31. HELÂLİNDEN KAZANMAK İÇİN ÇALIŞMAK

32. SAKINILACAK BAZI KONULAR



Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..

Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cumanız mübarek olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun...


a. Tevbeyi Geciktirmekten Sakının!


Bugün okuyacağım hadis-i şeriflerden birincisi, İbn-i Abbas RA’dan. Deylemî, Peygamber Efendimiz’in amcazâdesi Abdullah

ibn-i Abbas RA’dan rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:165


إِيَّاكَ وَالتَّسْوِيفَ بِالتَّوْبــَةِ، وَ إِيَّاكَ وَالْغُرَّةَ بِحِلْمِ اللهِ عَنْكَ

(الديلمي عن ابن عباس)


RE. 173/3 (İyyâke ve’t-tesvîfe bi’t-tevbeti, ve iyyâke ve’l-gurrate bi-hilmi’llâhi anke) Kısa bir hadis-i şerif, tevbe ile ilgili bir hadis-i şerif. Tevbe biliyorsunuz, hepimiz için gerekli bir iş olduğundan, bu konudaki bu hadis-i şerifi biraz açıklamak istiyorum. Peygamber Efendimiz, bu hadis-i şerifte buyuruyor ki:

(İyyâke ve’t-tesvîfe bi’t-tevbeh...) Arapça’da sevfe kelimesi vardır, ileride bir şeyi şöyle yapacağım filân demek gerektiği zaman, fiilin başına sevfe getirilir. Meselâ, (Sevfe ekùlü) “İleride söyleyeceğim!” demek.


سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي (يوسف:٤٩)



165 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.388, no:1564; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.228, no:10291; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.327, no:9724.

602

(Sevfe estağfiru leküm rabbî) “Siz evlâtlarım için Rabbimden ileride tevbe ve istiğfar edeceğim!” (Yusuf, 12/98) diye Kur’an-ı Kerim’de geçiyor.

Sevfe, ileride bir şeyi yapmak demek. Tesvif de, bir şeyi zamanında yapmayıp, ilerideki bir zamana atmak, geriye bırakmak, yapması gerekeni tehir etmek mânâsına gelen bir kelime. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(İyyâke ve’t-tesvîfe bi’t-tevbeh) “Tevbeyi geriye bırakmaktan şiddetle sakın, kaçın!” Yâni tevbeyi geriye bırakmayın, zamanında yapın, hemen yapın, bir saniye bile geçirttirmeyin!

(Ve iyyâke ve’l-gurrete bi-hilmi’llâhi anke) Bir başka kelime daha ekleniyor arkasına: “Allah’ın sana karşı halim davran- masından dolayı aldanma! Aldanmaktan da şiddetle sakın!..”


Şimdi, aziz ve sevgili dinleyiciler, biliyorsunuz ki Allah’a iyi kulluk etmemiz lâzım, rızasını kazanmamız lâzım! Melek gibi olmamız lâzım, günahlardan uzak durmamız lâzım! Allah’ın emirlerini tutmamız lâzım, yasaklarından kaçınmamız lâzım!.. Emirlerinin listesini yapıp, kendimiz, çoluk çocuğumuz ve çevremizdekiler, bilhassa sorumluluğu omuzumuzda olan kimselere öğretmemiz lâzım! Yasakları öğretmemiz lâzım! “Bak, Allah şunları şunları yasaklamış... Yalanı yasaklamış, hırsızlığı yasaklamış, adam öldürmeyi, can yakmayı, zulmetmeyi yasaklamış...” diye neleri yasaklamışsa, bunları herkesin bilmesi lâzım!

Ne zamandan bilmesi lâzım?.. Çocukluk çağından bilmesi lâzım! Büluğa ermeden önce, sorumluluk başlamadan önce bilmesi lâzım!.. Çok dikkat etmemiz lâzım; çünkü Allah bizi görüyor, biz Allah’ın huzurundayız. Allah’ın divanına varıp, Allah’a bu dünyadaki hayatımızda işlediklerimizden hesap vereceğiz. İşlediklerimi de banda alınıyor, sesleri kaydediliyor, görüntüleri kaydediliyor. Melekler defterlere yazıyorlar... Bunların hepsi yarın rûz-ı mahşerde, mahşer gününde ortaya saçılacak, dökülecek, teraziye konulacak, tartılacak... Zerre kadar hayır işleyen, hayrının karşılığını görecek; zerre kadar şer işleyen, şerrinin cezasını çekecek... Eğer hayırları çok olursa cennete gidecek... filân. Bunları hepiniz bildiğiniz için, ben nokta nokta mânâsına filân diyorum.

603

Bunlar böyle olması gerekirken ve müslüman olduğumuz halde, maalesef yine de kusurlarımız oluyor. En iyi insanların da kusurları oluyor. Melek gibi, aksakallı, beyaz başörtülü dedelerin, ninelerin, iyi insanların da hataları oluyor. Bir de tabii zâten iyi insan olamamış müslümanlar var, zaten kusurlu... Kendisi de işin farkında... Namazları kılmıyor, oruçları tutamıyor, hatalı işler yaptığının kendisi de farkında...

Şimdi tabii, ne yapması lâzım müslümanların?.. Bu yanlış işlerini bırakması lâzım!.. Eğer hayatta yanlış bir yol tutturmuşsa, yanlış yolundan dönmesi lâzım!.. Nereye dönmesi lâzım?.. Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu tarafa dönmesi lâzım! Yönünü değiştirmesi lâzım!.. Cennete götürecek yola dönmesi lâzım! Yanlış yollara gitmemesi lâzım!.. Bu dönüşe tevbe deniyor. Tevbe, dönüş demek. Yâni, insanın tutturmuş olduğu yanlış hayat tarzını döndürmesi, değiştirmesi...

Birçok kimse bunu hemen yapmıyor. İşin farkında olsa bile, hatasının farkında olsa bile, “Bunu ileride düzeltirim!” diyor, hemen düzeltmeğe kalkmıyor, hatasını hemen bırakmıyor. Zararlı ve yanlış olduğunu bildiği şeyi bile, “İşte ben ileride bırakacağım!” diyor. “Otuz yaşında, kırk yaşında, elli yaşında, emekli olduktan sonra veyahut hele dur bakalım bugün değil, ileride...” diye bir ilerideki tarihe atıyor.


Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki: “İşte bu tevbeyi geciktirmeyi, ilerideki bir tarihe atmayı yapmayın! Sakının bundan, şiddetle sakının! Yâni tevbenizi hemen yapın, dönüşünüzü hemen yapın, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna girin!” buyuruyor.

Niçin?.. Ölüm geliverir de ondan... Başka bir hadis-i şerifinde buyurmuş ki:166


عَجِّلـُوا بِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ




166 Elbânî, Silsiletü’d-Daîfe, c.I, s.174, no:75.

604

(Accilû bi’t-tevbeti kable’l-mevt) “Ölüm gelmeden evvel, ölüm sizi ansızın yakalamadan önce tevbe edin!”

Ölüm sizi tevbe edemeden, günah üzerinde devam ederken, hatta günah işlemekte iken, tam günah anında yakalayıverir. Azrâil gelir, tam içki masasında canını alır, meyhanede canını alır, kumar masasında canını alır... Veyahut, Allah korusun, zina mahallinde canını alır. Suç üzere olmak çok fenâ... Tabii ne yapmak lâzım?.. Suçu, günahı, hatayı, yanlışı, küçük de olsa, büyük de olsa hemen bırakmak lâzım! Tehir etmemek lâzım!..

Onun için Efendimiz’in şiddetli bir tavsiyesi var:

“—Aman, tevbeyi sakın ileriye bırakmayın! Tevbeyi ileriye bırakmaktan sakının!”

Eh hemen tevbe edeceğiz, Cenâb-ı Hakk’ın doğru yoluna gireceğiz. Bazıları diyor ki:

“—Hacca gideyim de öyle...”

Bazıları da diyor ki:

“—Sabah olsun da öyle...”

Halbuki sabaha belki çıkar, belki çıkamayız. Hemen tevbe etmeliyiz!


Sonra: (Ve iyyâke ve’l-gurrate bi-hilmi’llâhi anke) “Allah’ın sana karşı halim selim davranmasına da aldanma!”

Biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bir sıfatı, o güzelim Esmâ-i Hüsnâ’sından birisi de Halîm olması. Hilim sıfatı var Allah’ın... Allah-u Teàlâ Hazretleri Halîm’dir, çok hilim sahibidir. Hilim ne demek?.. Yumuşak davranmak, kızılacak bir şeyin karşısında bile parlamamak, sert davranmamak...

Böyle bazı sakin insanları görürüz, severiz, hoşumuza gider: “—Bu adam çok halim selim bir adam; sinirlenmiyor, yumuşak, kaymak gibi, pamuk gibi...” deriz.

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin de halimliği vardır. Neden?.. İşte görüyorsun, kâfir, küfrüyle yaşıyor... İşte görüyorsun, kàtil, adam öldürmüş, ortada geziyor... İşte görüyorsun hırsız, hırsızlığı yapmış, gene de yapıyor arada fırsat buldukça... “Birden başına yıldırımlar yağsa, hemen mahvolacak, kahrolacak!” diye düşünebilir belki bir insan. Fakat duruyor, ortada dolaşıyor. Veyahut müslüman bir kul ama İslâm’ın emirlerini tutmuyor, başına bir belâ, bir ceza gelmiyor. Namaz kılmıyor da, yine sıhhati

605

yerinde... Yine dükkânı tıkır tıkır çalışıyor, kasasına paralar yine şarıl şarıl, şıkır şıkır akıyor.

Haa, bak aslında cezalı durumda olduğu halde, Allah mühlet veriyor. Yolda bir hata işlediği zaman, yanlış bir şey yaptığı zaman insan, ne yapıyor trafik polisi?.. Biraz ileride: “—Dur!” diyor. “Çek bakalım kenara!” diyor. “Ver bakalım ruhsatı, ehliyeti...” diyor. Ondan sonra, “Gel bakalım yandaki arabaya!” diyor.

Orada cezayı yazıyor, makbuzu kesiyor, parayı da alıyor.


Allah-u Teàlâ Hazretleri bazen cezayı birden vermiyor. Neden acaba?.. Bir kere Allah-u Teàlâ Hazretleri tevbeye bir zaman ayırıyor kuluna: “—Belki kulum yaptığı hatadan üzülür, pişman olur. ‘Aman yâ Rabbi, ben bir hata işledim, çok üzüldüm şimdi, çok mahcub oldum; beni affet!’ der.” diye.

Allah’ın affediciliği var ya, Allah-u Teàlâ Hazretleri Afüv’dür. Afüv ne demek?.. Affetmesi çok çok fazla demek... Sonsuz derecede af sıfatı var. Hiç kimsenin ölçemeyeceği kadar, affı, merhameti çok... Gaffâru’z-zünûb, günahları çok çok mağfiret edici. Sayısız, hadsiz, hesapsız tecellîleri var. Çok affediyor, mağfiret ediyor. Sonra, Settâru’l-uyûb; ayıpları setrediyor, bağışlıyor. Erhamü’r- râhimîn; acıyanların, merhamet edenlerin en merhametlisi, çok merhamet edici...

Dilerse kahreder, her şeye kàdir, ol derse olur, öl derse ölür karşısındaki kulu... Ama böyle hilim sıfatı var, halîm davranıyor. Gaffârlığı var, afv ü mağfiret ediyor. Settârlığı var, ayıpları setrediyor. Tevvâblığı var, kul tevbe ettiği zaman tevbesini kabul ediyor... Onun için, böyle bir günahtan sonra, bir müddet kulun başına bir şey gelmiyor.


Şimdi bazı kullar, “Bak ben günah işliyorum da, Allah başıma belâyı sarmadı, başıma yağdırmadı cezaları...” diyor, biraz böyle rahatlıyor, bir daha işliyor günahı...

Doğru değil. Allah-u Teàlâ Hazretleri birden cezayı vermedi, neden?.. Kullara merhametinden.

“—Belki tevbe ederler... Tevbe ederlerse, ben de affederim!” diye.

606

Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulunun tevbe etmesinden çok memnun oluyor. Fevkalâde razı oluyor tevbe edenlerden... Kulun hatasını anlayıp dönmesini çok seviyor, onun için affediyor.

“—Aferin, kendini yenebildi, nefsini aşabildi, duygularını bastırabildi, şeytana uymadı... Güzel bir hareket gösterdi, iyi bir başarı gösterdi; affettim!” diyor, affediyor.

Affetmesi için fırsat olsun, zaman olsun. Hele bir akşam olsun da, bir sakin bir kafayla düşünsün! Hele bir uyku uyusun uyansın da, kızgınlıkla, azgınlıkla veya taşkınlıkla yapmış olduğu hatayı anlasın da, sonra içine bir ateş düşsün diye mühlet veriyor. O da: “—Ah, ben ne yaptım? Rabbim bana her zaman lütfuyla nice nice nimetler verirken, vermekteyken, veriyorken, ben o nimetlerini yiyorken; Allah’ın nimetini yiyorum, Allah’a isyan ediyorum. Ben ne kadar zalim bir kulum! Aman yâ Rabbi, ben hata ettim; sen Gaffâru’z-zünûb’sun, beni afv ü mağfiret eyle yâ Rabbi!’ diye gözyaşı döküyor, secde ediyor. Yalvarıyor, ağlıyor, tesbih çekiyor, kurban kesiyor... Derken, böyle güzel bir şeyinden dolayı Allah-u Teàlâ Hazretleri affediyor.


Ama bir de, “Evet, işte ben günah işledim de ceza vermedi...” diyenler oluyor. Bizim lisede böyle bir arkadaşımız vardı. Anlatamayacağım şekilde edepsiz. “Eğer şey olsa, cezayı verirdi; vermiyor.” filân diye günahı bir daha işliyor, hatayı bir daha işliyor.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“—Sakın Allah’ın sana o anda halim davranıyor olmasına aldanma!”

Neden?.. Halim davranır da, cezayı hak ettiğin zaman da, birden gazabıyla seni kahreder. Bir sille, bir şamar, bir ilâhî cezâ, belâ gelir, dokuz takla atar suçlu insan... Neden?.. Verilen müddeti değerlendirmedi, anlamadı Allah’ın tevbe için zaman verdiğini; günah üzerine günah işlemeğe devam etti. Nasihatleri tutmadı, ikaz edenlerin ikazlarına aldırmadı, “Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” dedi.


Bunu çok söylüyorlar bu devirde... İslâm’ı bilmiyor, İslâm’ı yaşamıyor, ikaz eden kimselere de kızıyor. Diyor ki:

607

“—Sen ne oluyorsun yâ, niye böyle bu kadar kaşını çatıyorsun? Niye bu kadar sert oluyorsun?.. Allah namına niye böyle etrafa cezalar yağdırıyorsun?.. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”

İyi ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri Gafûr’dur, Rahîm’dir ama, Peygamber SAS de: “—Allah’ın öyle halim olmasına aldanıp gevşemeyin! Tedbir alın, dikkat edin, toparlanın! Kendinize çeki düzen verin, sonra karışmam...” buyuruyor.

Allah hem Gafûru’r-Rahîm’dir, hem de Azîzün zü'ntikàm'dır. Hem de cezasını verir, belâsını verebilir.

Amentü’de okuyoruz, herkes biliyor. herhalde Amentü’yü iyi öğretmiyorlar, aziz dinleyiciler! (Hayrihî ve şerrihî mina’llàhi teàlâ) Yâni, “İnsanın başına gelen hayırlar da, şerler de Allah’tan... Allah’ın takdiriyle oluyor.” O zaman bir belâ gelir başına Allah’tan, onu da düşünmesi lâzım!.. Allah rahmetiyle tecellî ediyor, hilmi ile muamele ediyor, cezasını birden vermiyor. Ama şerri de var, şer de Allah’tan... Bir de ceza gelirse diye toparlaması lâzım kendisini.


Hani hırsız bir hırsızlık yaptı, “Polis beni yakalayamadı...” diyor. İyi ama, “Bir sıçrarsın, iki sıçrarsın, üçüncü de yakalanırsın çekirge...” diyorlar. Yâni, sonunda yakalanırsın. Sonunda kelepçe kollarına bağlanır, hapse girer, rezil rüsvâ olur, hayatı mahvolur... Hayatı kayar diyorlar. Hayatı zindan olur, ömrü çürür hapislerde...

Kaçayım derken ev sahibiyle boğuşurken yaralanır, balkondan düşer, ölür suç üzere... Veyahut ev sahibiyle mücadele ederken, bıçağı çeker, onu öldürür. Hadi hırsızlıktan katilliğe geçer... Derken idam sehpasına gider.

Şeytan insanı bir suç işletmekte bırakmaz, daha derine, daha derine çekip, bataklığın içinde daha kötü işler yaptırmağa doğru götürür.

Onun için, Allah’ın cezası geldikten sonra, “Tamam, Allah’ın cezası geldi.” demek hüner değil. Gelmeden, Allah’ın halimliğini anlayıp, halimliğine de aldanmayıp; “Aman, bu halimliğini ben suiistimal etmeyeyim, tevbe edeyim!” demesi lâzım insanın, aklını başına toplaması lâzım!..

608

Bugün için, çok önemli bu hadis-i şerifteki nasihat... Çünkü bugünün insanı hem günah işliyor, hem de Allah’tan rahmet bekliyor. Eski zamanın mübarek insanları, ömürlerini ibadetle geçiriyorlardı, gene azaptan korkuyorlardı:

“—Acaba Allah beni azabına uğratır mı?” diye, tir tir titriyorlardı.

Müttakî kul ne demek, Allah’tan korkan kul ne demek, takvâ ehli kul ne demek?.. Hem ibadet ediyor, ömrünü ibadetle, tâatle, hayrâtla, hasenâtla geçiriyor, hem de Allah azabına uğratır mı diye, “Acaba azabına, kahrına uğrar mıyım?” diye, tir tir titriyor. Bu zamanın cahili de hem günah işliyor, hem de Allah’ın rahmetini bekliyor. Ne kadar tezat... Eskiler ne kadar ihtiyatlı, yeniler ne kadar ihtiyatsız... Ne kadar şaşkın, ne kadar yanlış düşünüyorlar!.. Yâni bu işin şakası yok ki, ya azaba uğrarsa, ondan kim kurtaracak onu?..

Onun için, eskilerin yaptığı gibi hem ibadet, itaat etmeli, hem de, “İbadetlerim kabul oldu mu? Yoksa benim bilmediğim, anlayamadığım bir hatamdan, kusurumdan dolayı Allah beni cezaya çarptırır mı?” diye pür dikkat olmalı!..

İnsan pür dikkat olursa, müteyakkız olursa, her işine dikkat ederse, yaptığı işleri kendisi, kendi kendine tefekkür edip düşünürse; kendini çeki düzen altına alırsa, zabt ü rabt altına alırsa, hata işlemesi azalır. Salıverirse, hataları devamlı işler.


Onun için, aziz ve sevgili kardeşlerim, tevbeyi geciktirmeyin, yarına bile bırakmayın!.. Bir saat sonraya bile bırakmayın!..

“—Şu anda hata işliyorum, şu anda günah işliyorum. Bu bitsin de, masadan kalktıktan sonra tevbe ederim...”

Hemen şu anda bırak!.. Sigara içiyorsun; yarısında bırak at, bir daha alma!..

Geçen gün bir arkadaş anlattı. Sigaranın kötülüklerinden bahsetmiş bir doktor arkadaş hastasına... Hasta, “Haklısın doktor bey!” demiş, cebinden de sigara paketini çıkartmış, ayağının altına almış, ezmiş. Çıkmış doktorun yanından...

Doktor da herhalde içine mâlûm mu oldu, ne olduysa, “Şunu takib et!” demiş adamına... Takib etmiş adamı. Adam doktorun muayenehanesinden çıkmış, bakkala girmiş, bir paket sigara almış, öyle gitmiş.

609

Yâni, doktorun muayenehanesinde sigarayı bırakıp, bir adım ötede yeniden başlamak olur mu?.. İlki güzel! Atacak, içmeyecek, ondan sonra da sebat edecek.

Bütün günahlar da bunun gibi, sigara alışkanlığı gibi. Kolay değildir bırakması... Hemen anında bırakmalı ve bir daha da işlememeli!.. Allah’ın ceza vermiyor oluşuna aldanmamalı!.. Vermiyor, vermiyor, vermiyordur da, belki vermeme müddeti sonuna yaklaşmıştır, bir saniye sonra Allah’ın bir cezası gelecektir. Belki bir zelzele olacaktır, başına bir şey düşecektir. Belli olmaz.

Onun için, ne yapması lâzım?.. Allah’ın kahrına uğramadan kendini derlemesi, toparlaması lâzım!..


Aziz ve sevgili kardeşlerim, bu birinci hadis-i şerif çok gerekli bir uyarı. Peygamber SAS Efendimiz’in bu uyarısı hepimize lâzım!.. Hele hele bu zamanın aydın kesimi; böyle bilgili, az çok bilgisi var... Ama İslâm’ı bilmiyor. Yâni dünyevî bilgisi var, laf söyleme bilgisi var. Kendisini savunma meziyeti, kabiliyeti var. İbadete taate çağırdığın zaman, Allah’ın emirlerini tutmağa çağırdığın zaman, hemen diyorlar ki:

“—İslâm müsamaha dinidir, hoşgörü dinidir. Hoş görün!”

Neyi hoş göreceğim kardeşim, anlat bakalım, öğreneyim! Neyi hoş görecekmişim?.. Günahları hoş görecekmişim... Allah’ın hoş görmediği şeyi ben nasıl hoş görürüm?.. Allah hoş görmemiş, hoş olmadığını da yazmış, bildirmiş. Peygamberine de söylemiş, kitabında da yazmış. Allah’ın hoş görmediğini hoş görmek diye bir şey olur mu?..

“—Senin dinin sana, benim dinim bana... Sen bana karışma!” diyor.

Öyle şey olur mu?.. Bir insanın kendisine Allah’ın emri, Peygamberin tavsiyesi anlatıldığı zaman, söyleyeceği en kötü söz budur.

“—Sen bana karışma!..”

Canım işte karışmış bir kere, Allah söyletmiş, gelmiş, Peygamber Efendimiz’in hadisini söylemiş, Kur’an-ı Kerim’in ayetini söylemiş. “Sen bana karışma!” diyor. Söylendi kardeşim, oldu, bitti, ikaz oldu. Uyanacaksın, kızmayacaksın!.. Hatalıysan,

610

kızmayacaksın ve sözü tutacaksın! Şu anda başına bir ceza gelmiyor diye aldanmayacaksın!..


b. Acizlerin İşini Yapmamaktan Sakının!


İkinci bir hadis-i şerif, Ebû Hüreyre RA’dan. Peygamber SAS Efendimiz’in “Şöyle yapmayın!” dediği konulu sayfa geldi de hadis kitabından... (İyyâküm) demek, “Sakının, sakın öyle bir şey yapmayın!” mânâsına bir edat-ı tahzir, yâni hazer ettirme edatı. “Aman, sakın ha yapma!” mânâsına bir kelime bu iyyâke ve iyyâküm.

Diyor ki Efendimiz bu ikinci hadis-i şerifte:167


إيَِّاكُمْ وَاْلإِقْرَاد، يَكُونُ أَحَدُكُمْ أمِيرًا أَوْعَامِلاً، فَتَأْتِي اْلأَرْمَلَةُ


وَ الْيَتِيمُ وَ الْمِسْكِينُ، فَيُقَالُ: أُقْـعُدْ حَتَّى يُنْظَـرَ فِي حَاجـَتِكَ!


فَيـُتْرَكُـونَ مـُقْـرِدِينَ لاَ تُقْضٰى لَهُمْ حَاجَةٌ وَلاَ يُؤْمَرُوا فَيَنْفَضُّوا.


وَ يَأْتِي الرَّجُلُ اْلـغَنِيُّ الشَّرِيفُ، فَيُقْـعِدُهُ إلِٰى جَانِـبِه، ثُمَّ يَقُولُ:


مَا حَاجَتُكَ؟ فَـيَقُولُ : حَاجَتِي كَذَا وَكَذَا. فـَيَقَولُ: أُقـْضـُوا


حَاجـَتَهُ وَعَجِّلُوا! (حل. عن أبي هـريرة)


RE. 173/6 (İyyâküm ve’l-ikrâd, yekûnü ehadüküm emîran ev àmilen, fete’ti’l-ermeletü ve’l-yetîmü ve’l-miskîn, feyukàlü: Ük’ud hattâ yünzara fî hàcetik! Feyütrekûne mukridîne lâ tukdà lehüm hàcetün ve lâ yü’merû feyenfaddù. Ve ye’ti’r-racülü’l-ganiyyü’ş- şerîfü, feyuk’iduhû ilâ cânibihî, sümme yekùlü: Mâ hâcetük?



167 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.108; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.2, s.33, no:866; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.45, no:14705; Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.334, no:9745.

611

Feyekùlü: Hàcetî kezâ ve kezâ. Feyekùlü: Ukdù hàcetehû ve accilû!) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(İyyâküm ve’l-ikrâd) “Sakınınız bazı kimselerin acizliğinden dolayı hakkını müdafaa edememesinden...)

İşin gücün görüldüğü resmî mahalleri, daireleri ve o işin gücün başında bulunan kişileri anlatıyor Efendimiz:

(Yekûnü ehadüküm emîran) “Sizden biriniz emir olur.” Emir ne demek?.. Emretme salâhiyeti kendisinde olan kimseye emir derler. Yâni bir şeyin başkanı. Başta bulunduğu için, “Sen şunu şöyle yap, böyle yapma!” diye emrediyor. Orduda komutan aşağıya emreder, sözü dinlenir. Sadece orduda olmaz; dairede de müdür emreder, memurlar emrini dinler. Memur ne demek?.. Kendisine emredilen kişi demek zâten, o da emir kökünden geliyor.

“Sizden biriniz emir olur, yâni bir yerde müdür veya emredici makamda başkan veya komutan olur; (ev âmilen) veya âmil olur.” Âmil de, bir işi yapan kimse demek. Zekâtı toplama işini yapan kimselere de âmil derlerdi. Giderdi zekât verecek kabilelere, kişilere, “Ver bakalım malanın zekâtını, topluyoruz. Ben zekât memuruyum!” derdi, toplardı. Bu zekât da beytü’l-mâl-i müslimîne, yâni müslüman devletin hazinesine gelirdi. Oradan ilgili yerlere, Kur’an-ı Kerim’in emrettiği yerlere harcanırdı. Bunu toplamakla, o işi yapmakla vazifeli kimseye de âmil derlerdi. Âmil aslında amel eden, iş yapan kimse demek. Herhangi bir devlet dairesinin başındaki insana da âmil derler.


Şimdi, “Sizden biri emir veya amir, veya âmil, veya müdür, veya başkan olur, sorumlu kişi olur. (Fete’ti’l-ermeletü) İşler orada görülüyor ya, onun kapısına dul kadın gelir; (ve’l-yetîmü ) babası anası olmayan çocuk, yetim gelir; (ve’l-miskînü) aciz, yoksul, fakir insan gelir.”

O daire, o işin görüldüğü yer. Meselâ zekât âmiliyse, zekâtlar toplanmış, yanında duruyor. Dul geldi; dula verilecek... Yetime verilecek, miskine verilecek. Veyahut belediyede biri iş, hükümette bir iş, böyle insanların hizmeti için kurulmuş bir dairede bir iş için yetim gelir, dul gelir, miskin gelir. (Feyukàlü) “Ona denilir ki: (Ük’ud hattâ yünzara fî hàcetik!) Otur şurada, isteğin ne ise baksınlar!’ denilir.” Yine burada otur deniliyor.

612

Şimdi öyle devlet daireleri var ki, oturacak yer yok... Gidiyorsun, koridorlarda bekle Allah’ım bekle... İçeriden çağıracaklar de sen gireceksin diye. Hani iş görülen yerlere de koridorlara birer sandalye konulsa, iyi hayır olacak. Zavallı dışarıda bekleyenler, dikilmekten mahvoluyorlar. Şöyle bir rahat yerde otursalar, rahat beklerler.

“Yetim, veya dul, veya miskin geldiği zaman deniliyor ki: (Ük’ud hattâ yünzara fî hàcetik!) ‘Dileğin ne ise,ihtiyacın ne ise dinlenecek, bakılacak, işin görülecek. Otur bakalım!’ denilir. (Feyütrakûne mukridîne) Böyle söz söylemez bir vaziyette, aciz bir vaziyette o orada terk olunur. (Lâ tukdà lehüm hàcetün) İşi görülmez, (ve lâ yü’merû) emir de olunmaz. (Feyenfaddù) Bu gelen zavallı dul, veya yetim, veya miskin ne yapar?.. Boynunu büküp gider.” Neden?.. “Otur!” denildi, “İşin görülecek!” denildi; bekledi bekledi, bir şey yok, kalkar gider. Çünkü zavallı; işini görecek, derdini anlatacak durumu yok.

Buna karşılık buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:

613

(Ve ye’tir-racülü’l-ganiyyü’ş-şerîf) “Buna mukàbil aynı daireye zengin, şerefli, eşraftan, itibarlı bir adam gelir. (Feyuk’iduhû ilâ cânibihî) İşin başındaki kişi, müdür bey onu hemen yanına oturtur.” “Rica ederim, şöyle buyurun efendim!” der, başköşeye oturtur. Rahat koltuklar vardır böyle, gömüldüğü zaman beli rahat eder insanın. Kolunu kenara koyar, rahat oturur. Şimdi bir de çay kahve ısmarlar.

(Sümme yekùlü: Mâ hâcetüke?) “Sonra ona, ‘Efendim arzunuz nedir, ihtiyacınız nedir?’ diye sorar kendisine. (Feyekùl: Hàcetî kezâ ve kezâ.) O bey de, eşraftan zengin adam da der ki: ‘Benim işim şudur, şudur... Lütfen şunu görüverin!’ der.

(Feyekùl) Müdür hemen der ki: (Ukdù hàcetehû) ‘Ey etrafımdaki memurlar, hemen koşuşun, bunun işini görün! (Ve accilû!) Acele de edin! Yâni öyle gevşek de davranmayın, koşuşun, bu adamın işini yapın!’ der.”


İyi, güzel, bu adamın işini koştura koştura yaptırtıyorsun da, deminki o yetimi, dulu, miskini öyle oturttun da dinlemedin?.. Saatlerce koridorda bekledi de sonra, boynu büküldü, geri gitti. İşte Efendimiz SAS, bu iki sahneyi diliyle, o mübarek anlatışıyla anlatıyor. Demek ki o zamanlarda da, devlet daireleri şimdiki kadar gelişmemiş olsa da, yine devletin divanı vardı, dairesi vardı, resmî kişiler vardı. Tabii, ona müracaat edenler de vardı.

Diyor ki Efendimiz:

“—Aman kendi derdini anlatamayan insanlardan sakının! Haklıdır, haceti vardır, derdi vardır; anlatamaz, hakkını savunamaz, kendisini müdafaa edemez, işini bitiremez. İşte bunlardan sakınınız!” diyor.

Onlara otur denilip de, dinlenmeyip de, işi görülmeden geri gönderilmesine razı olmuyor Peygamber Efendimiz. Zengine itibar edilip de, fakirin kenarda bekletilmesini tasvib etmiyor. “Aman öyle yapmayın!” buyuruyor.


Şimdi bu münasebetle bir hatıramı size anlatmış olayım: Seneler önce, çok sevdiğimiz bir kardeşimiz çok yüksek bir müessesenin başındaydı. İsmini de söylemiyorum, o devlet dairesini veya müesseseyi de söylemiyorum. Ama kapısı kalabalık,

614

gelenler yığınla, bekleme odası tıklım tıklım dolu... Ben de çok yakınıyım, Hocasının damadıyım. Ben de oraya gittim.

Kâtibi olan şahıs, —sekreter demiyorum, dikkat edin— teşrifatçısı olan şahıs içeriye haber verdi benim geldiğimi... Hemen içeriye aldı. O kadar kalabalığın arasından ben geçtim, tık tık tık... Herkes bana bakıyor, “Biz bekliyoruz, bu niye içeriye girdi?” filân diye de herhalde içlerinden bir şeyler de düşünmüşlerdir.

Ben hemen genel müdür beyin odasına alınmış oldum. Güzel... Beni hakîkaten demin tarif ettiğim gibi güzel bir maroken koltuğa oturttu. “Buyur!” dedi, “Çay içer misin?” dedi, çay da ısmarladı. Ben meşgul etmek istemiyorum kendisini... O olsun dedi, çay ısmarladı. Çok güzel, her şey güzel... Kat’iyyen bana, “Hacetin nedir, işin nedir?” diye sormadı.

Ne yaptı?.. Bakın güzel bir şey anlatıyorum size: Dışarıda sırada olan insanları bir bir çağırdı, hepsini dinledi, onların işlerini gördü. Benim sıram geldiği zaman, bana döndü, “Senin isteğin neydi?” dedi, bana onu sordu. Ben de zâten kendi işim değildi, bir şey söylemek için gitmiştim oraya... O söyleyeceğim sözü söyledim. Çok hoşuma gitti.


Yâni ilk olarak yanına alması neden?.. Hocasını sevdiğinden, ben de Hocasının damadı olduğumdan, benim dışarıda ötekilerle beraber beklememe razı olmadığından, bana yakınlığını göstermek için iltifat eyledi, sağ olsun, beni odasına aldı. Aldı ama

ötekilerin hakkını çiğnemedi, ötekilerden öne geçirmedi. Ön sırada olanları dinledi dinledi, sıra bana gelince benim hacetimi sordu. Çok hoşuma gitti.

Tabii, mü’min insanların hali başka oluyor. İmanlı insan her yerde adaleti düşünüyor ve her şeyde adalet etmeğe çalışıyor. Neden?.. Yarın mahkeme-i kübrâda her yaptığımız işten sorgu sual olunacak diye, adaletsizlik etmiyor. Yâni, insanın tabii hanımına karşı adaletsizlik etmemesi lâzım, anne babanın çocuklarına karşı adaletsizlik etmemesi lâzım! Hakkını koruması lâzım!..


Bugün birisi telefon ediyor:

615

“—Hocam, biz falanca kimse ile evlenmeyi arzu ediyoruz. O da iyi bir insan, ama benim babam razı olmuyor. Falanca aracı oldu, kabul etmedi; filanca aracı oldu, kabul etmedi...”

Hep itibarlı kimselerin isimlerini sayıyor. Kabul etmedi, kabul etmedi, kabul etmedi...

“—Pekiyi, kızım niçin kabul etmedi?” dedim.

“—Sebep de göstermiyor, kabul de etmiyor.”

“—Annen istiyor mu?..”

“—Annem istiyor.”

“—Kardeşlerin istiyor mu?..”

“—Kardeşlerim istiyor.”

“—Kendin istiyor musun?..”

Kendisi istiyor. Bu noktada baba haksızlık ediyor. Kişinin kişi haklarına bir müdahale oluyor bu... Evet, baba ama, o da onun hukukunu kollamalı!.. Nikâh iki kişi arasında bir anlaşma. İkisi de iyi insan olduktan sonra, o da o kadar olumsuzluk göstermeyecek, biraz yumuşak davranacak. O da kızının hatırını kollayacak.

Kız babasının hatırını kolluyor. Evliliği istiyor, fakat “Babamın hatırı kırılmasın, rızasını kaybetmeyeyim!” diye, babasının da hatırını kırmak istemiyor. Babası da sert davranıyor.


Her şeyde insan adalet etmeli!.. Çocuğunun bile hakkını vermede haksızlık yapmamalı!.. Hatta Peygamber SAS Efendimiz’in bir sözünü söyleyeyim, belki dehşete düşeceksiniz, belki hayret edeceksiniz, belki tüyleriniz diken diken olacak... Diyor ki Peygamber SAS Hazretleri:

“—Sizden önceki ümmetler, sizden önceki milletler, içlerinden zayıflar, güçsüzler suç işlediği zaman, onları cezalandırdıkları halde; böyle itibar sahibi, eşraftan, âyândan hatırlı kimseler suç işleyince, onları cezalandırmadıkları için helâk oldular.”

Ayırım yapıyorlar, yâni çifte standart diyorlar ya... İkili bir ölçü kullanıyor, tek bir ölçü kullanmıyor. Adamına göre ölçü... İyi adama göre her şey hoş, öteki sadece vatandaşa her türlü yük yükleniyor.


Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efrâz,

Birkaç kuruşu mürtekibin câyi kürektir!

616

dediği gibi Ziya Paşa’nın, öyle haksız muamele uygun olmuyor. Peygamber Efendimiz diyor ki:

“—Vallàhi, eğer kızım Fatıma hırsızlık yapmış olsa, ona da cezasını veririm!” buyuruyor.

Tabii, yapar mı Fâtıma Anamız?.. Cennetlik olduğu kendisine bildirilen mübarek kimselerden...


Peygamber SAS Efendimiz Fâtıma Anamız’ı (RA) yanına çağırdı, fısıl fısıl bir sır söyledi. Fâtıma Anamız ağladı, gözlerinden inci gibi yaşlar döküldü. Ondan sonra bir daha eğildi kulağına, yine bir sır söyledi fısıl fısıl... O zaman da güldü Fâtıma Anamız, tebessüm eyledi, sevindi.

Sıkıştırdılar, dediler ki:

617

“—İlk defa bir şey söyledi, ağladın; ikinci defa bir şey söyledi, tebessüm ettin, güldün, sevindin... Birincide ne dedi, ikincide ne dedi?..” dediler.

O da hatırlarını kıramadı soranların, dedi ki:

“—Peygamber Efendimiz SAS, ahirete irtihalinin yakın olduğunu bana söyledi. Ben de babam vefat edecek, ahirete irtihal edecek, ayrılık olacak diye ağladım. Babamın bu hallerine dayanamadım, gözlerimden yaşlar döküldü, ağladım. Ondan sonra da eğildi, ‘Ailemden ilk önce bana sen kavuşacaksın!’ dedi. O zaman da cennette Rasûlüllah Efendimiz’e kavuşacağım için sevindim, güldüm.” dedi.

Yâni, cennetlik olduğu belli olan bir kimse... Ama ne diyor Peygamber Efendimiz:

“—Ayırım yapmazdım. Kızım olsa bile, haksız bir şey yaptığı zaman, cezasını verirdim.” diyor.


Yâni, bir insan itibarlı olunca cezası affolacak, itibarsız olunca cezası verilecek... Olmaz!.. Adil bir şekilde ceza ne ise, o ceza verilecek.

Geçenlerde gazetelerde yazıldı, Suudi Arabistan’da afyon kullanmak, esrar kullanmak yasak... Pasaport alanlara da kâğıt veriyorlar, söylüyorlar:

“—Bakın Suudi Arabistan’a esrar sokmak, afyon sokmak yasaktır; cezası ölümdür. Ona göre ayağınızı denk alın!” diye de önceden söylüyorlar.

Şimdi bazıları bu işi yapmışlar gàlibâ, hapse düşmüşler. Onların affedilmesi için de Türkiye’den bazı kimseler gitti deniliyor. Hiç kimse onlara, gidenlere itibar etmemiş. Neden?.. İslâm’da birisi gerçekten cezayı hak ettiği zaman, o affedilsin diye gidip, şeriatın tesbit ettiği cezayı yaptırtmamağa çalışmak çok ayıp... Yâni ceza terettüb etmişse Allah’ın hükmü; hırsız cezalandırılacak, katil cezalandırılacak, kısasa kısas olacak... vs. Sarhoşun bir cezası var.

Cezalar bölümü ceza hukukunda yazılı. TCK ne demek?.. Türk Ceza Kanunu. Bir de tabii şeriatın ceza bölümü vardır. Kişi bir suç işlediği zaman, cezasının ne olduğunu anlatan bölüm vardır şeriat kitaplarında... O ceza için şefaat doğru değildir. Ceza ne ise o tatbik edilir.

618

Tabii cezada bazen ihtimaller olur. Meselâ, bir kimse bir kimseyi öldürmüşse, kısas olarak onun da öldürülmesi lâzım; ama ailesi razı olursa diyeti ödenir. Yâni şeriatın müsaade ettiği şeylerden birisi olabilir ama, şeriatın hükmü, kanunun hükmü kesinleştikten sonra, “Bu yapılmasın!.. Bu cezayı görmesin!” diye ayırım yapmak İslâm’da doğru bir şey değildir, çok da ayıptır.

Peygamber SAS Efendimiz bunu uygun görmüyor ve bir şey daha söylüyor:

“—Benim çocuklarım yapmış olsa böyle bir şeyi, onu bile cezalandırırdım!” diyor.

Neden?.. Adalet eşit olarak uygulanır insanlara... İster şerefli olsun, eşraftan olsun, ister fakir olsun; ister zengin olsun, ister yoksul olsun; ister erkek olsun, ister kadın olsun; büyük olsun, küçük olsun... Hepsinin hükmü nasıl olacağı belirtilmiştir. Onu öyle uygulamak gerekiyor, aziz ve sevgili kardeşlerim!

Vazifeliler de kendilerine gelen insanları sıraya koymalı; hatırlı veya yoksul, eşraftan veya sıradan bir insan diye ayırım yapmadan, hepsine Allah rızası için güzel hizmet edip, hepsinin ihtiyacını görmeğe çalışmalı!..


c. Kıssacılardan Sakının!


Bir hadis daha okuyarak bu seferki sohbetimi bitirmek istiyorum:168


إِيَّاكُمْ وَالْقَصَّاصَ، الَّذِينَ يُقَدِّمُونَ وَيُؤَخِّرُونَ، وَيَخْلِطُونَ وَيغْلِطُونَ (الديلمي عن أنس)


RE. 174/9 (İyyâküm ve’l-kassàs, ellezîne yukaddimûne ve yuahhirûn, ve yahlitùne ve yağlitùn.) Enes RA’dan rivayet edilmiş bir hadis-i şerif. Burada da İslâm’ın doğruluğa ne kadar önem verdiğini anlayacağınızı



168 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.386, no:1554; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Câmiü’l-Ehàdîs, c.X, s.351, no:9789.

619

tahmin ettiğim için bunu okuyorum. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

“—Sakının, aman sakının!” Kimlerden?.. (El-kassàs) veyahut (el-kussàs); yâni, “Hikâyecilerden, meddahlardan, kıssa anlatıcılardan sakının!” Nasıl kişiler?.. (Ellezîne) “Öyle hikâyeciler ki, (yukaddimûne ve yuahhirûn) bilgileri öne alırlar, sona bırakırlar, yâni yerlerini değiştirirler. (Yahlitùne ve yağlitùn) Birbirlerine karmakarış karıştırırlar ve hata yaparlar.”


Biliyorsunuz, Peygamber SAS Efendimiz’in hayatını pürdikkat takib etmişti ashab-ı kiram, can kulağıyla dinlemişti, büyük bir zevkle ve şevkle dinlemişti. İnce hususları dahi tesbit etmişler ve nakletmişlerdi, ama aynen nakletmişlerdi. Kelimesini değiştirmemeğe çalışmışlardı. Doğruya sadakat arzusuyla, çok dikkatli bir çalışma göstermişlerdi:

“—Rasûlüllah Efendimiz aynen şöyle söyledi.” demişlerdi.

Gayet iyi bir şekilde tesbit edilmişti Efendimiz’in haberleri... Veyahut Kur’an-ı Kerim’in nüzul sebebi, veyahut dinin ahkâmından herhangi bir konuda bir alimin falanca sözü... Bunlar gayet güzel tesbit edilmişti. Kitaplarda hangi râvîden geldiği, nasıl söylendiği kelime kelime tesbit edilmişti.

İslâm’da konuşma böyle olacak! Yâni bir şey hakkında bilgi verilirken, aynen verilecek. Öne almak, cümleyi değiştirmek, arkasını öne getirmek, önünü arkaya getirmek, ters çevirmek karıştırmak, hata yapmak olmaz. Ya doğruyu söyleyecek, dosdoğru söyleyecek; ya da susacak... Yahut da çok iyi dinleyecek, yanlış anlamamağa da çok dikkat edecek. İslâmî ilimlerin çok önemli bir kaidesidir bu.


İlme böyle bir ciddiyetle sarılan toplumda, bu kadar işin titizlikle ele alındığı bir toplumda, kimisi de çıkıyordu, insan topluluklarının karşısında ballandıra ballandıra hikâyeler anlatıyorlardı. Farz edelim, Yusuf ile Züleyha hikâyesi, veyahut Mûsâ AS’la Firavun hikâyesi filân gibi anlatıyor. Tabii bu tatlı tatlı anlatıyor diye halk da etrafına toplanıyor. O da coşuyor, yalan yanlış şeyler anlatıyor. Ne yapıyor?.. Öncekini sonraya bırakıyor, sonrakini öne alıyor, karıştırıyor ve hatalı şeyler söylüyor.

620

Olmaz! Kassas deniyor bunlara, kıssa anlatan kimseler. İslâm’da bu makbul bir meslek değil. Neden?.. Sözünün mesnedini düşünmeden, ağzından doğru çıkmasına dikkat etmeden ve mesnedsiz, kaynaksız, râvîsiz anlatıyor. “Onlardan sakının!” diyor Peygamber Efendimiz.


İşte bu, bizde hadis ilmi gibi, tarih ilmi gibi, fıkıh ilmi gibi, bütün diğer ilimlerde bilgilerin öyle kelime kelime, harf harf çok muntazam bir şekilde gelmesini sağlayan bir tavsiyedir. Peygamber SAS Efendimiz, bir söz rivayet edilirken, söylenirken, doğru söylenmesini istiyor. Öyle değiştirerek öncelikli, sonralıklı söylenmesini uygun görmüyor. Meselâ:

“—Nasreddin Hoca şöyle söylemiş...”

Be kardeşim, onu Nasreddin Hoca söylemedi, o Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifi. Niye Nasreddin Hoca’nın diyorsun?.. Veyahut “Şu şöyleymiş!” diyor. Hayır, öyle değil, öteki türlü, şöyle... Niye sen onu ters söylüyorsun?..

Böyle halk arasında garip garip, çok acaib, hatta korkunç, hatta cinayet gibi şeyler duyuyoruz. Bugün çok korkunç bir şey duydum. Çok taze duyduğum için, üzerimde çok etki uyandırdığı için, söyleyeceğim:


Bir köye birileri gelmiş, halka tavsiyelerde bulunmuş. Bu masal değil, uydurma değil, bugün duydum. Orada bulunan birisi bana söyledi. Köylerine birisi gelmiş, çok affedersiniz, mâzur görün:

“—Geceleyin ibadet yaparken kişi çırılçıplak soyunacakmış da, öyle ibadet edecekmiş...”

Bre insafsız şeytan, ne diyeyim şimdi ben buna?.. Böyle vaaz esnasında söylenmez ama, yeri geldi, misal olarak naklettim. Nereden çıkarttın bunu?.. Sonra ne faydası var?.. Din namına ne kadar saçma, şaklabanlık... Soyunacakmış, çırılçıplak olacakmış, öyle ibadet edecekmiş... Ne yapmak istiyor, köylüyü nasıl kandırmak istiyor?..

Buradan, bu hadis-i şeriften şunu söyleyip sözümü kapatmak istiyorum, sevgili Akra dinleyicileri: Siz kendiniz bir sözü dinlerken mesnedini sorun!.. Daha doğrusu mesnedli sözleri dinleyin!.. Şimdi ben size hadis-i şerif okuyorum; hadis-i şerifin

621

sayfası belli, kaynağı belli, râvîsi belli... Tamam, bunu dinleyin!.. Kur’an-ı Kerim’in tefsirini dinleyin!..

Ama filanca kitap... Kim yazmış? Bu adamın bu konudaki bilgisi ne, salâhiyeti ne?.. Bu konudaki yetkisi ne, niyeti ne?.. İyi niyetli mi, kötü niyetli mi, bilgili mi, bilgisiz mi, bunak mı?.. Sözleri karıştıran bir kimse mi, alt üst eden kimse mi?.. Aldatan insan mı, para toplamak isteyen insan mı?.. Bunlar çok önemli!..


Bir kere doğru sözleri dinleyin, doğruyu söyleyen insanları dinleyin!.. Bir de sözlerin kaynağını araştırın, sağlam kaynaklardan söz alın!.. Mesnedsiz söz söyleyenlere lütfen hiç yüz vermeyin, itibar etmeyin de fitne ve fesadlar yayılmasın, cahillik kök salmasın...

Yanlış şeyler kök salıyor, yerleşiyor; sonra herkes onu dînî kaide sanıyor. Diyorsun meselâ, birisine:

“—Harama bakmak günahtır. Sakın ha gözünü çevirip de yabancı bir kimseye böyle bakma!” diyorsun.

Sırıta sırıta diyor ki:

“—Güzele bakmak sevaptır.”

Fesübhànallàh! Nereden çıkarttın?.. Allah’ın yasak kıldığı, harama baktığı için günaha girecek dediği bir şeye, “Güzele bakmak sevaptır.” diye cevap verilir mi?..

Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, “Nâ-mahreme bakmayın!” diye emrediyor, bu da çıkmış diyor ki: “Güzele bakmak sevaptır.” Günahı sevap diye söylüyor. Ne kadar korkunç bir değiştirme...


Bir de çok yaygın bir söz daha hatırıma geldi, onu da söyleyeyim:

“—Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!”

Pek çok kere duymuşsunuzdur. Belki, “Hah, Hocam ben de böyle bir şey duydum.” diyeceksiniz. Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacakmışsın... Nerede kullanıyorlar bunu?.. Yâni, toplum içindeki akımlar ne tarafa doğru akıyorsa, sen de öyle yapacakmışsın... Paris modası, Berlin modası, Amerikan modası, Ceymis Bond modası, Klark Keybil modası... Bilmem kimin saç tipi, bilmem kimin bıyık tipi, bilmem kimin sakal tipi... Zaman böyle akıyor, moda böyle...

622

Öyle şey olur mu, ne kadar saçma!.. Müslüman beyefendi, müslüman hanımefendi öyle bir giyindi, öyle bir zamana uydu ki, müslüman olduğunu isbat etmek için bin tane şahit lâzım!.. Bunun müslümanlığa benzer bir hali kalmadı. Yaşamı, giyimi, kuşamı, evi, barkı, konuşması, çalışması, kazanması, harcaması; tamam, işte tam zamana uydu... Öyle şey mi olur?.. Allah’ın emirleri var, yasakları var...

Allah’ın emirleri ve yasakları kesindir. Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğu zamandan, dünyanın bozulacağı ahir zamana kadar, kıyametin kopacağı zamana kadar Kur’an-ı Kerim’in hükmü bakîdir. Peygamber Efendimiz’in tavsiyeleri bakîdir. Bunlar değişmez.


Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Sabah namazını kılın!” diye emretmiş. Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerde tavsiye etmiş.

“—Efendim, şimdi bu devirde gece geç vakitlere kadar çalışılıyor. Ben sizden sabah namazı kılmayı kaldırdım!”

Sen kim oluyorsun, nasıl kaldırırsın, sen kimsin?.. Allah’ın emri, o namazın güneş doğmadan evvel kılınmasıdır. Peygamber Efendimiz öyle kıldı, evliyâullah öyle kıldı, din kitaplarımızda böyle yazılıyor; sen kim oluyorsun?..

Hàsılı saçma sapan kurallar, saçma sapan bilgiler, saçma sapan felsefeler, saçma sapan, mesnedsiz sözler, tavsiyeler... Bak Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:

“—Böyle söyledikleri sözün altını üstüne getiren, önünü sona, sonunu öne getiren, karıştıran ve hata eden kimselerden aman sakının! Onları dinlemeyin!” buyuruyor.

Kimi dinleyeceğiz?.. Alimi dinleyeceğiz, müttakî alimi dinleyeceğiz. Kur’an’ı bilen, hadis-i şerifi bilen, onları uygulayan, takvâ ehli, sapasağlam insanları dinleyeceğiz. Böyle ne idüğü belirsiz, dînî bilgisi olmayan, sonradan çıktı, zıp çıktı kimselerin sözünü dinlemeyeceğiz. Her haberin kaynağını araştıracağız, sağlam kaynaklardan haber alıp, dinimizi sağlam kaynaklardan öğreneceğiz. Bu işin şakası yoktur. Yanlış öğrendiği zaman sonucu çok feci olacağından, cezası büyük olacağından, yanlış bilgi edinmemeğe çok dikkat etmek gerekiyor, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..

623

Allah-u Teàlâ Hazretleri hepimizi hayırlı ilimlerle, güzel ilimlerle, doğru ilimlerle bilgilendirsin... Dinimizi güzel bilen kullarından eylesin...

Dünyevî bilgileri de şöyle sapasağlam bir akılla, zevkle, güzelce öğrenen; hurafeden, yalandan, dolandan uzak, sapasağlam bilgilere sahip olan; zamanın bilgilerini de öğrenen, aydın kafalı, aydın gönüllü, ama Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı bağlı, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini bilip, Efendimiz’in yolundan yürümeğe son derece dikkatli kimseler eylesin...

Hakkı hak olarak görüp, ona uymayı nasib eylesin... Bâtılı bâtıl olarak görüp, teşhis edip, anlayıp, ondan da sakınmayı, korunmayı nasib eylesin...


O olayı anlatan şahıs dedi ki:

“—Ben ürperdim, onların yanına gitmedim.”

Böyle abuk sabuk, geceleyin çırılçıplak soyunacak da, öyle ibadet edecek filân gibi şeyler... Halbuki biliyorsunuz, namazda örtünmesi gereken yerleri örtmek, namazın farzlarından biri. Setr-i avret, istikbâl-i kıble filân diye duymuşsunuzdur. Namazı kılmak için şart bu... Bu da tutuyor, aksini söylüyor; yâni aldatıyor. Kim bilir ne maksadı var?..

Aman böyle uydurucu hikâyecilere, yalancılara, saçmacılara uymayın, kapılmayın!.. (İyyâküm ve’l-kussàs) veya (İyyâküm ve’l- kassàs); kussàs olsa daha iyi, çünkü ellezîne diye cemi yapılmış. “Böyle mesnedsiz söz söyleyip de, hikâyelerle halkı oyalayanlardan sakının!” diyor. Onları dinlemeyecek insan.


Hoşuma giden bir şeyi de anlatayım: Umre veya hac münasebetiyle Mekke’de Mescid-i Haram’a, Kâbe-i Müşerrefe’ye gidiyoruz; ya da Medine-i Münevvere’de Peygamber Efendimiz’in Mescid-i Saadetine gidiyoruz, başka mescidlere gidiyoruz. Oralarda bakıyorum, açıyorlar bir kitabı, okuyorlar. Kitabın adı belli, falanca büyük alimin yazdığı hadis kitabı, tefsir kitabı... Meselâ, İbn-i Kesir’in tefsirini okuyor. Veyahut falanca zât-ı muhteremin filanca sağlam eserini okuyor. Tamam...

Sağlam eser okuyorlar, öyle abuk sabuk, çürük çarık şeylerle meşgul olmuyorlar. Güzel... İlme önem vermek, ilmin sağlam

624

olmasına dikkat etmek çok çok mühim bir nokta. Efendimiz bu hadis-i şerifte bunu anlatmış oluyor.

O halde bizim de bir seçme kabiliyetimiz olmalı!.. Yâni yumurtanın tazesini, domatesin iyisini, meyvanın tatlısını, hoş kokulusunu çarşıda pazarda ayıramazsa insan, eve gelince hanımı ne der?..

“—Bak neler almışsın, çürük şeyler almışsın! Kart fasulye almışsın, çekirdekli acı patlıcan almışsın, bilememişsin...” der.

Çarşıdan pazardan nasıl her şeyin güzelini seçmesini öğrenmemiz gerekiyorsa, bilgilerin de güzellerini seçelim. En güzel bilgileri Allah sizlere nasib etsin... En güzel hayırlı işleri yapmayı nasib etsin... En sevdiği, en güzel kullarından eylesin... Dünyada ahirette yüzünüzü ak eylesin... Cennetiyle cemâliyle cümlenizi, cümlemizi beraberce müşerref eylesin, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..

Cumanız mübarek olsun...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..


29. 11. 1996 - AKRA

625
33. PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN DÜNYAYA BAKIŞI
©2024 Kotku Enstitüsü v2.8.2