ: اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِعَبْدِكَ فُلاَنٍ، فَإِنَّهُ بَاتَ طَاهِرًا
(قط. عن أبي هريرة؛ ك. والبزار عن ابن عمر)
RE. 410/13 (Men bâte tàhiren, bâte fî şiàrihî melekün ve lâ yestakırru sâaten mine’l-leyli illâ kàle’l-melekü: Allàhümma'ğfir li- abdike fülânin, feinnehû bâte tàhirâ.)
Mübârek metnini okuduk, bu hadis-i şerifin mânâsı ne?.. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Men bâte tàhiren) “Müslümanlardan her kim ki abdestli olarak yatarsa...” Abdest aldı, abdestli olarak yatağa yattı, uyuyacak. (Bâte fî şiàrihî melekün) Şiàr, içe giyilen çamaşır demek. “Onun iç çamaşırı ile vücudu arasına giren bir melek, onunla beraber geceler.” “Koynunda bir melek geceler.” desek, herhalde yakışacak, güzel olacak.
(Ve lâ yestakırru sâaten mine’l-leyli) “Gecenin hiç bir vaktinde durmaz bu melek; (illâ kàle’l-melekü) bu melek dâimâ der ki: (Allàhümma'ğfir li-abdike fülânin) ‘Yâ Rabbi, abdestli yatan şu benim koynunda bulunduğum kulunu mağfiret eyle, affet bu kulunu... (Feinnehû bâte tàhirâ) Çünkü bu tertemiz yattı, abdestli iken yattı. Bunu afv ü mağfiret eyle yâ Rabbi!..’ diye, gecenin hiç bir saniyesinde durmadan, dâimâ böyle o kul için Allah’a dua eder.”
Böyle diyor Peygamber Efendimiz. Bundan ne anlıyoruz?.. Demek ki, geceleyin yatarken taze abdest alacağız, (2 rekât / 4 rekât) biraz namaz kılacağız; abdestli olarak sağ yanımıza besmeleyle yatıp, güzelce abdestli bir şekilde uyuyacağız.
Bu okumak istediğim birinci hadis-i şerif. Biraz da zihninize perçinlensin diye, birkaç rivayeti birden okumak istiyorum.
d. Yatarken Az Yemek, Az İçmek
İkinci hadis-i şerif Abdullah ibn-i Abbas RA’dan:125
مَنْ بَاتَ لَيْلَةً فِي خِفَّةٍ مِنَ الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ، يُصَلِّي، تَدَاكَّتْ حَوْلـَهُ
الْحُورِ الْعِينُ، حَتَّى يُصْبِحَ (طب. عن ابن عباس)
RE. 410/14 (Men bâte leyleten fî hıffetin mine’t-taàmi ve’ş- şerâb, yusallî tedâkket havlehü’l-hùri’l-înü, hattâ yusbiha)
“Bir kimse geceleyin yatarken, şöyle az yemiş olarak, az meşrubat içmiş olarak ve namaz kılmış olarak gecelerse, ibadet edip uyursa; (tedâkket havlehü’l-hùri’l-în hattâ yusbiha) o iri gözlü, uzun kirpikli, o güzelim cennet hùrileri etrafında birbirleriyle tokuşurlar, çarpışırlar, sabaha gelince kadar... ‘Ben bunun yanına yaklaşacağım!.. Ben bunun yanına geleceğim!..’ diye, melekler birbirleriyle sabaha kadar izdihamlı bir şekilde dururlar.” buyrulmuş oluyor.
Kim bu kimse?.. Yatarken az yemek yemiş, az meşrubat içmiş, midesi şişkin değil. Bu da bir önemli husus... “İnsanın akşam yemeğini hafif yemesi, sıhhati için çok iyi.” diyor zamanımızın doktorları da. Ama bunu Peygamber Efendimiz, o zamandan söylemiş.
Hafifçe yemiş, az içmiş, midesi rahat... Midesinde bir izdiham, şişlik yok. Bir de namaz kılmış bir halde, iki rekât, dört rekât ne kadar kıldıysa kılmış. Etrafına huri kızları üşüşüyorlar, birbirleriyle itişip kakışarak... Tabii ceng ü cidal mânâsına değil de, çok olduklarından ne yapsınlar, kendilerine bir yer bulmak için... Sabaha kadar böyle etrafında izdiham içinde hùri kızları olacak.
O cennetlik hùri kızları ki, onları anlatırken Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
125 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.326, no:11891; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.1370, no:21471; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.II, s.525, no:3535; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.101, no:21613.
“—Eğer bu hùri kızlarından bir tanesi, yüzünü değil de, serçe parmağının ucunu şu dünya halkına bir gösterseydi, bütün dünya ışıl ışıl aydınlanırdı.” diyor.
O hùri kızları etrafına toplanacak.
e. Abdestli Yatıp da Ölen Kimse
Üçüncü hadis-i şerifi okuyorum. O da Enes RA’dan rivayet edilmiş, aziz ve sevgili kardeşlerim:126
مَنْ بَاتَ عَلٰى طَهَارَةٍ، ثُمَّ مَاتَ مِنْ لَيْلَتِهِ، مَاتَ شَهِيداً (ابن السني عن أنس)
RE. 411/1 (Men bâte alâ tahâretin, sümme mâte min leyletihî, mâte şehîdâ.)
Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
“Kim abdestli olarak gecelerse, o gece de eceli gelir de vefat ederse...” Akşamleyin abdestli yatmıştı mübarek. Ama ne yapalım, ömrü bu kadarmış. Geceleyin ecel geldi, vefat etti. “Abdestli olarak yatmış olduğu gecede vefat ederse, (mâte şehîdâ) şehid olarak ölmüş olur.”
Biliyorsunuz, hayat önemli de, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Hepimiz yaşıyoruz. Allah afiyetli, sıhhatli, mutlu, huzurlu, güzel bir ömür nasib etsin... Uzun ömür nasîb etsin hepinize, hepimize... Yaşamak güzel, fakat ölüm de çok mühim bir olay!.. Herkesin nasıl öleceği belli olmuyor. Kimisi çok ızdırab çekiyor. Ölüm kolay bir olay değil. Peygamber Efendimiz bildirmiş ki:
“—Bir insana elli defa kılıç vurulmuş gibi acı çeker.”
Bazı vefat eden insanlardaki o ölümün çırpıntıları, o sekerât-ı mevtin halleri, ızdırapları... Yâni böyle insanın kanı çekilip canı çıkarken, bazılarına çok zor olacak tabii...
126 İbnü’s-Sinnî, Amelü’l-Yevmi ve’l-Leyleh, c.III, s.395, no:731; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.15, s.544, no:41290; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XX, s.100, no:21608.
Sonra bir başka nokta var: İnsan öleceği zaman, şeytan gelip onun imanını çalmağa çalışır. Onun kâfir olarak ahirete göçmesi için, en son uğraşını, mücadelesini verir, kandırmağa çalışır. Allah’ın varlığını inkâr ettirmeğe çalışır, dinden, imandan çıkartmağa çalışır.
Onun için, şeytan yanına sokuldu mu, tehlikeli bir mahlûk yanına sokulmuş; tam o zamanda büyük bir tehlike var... Belki de kandırır, Allah etmesin... Kandırabilir, çünkü şeytan usta bir mahlûk. Şeytan yanına gelmesin, imanını almasın; kötü bir hàtime ile, sû-i hàtime ile, imansız olarak ahirete göçmesin diye, insanın her türlü tedbiri alması lâzım!.. Ne türlü fedâkârlık gerekiyorsa, yapması lâzım!..
Ama o kadar büyük fedâkârlığa lüzum yok! Peygamber Efendimiz müjde veriyor, bize yol gösteriyor. Gece abdest alarak yatmış olan bir insan, o gece ölürse şehid olarak ölür. Şeytan yanına gelemez, imanını alamaz. Ölümü de bir şehid gibi olur. Mü’min-i kâmil olarak ölür. Şehid olarak ölür dediğine göre de, ahirette şehid sevabı alacak, abdestli yattığı için...
Tabii, ben bu hadis-i şerifleri okuyunca çok sevindiğim için, siz de sevinesiniz diye bu hadisleri okudum. Ama mürşid-i kâmillerimize, şeyhlerimize, hocalarımıza dua etmeden sözümü bitirmek istemiyorum. Allah razı olsun, bu ilimleri kendileri öğrenip, hadis-i şerifleri okuyup, Kur’an-ı Kerim ayetlerini okuyup, hazmedip, İslâm’ı en derin mânâsıyla, en derin noktalarına kadar tetebbû edip öğrenip de, bizi o bilgilerine göre yetiştirdi bu mürşid-i kâmillerimiz, hocalarımız...
Hassaten bu okuduğum Râmûzü’l-Ehàdîs kitabını yazan Gümüşhàneli Ahmed Ziyâeddin Efendimiz... Süleymaniye’de Kànûnî Türbesinin yanında kabri olan büyük alim, büyük muhaddis, hadis alimi... Sonra kendisini gördüğümüz, elini öptüğümüz, duasını aldığımız, mübarek şeyhimiz Mehmed Zâhid Kotku Efendimiz... Ankara’da adına cami var, İstanbul’da camiler var, mektepler var... Allah razı olsun, İstanbul Belediye Başkanı bir caddeye Mehmed Zâhid Kotku ismini verdi.
Onlara dua ediyoruz. Neden?.. Çünkü bunları bize onlar öğrettiler. Kitaplarda okumadan önce, adet olarak bu mübarek zatların hayatlarında bunları gördük, onlardan bu tavsiyeleri aldık. Şimdi hadisleri okuyoruz da, onların bize ne kadar güzel yollar gösterdiğini anlamış oluyoruz. Onu anladığımız için, onlara minnetdarlığımız var.
Bu, içinde size şimdi bu hadis dersini verdiğim, Şakran’daki hacı kardeşimizin evine de Hocamız gelmiş, burada odasında namaz kılmış. Ondan da bir haz duyduğum için, o büyüklerimizi o bakımdan da anmak istiyorum. Allah makamlarını a’lâ eylesin... Cennette yüksek makamlar ihsân eylesin... Şefaatlerine, himmetlerine, teveccühlerine cümlemizi nâil eylesin... Bize ne kadar sevaplı şeyler öğretmişler. Ben de onlardan öğrendiğimi size nakletmiş oldum. Bu cuma sohbetimde, delil olarak üç tane hadis de okuyarak, anlatmış oldum.
Demek ki, sevgili Akra dinleyicileri, bundan sonra geceleyin yatarken bir güzel âdetiniz olsun... Kişisel âdetiniz, kendinize mahsus, sevap kazanmak için bir itiyadınız oluyor bu: Abdest alacaksınız, abdestinizi tazeleyeceksiniz, iki rekât veya dört rekât namaz kılacaksınız, besmeleyle yatağa yatacaksınız. Ne faydası var?.. Etrafınıza hùri kızları toplanacak, izdihamlı bir şekilde,
birbirleriyle itişe kakışa... “Bu Allah’ın mübarek kulu” diyerek sizin yanınızda olmak isteyerek, hùri kızları toplanacak...
Bir melek sizin koynunuzda geceleyecek; “Yâ Rabbi, bu abdestli yattı, tertemiz bir kul, bunu afv ü mağfiret eyle!..” diye, sabaha kadar durmadan dua edecek. O gece ecel gelirse, şehid olarak vefat edeceksiniz. Bunu adet edindiğiniz zaman, inşâallah bir zaman gelir, ölümünüz geldiği zaman gene böyle abdestliyken olmuş olur.
“—Hasta olup da insan abdest alamamış olsa?” diye bir soru geldi aklıma. “Efendim, hasta da, kanıyor da her tarafı, abdesti tutmuyor. Yatakta olduğundan, işte böyle abdest alamadı. Geceleyin böyle yatamadı ama, o gece öldü...”
Hastalar hakkında müjde var, Peygamber Efendimiz bildiriyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine der ki:
“—Benim bu hasta kulum, sıhhatliyken neler yapıyorsa, şimdi hasta olduğu için yapamıyor amma, yapmış gibi onun defterine o sevapları yazın!” buyurur.
Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri, adet edinilmiş olan şeyleri, hastalık ve mâzeret sebebiyle yapamayan insanlara, yapmış gibi sevap veriyor.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Sanıyorum sizin yüzünüzü güldürecek, sevindirecek, müjdeli birkaç hadis-i şerifi size nakledebildim. Hepinizin cumasını tebrik ederim. Allah bu güzel günün hayrından, bereketinden, mânevî mükâfâtlarından cümlenizi istifade ettirsin...
Cümlenizi rahmetine gark eylesin, rahmet deryasına daldırsın... Rahmeti suyuyla yıkayıp, pırıl pırıl nurlu müslümanlar eylesin... İki cihan saadetine mazhar eylesin... Sevdiklerinizle beraber, cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri, es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
11. 10. 1996 - İzmir
26. İLMİ ÖĞRENMEK VE BAŞKALARINA
ANLATMAK
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Cumanız mübarek olsun... Allah sizi dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirsin... Ömrünüz gönlünüzce olsun... Ahirette de Allah dileklerinize, taleplerinize, muratlarınıza sizleri nâil eylesin...
Size hitab ettiğim yerleri söylüyorum, o da ilgi uyandırıyor. Biraz da bulunduğum yerin reklamı olmuş oluyor. Bu sefer Türkiye’mizin en güzel yörelerinden birisi olan Fethiye’den hitab ediyorum. Size, Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden bir demet, o güzelim gül bahçesinden bir buket sunmak istiyorum.
Birinci hadis-i şerif... Tabii, bu kitapta hadis-i şerifler alfabetik sırayla, yâni elifbe sırasına göre dizilmiş olduğundan, konular değişebiliyor. Ama bu değişiklik de, çiçek demetinde çiçeklerin değişmesi gibi bir şey oluyor; ben seviyorum. Dinleyiciler de herhalde değişik konular öğrenmiş oldukları için, istifadeli olacak diye düşünüyorum. Onlar da severler diye düşünüyorum.
a. Namazda Harama Bakmamak
Okuyacağım birinci hadis-i şerif Taberânî’de ve Ebû Dâvud’da var. Râviyesi Esmâ bint-i Ebî Bekir, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz Hazretleri’nin mübarek kızı Esmâ Hanım. Hanım olması dolayısıyla sahabiye demek lâzım! O rivayet etmiş. Erkek rivayet etmişse, râvî diyoruz; hanım rivâyet edince râviye diyoruz.
Tabii, hanım kelimesi geçince bir söz söylemeden edemeyeceğim: Bakın bu hadis-i şerifi bir hanım rivayet etmiş. Sonra biliyorsunuz Esmâ bint-i Ebî Bekir olduğu gibi, Aişe bint-i Ebî Bekir RA da var; yâni Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in bir kızı da Hazret-i Aişe Vâlidemiz. Hanım ama, ashabın en bilgililerinden birisi...
Bununla şunu demek istiyorum, benim sevgili dinleyicilerim, aziz kardeşlerim! Hanımlar da, sevgili kızlarımız, evlatlarımız da
ilmi öğrenirlerse, böyle bilgili, görgülü, kendisine bir şey sorulduğu zaman bilen, dünyayı tanıyan insanlar olurlarsa; Hazret-i Aişe Vâlidemiz’in yolunda olmuş olurlar, Esmâ bint-i Ebî Bekir RA’nın yolunda olmuş olurlar. Yâni, hanımları ve hanım kızlarımızı ilim öğrenmeğe teşvik edici bir şey, bu isim. Ben de teşvik etmiş oluyorum.
Şimdi Peygamber Efendimiz namazla ilgili bir hususu anlatıyor burada, bir tavsiyede bulunuyor:127
مَنْ كَانَ مِنْكُنَّ تُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، فَلاَ تَرْفَعْ رَأْسَهَا حَتَّى
يَرْفَعَ الرِّجَالُ رُءُوسَهُمْ، مِنْ ضِـيقِ ثِيَابِ الرِّجَالِ (حم. د. طب. خـط. عن أسماء بـنـت أبي بكر)
RE. 440/1 (Men kâne minkünne tü’minü bi’llâhi ve’l-yevmi’l- âhir, felâ terfa’ re’sehâ hattâ yerfea’r-ricâlü ruûsehüm, min dîkı siyâbi’r-ricâl.) Biliyorsunuz Peygamber SAS’in mescid-i saadetinde, o güzelim mübarek mescidinde... Evet basitti, çok süslü, zînetli değildi. Altını gümüşü, saltanatı, zîneti yoktu. Hurma direklerinden, hurma dallarından gölgelendirilmiş, kumluk, küçük bir mesciddi. Şimdiki Mescid-i Nebevî’nin Peygamber Efendimiz’in türbesine yakın kısmıydı.
مَا بَيْنَ بَيْتِي وَمِنْبَرِي رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ
(خ. م. حم. عن أبي هريرة)
127 Ebû Dâvud, Sünen, c.I, s.286, no:851; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.348, no:26992; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.24, s.98, no:261; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.III, s.148, no:5109; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.241, no:3119; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.V, s.118, no:2225-7; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IX, s.217, no:4794; Esmâ bint-i Ebî Bekir RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.1161, no:20877; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.309, no:23603.
(Mâ beyne beytî ve minberî) “Benim evimle minberimin arası, (ravdatün min riyâdi’l-cenneh) cennet bahçelerinden bir bahçedir.” diye de hadis-i şerif var.128
Oranın cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu, mânevî bakımdan perdeler kalksa görülebilir. Cennet bahçelerinden bir bahçe olan mübarek mescidi Peygamber Efendimiz’in... Nasıldı namaz kılma şekli?.. Peygamber Efendimiz öne geçerdi. Arkasında beyler, erkekler namaza dururlardı. Onların arkasında çocuklar namaza dururlardı. En geride de, caminin arka tarafında hanım sahabiyeler namaza dururdu. Sahabiye, hanım sahabi demek. Mürebbî erkek, mürebbiye hanım... Muallim erkek, muallime hanım... Biraz da Arapça bilgisi gelişmiş oluyor.
Arka tarafta hanım sahabiyeler namaz kılarlardı. Önde erkekler, onların arkasında çocuklar... Tabii çocuklar da büyüklere hürmeten biraz geride duruyorlar. En önemli yer de Peygamber Efendimiz’in arkası... Zâten bütün camilerde en önemli yer, imamın hemen arkasıdır. Çünkü, imam herhangi bir şekilde rahatsız olursa, o onun yerine geçip namazı tamamlayacak. İmam rahatsızlandı diye, burnu kanadı diye, bir mâzereti çıktı diye namaz durmaz. O geçer, namazı o devam ettirir.
128 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.399, no:1138; Müslim, Sahîh, c.II, s.1011, no:1391; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.236, no:7222; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.65, no:3750; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.246, no:10061; Bezzâr, Müsned, c.II, s.416, no:8188; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.345; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.XI, s.439, no:32316; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.III, s.182, no:5243; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VI, s.369, no:2414; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.VIII, s.246, no:1553; İbn-i Sa’d Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.253; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s,465, no:10009; İmam Mâlik, Muvatta’
(Rivâyet-i Yahyâ), c.I, s.197, no:463; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.184, no:1459; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.294, no:13156; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.I, s.223, no:733; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VI, s.367, no:2412; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.290, no:6444; Zübeyr ibn-i Avâm RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.259, no:34944; Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.678, no:5880, 5886, 5889; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.477, no:19940.
Onun için, imamın arkasındaki kişinin alim olması lâzım, fıkıh bilmesi lâzım, namaz nasıl devam edecek, bilmesi lâzım! Kıraat bilmesi lâzım, imamın yerine geçebilecek bilgilere sahib olması lâzım! Orası önemli...
Hem de sevap ilkönce imama gelir, imamdan oraya gelir. Bir sağına, bir soluna, bir öteki sağına, bir öteki soluna, sevap da öyle derece derece, azalarak böylece dağılır.
Arka sıralar geriye doğru gider. Arada bir boşluk bırakılır. Ondan sonra da hanımlar namaza dururlardı. Sabah namazına da gelirlerdi, bütün namazlara gelirlerdi. Hattâ bir keresinde Peygamber Efendimiz sabah namazını mutâdının hilâfına, yâni adeti üzere uzunca kıldırdığı halde, o sabah namazını hemen çok çabuk kıldırmış. İki kısa sûre ile kıldırmış. Demişler ki:
“—Yâ Rasûlallah, çabuk kıldırdınız, kısa kestiniz bu sabah namazını?..”
Buyurmuş ki:
“—Arkada bir çocukcağızın ağladığını duydum. Annesi huzursuz olmasın diye, onun için çabuk kıldırdım.” demiş.
Yâni, her şeyi düşünüyor Efendimiz SAS Hazretleri.
Şimdi hanımlara hitâben buyuruyor ki:
(Men kâne minkünne tü’minü bi’llâhi ve’l-yevmi’l-âhir) “Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa...” Yâni, iyi inanıyorsa demek. Tabii, camide olduğuna göre, Peygamber Efendimiz’in karşısında olduğuna göre, hitabına erdiklerine göre, cemâlini gördüklerine göre, onlar da müslüman tabii... Ama Peygamber Efendimiz te’kid ediyor, tahrik ediyor. Yâni, “İnanan insanın böyle yapması lâzım! Mâdem siz inanıyorsunuz, benim biraz sonra söyleyeceğim şeyi yapın!” demek.
“Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa...” Hepsi inanıyor ama, “Kim sağlam inanıyorsa, tam inanıyorsa, gerçekten inanıyorsa, iyi bir müslüman olmak istiyorsa; (felâ terfa’ re’sehâ hattâ yerfea’r-ricâlü ruûsehüm) adamlar başlarını kaldırmadan, onlar daha önceden başlarını kaldırmasınlar!”
Hani secdeye varılıyor ya... Rükûa varılıyor, biraz eğiliniyor; secdeye varılıyor, alın, burun, eller, dizler, ayaklar yere konuluyor... İmam “Allàhu ekber” deyince kaldıracaklar başlarını ama, diyor ki Peygamber Efendimiz:
“—Erkekler başlarını kaldırmadan, yâni erkekler doğrulmadan siz doğrulmayın! Siz acele edip daha önceden doğrulmayın!” diyor.
Sebebini de izah ediyor Peygamber Efendimiz. Ben şimdi bunu birtakım şeylere bağlamak istiyorum:
(Min dîki siyâbi’r-ricâl) “Adamların elbiselerinin darlığından dolayı, kadınlar daha önceden başlarını kaldırmasınlar! Erkekler iyice bir doğrulsunlar, ondan sonra kadınlar başlarını kaldırsınlar.” diyor.
Şimdi tabii, erkeklerin elbiselerinin darlığı... Yâni blue-jean pantolon mu giyiyorlardı, daracık streç mi giyiyorlardı?.. Hayır!.. Yoksulluktan, kumaş bulamadıklarından, tam örtüneme- diklerinden, sıkı sıkıya sardıklarından dolayı... Zaruretten dolayı, mahrumiyetten dolayı, fakirlikten dolayı... Her birisi mânevî bakımdan çok zengin, sultan insanlar ama, maddî imkânları çok az tabii.
O devirde, Efendimiz’in çevresindeki o mübarek insanlar, günlerce aç kalmışlar. Kumaş bulamadıkları için post bürünmüşler mağara adamları gibi ama, mağara adamları değil, mânâ adamları... Yâni son derece yüksek insanlar ama, giyimleri öyle. İçleri mâmur, kalbleri altın gibi, dışları öyle görünüşlü... İşte
o sıkıntılardan dolayı, “Erkeklerden sonra başlarını kaldırsın hanımlar!” buyuruyor.
Hani, başını kaldırırken önündekine bakmaması lâzım, aslında secde mahalline bakması lâzım ama, gözü öndeki erkeklere erişebilir. Onların elbiseleri dar olduğundan, arkadan bakınca, mahrem yerleri, avret mahallerini örten kısımlar belli olabilir. Onun için başlarını geç kaldırsınlar! Yâni gözlerini koruyacaklar arkadakiler.
Bu hanımlara böyle tavsiye edilmiş ama, herkes için böyledir, herkes gözünü koruyacak! Daha öndekinin herhangi bir örtünmesi gereken uzvuna, elbisenin darlığından dolayı aklı oraya takılmasın diye, mutlaka tedbir almak lâzım! Önüne bakmak lâzım ama iki türlü tedbir: Öndeki adam mümkünse elbisesini bol yapacak, bol giyimli olacak ki, herhangi bir şekilde bir mahzur olmasın. Bu öndeki namaz kılan adamın tedbiri... Arkadaki de gözüne sahip olacak, bakmayacak, geç kalkacak biraz daha... Hanımlar için geç kalkmasını söylüyor. Tabii, başkaları için de öyle.
“—Pekiyi gözü oraya takılırsa, aklı oraya takılırsa, ne olur?..” O doğru olmaz. Namaza uygun olmaz, arkadakinin namazı bozulabilir. Bakışlarının uygun olmayan şeyler görmesi, aklının takılması durumunda namazı bozulur. Bunu taleb ediyor Peygamber Efendimiz, tavsiye buyuruyor.
b. Elbiseler Tesettüre Uygun Olmalı!
Bu bizim için çok önemli, bu devir için önemli... Şimdi buraları, size konuşmayı yaptığım yerler sıcak yerler olduğu için, üzerimde yazlık bir elbise var. Pamuktan yapılmış, bol bir elbise var. O kadar rahat ki... Altına giydiğim, ayaklarıma giydiğim pantolon da son derece bol, yâni çok rahat... Oturmam, kalkmam, eğilmem, sonra sıcaktan rahatsız olmamam çok güzel...
Ama kimisi çok dar yapıyor. Dizleri eskiyor, belki eskimesini de onlar makbul sayıyorlar, bilmiyorum. Arkaları eskiyor, paçaları yırtık... vs. Ama tabii örtünmekte rahatlık da çok önemli, sıhhat de önemli... Doktorlar diyorlar ki: “Bir elbise böyle vücudu sımsıkı
sararsa, çorap gibi sımsıkı sıkarsa, kan dolaşımını zorlaştırdığı için, sıhhate aykırıdır.” diyorlar. Bol elbise daha iyi oluyor.
Onun için, elbiselerin bol olması lâzım! Biz tabii bu hususta el- hamdü lillâh çalışmalarımız var... Biz güzide bir topluluğuz Türkiye’de; Ankara’da, muhtelif şehirlerde biçki dikiş yapan, imal eden, satan kardeşlerimiz var... Hatta kendi vakfımıza bağlı, kendi kurduğumuz giyim müesseselerimiz var... Onlara diyoruz ki:
“—Hem sıhhate uygun, hem rahat kıyafetler üretelim! Avrupa’dan gelen, batılıların yaptığı her şeyi şuursuzca taklit etmeyelim! Güzel olanı kendimiz bulalım, kendimiz geliştirelim!”
Çünkü bizim inancımız farklı... İşte namaz kılmamız lâzım, namazda rahat olmamız lâzım! Namazda örtülü olmamız lâzım, arkadakinin gözünün korunması lâzım! Öndekinin arkadakine zarar vermeyecek güzel bir kılıkla giyinmesi lâzım!..
Tabii, burada yeri gelmişken söyleyeyim, bana hep sorarlar:
“—İslâm belli bir kıyafeti emretmiş mi?.. Hanımlara çarşafı emretmiş mi?.. Beylere ille şu şekilde giyineceksiniz diye belli bir kıyafet emretmiş mi?..”
Hayır! Fıkıh kitaplarında deniliyor ki, örtünmek emredilmiş ama, örtünmenin belli bir şekille olması emredilmemiş. Üniforma diyorlar, üniforma ne demek?.. Üni, tek demek; forma, şekil demek. Yâni tek şekilli değil. Her yöreye göre, her iklime göre değişebilir. Soğuk yerlerde başka olabilir, sıcak yerlerde başka olabilir; ama örtülmesi lâzım gelen yerleri bütün müslümanlar örtecek!.. Beyler de örtecek, hanımlar da örtecek...
Şimdi gezdiğimiz yerlerde görüyoruz: Beyler çok kısa kıyafet giymiş, göbek meydanda, üstü meydanda... Hatta deniz kenarında, slip dedikleri küçücük üçgen şeklinde bir şeyler giymiş olabiliyorlar... Nerede olursa olsun, hamamda bile olsa, müslüman erkeğin de örtünmesi gereken yeri, göbeği ile dizinin altı arasıdır; bu aranın güzelce örtünmesi lâzım!
Onun için meselâ Bursa’nın eski hamamlarını, Türk hamamlarını düşünün; oraların kıyafeti ne idi?.. Peştemal idi. Peştemal çok güzel bir kıyafettir sevgili dinleyiciler, çok rahattır. Sofra örtüsü gibi bir kumaşı alıyorsunuz, çok güzel
örtünüyorsunuz. Şöyle bir ayağınızı açarak belinize sardınız mı, belinize de şöyle bir iki defa kıvırdınız mı, kayış bile istemez, tepeden tırnağa çok güzel örtünmüş olur insan... Yâni, belinden ta dizinin altına kadar güzelce örtünmüş olur. Eskiden böyle örtünülürdü, hamamlarda bile...
Şimdi de gàliba artık buna riayet etmiyorlarmış da, mayo ile hamamın havuzuna filân giriyorlarmış. Veyahut şort diyorlar, short kısa demek biliyorsunuz İngilizce’de... Şort da bize göre, gerçekten mânâsı gibi kısadır. Çünkü, dizin üstündedir. Bizde dizin altında olması lâzım!..
Onun için, bizim bazı akıllı kardeşlerimiz buluşlarını geliştirmişler, ortaya kendi zevklerine göre bir deniz kıyafeti koymuşlar, haşema demişler. Haşema ne demek?.. Diyorlar ki, “hakîkî şeriat mayosu” demekmiş. Ne demek?.. Allah’ın emrine uygun, örtünmesi gereken yerleri tam örten, bol, rahat ve uzun... Çok da güzel!
Erkek de örtünecek. Şimdi bazıları sanıyor ki, hani bazı kardeşlerimizin, vatandaşlarımızın İslâm konusundaki bilgileri eksik olabiliyor. Dünyevî tahsili yapıyorlar, hattâ Avrupa’ya, Amerika’ya gitmiş oluyorlar; biraz da onların giyimlerini, kuşamlarını taklit ediyorlar. Onlar tabii gelmeğe başlıyor. Halbuki biz kendi kültürü, medeniyeti, örfü, ahlâkı, âdâbı olan yüksek bir milletiz. Bizim de kendimize göre farklı kıyafetimiz olması lâzım! Japonların kıyafetinin farklı olduğu gibi...
Sanıyorlar ki, erkek açınabilir de kadın kapanacak... Hayır, erkeğin de kapanması lâzım, hanımın da kapanması lâzım!.. Hanımın daha çok kapanması lâzım!
Bazıları diyebilir ki… Kapanmakta ölçüleri anlatmak istiyorum size:
“—Efendim, ben hanım olarak kapanıyorum ama, dar giyebilir miyim?.. “Meselâ külotlu çorap giyebilir miyim?..” diyebilir.
Yâni, çorap gibi ayağa giyilip, bele kadar çıkan, sımsıkı bir giyecek... Giyemez! Giyerse bile, üstünde etek olması lâzım! Çünkü, vücudunu belli eden bir kıyafet, kıyafet sayılmıyor; bol olması gerekiyor. Yâni, uzuvlarının şeklinin belli olmaması lâzım!
“—Pekiyi hocam, bol olsun, ama tülden yaptırayım, kat kat olsun...”
Hayır, altı göründüğü zaman da olmaz, altı da görünmeyecek!.. Yâni şeffaf olmayacak, altı görünmeyecek; sımsıkı olup uzuvlarını belli etmeyecek. Ve hanımlar topuklarına kadar, ellerini bileklerine kadar ve yüz hariç başlarını da örtecekler. Çünkü:
وَلاَ يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ (النور:١٧)
(Ve lâ yübdîne zînetehünne) “Zinetlerini ortaya çıkartmasınlar, yâni örtsünler!” (Nur, 24/31) buyruluyor. Kur’an-ı Kerim’in emri böyle. Saç da zînet olduğundan; bir hanımın bukle bukle saçları, örgü örgü saçları zînetidir. Şeriat böyle diyor, fıkıh böyle diyor. Onun için bu zîneti de örtmek için başörtüsü kullanılıyor. Dînî inançtan dolayı, Allah’ın emri olduğundan, Peygamber Efendimiz böyle buyurduğundan, fıkıh kitapları böyle yazdığından, baş örtülüyor.
Onun için, başörtüsüne kimsenin karşı çıkmaması lâzım!.. Ne baronun karşı çıkması lâzım, ne üniversite senatosunun karşı çıkması lâzım, ne filan dairenin karşı çıkması lâzım... Neden?.. Dînî inancı... Dînî inancına göre giyinmek, dininin ahkâmını yerine getirmek herkesin hakkı olduğu için... Başkasına da zararlı bir şey değil, hattâ başkası için daha faydalı.
Ben bazı arkadaşları hatırlıyorum, kadınla konuşurken, kadın açıksa... Bir şey konuşacak, memure bir kadın veya çarşıda pazarda bir kadınla konuşması icab etse, onun göğsünün, bacağının açık olmasından o rahatsız oluyor. Yâni, başını öbür tarafa çevirse bir türlü, gözünü yumsa başka türlü... Onun açık giyinmesi, bu dindar insanı rahatsız ediyor. Kapalı olsa, örtülü olsa, çok rahat konuşacak: “—Bacım, aziz kardeşim, bir şey mi istiyorsunuz? Yardım edebilir miyim?” diyecek.
Veyahut bir şey soracak: “—Ben filâncaları arıyorum, tanıyor musunuz?” filân diyecek.
Örtülü olunca rahat ama açık olunca, tabii başını çevirmek zorunda kalıyor, zor oluyor.
Demek ki, İslâm’da örtünmek hem erkeklere var, hem kadınlara var... Erkeklerde örtünmek, göbeğinden dizine kadar... Tabii, daha fazla örtünürse, daha iyi; ama mecbûrî kısım bu kadar... Hanımların el, yüz ve ayaklar hariç her tarafını güzel, bol bir kıyafetle örtmesi vazifesi oluyor, dînî görevi oluyor. Buna da kimsenin karşı çıkmaması lâzım!..
Ben de diyeyim ki, Peygamber Efendimiz’in demin okuduğum hadis-i şerifinin başındaki kelimeleri kullanayım:
“—Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, bir müslüman hanımın veya bir müslüman beyin dînî inancından dolayı giyindiği kıyafete yan bakmasın, karşı çıkmasın, onu üzmesin, onu vazifesini yapmaktan alıkoymasın!..”
Meselâ, avukat dindar, başörtülü...
“—Başını aç, öyle gel!” diyorlar.
Olmaz, dînî inancı.
“—O zaman avukatlığı yapmayacak...”
Yâni koca hukuk fakültesindeki dört senelik tahsili boşa gidecek. Bir kıymeti hebâ etmiş oluyoruz. Okumuş bir evlâdımızı hizmet yapmaktan alıkoymuş oluyoruz.
İşte böyle, erkekler de giyinecek, hanımlar da giyinecek. Rahat kıyafetler giyinecekler. Hem sıhhî olacak, hem rahat olacak, hem dînî bakımdan sevaplı olacak. Onun için, dar kıyafetleri giymemelerini kardeşlerime tavsiye ediyorum. Namazda arkadaki için sıkıntı olur. Bakın bu hadis-i şerifte, (min dîki siyâbi’r-ricâl) “erkeklerin elbiselerinin darlığından dolayı” kadınlar başlarını sonra kaldırsınlar diyor. Yâni, dar kıyafeti Peygamber Efendimiz SAS istemiyor.
Rahat kıyafet giyineceğiz. Şöyle gayet rahat, hani diyelim ki, ata binecek olsak, özengiye ayağımızı attığımız zaman, atın üzerinde çevik bir hareketle, bir sıçrayışta çıkabilmeliyiz. Bacağımızı attığımız zaman, cart diye bir ses çıkıp da pantolonumuz ikiye ayrılmamalı!.. Namaz kılacağımız zaman, diz çökerken, cart diye bir ses çıkıp, dizimizden veya arkamızdan pantolon yırtılmamalı, patlamamalı! Rahat bir kıyafet olmalı!..
Doktorlar da bunu tavsiye ediyorlar. Rahat kıyafet, kan dolaşımını sağladığı için, soğuğu ve sıcağı da engellediği için çok uygun... Hava sıcaksa, bol olunca, sıcaklık geçmiyor; hava
soğuksa, bol olunca, vücutla bol kumaş arasındaki ısınmış havadan dolayı vücut yine korunuyor. O bakımdan, bugünkü birinci konuşmamız, biraz kıyafetle ilgili oldu.
Tabii, ben şimdi bir taraftan da, bizim İslâmî ahlâkımıza, âdâbımıza, İslâm’ın ahkâmına uygun kıyafetleri üretmelerini de, hem hanım tesettür giyimi üreten kardeşlerime, hem erkek kıyafetleri üreten kardeşlerime hatırlatıyorum, tavsiye ediyorum. Onlar da kendi zekâlarını kullansınlar, buluş yapsınlar, güzel kıyafetler ortaya koysunlar!..
Meselâ, benim sevdiğim kıyafetlerden bir tanesi, benim öyle pantolonlarım var; üstten çok kırmalı pantolon, ama rahat... Namaz kılarken, eğilirken, kalkarken, dikkat ederseniz bazı insanlar, rükûdan sonra secdeye varırken pantolonunu çekmek zorunda kalır. Neden?.. Pantolon takılıyor bir yerlere de, ille dizinin üstünden çekme yapıyor, öyle eğilebiliyor ancak...
Lüzum yok! İşte böyle çok pileli bir pantolon, şalvar tipine doğru bir pantolon çok rahat oluyor. Gençler istediği gibi hareket etsin, bisiklete binsin... Şimdi at yok ama bisiklet var, motosiklet var... Veya oyun oynayacak delikanlı, top oynayacak, hoplayacak, zıplayacak, vuracak... Birden cart diye bir ses çıkıp da, beyaz donla halkın karşısında kalmasın... Üretenler de, böyle güzel kıyafetler üretsinler diye temennî ediyorum.
c. Türkçemize Sahip Çıkalım!
Birinci hadis-i şerifim bu, kıyafetle ilgili bir şey oldu. Moda demiyorum, çünkü hep yabancı kelimeleri kullanmamağa çalışıyorum ya, sevgili Akra dinleyicileri!.. Moda ne demek, şekil demek… Modın, Almanca’sı. Şekil kelimesi varken ben onu niye kullanayım?.. Yeni kıyafet şekilleri derim, onu kullanmam.
"—Neden kullanmıyorsun hocam, bu inat niye, veyahut bu dikkat niye?.."
Türkçe’miz gidiyor elimizden... Çarşıya pazara çıktığımız zaman, dükkânların isimlerine baktığımız zaman, ben bakıyorum, üzülüyorum. Siz de bakın, siz de üzüleceksiniz. Türkçe isimler yok... İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe’de olmayan harflerle...
Meselâ, Türkçe’nin resmî elifbâsında x harfi yok; ama x harfiyle filân yazılar... Halbuki yasak.
Bizim o kadar kendi medeniyetimizden, tarihimizden nice nice güzel isimler bulunabilir. Onu bulmuyorlar, onu kullanmıyorlar. Bizim Yunandan, Almandan, Fransız’dan, İtalyan’dan, İngiliz’den aşağı kalır bir tarafımız mı var?.. O kadar zengin bir tarihimiz var ki... Kànûnî Sergisi dünyayı fethetti. Kànûnî’den asırlarca sonra, Kànûnî’nin devrinin eserleri Avrupa müzelerinde dolaştı, herkes hayran kaldı.
Bizim medeniyetimizi herkes inceliyor. Kıyafetimizi, yemeğimizi, davranışımızı herkes beğeniyor. Biz kendi elimizdeki hazinelerin farkında değiliz. Böyle şey olur mu?.. O halde kendimize gelmemiz lâzım!..
Edebiyat Fakültesi’nde bizim bir Alman hocamız vardı. Sevgili Akra dinleyicileri, bakın, bir yabancının sözü tarafgir olmadığı için, yâni bîtaraf olduğu için, tarafsız, tam böyle dengeli olabileceği için, bizim lehimize söylediği bir söz önemli!.. O Alman profesör meşhur bir profesördü. Avrupa’da tanınmış bir insandı, ülkemizde de yıllarca kalmıştı. Arapça biliyordu, Farsça biliyordu, Osmanlıca biliyordu. Daha birçok batı dilini biliyordu; Yunanca, Latince, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Rusça... Benim bildiğim bunlar, belki daha başka diller de biliyordu.
Arapça’yı da şiveleriyle, lehçeleriyle biliyordu. Hatta bize bir ara, Suriye lehçesini de okutmaya başlamıştı bu Alman profesör... Yâni halk konuşmasını da, ağızları, şiveleri, lehçeleri de takib edecek bilgili bir insandı.
O bir gün bize derste dedi ki... İki şeyini söyleyeyim o hocamızın, ismini de söyleyeyim, Helmut Ritter129 diye birisiydi. Hatta üç şeyi söyleyeyim:
129 Helmut Ritter (1892-1971) 1892 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak
Almanya’da doğdu. 1910’da liseyi Kassel’de bitirdikten sonra Halle Üniversitesine girdi ve burada ünlü şarkiyatçı Carl Brockelmann ve Paul Kahle gibi büyük âlimlerden ders aldı. Türkçe, Arapça, ve Farsça’dan başka İbrani ve Süryani dillerine de vakıftı. Türkiye’de modern anlamda filoloji tetkik ve usullerinin tanınmasında önemli hizmetleri bulunan Helmut Ritter, 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Arap ve Fars filolojisi bölümüne okutman olarak davet edildi. 1938 yılında bu bölüme profesör olarak atandı. Şarkiyat Araştırma
İsmâil Sâib Sencer130 isminde eskiden yaşamış, büyük bir alim, çok mübarek bir hocaefendi vardı. Uzun yıllar Beyazıt Umûmî Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmış. Bu bizim Helmut Ritter isimli Alman asıllı profesör gitmiş, onda ders okumak istemiş:
“—İşte bana ilminizden öğretin, ben sizin talebeniz olayım!” demiş.
İsmâil Sâib Hoca da:
“—Ben müslüman olmayana ders vermem!” demiş.
Bunlar da, Oskar Reşer’le Helmut Ritter, ikisi müslüman olmuşlar. Oskar Reşer, Osman Reşer131 olmuş... Bir keresinde, ders sırasında böyle bir konu geçmişti de;
Merkezi’nin (Şarkiyat Enstitüsü) kurulmasında önemli bir rol oynadı. 1969 yılında Almanya'ya döndü. 1971 yılında Almanya’da vefat etti. Helmut Ritter, şarkiyat araştırmaları sahasında ilk akla gelen alimlerdendir.
130 İsmail Saib Sencer (1873-1940): Beyazıt Umumî Kütüphanesi’de kütüphaneci olarak 43 yıl hizmet etmiş, sıra dışı hafızası ile tanınmış bir kimsedir. Kitap toplayıcılarının, araştırmacıların, ünlü şarkiyatcıların ve sahafların uzun seneler başdanışmanı olmuştur. 31 Ocak 1873’de Erzurum’da dünyaya geldi. Küçük yaşta İstanbul’a gitti. Kocamustafapaşa Askerî Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra Fatih ve Süleymaniye Camii'nde öğrenim gördü. Öğrenimi devam ederken Maarif Nezareti’nin açtığı bir sınavla Bayezid Umumî Kütüphanesi'ne ikinci müdür tayin edildi. Birinci müdür Hoca Tahsin Efendi'nin vefatından sonra, 1896’da birinci müdür oldu.
Arap Edebiyatı konusunda uzmandı. Farsça, Fransızca, Almanca, İtalyanca ve Latince bilirdi. Bilgisini arttırmak amacıyla Tıp, Eczacılık ve Hukuk eğitimi almıştı. Kütüphanedeki görevinin yanı sıra çeşitli medreselerde Arap edebiyatı ve Arapça öğreten İsmail Saip Efendi, 1921’de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Bölümünde Arap Edebiyatı derslerine müderris olarak atandı. Bu görevi Şapka Kanunu’nun çıktığı 1925’e kadar sürdürdü. Kanunun çıkmasından sonra derslerine son verdi ve Beyazıt Kütüphanesi’ne çekildi.
Eski müelliflerin yazılarını tanımada, yazma eserlerin bozuk bölümlerini okumada, gördüğü bir yazının hangi yüzyıla ve hatta hangi hattata ait olduğunu tahmin etmede üstün bir kabiliyeti vardı. Çeşitli konularda geniş bir bilgi birikimi olmasına rağmen hayatı boyunca eser vermek yerine araştırmacı ve okuyuculara yol göstermeyi tercih etti.
1939 yılında kütüphanedeki görevinden emekli oldu. 22 Mart 1940 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti. Cenazesi Merkez Efendi mezarlığına defnedildi. Zengin şahsi kütüphanesi, vasiyeti gereği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’ne bağışlanmıştır.
131 Osman Reşer (1883-1972): Arap, Fars ve Türk edebiyatları, İslam öncesi Arap şiiri ve Osmanlıca uzmanı Alman şarkiyatçı.
“—Benim Hocam İsmâil Sâib Sencer Şâfiî idi, ben de onun
mezhebindenim, ben de Şâfiîyim.” demişti bizim Helmut Ritter isimli hocamız.
Ben şöyle bir irkilmiştim, şaşırmıştım. Biz onu Alman olarak biliyorduk. Artık tabii, hakîkaten müslüman olmuşsa, faydasını görmüştür. Ama sırf, “Ondan da ilim öğreneyim, bilgim artsın; onun istediği şeyi zâhiren yapayım, ama aslında olduğum gibi kalayım!” diye düşünmüşse, o zaman ahirette tabii hesabını verecek.
İkinci şaşırdığım nokta, demişti ki:
“—Sizin diliniz 19. Yüzyıl’ın sonunda, 20 Yüzyıl’ın başında şâheser bir dil olmuştu.”
Bir dilin şâheserliği nereden anlaşılır? Yâni bir dil ne zaman çok şâheser bir dil olur, hangi dil en şâheserdir?.. İçinizdeki duyguları anlatmakta zorlanmadan, o dille çok rahat anlatabiliyorsanız karşı tarafa; karşı taraf da yanlış anlamadan güzel anlayabiliyorsa; o dil iyi bir araç, iyi bir dil, gelişmiş bir
1 Ekim 1883'de Stuttgard'ta doğdu. Yahudi bir ailenin çocuğu idi. 1903 yılında Münih'te hukuk okumaya başladı. Daha sonra Doğu Dilleri bölümüne devam etti. Arap gramerci İbn-i Cinnî üzerine doktora tezi hazırlarken, kütüphanelerde araştırmalar yapmak için 1909 yılında İstanbul'a geldi.
1.Dünya Savaşında Alman ordusunda askerlik yaptı. Askerden sonra Breslau'ya taşındı. Arap Edebiyatı üzerine yoğunlaştı. Binbir Gece Masalları'na dair incelemelerinin ardından doçent, sonra da profesör oldu. Breslauda Profesör olarak ders vermeye başladı. 1928 yılında uzun vadeli bir izin aldı ve tekrar Türkiye'ye geldi.
Türkiye’de bulunduğu yıllarda İsmail Sâib Sencer’den çok etkilendi. Onun 1940 yılında vefatına kadar sohbetlerine devam etti. Bu arada Müslüman oldu, adını Osman Reşer olarak değiştirdi. 1937’de Türk vatandaşı oldu.
İstanbul imam-hatip okulu'nda, İstanbul İslam Enstitüsü'nde Arapça dersleri verdi. İstanbul Edebiyat fakültesi'nde Arap Edebiyatı Tarihi okuttu. Çok sayıda bilimsel çalışmalar üreterek ve Almanca birçok metinleri tercüme ederek, hayatının geri kalanını Türkiye’de geçirdi. Arapça ve Farsça el yazması geniş bir koleksiyon oluşturdu. Vefat edince, kütüphanesi Bochum Üniversitesi şarkiyat semineri'ne satılmıştır. İstanbul'da Boğaz Manzaralı evinde kedileriyle yalnız bir hayat yaşadı. 26 Mart 1972 yılında vefat etti. Vasiyeti üzere, cenazesi Merkez Efendi mezarlığına, hocası İsmail Saib Efendi’nin ayak ucuna defnedildi.
dildir. Her dilde bu gelişmişlik olmadığı için, kelimeyi bulamazsınız, yabancı kelime kullanmak zorunda kalırsınız.
“—Sizin diliniz çok gelişmiş bir dil idi. Her türlü fikri ve duyguyu ifade edecek zenginlikte idi. Siz bu dilin kıymetini bilmediniz, kısalttınız, kestiniz, kırptınız, biçtiniz...” dedi.
Kuşa döndürmek var ya... Birisi leyleği beğenmemiş, yakalamış. Gagası uzun, bacakları uzun ama; gagasının uzunluğunun hikmeti var, bacağının uzunluğunun hikmeti var... “Bu ne biçim kuş?” demiş, gagasını kesmiş, bacaklarını kesmiş; “Şimdi kuşa benzedin!” demiş. Yâni, bu anlattığım misaldeki gibi, böyle çok faydalı, çok lüzumlu şeyleri kırt kırt kesip de bir şeyi mahvedenlere, “Onu kuşa döndürdü.” derler.
Aslında yanlış yapıyor. Allah onu uzun bacaklı yapmış, çünkü bataklıklarda yürüyebilecek ve batmayacak, öyle durabilecek... Uzun gagalı yapmış, çünkü suyun içine gagasını daldıracak ve avını yakalayabilecek... Yaşam ortamına uygun bir hilkatte yaratmış. Yâni, ilel-i gàiyye dediğimiz şey var, Allah her mahlûku, her uzvu gàyesine uygun bir biçimde yaratmış. Kuşun şekli havada gitmeğe, balığın şekli suda gitmeğe uygun... Bunlar derin derin, uzun uzun, ayrı ayrı konular... Anlatmak olabilir ama, o demişti ki:
“—Sizin çok güzel bir diliniz vardı. Siz o dilin kıymetini bilmediniz, kırptınız, biçtiniz, kuşa döndürdünüz.” demişti.
Niye kırptılar, biçtiler?..
“—Efendim, işte Arapça, Farsça kalmasın dilimizde...”
İyi ama, biz Araplara hàkim olmuşuz, İranlılara da hàkim olmuşuz. Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezi İran’mış; Arap ülkeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun eyaleti imiş. Tarihimizden bunlar antika... Topkapı Sarayı’ndaki bütün antika eserleri, eskidir bunlar diye atalım mı?..
“—Atılır mı?.. Bunlar tarihî eser, antika...”
Kelimeler de öyle. Onları kullanmalıydık, kullanmamışız, atmışız. Pekiyi, atınca ne oldu?.. Dil fakirleşti. Dil fakirleşince ne oldu?.. Bu sefer, yabancı kelimeleri kullanmak zorunda kaldı insanlar. Çünkü o düşündüğü şeyi ifade edecek Türkçe kelime bulamayınca, hadi bu sefer İngilizce’den, Fransızca'dan, Latince'den, Almanca'dan almağa başladılar. Çünkü ihtiyaç var...
Ötekisini atmayacaktı. Atınca, ihtiyaç ortada kaldı, boşluk kaldı. O boşluk boş kalmıyor, yabancı kelime ile doluyor.
Bu sefer, bizim dilcilerimiz yabancı kelimelerle mücadele dediler ama, onu pek samimî yapmıyorlar, isteksiz isteksiz yapıyorlar. Dilimize bir sürü yabancı kelime doldu. Ben bunu son zamanlarda, “Hiç yabancı kelime kullanmayayım!” diye çok dikkat etmeye başladığım zaman, ne kadar fecî boyutlara vardığını o zaman anladım.
O profesör bir şey daha demişti, sevgili Akra dinleyicilerim! Yabancı, nihayet bir Alman ama, dilimizi sevmişti. “Siz o dilinizi mahvettiniz.” diye acıyor bize... Üçüncü söylediği de şu:
Biz bir kitap okuyorduk, Arapların çok edebî bir eserini okuyorduk, zor bir eser. Klasik diyorlar Avrupalılar böyle eserlere... Çok klasik, çok ağır, çok bilimsel bir eseri okuyorduk. tabii tercümede zorluklar vardı. Asistan var, doçent var, birkaç yüksek sınıftan talebe var, ben varım... Hep beraber o kitabı okuyoruz. Yâni dilbilgisi ilminin en üstün zirvesi olan Sibeveyh’in el-Kitâb132 isimli meşhur eserini okuyoruz. Çok müthiş bir eser o, çok büyük bir eser. Orada takıldığımız beyitler, fıkralar bölümler oluyor. Orada bizim asistan bir yere bakıyordu, şöyle gözünün önünde... Tabii biz o zaman talebeydik, hocamız asistan. O bir
132 Sîbeveyh (Hicrî: 150-194, Milâdî:767-809): Nahiv (dilbilgisi) âlimi.
İsmi Amr, künyesi Ebû Bişr’dir. İran'ın Şiraz şehrinde doğmuştur.
Sîbeveyh, ilim tahsil etmek için Basra'ya geldi. Hadîs ve fıkıh ilmini öğrenmeye başladı. Hammad ibn-i Seleme'nin huzurunda hadis okurken, bir kelimede hata yaptı. Hatasından çok utanıp, üzüldü. Önce nahiv (dilbilgisi) ilmini öğrenmeye karar verdi. Nahivci Halil ibn-i Ahmed'in derslerine devam etti. Basra'da devrin en meşhûr nahiv ve lügat âlimlerinden dersler aldı. Sonunda nahiv ilminde söz sahibi oldu, ders vermeye başladı. Nahiv ilmine dâir, el-Kitab ismiyle meşhûr eserini yazdı.
El-Kitâb, nahiv üzerine yazılıp, zamanımıza kadar muhafaza edilen ilk büyük eserdir. El-Kitâb, bir çok nahivci tarafından okunup, okutulmuş ve hakkında eserler yazılmıştır.
Sîbeveyh, hayatının sonlarına doğru İran'a döndü. Memleketi Şiraz'da vefat etti. Kabri de Şiraz'dadır.
yerden bakıp, pat diye hemen o zor metnin tercümesini söylüyordu. Bizim Helmut Ritter, dayanamadı:
“—Yâhu sen nereden faydalanıyorsun, bu kitabın Türkçe tercümesi yok ki?..” dedi.
Meğer Mehmed Zihni Efendi’nin Arap diliyle ilgili el-Muktedab
adlı bir kitabı varmış, Arap dilbilgisiyle ilgili böyle kıymetli birkaç eseri varmış. Oralarda bunları tercüme etmiş, aşağı dipnotları koymuş. Oradan okuyormuş.
Onu söyleyince asistan, Helmut Ritter dedi ki o zaman:
“—Siz, sizin yetiştirdiğiniz alimlerinizin kıymetini bilmiyorsunuz. Sizin kendi alimlerinizin kadrini, kıymetini bilmiyorsunuz. Bu Mehmed Zihni Efendi çok büyük bir şahıs, çok muhterem bir şahıs, çok büyük bir alim. Ben buna çok derinden hayranım.” dedi.
Mehmed Zihni Efendi133 kim?.. Nimet-i İslâm isimli kalın ilmihalini, size mecmualarımızda hediye olarak verdiğimiz,
133 Mehmed Zihni Efendi (1846-1913): Son devir Osmanlı âlimi, müderris.
10 Temmuz 1846'da İstanbul'da doğdu. Zihnî mahlası çok zeki ve kavrayışlı olmasından dolayı hocası tarafından verilmiştir. Küçük yaşta Kur'an'ı ezberledi ve cami derslerine devam etti. Hocaları bilinmemekle birlikte ciddi bir öğrenim gördüğü eserlerinden anlaşılan Mehmed Zihni Efendi, ulûm-i âliye (medrese öğretim üyeliği) şehâdetnâmesi aldı.
Matbaa-i Âmire kâtiplik ve musahhihliğine getirildi (1868). Burada on yıl kadar çalışarak birçok dinî ve edebî eserin hatasız bir şekilde basılmasını sağladı. 1877'de Hasan Râsim Paşa'nın çocuklarına öğretmenlik yapmak üzere üç aylığına İskenderiye'ye gitti. Ardından Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi ulûm-i Arabiyye ve dîniyye muallimliği (1879), Mekteb-i Mülkiyye usûl-i fıkıh muallimliği (1883), Tedkîk-i Müellefât Komisyonu üyeliği, M eclis-i Kebîr-i Maârif üyeliği (1894), Maarif Nezâreti Encümen-i Teftîş ve Muayene üyeliği ve başkanlığı (1902) görevlerinde bulundu.
Halvetiyye-Şâbâniyye tarikatı şeyhi Necib Efendi'ye intisap eden Mehmed Zihni Efendi, Meclis-i Kebîr-i Maârif üyesi iken 16 Aralık 1913 tarihinde İstanbul'da vefat etti ve Küplüce Mezarlığı'ndaki aile kabristanına defnedildi.
Arap, Türk, İran dil ve edebiyatlarına vâkıf olan Mehmed Zihni Efendi, 1025 kitaptan oluşan kitaplığını Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne bağışlamıştır.
Mehmed Zihni Efendi'ye göre, Arapça öğrenmenin zor olduğu yolundaki kanaat doğru değildir. Kelimelerinin önemli bir kısmının dilimize girmiş olması sebebiyle Arapça'nın öğrenimi Avrupa dillerinden daha kolaydır. Dil öğrenmenin en iyi yolu kişinin öğreneceği dilin kurallarını kendi diliyle öğrenmesidir. Bu sebeple Türkçe hazırlanmış bir Arapça gramer kitabını okuyup anlayabilen kişi,
Osmanlıların son devresinde yetişmiş en büyük alimlerden birisi. İşte bak, Avrupalı kıymetini biliyor, bizim haberimiz yok!..
Aziz ve muhterem kardeşlerim, biraz dilbilgisi fikirleri söyledik, biraz da elbiselerle ilgili sözler söylemiş olduk ama, faydalı şeyler söyledik. Sıhhate uygun, kendi örfümüze uygun, dinimize uygun, inancımıza uygun, namazımızı bozmamağa yarayan güzel şeyler öğrendik. Tabii, âdâb öğrendik. Yâni insan, karşı taraftaki biraz kusurlu bile olsa, gözünü kapatacak demek ki... Biliyorsunuz, gözün kapağı var. Ne kadar güzel, bazıları bunları şaka ile ifade ediyorlar, aziz ve muhterem Akra dinleyicileri!
Biliyorsunuz, iki gözün kapakları var, alttan, üstten kapanabiliyor. Dilin de kapağı var, dudaklar. O da kapanabiliyor. Bu neyi gösteriyor?.. Göz bazı kereler kapanacak, görülmeyecek bazı şeyler. Görülmemesi gereken şey karşına geldi mi, gözünü kapatacaksın görmemek için... Söylenmemesi gereken bir söz aklına geldi mi; dudaklarını kapatacaksın, söylemeyeceksin...
İnsanların en çok günah kazandıkları uzuvlardan birisi dildir; söyler, günaha girer. Halbuki, dudakları var; işte kapatsın, söylemesin, günaha girmesin... Bir de bakıştan günaha girebilir bir müslüman, maalesef... Durduğu yerden baktığı için, harama baktığı için, nâmahreme baktığı için günaha girebilir. İşte onun da kapakları var, kapatsın, bakmasın!.. Veyahut, başı önde yürüsün...
kendi kendine Arapça öğrenebilir. Mehmed Zihni Efendi Arapça öğretimi için bir dizi kitap yazmış ve bu hususta yeni bir çığır açmıştır. Eserleri:
1. El-Müntehab: Arap sarfına dair kapsamlı bir eserdir.
2. El-Muktedab: Arap nahvine dair kapsamlı bir eserdir.
3. Kitâbü't-Terâcim: Arapça öğretiminde okuma metni olarak kullanılmak amacıyla 160 kadar âlim ve edibin Arapça biyografilerini ihtiva etmektedir.
4. Ni'met-i İslâm: İlmihal konularını içerir. En meşhur eseridir.
5. Hanımlar İlmihali.
6. Hristiyanlığa Reddiye: Abdullah Tercüman’dan tercüme.
7. Meşâhîrü'n-Nisâ: İslâm öncesi ve İslâm döneminde ilim, edebiyat ve siyaset alanında meşhur olmuş Arap, Türk ve İranlı 1165 kadar hanımın biyografisini içeren bir ansiklopedidir.
“—Olur mu, erkek öyle utangaç bir kız gibi, başı önde yürür mü?..”
Yürürse sevap olur. Bizim zâten tasavvufî yolumuzda prensiplerden bir tanesi, gözü parmaklarının ucunda, gözü ayaklarında yürüme prensibidir: Nazar ber kadem... Yâni, bakış ayak üzerinde olacak. Bu da bir edeb tabii. Bunları öğrenmiş olduk, anlatmış olduk, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
d. İlim Taleb Etmenin Karşılığı
Tabii, bunlar birer bilgi, birer ilim. İlim öğrenmek ne kadar güzel... Tabii, ilmin çeşitleri var, sonsuz konuları var. Hani, ilim bir derin, engin umman gibidir, ucu kenarı yoktur. Yüz yüz bitiremezsin, dibine dalamazsın... Dibi derin, yüzeyi engindir. İlim böyledir ama, insan her konuşmadan birkaç konu, her gün birkaç konu öğrene öğrene, bilgileri çoğaldığı zaman, iyi olur.
Pekiyi, bu bilgileri çoğaltmakta, bilgili, görgülü bir insan olmak var; başka ne var?.. Onu da okuyalım. İbn-i Ömer RA’dan bir hadis-i şerif, hemen o birinci hadis-i şerifin altında olduğu için, denk de düştü:134
مَنْ كَانَ فِي طَلَبِ اْلعِلْمِ، كَانَتِ الجَّنةُ فِي طَلَبِهِ؛ وَمَنْ كَانَ فِي طَلَبِ
الْمَعْصِيَةِ، كَانَتِ النَّارُ فِي طَلَبِهِ (ابن النجار عن ابن عمر)
RE. 440/2 (Men kâne fî talebi’l-ilm, kâneti'l-cennetü fî talebih; ve men kâne fî talebi’l-ma’sıyeh, kâneti'n-nâru fî talebih.) Ne kadar güzel ifade buyuruyor, Peygamberimiz SAS:
(Men kâne fî talebi’l-ilm) “Kim ilim isteğinde bulunursa, ilim talebinde bulunursa, yâni bir ilim öğreneyim diye ilmin peşine düşerse; (kâneti’l-cennetü fî talebih) cennet de onun talebinde bulunur, yâni cennet de onun peşine düşer. ‘Gel bana, gel sen cennetlik ol!’ der.”
134 Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.290, no:28842; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.294, no:23554.
Demek ki, ilme çalışan cennetlik olacak ama, cennet peşine düşüyor. Ne kadar güzel bir şey!.. Sen ilmin peşine düştüğün zaman, “İlim öğreneyim, hadis öğreneyim, Kur’an öğreneyim, tefsir öğreneyim, i’tikadı öğreneyim, âdâb öğreneyim, ahlâk öğreneyim; güzel huyları öğreneyim, yapayım, uygulayayım; kötü huyları öğreneyim, onları yapmayayım filân diye ilim peşine sen düşünce; bu sefer sen durduğun yerde dursan bile, cennet seni istemeğe başlıyor. Cennet senin peşine düşüyor, cennet seni istiyor.
Cennet istiyor, kimden ister?.. Herhalde Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden ister. Yâni, “Yâ Rabbi, bu kulun ilmi istiyor; onu cennetine sok, ben onu istiyorum!” der herhalde. Burada öyle denmiyor ama, kısa ifade: “Kim ilim isteğinde, ilim talebinde bulunursa, cennet de onun talebinde bulunur. İlmi isteyeni cennet ister. İlme çalışan, sonunda cennetlik olur.” mânâsına bir söz; güzel.
Burada ilim öğrenmenin ne kadar sevaplı olduğunu, insanı sonunda cennete götüreceğini anlamış olduk. O halde ne yapacağız?.. Sözümün başında bir ara söylediğim gibi, kız da olsa dinleyicilerim, erkek de olsa, büyük de olsa, küçük de olsa, ev hanımı da olsa, iş güç sahibi evin reisi beyefendi de olsa, yaşlı da olsa, işi çok da olsa, demek ki ilim öğrenmeğe çalışacak. İlim öğrenmek, insanın cennetlik olmasına sebep oluyor.
Devam ediyor, hadis-i şerif. Ne buyuruyor Peygamber Efendimiz:
(Ve men kâne fî talebi’l-ma’sıyeh) “Kim de günah talebinde bulunursa, yâni günahın peşine düşerse; bir günahı işlemek için, onu isteyerek, onun tahakkuku için gayretlerini yoğunlaştırırsa; günah yapmak isteğinde olur, gayretinde olur ve eyleminde olursa; o zaman, (kâneti'n-nâru fî talebihî) cehennemde onun talebinde olur.” Yâni cehennem de onu ister:
“—Yâ Rabbi, şu kul var ya, günahı işliyor, senin haram kıldığın şeyleri yapıyor, günahları yapıyor, zulüm yapıyor, haksızlık yapıyor, hırsızlık yapıyor, rüşvet alıyor, gadrediyor, yalan söylüyor...”
Ma’sıyet, günah demek. Aslında isyan demek... Asâ kökünden, masdar-ı mîmi. Allah bir şeyi emretmiş, yapmıyor. İsyan bayrağını açmış, yapmıyor. Allah bir şeyi yapmayın demiş, yapacağım diyor. Yapma demiş, yapacağım diyor; yap demiş, yapmayacağım diyor. Yâni isyan ediyor Allah’a... Kim isyanın isteğinde olursa, isyanın peşinde olursa, cehennem de onun peşinde olur, cehennem de onu ister. Yâni, isyan eden, cehenneme gider demek.
O halde, bizim İslâm hakkındaki bilgimiz ne kadar az olursa olsun, gayet kolay: Demek ki ilim öğrenirsek, cennetlik olacağız; günah işlersek, cehennemlik olacağız! İlim öğrenelim, dinimizi öğrenelim; günahın peşine düşmeyelim, günahlı işlerden kaçalım! Şimdi ben size bir şey teklif ediyorum, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Bazı evlere gittiğim zaman, hoşuma gidiyor:
Mutfakta bir duvarda kâğıt var, yanında çiviye iple asılmış bir kalem var. Kâğıt orada duruyor. Koparılabilen bir kâğıt... Yâni niçin koymuşlar mutfağın duvarına?.. Hanımefendi dolabı açtığı zaman, meselâ kimyon aradı, yok... “Haa, kimyonum bitmiş!” diyecek, oraya “Kimyon alınacak!” diye yazacak. Bilmem, tereyağı azaldı, “Tereyağı alınacak!” diye yazacak... “Aaa, patatesim kalmamış, soğanım azalmış!” diyecek, onları yazacak. Anında hatırladığı şeyi yazmak için, orada kâğıt ve kalem var. Sonunda kapıcı geldiği zaman kapıya, “Hanımefendi bir isteğiniz var mı?.. Çarşıya gidiyorum, bakkala gidiyorum, bir şey alınacak mı?” deyince, kâğıdı yırtacak verecek, “Şunları al!” diyecek. Güzel bir usül hoşuma gidiyor.
“—Başka ne hoşuna gidiyor Hocam?..”
Bir insanın şu göğüs cebinde bir küçük not defteri olması ve yanında bir kalem olması da hoşuma gidiyor.
“—O neden?..”
Duyduğu güzel bir şeyi yazar, hatırına gelen güzel bir şeyi yazar. Akıl defteri, hafıza defteri... Biraz sonra telâştan unutabileceği şeyi yazar. O da güzel!.. Yâni, şöyle insanın göğüs cebinde, hemen kolay bir yerde, bir kalemi, bir defterciği, bir şeyi olmalı; onu da seviyorum.
Şimdi istiyorum ki, mutfakta böyle bir kâğıt, bir kalem olduğu gibi, evimizin görünen güzel bir yerinde; hanım görsün, çocuklar görsün, herkesin görebileceği bir yerde, “GÜNAHLAR” diye bir liste olmalı!..
—Yalan söylemek günah...
—Hırsızlık yapmak günah...
—Zulmetmek günah... vs. vs.
Aşağıya doğru on, yirmi, otuz, kırk, elli... Bir liste yapılsa;
“—Bakın çocuklar, bunlar günahlar! Bunları küçük yaşta öğrenin, yapmayın!” dense...
İlkokulda bile olsa, öğrense çocuk: Yalan söylemeyecek, öğretmenine yalan söylemeyecek.
“—Öğretmenim, hastaydım, okula gelemedim!”
Yalan... Annesiyle gezmeğe gitti. Annesi dedi ki:
“—Haydi ben seni de götüreyim, öğretmene böyle söylersin...”
Yalana alıştırıyor.
“—Öğretmenim, çok hastaydım da, doktor geldi...”
Yalan!.. Gezmeğe gittiler. Üç günlüğüne gezmeğe gittiler, geldiler meselâ...
Yalan söylenmeyecek! Yâni, günahları yazın, duvarda olsun... Bir de sevaplı işleri yazın:
—Cuma namazına gitmek sevap...
—Cuma günü boy abdesti almak, tertemiz yıkanmak, güzel kokular sürünmek sevap...
—Temiz elbiseler giymek sevap, camiye erken gitmek sevap...
—Birisine iyilik yapmak sevap, sadaka vermek sevap...
—Geçmişlerimizin kabirlerini ziyaret etmek, onlara okumak sevap...
—Gönül almak, insan sevindirmek sevap...
—Gönül yıkmak, insan üzmek günah...
Bunları da yazmalı! Bunları da küçük büyük herkes bilmeli, çocuklarımız böyle yetişmeli!.. İyi huyları da yazmalı bir liste halinde, kötü huyları da yazmalı!.. İşte bunları öğrendiği zaman, bunları öğrenmek peşinde olduğu zaman, cennet onun peşine düşüyor. Allah’tan, “Bunu cennetlik et!” diye istiyor belki... Sonunda insan cennetlik oluyor. Ama isyanın, günahların peşinde koşarsa; o zaman da cehennem onun peşine düşüyor. “Eyvah,
arkadan alevleriyle, ateşleriyle, türlü türlü azablarıyla, zebânîleriyle cehennem onun peşinde...”
Düşünün, çok kötü insanlar, hırsızlar, haydutlar, yol kesiciler, harâmîler, siz tenha bir yolda giderken arkadan gelmeye başlasalar; yol ıssız, karanlık bastırmış, etrafa bakınıyorsunuz, yardım edecek bir kimse yok; nasıl korkarsınız?.. Onun gibi, cehennem insanın peşine düşerse, korkmak lâzım!..
O halde sevaplı şeylerin peşine düşelim, ilmin peşine düşelim de, cennet bizim peşimize düşsün... Günahlardan vazgeçelim ki, cehennem peşimize takılıp da bizi yutmağa kalkmasın...
e. Hastalık ve Yolculukta Ameller
Üçüncü bir hadis-i şerif okuyacağım, sözüm uzamış bile olsa... Bu da hastanedeki kardeşlerime hediye olsun, herhangi bir hasta kardeşime hediye olsun... Ebû Mûse’l-Eş’arî RA’dan rivayet etmiş Taberânî. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:135
مَنْ كَانَ لَهُ عَمَلٌ يَعْمَلُهُ، فَشَغَلَهُ عَنْهُ مَرَضٌ أَوْ سَفَرٌ، فَإِنَّهُ يَكْتُبُ لَهُ
صَالِحُ مَاكَانَ يَعْمَلُ، وَهُوَ صَحِيحٌ مُقِيمٌ (طس. عن أبي موسى)
RE. 440/3 (Men kâne lehû amelün ya’melühû, feşagalehû anhü maradun ev seferun, feinnehû yüktebu lehû sàlihu mâ kâne ya’mel, ve hüve sahîhun mukîm.) Sadaka rasûlü'llàh.
Ne kadar güzel! Kısa kısa hadisler ama, ne kadar tatlı konular bunlar, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!.. Efendimiz buyuruyor ki:
(Men kâne lehû amelün ya’melühû) “Bir kimsenin adeti olan, işlemekte olduğu bir ameli varsa; (feşegalehû anhu maradun ev seferun) bu işlediği güzel şeyi, hastalığı onu meşgul etmiş de
135 Ebû Dâvud, Sünen, c.VIII, s.336, no:2687; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.192, no:2929; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.491, no:1261; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.1, s.82, no:236; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.22; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.107, no:198; Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.569, no:6733; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.303, no:23580.
yapamamışsa; veyahut yolculuğu mânî olmuş da yapamamışsa...” Trende gidiyor, nasıl yapsın; yapamadı. Veyahut otobüste yapamadı. Ama güzel bir şeydi. Bir nafile ibadetti, bir namazdı, bir güzel adetti...
“Kim güzel bir iş yapıyorken, hastalık veya yolculuk onu, onu yapmaktan engellemiş ise; bu güzel şeyleri sefere çıktığı için veyahut hastalandığı için yapamıyor ya; (feinnehû yüktebü lehû sàlihu mâ kâne ya’melü ve hüve sahîhun mukîm) o adam seferde değilken, sıhhatli iken, evvelce adeti olan yapmakta olduğu iyi şeyleri yapmış gibi Allah sevap yazar.”
Burada bir noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum: (Feinnehû yüktebü lehû sàlihu mâ kâne ya’mel) “Evelce işlediği, güzel, sàlih amellerin yapılmış gibi sevabını yazıyor Allah...” Ne anlıyoruz bundan?.. Kötü huyları da varsa bir insanın; diyelim ki, Allah saklasın, meselâ içki içiyordu... Ama hasta olduğu için içemiyor; yolcu olduğu için yolda, otobüste içemiyor... O zaman yolculuktan ve hastalıktan dolayı içemedi ama, içmiş gibi günahı yazılacak mı?.. Yazılmıyor.
Bak, Allah merhametli, lütufkâr! Yaptığı iyilikleri yapmış gibi yazıyor da, itiyadı olan kötülükleri yapmış gibi yazmıyor. Bu da rahmetinden, lütfundan, kereminden oluyor. Bunu da anlamak lâzım!..
Bir de onları yazsa; “Bu sıhhatli olsaydı, gene o mendebur işleri yapacaktı. Yazın ey meleklerim!” dese, tabii haklı olurdu yazması. Çünkü hakikaten seferde olmasaydı, sıhhatte olsaydı, yapacaktı o adam onu... Hasta olduğundan yapamıyor, doktor yasakladığı için yapamıyor; veya otobüste yolcular razı olmadığı için yapamıyor... Ama işte Allah, kötülükleri yazmıyor. Yâni o da rahmetinden.
f. İlmin Sadakası
Üç tane hadis-i şerif oldu. Bir de dördüncüyü okuyacağım, o da çok kısa: 136
136 Hünnâd, Zühd, c.II, s.525, no:1083, Zeyd ibn-i Eslem RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.438, no:29280; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.302, no:23578.
مَنْ كَانَ لَهُ عِلْمٌ، فَلْيَتَصَدَّقْ مِنْ عِلْمِهِ؛ وَمَنْ كَانَ لـَهُ مَالٌ،
فَلْيَتَصَدَّقْ مِنْ مَالِهِ (ابن السني عن ابن عمر)
RE. 440/4 (Men kâne lehû ilmün, felyetesaddak min ilmihî; ve men kâne lehû mâlün, felyetesaddak min mâlihî.) Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Demin ilimden bahsettik ya, onu tamamlayacağı için bu hadis- i şerifi okudum. Diyor ki Peygamber SAS Efendimiz:
“—Kimin ilmi varsa, ilminin sadakasını versin; kimin de malı varsa, o da malının sadakasını versin!”
Şimdi buradan ne anlıyoruz: Malı olan sadakasını verecek, Tamam, zengin adam fakire sadakasını versin, zekâtını versin... Malı olan, malından bir miktarı yoksullara verecek. Ama bir de ilmi olan da, ilmini anlatmalı!..
Öyle hocalar var, değerli hocaefendi, sus pus oturuyor köşede... Ders yapmıyor, talebe okutmuyor, camide konuşmuyor, İslâm’a hizmet edici herhangi bir çalışma yapmıyor. E mübarek, o kadar ilmin var. Nasıl zengine malının zekâtını vermek mecbûriyetse, sen de ilmini anlatacaksın!..
Hele hele bu devirde, İslâmî bilgisi az insanların, İslâmî bilgisi az olduğundan, yanlış inançları da var. Onun için, doğru inancı bilen alimler doğruyu anlatacaklar, yanlışları da söyleyecekler: “Bak burası yanlış, bunu yapmayın!” filan diyecekler.
Bugün, bir emniyet müdürünü anlattılar bana; gel de okuyuculara bunu bir misâl olarak söyleme... Çok ilginç bir misâl... Arkadaşımızla konuşmuş bu emniyet müdürü; okumuş, tahsilli, yükselmiş, müdür olmuş bir insan... Allah afiyet versin, Allah gerçekleri göstersin... Demiş ki arkadaşımıza:
“—Ben müslümanım, inançlı bir kimseyim.”
Tamam, güzel mâşâallah, Allah müslümanlığını mübarek etsin...
“—İnançlıyım ama, öyle sofu filan değilim!” demiş. “Babam anneme ölürken vasiyet etti, ‘Sakın başını örtme!’ dedi. Biz de
vasiyet çok önemlidir. Onun için, benim annem de başını örtmüyor.” demiş.
Çünkü babası ölürken vasiyet etmiş. Bakın, ne kadar büyük yanlışlık muhterem kardeşlerim! Şimdi babası, Allah’ın emrine aykırı bir vaziyette bulunuyor. Allah, “Başınızı örtün ey hanımlar!” diyor. Babası da ölüp giderken, hanımına diyor ki:
“—Aman hanım, benden sonra sakın ha örtünme!” diyor.
Allah’ın emrine aykırı... Allah’a asi olmak bu, isyan bu...
Şimdi bu bir yanlışlık, yâni ölürken o vasiyeti yapan insanın bir cahilliği. Allah akıl fikir versin, cahillikten kurtarsın...
İkinci cahillik: Müdür bey diyor ki: “—Bizde vasiyet çok önemlidir, onun için babamın bu vasiyetine çok sıkı riayet ediyoruz.”
Hayır, yanlış olan vasiyet tutulmaz. Meselâ, kendisi polis müdürü, sormak isterdim ona: Babası ona deseydi ki:
“—Evlâdım filanca adama ben çok kızıyorum. Sen de polissin, tabancan var; vasiyet ediyorum, o adamı öldür!” deseydi, öldürecek miydi?..
Öldürmezdi, çünkü kanun adamı, kanunu uygulayan insan. Öldürmek olmaz, haksızlık varsa mahkemeye müracaat edilir... vs. Yâni ihkàk-ı hak, hakkı bizzat kendisi gidip almak yoktur. Çünkü, belki yanılır.
Demek ki, vasiyet her zaman tutulmuyor. Şimdi yanlış vasiyet tutulur mu?.. Yanlış yere yemin etti bir insan; yanlış yemin uygulanır mı?.. Yanlış yemin uygulanmaz, yemin kefareti verilir. Yanlış vasiyet tutulmaz, doğrusu yapılır. Çünkü:137
137 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.66, no:20672; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XVIII, s.170, no:381; Heysemî, Müsnedü’l-Hàris, c.II, s.632, no:602; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.55, no:873; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.275; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.145; İmran ibn-i Husayn RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.409, no:3889; Bezzâr, Müsned, c.V, s.356, no:1988; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.II, s.383, no:3788; Dâra Kutnî, İlel, c.V, s.155, no:786; İbn-i Abdi’l-Ber, et-Temhîd, c.VIII, s.58; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.131, no:1095; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.132, no:4622; Hz. Ali RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.181, no:3917; Hz. Hüseyin RA’dan.
İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.545, no:33717; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
لاَ طَاعَةَ لِمَخْلُوقٍ فِي مَعْصِيَةِ الْخَالِقِ (حم. طب. ك. خز. وابن جرير عن عمران و الحكم بن عمرو الغفاري معا؛ و أبو نـعيم،
خط. عن أنـس؛ طب. عن النواس)
RE. 481/9 (Lâ tàate li-mahlûkin fî ma’sıyeti’l-hàlik) kàidesi vardır. Fıkhın en önemli kàidelerinden birisi. Yâni, “Allah’a isyanda, hiç kimseye itaat olmaz. İsyanı emrediyorsa o şahıs, itaat olmaz.”
“—Namaz kılmam, babam bana namaz kılma dedi.” İtaat olmaz!
“—Kocam bana namaz kılma dedi.” İtaat olmaz! Neden?.. Allah’a isyanı emreden bir nüfuzlu mevki, makam sahibi insanın sözü dinlenmez. Neden?.. En yüksek mevkî makam Allah’ındır da ondan. Allah’ın sözü dinlenecek, Allah’ın sözünün karşısına da kimse çıkmayacak... Çıkmasaydı. “Allah namaz kılın demiş, o kılmayın diyor; olmaz böyle şey!..” diyecek kişi, ona göre nereye itaat edeceğini bilecek.
Allah’a isyan emredildiği zaman, tutulmaz. Bugünün kanunlarında da benzer bir durum var... İslâm’ın kanunları 1400 yıllık. Ama bugünün, Yirminci Yüzyıl’ın insanları, milletvekilleri mecliste oturuyorlar, kalkıyorlar, komisyonlardan geçiyor, bir kanun çıkıyor. Tasdik ediliyor, Resmî Gazete'de neşrediliyor, kanun oluyor. Bugün de amir, bir memura kanuna aykırı bir şey emretse, memur amirin sözünü dinlemez, dinlememesi lâzım!..
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.369, no:3647; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.269; Abdullah ibn-i Huzâfe RA’dan.
Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.X; s.22, no:5137; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.II, s.109, no:443; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVI, s.322; Temîm-i Dârî RA’dan.
Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.V, s.163; Nüvvâs ibn-i Sem’an RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.105, no:14875; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.407, no:9143; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2077, no:3076; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.427, no:17172.
Dinlerse, suçlu olur. Bak bugünkü kanunlar bile, doğruyu benimsiyor.
Şimdi, yanlış bir şey vasiyet etmiş babası, dinlemek olur mu?.. Şimdi o yanlış vasiyeti annesi dinledikçe, yâni başını örtmedikçe, vefat eden kimse kabirde kat kat, tekrar tekrar, yine yine azab görüyor. Neden?.. “Sen o vasiyeti ettin de, bu kadın senin vasiyetine uygun olarak başını örtmüyor.” diye. Onu kurtarmanın çaresi, hanımının başını örtmesi...
Bak cahillik işte... Yâni kültürlü, tahsilli, okumuş insanların da bilgisizlikleri olabiliyor. Çünkü, din ayrı bir ilim dalı. Meselâ, çiftçi doktora karışıyor mu?.. Doktor kimyacıya karışıyor mu?.. Kimyacı hukukçuya karışıyor mu?.. Ayrı ayrı dallar.
Onun için, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! İçinizde alim olanlar, ilmini sağa sola anlatsın!..
“—Hocam, ben alim değilim, mütevazi bir müslümanım?..”
Sen de duyduğunu anlat!.. Bildiğin kadarının alimisin, okuduğunu anlat!.. İyi kitapları oku, derin kitapları oku, doğru kitapları oku! Güzel kitapları oku, mükemmel kitapları oku!.. Doğru bilgileri öğren, bildiğin kadarını anlat!..
“—Ben böyle bir şey okudum bugün kardeşlerim! Boş vakit geçirmeyelim, ben size bildiğimi anlatayım...”
Hem insan bildiğini anlatınca, hafızasında daha iyi kalır, kuvvetlenir. Anlata anlata daha iyi yer eder, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi ilim sahibi eylesin... Mal sahibi etsin, zengin de olalım, zengin de olun Akra dinleyicileri, aziz kardeşlerim... Ama zengin olunca, malınızın zekâtını verin, hayrınızı, hasenâtınızı yapın, fakirleri unutmayın! Dulları, yetimleri unutmayın, zavallıları unutmayın!..
İlim sahibi olun; ama ilim sahibi olduğunuz zaman da, ilminizi sağa sola söylemeyi unutmayın! Emr-i ma’ruf yapın, ilim öğretin, tâlim ve terbiyede bulunun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh!.. Cumanız mübarek olsun… Allah hepinizden razı olsun…
18. 10. 1996 - Fethiye / MUĞLA