16. PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN DOĞUMU
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Yarın, cumartesiyi pazara bağlayan gece Mevlîd-i Şerif Kandili olduğu için, bu cuma konuşmamda Râmûzü’l-Ehàdis
kitabımızdan; mübarek Hocamız Ahmed Ziyâeddin Gümüşhànevî Hazretleri’nin hadis koleksiyonu eseri olan, alfabetik sırayla hadislerin dizilmiş olarak tertiplemiş olduğu kitabından okuyacağım. Fakat Peygamber Efendimiz’in mübarek evsafıyla, Mevlîd-i Şerifiyle ilgili olacak konuşmam.
a. Mevlid Kelimesi
Önce lügat izahından başlayalım: Mevlîd, Arapça’da mif’îl veznindedir. Arapça’da kelimelerin vezinleri önemlidir. Türkçe’deki gibi sona takı gelmesiyle olmaz; vezinden vezne, kalıptan kalıba geçerek bir kelimeden yeni kelimeler türetilir.
Velede-vilâdet, doğmak fiilinden mevlîd, üç anlamlı bir kelime olur Arapça’da... İsm-i zaman, ism-i mekân, masdar-ı mîmî. Doğmak fiilinden ism-i zaman, doğum vakti demek. Mevlîdü’n- Nebî demek, Rasûlüllah’ın doğduğu vakit, zaman demek.
İkinci mânâsı, doğum yeri. O zaman ne mânâya gelir?.. Meselâ bir alimin hayatını yazarken, Arapça kitaplar der ki: (Hüve mekkiyyün mevlîden) “Doğum yeri bakımından Mekkelidir.” Mevlîd burada doğum yeri mânâsına kullanılıyor. Doğum zamanı mânâsına kullanıldığı gibi, doğum yeri mânâsına da kullanılır.
Bir de masdar-ı mîmî olur; doğum, doğuş, doğmak mânâsına gelir.
Tabii, Mevlîdü’n-Nebî Kandili dediğimiz zaman kasdedilen, Peygamber SAS Efendimiz’in doğumudur. Peygamber Efendimiz’in doğumu kandili denmiş oluyor.
Mevlîd kelimesini, bazı halk tarafından yazılmış elyazması kütüphane eserlerinde mevlûd diye görürüz. Bazı kimselerin
ağzında da bu yanlış telaffuz vardır, Mevlûd-ü Şerif derler. Mevlîd ü ile olmaz. Ü ile olursa, mevlûd, çocuk demektir.
Meselâ, hadis-i şerifte geçer:80
كُل مَوْلــُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ (خ. م. د. حم. حب. ط. ع. عن أبي هريرة؛ حم. طب. عن جابر)
RE. 340/12 (Küllü mevlûdin yûledü al’el-fıtrati) “Her çocuk fıtrat-ı İslâmiye üzere doğar.”
80 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.465, Cenâiz 29/91, no:1319; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2047, Kader 46/6, no:2658; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.642, Sünnet 34/18, no:4714; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.233, no:7181; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.337, İman, no:129; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.311, no:2359; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.282, no:6394; Abdü’r-Rezzâk, Musannef, c.XI, s.119, no:20087; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.203, no:11925; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.353, no:14847; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.III, s.353, no:14847; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Mevlûd, doğan çocuğa derler. Yâni, mevlîd yerine kullanılması yanlıştır. Sene içinde Peygamber SAS Efendimiz’in cihanı teşrif ettiği gün... Tabii, her sene o gün tekerrür ediyor, tekrar tekrar karşımıza geliyor. O Rebîü’l-evvel ayının on birini on ikisine bağlayan gece, sabaha karşı dünyayı mânevî bir güneş gibi doğarak aydınlatmış. Hepimiz o doğumdan fevkalâde heyecanlı, tarifsiz sevinçliyiz. Çünkü, alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber-i Zîşânımız dünyaya gelmiş oluyor. Peygamberlerin serveri, bizim başımızın tacı, gözümüzün nuru, gönlümüzün sürûru, canların kendisine feda olduğu en büyük beşer, en büyük zat...
b. Peygamber SAS’in Eski Ümmetlere Bildirilmesi
Peygamber SAS Efendimiz mukadderatın safhaları icabı, kader kaleminin yazması icabı peygamberlerin en sonuncusu olarak, Hàtemü’l-Enbiyâ olarak gelmiştir ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle bir peygamberi göndereceğini kader kalemi yazarken bildiği için ve onun yüzü suyu hürmetine kâinatı yarattığından, yaratılış itibariyle en öncedir. Evvelâ Nûr-u Muhammedî’yi yarattığı için, Rûh-u Muhammedî’yi yarattığı için, yaratılışta evveldir. Fakat ba’s oluş bakımından, yâni vazifeli peygamber olarak insanların arasına gönderilmiş olması bakımından en sonuncu peygamberdir.
Tabii kaderin bu takdiri, bu sonucu, bu hükmü mâlûm olduğundan, bilindiğinden, Allah-u Teàlâ Hazretleri eski ümmetlere de bu Peygamberi bildirmiştir. Yâni, istikbalde gelecek ahir zamanda gelecek ama, “Ahir zamanda bir peygamber gelecek!” diye onlara bildirmiştir.
Bu neye benziyor?.. Bizim Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini okuyarak kıyamete yakın zamanda, ahir zamanda olacakları bilmemize benziyor. Kıyamet alâmetleri diye, Peygamber Efendimiz bize öyle bilgiler vermiş ki, hayran hayran okuyoruz. Hayretler içinde kalıyoruz ve o işaretlerin, (eşrâtü’s- sâah) “kıyametin alâmetleri” denilen olayların, hadiselerin,
durumların, vasfedilen hallerin kısmen veya büyük ölçüde olduğunu hayretle görüyoruz.
Burada hemen bir cümle-i mu’tarıza açayım. Parantez açmak diyor yeniler ama, ben onu demiyorum. Şimdi insan, tabii kıyamete hazır olmalı! Müslümanlar daha çok hazır olmalı, tasavvuf erbabı dervişler en hazır olmalı!.. Yâni, ölüm her an başımıza gelebilir.
Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak;
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?..
Bir namazlık saltanatın olacak; Taht misâli o musalla taşında...81
81 Cahit Sıtkı Tarancı’nın (1910-1956) Otuz Beş Yaş isimli şiirinin son kıtası. Şiirin tamamı:
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayâl meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Ölümün herkesin başında olduğunu herkes biliyor. Dindar olan da biliyor, ayyaş olan da biliyor; herkesin başında ölüm var!.. Tabii, ölüme hazırlıklı olmak lâzım, tedbirli olmak lâzım! Abdestli olmak lâzım, zikirli olmak lâzım! Borçlarını ödemiş olmak lâzım, helâlleşmiş olmak lâzım!.. Neme lâzım, belki kıyamet kopuverir diye.
Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz bile, benim zamanıma yakındır diye, bu yakınlığı hissetmiş, hissettirmiş, tavsiye etmişti. Deccal’in fitnesinden sığınmayı tavsiye etmişti ümmetine... Onun için, bizim özellikle, çok hazırlıklı olmamız lâzım!.. Her yönden kıyamete hazırlıklı olmamız lâzım!..
Peygamber Efendimiz’in bize kıyametin alâmetlerini bildirdiği
gibi, eski ümmetlere de peygamberleri Peygamber Efendimiz’in geleceğini bildirdiği için, eski ümmetlerce de biliniyordu ve seviliyordu. Ahir zaman peygamberi diye hakkında yazılar vardı, hayranlıklar vardı. Peygamberler temenni ediyorlardı ki: “Ah, keşke ben de ahir zamanda yaşasaydım da, o Allah’ın en sevgili peygamberini, Ahir Zaman Peygamberi’ni görseydim de, onun ümmetinden olmak şerefine erseydim!” diye temenni ettiklerini kitaplar yazıyor.
Kur’an-ı Kerim en büyük şahit... Eski ümmetlere Peygamber Efendimiz’in ismiyle, cismiyle, sıfatlarıyla, vasıflarıyla, halleriyle,
Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe, gördüm tarumar.
N’eylersin ölüm herkesin başında; Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak;
Taht misali o musalla taşında.
hayatındaki mühim olaylarıyla bildirildiğini, Kur’an-ı Kerim ayetlerle bize bildiriyor. Tabii, biz oradan kesin olarak biliyoruz.
Araştırıcılar Peygamber Efendimiz’in eski ümmetlerin kitaplarında isminin geçtiğini böyle Kur’an-ı Kerim’den öğrenince, eski kutsal kitapları incelemişler, okumuşlar, didik didik araştırmışlar. Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u, Hindistan’daki çok eski zamanlardan kalma eski Hint dinlerinin mukaddes kitaplarını, İran’daki kitapları, dünyanın her yerindeki kitapları incelemişler. Hakîkaten o kitaplarda bazı sıfatları bildirilen, ahir zamanda gelecek olan bir kişiden bahsedildiğini tesbit etmişler. Bu konuda İngilizce kitaplar yazılmış, Türkçeye çevrilmiş.
Tabii biz, onlar uzun bir bahis olduğu için burada yâni eski ümmetler de Ahir Zaman Peygamberi diye bizim Peygamberimizin geleceğini bekliyorlardı, özlüyorlardı, ümmeti olmayı diliyorlardı. Bu çok uzun bir konu... Madem sözü burada açtık, yalnız bununla ilgili Saf Sûresi’nin bir ayet-i kerimesini okuyarak, müslümanlara bu müjdeyi ayetin izahıyla açıklayalım!
Diyor ki, Saf Sûresi’nde Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri, bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَ إِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَابَنِي إِسْرَائِـيلَ إِنِّي رَسُـولُ اللَّهِ إِلَيْـكُمْ
مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي
اسْمُهُ أَحْمَدُ (الصف:٠)
(Ve iz kàle îse’bni meryeme yâ benî isrâîle innî rasûlü’llàhi ileyküm musaddikan limâ beyne yedeyye mine’t-tevrâti ve mübeşşiren bi-rasûlin ye’tî min ba’di’smuhû ahmed) (Saf, 61/6) Sadaka’llàhu’l-azîm.
“Hani hatırla o zamanları ki, ne idi o günler ki, Meryem oğlu İsâ AS ümmetine diyordu ki: (Yâ benî isrâîl) Ey İsrâil oğulları!” Biliyorsunuz, şaşırabilir bilmeyenler, onun için açıklamam lâzım: Hazret-i İsâ AS, Benî İsrâil’in arasında zuhura geldi. İncil kendisine indi. Kendisine inananlar hristiyanlar oldular,
nasrânîler oldular. Nasàrâ diye de geçer Arapça’da... Ama Yahudi kavminin arasında, Benî İsrâil arasında zuhur etti. Yaşadığı yer, bölge, içinde yetiştiği halk, muhatapları onlar olduğu için, onlara dedi ki:
(Yâ benî isrâîl) “Ey İsrâil oğulları, ey Yahudi kavmi! (İnnî rasûlü’llàhi ileyküm) Ben size Allah’ın gönderdiği bir peygamberim, Allah’ın elçisiyim. (Musaddikan limâ beyne yedeyye mine’t-tevrâh) Allah’ın Mûsâ AS’a indirdiği Tevrat’tan size hangi hükümler beyan edilmişse, bildirilmişse, onları ben tasdik ediyorum, tasdik ediciyim. Onların hak olduğunu söyleyip, onların hükmüne devam etmenizi size bildiriyorum. Tevrât’ı tasdik ediciyim. Meraklanmayın, sizin inandığınız Tevrat kitabının Mûsâ AS’a indirilen kitap olduğunu ben biliyorum, onu tasdik ediyorum. Onu reddetmiyorum, inkâr etmiyorum, onu dışlamıyorum; o tamam, onu tasdik ediciyim.
(Ve mübeşşiren bi-rasûlin) Ama daha enteresanı, size ileride gelecek bir Ahir Zaman Peygamberini müjdeleyici bir kişiyim ben... Aradayım; Tevrat’ı tasdik ediciyim, ileride gelecek olan bir Peygamber-i Zîşân’ı müjdeleyici bir kişiyim size... Müjde verici bir kimseyim.”
Bu arada yine bir cümle-i mu’tarıza, yâni parantez içinde bir bilgi: Biliyorsunuz İncil kendisine indi. İsâ AS’a indirilen mukaddes kitabın adı İncil... İncil’in kendi dillerinde mânâsı ne?.. Müjde... İncil, müjde demek... Niye mukaddes kitapları müjde adını almış?.. Bunu çok büyük bir hristiyan alimi olan, hristiyanlıkta doktoralar yapmış, profesör olmuş olan, sonradan da müslümanlığı seçmiş olan, Abdü’l-Ehad-ı Dâvud isimli şahıs, Tevrat, İncil ve Kur’an isimli kitabında çok delilleriyle söylüyor: “Çünkü, Hazret-i İsâ AS’ın ekseriyetle vaazlarında, konuşmalarında yaptığı şey, ‘Benden sonra bir peygamber gelecek!’ diye, ümmetine o Peygamberi medh ede ede, ona olan sevgisini anlatmak; ‘O geldiği zaman ona tâbî olun!’ diye ümmetine bildirmek idi.” diyor.
Ne kadar bildirdi İsâ AS Peygamber Efendimiz’in geleceğini?.. (Ye’tî min ba’dî) “O benden bir müddet sonra gelecek. (İsmühû ahmed) Onun ismi Ahmed olacak!” diye ismiyle bildirdi. O kadar kesin...
c. Cihad Peygamberi
Öteki mukaddes kitaplardaki Peygamber Efendimiz’le ilgili vasıflarda da, meselâ deniliyor ki:
“—Dağlık bir bölge olan Faran’da dünyaya gelecek.” Yâni, Mekke anlatılıyor. “Sonra bir başka iki tarafı dağlık, kendisi ovalık bir şehre hicret etmek zorunda kalacak.” deniliyor. Yâni, Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicreti anlatılıyor.
“—Sonra, düşmanları kendisine çok saldırdığı için; Allah’ın dinini, kendisini, ümmetini, müslümanları yok etmek istediği için, kendisini savunacak, savaşmak zorunda kalacak. Kılıç kullanan bir peygamber olacak.”
Sevgili kardeşlerim, bu arada bunu da tabii hemen, bugünlerde çok mühim olduğu için size hatırlatmak istiyorum: Müslümanlar elbette sevgi dolu insanlardır. Elbette çok merhametli insanlardır. Hiç kimsenin aç kalmasını istemez, ızdırab çekmesini istemez, üzülmesini istemez... Kâfir olarak göçüp de ahirette, cehennemde cayır cayır yanmasını, ebedî azab görmesini istemez... Çok merhametli ama, müslümanlara İslâm’ın doğduğu zamandan beri İslâm düşmanı olan, hayatındaki menfaatlerini elden kaçırmamak için müslümanları yok etmek isteyen insanlar düşman olmuşlardır.
Mekke’nin müşrikleri düşman olmuşlardır, Kureyş kabilesinden... Ondan sonra, Medine-i Münevvere’ye göç etmek zorunda kalmıştır Peygamber Efendimiz; oraya asker göndermişlerdir. Müşrik kabileleri toplamışlardır, onlar hücum etmişlerdir... Ondan sonra, İslâm iyice yerleşince, Bizans ordusu kuzeyden gelmiş, müslümanlarla çarpışmak durumu olmuştur...
Her yerden böyle İslâm’a karşı hücumlar olduğundan, savaşmak zorunda kalmıştır müslümanlar. Bu da İslâm’da, “Ne yapalım, cihad sevaptır. Allah yolunda ölürse insan, şehid olur.” diye, müslümanlar kader kaleminin çizdiği, yazdığı bu yazıya boyun vermişlerdir. “Eh Rabbimiz yaşatırsa, sıhhat afiyet üzere, saadet selâmet üzere yaşatsın; öldürürse, şehid olarak ölelim!” diye dua etmişlerdir.
Biliyorsunuz, Ca’fer-i Sàdık RA Efendimiz’in; yâni Peygamber Efendimiz’in sahabesi değil ama torunu, Allah şefaatine erdirsin... Mübarek büyüğümüz Ca’fer-i Sàdık Efendimiz, alevî kardeşlerimizin de çok sevdiği, bizim de çok sevdiğimiz; çünkü tarikat silsilesinde ismi geçtiği için bizim büyüğümüz oluyor. Tarikat bakımından, din bakımından, tasavvuf bakımından; hattâ bazı kimseler evlâdı olduğuna göre dedesi olmak bakımından da muhterem oluyor.
Evradımızda Ca’fer-i Sàdık Hazretleri’nin duasını okuyanlar bilirler, hatırlayacaklar:82
اَللَّهُمَّ أَحْيِنِي سَعِيدًا، وَأَمِتْنِي شَهِيدًا.
(Allàhümme ahyinî saîden, ve emitnî şehîden) “Yâ Rabbi, sen beni saîd olarak, yâni senin sevdiğin yolda yürüyen bahtiyar bir kul alarak yaşat ve şehid olarak ahirete göçmeyi nasib eyle...” diye duası vardır.
Ne yapsınlar, cihad etmek zorunda kalmışlardır, etmişlerdir. Bizim ecdadımız da cihad eylemiştir. Geçen gün bir kardeşim, havacı, yüksek rütbeli kardeşimiz diyor ki:
“—Hocam, ben ordudan ayrılmak istiyorum ama... Özel iş bulabilirim, daha çok para alabilirim ama, özel işte cihad imkânı kalmıyor.” diyor.
Yâni, “Resmî işte olursam, Allah yolunda savaştığım zaman şehid olacağım; emekliliğimi istersem, sivil işe geçersem, cihad imkânı kalmayacak.” diyor. Hayran kaldım, yâni nasıl böyle cihadı özlüyor.
Kıbrıs olaylarında bir asteğmeni anlatmışlardı. Sanıyorum Gaziantep tarafında... Normal olarak asker değil ama, askerliğini yapmak için orduya katılmış, yedek subay olmuş, Kıbrıs hadisesi patlak vermiş. Kıbrıs’a gidiyor. Mektup yazmış ailesine, unutamadığım muhteşem satırlar... Diyor ki ailesine:
82 Hàkim, Müstedrek, c.III, s.114, no:4566, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
“—Ben, benim neslimden pek çok kardeşime nasib olmayacak bir şerefi, şehid olmayı mümkün kılan bir göreve gidiyorum. Bu görevde belki, o şehid olma şerefine erebilirim, ne mutlu bana!.. Eğer ben şehid olursam, işte çocuklarıma bakın... vs.” diye vasiyetlerini söylüyor.
Ama, “Benim neslimden pek çok kimseye verilmemiş bir fırsat” olarak diye söylemesi çok enteresan. Tabii, bu devirde savaş, Kıbrıs olayı oluncaya kadar genç nesillerin görmediği bir şey olduğundan, böyle söylemiş oluyor.
Yâni, Peygamber Efendimiz’in eski kitaplarda evsafı anlatılırken, “Cihad etmek zorunda kalacak olan, elinde kılıç da bulunan bir peygamber” diye de anlatılmış. İsmi de bildirilmiş.
Tabii, İsâ AS’ın kendisine indirilen İncil’de bu isim vardı. Bugün İncil’in İsâ AS’a indirilen asıl nüshası yok, Yunanca’ya, başka dillere tercümeleri var. Orada, böyle bir şahsın geleceğinden bahsediliyor. Bunun Paraklit ismiyle tercümesi yapılmış. Bunun aslını araştıranlar, Ahmed mânâsına geldiğini söylüyorlar. Birçok hristiyan papaz da, İncil’deki bu ayet-i
kerimeyi okuyup müslüman olmuşlardır. Onlardan birisi de Anselmo Turmedo isimli bir İspanyol papazı idi. Müslüman oldu, Tunusluların arasına geçti. Neden müslüman olduğunu bildiren bir eser yazdı. O da Türkçe’ye çevrildi. Yâni bu konu, meşhur bir konu...
d. Peygamberlerin Seyyidi
Pekiyi ayet-i kerimelerle böyle eski ümmetlere de şânı, şerefi, geleceği, Ahir Zaman Peygamberi olduğu müjdelenmiş olan Peygamber Efendimiz’in hadi-i şeriflerde sıfatı, durumu nasıldır?.. Kendisi kendisini nasıl tanıtmıştır?..
Bazı kereler sahabe-i kiram —rıdvânu’llàhi aleyhim ecmaîn— serbest bir vakit bulup karşı karşıya oturdukları zaman, Peygamber Efendimiz’e demişler ki:
“—Yâ Rasûlallah, bize biraz kendinden bahseder misin? Sen kendini şöyle bir anlatsan da, biz de dinlesek.” diye söylemişler.
Bu hususta bazı hadis-i şerifler var. Bir tanesinden başlıyorum. Teberrüken, Peygamber Efendimiz’in kendi ifadeleri ile kendisini nasıl anlattığına bir bakalım:83
أَنَا سَيِّدُ الْمُرْسَليِنَ إِذَا بُعِثُوا، وَسَابِقُهُمْ إِذَا وَرَدُوا، وَمُبَشِّرُهُمْ إِذَا
أُبْلِسُـوا، وَ ِإمَامُهُم ِإذاَ سَــجَدُوا، وَ أَقْربـُهُمْ مجْلسًا إِذَا اجْتَمَـعُوا،
أَتَكَلَّمُ فَـيُصَدِّقــُنِي، وَ أَشْفـَعُ فَـيُشَفـِّعُنِي، وَ أَسْئَلُ فَـيُعْـطِينِي (ابن
النجار عن أم كرز)
RE. 152/4 (Ene seyyidü’l-mürselîne izâ buisû, ve sàbikuhüm izâ veradû, ve mübeşşiruhüm izâ üblisû, ve imâmühüm izâ secedû, ve
83 Kenzü’l-Ummâl, c.11, s.584, no:32043; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.17, no:5701.
akrabühüm meclisen ize’ctemeù, etekellemü feyüsaddikunî, ve eşfeu feyüşeffiunî, ve es’elü feyu’tînî.)
Buyurmuş ki Peygamber SAS Efendimiz:
(Ene seyyidü’l-mürselîne izâ buisû) “Ben mürsel olan, gönderilmiş olan, elçi olarak, vazifeli olarak gönderilmiş olan peygamberlerin seyyidiyim, ba’solundukları zaman...” Ba’s burada, mahşerde ba’sü ba’de’l-mevt olabilir; dünyada peygamber olarak ba’solundukları kasdedilmiş olabilir. Peygamberlerin seyyidi olduğunu söylüyor. Seyyid ne demek?.. Soylu, asil, efendi demek. Peygamber Efendimiz hepsinin, Allah indinde mertebesi en yüksek olanı.
(Ve sâbikuhüm izâ veradû) “Cennete girecekleri zaman da, ilk evvel cennete girecek olan benim.” buyurmuş Peygamber SAS Efendimiz. Bunu başka hadis-i şeriflerden de biliyoruz. Allah, Peygamber Efendimiz’i cennete ilk giren beşer eylemiş.
Hattâ, Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:84
آتِي بَابَ الْجَنَّةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، فَأَسْتَفْتِحُ، فَيَقُولُ الْخَازِنُ: مَنْ أَنْتَ؟
فَأَقُولُ: مُحَمَّدٌ. فَيَقُولُ: بِكَ أُمِرْتُ لاَ أَفْتَحُ لأَِحَدٍ قَبْـلَكَ (م. حم. وعبد بن حميد عن أنس)
RE. 3/1 (Âtî bâbe’l-cenneti yevme’l-kıyâmeh) “Cennetin kapısına ben vardığım zaman, (feesteftihu) onun açılmasını isteyeceğim. (Feyekùlü’l-hàzin) Cennetin bekçisi Hàzin isimli melek, soracak: (Men ente) ‘Sen kimsin?’ diye.”
84 Müslim, Sahîh, c.I, s.188, no:197; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.136, no:12420; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.379, no:1271; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.119, no:400; İbn-i Ebî Àsım, Evâil, c.I, s.62, no:10; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.447; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.138, no:418; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.462, no:955; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.532, no:31890; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.I, no:2; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.9, no:1.
Gelen kimsenin kimliğini hani kapıda sorarız ya... Kapı çalınır, “Kim o?” diye içeriden sorulur ya, “Sen kimsin?” diye soracak. O da bunun üzerine:
(Muhammed) “Ben Muhammed-i Mustafâ’yım! Allah’ın peygamberi, seyyidü’l-beşer, seyyidü’l-mürselîn Muhammed’im!” diyeceğini bildiriyor Peygamber Efendimiz.
O zaman, o melek şöyle cevap verecekmiş:
(Bike ümirtü en lâ efteha li-ehadin kableke) “Yâ, öyle mi? Ey Allah’ın Rasûlü, buyur, şimdi kapıyı hemen açıyorum. Senden önce kimseye bu kapıyı açmamayı Allah bana emretmişti. Senden evvel, senden başkasına açmamakla emrolunduğum için, geleni soruyorum. Sen o imişsin, buyur!” diye, kapıyı ona açacak.
Peygamber Efendimiz, (ve sâbikuhüm izâ veradû) “Cennete girerlerken en evvel gireniyim!” diye, cennete ilk gireceğini bildiriyor. Sàbık, yâni önde gelen, başka gelen demek. Türkçe’de biraz farklı; sàbık, bir makamda eskiden olana derler. Ama o
evvelce gitmiş mânâsına geliyor. Burada sàbık, müsabakada birinci gelmek gibi. Yâni, cennete evvelce girmek mânâsına.
(Ve mübeşşiruhüm izâ üblisû) Peygamber Efendimiz, o peygamberleri de müjdeleyen bir kimsedir. Allah’ın haşmetinden, haşyetinden, mahşer gününün dehşetinden, me’yus oldukları, korktukları, “Eyvah, halimiz ne olacak?” diye, mahşerde nebîlerin bile hayran kaldığı zamanlar olacak.
Tabii, Allah-u Teàlâ Hazretleri, (İzi’l-kerîmü tecellâ bi’smi müntakımi) [Kerîm olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Müntakîm ismiyle tecelli ettiği zaman] dediği gibi İmam Busîrî’nin şiirinde,85 Azîzün zü’ntikam ismiyle tecelli edeceği için, herkes tir tir titreyecek. “Eyvah benim de dünyada ufak tefek, beşer olarak suçlarım olmuştu. Şimdi Rabbim onun hesabını sorarsa...” diye korktukları sırada, onlara müjde verecek olan Peygamber SAS Efendimiz... Yâni onları, “Korkmayın, size korku yok, üzüntü yok!” diye müjdeleyecek olan o... Tabii, düşünün! Peygamberlere bile müjde verecek olan, onları teselli edecek olan, “Korkmayın!” diyecek olan Peygamber Efendimiz SAS... Tabii, bizim için de en büyük müjde.
(Ve imâmühüm izâ secedû) “Allah’ın azameti karşısında, tecellisi karşısında ahirette secde ettikleri zaman, Allah’ın divanında secdeye vardıkları zaman, ben onların önünde imamları olacağım.” diyor Peygamber Efendimiz.
(Ve akrabühüm meclisen ize’ctemeù) “Allah’ın divanında toplandıkları zaman, Allah’a en yakın yerde, en şerefli makamda oturanları olacağım. (Etekellemü) Ben konuşacağım, (feyusaddikunî) Allah-u Teàlâ Hazretleri beni tasdik buyuracak. Yâni sözümün doğru olduğunu beyan buyuracak, rızasıyla sözlerimin hak olduğunu tasdik buyuracak. (Ve eşfeu) Ben şefaat dileyeceğim Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden, (Feyüşeffiunî) Allah-u Teàlâ Hazretleri beni şefaatçi olarak kabul edecek, şefaatime itibar buyuracak ve benim şefaat dilediğim kimseleri afv ü
85 İmam Busîrî, Kaside-i Bür’e, beyit: 153, (Kaside-i Bür’e Tercümesi ve Şerhi, Abidin Paşa; sadeleştiren: Ö. Faruk Harman, s.148, İstanbul, 1977.
mağfiret edecek. (Ve es’elü) Ben isteyeceğim, (feyu’tînî) o da bana orada istediklerimi bahşedecek.” Hadis-i şerif burada bitiyor.
Daha peygamberliğinin ilk zamanlarında, etrafındaki insanların verdiği işkencelerden, sıkıntılardan sıkıldığı zaman, “Acaba Rabbim beni terk etti mi?” diye biraz üzüldüğü zaman inen Ve’d-duhà Sûresi’nde:
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰى (الضحى:٥)
(Ve lesevfe yu’tîke rabbüke feterdà) “Ey Rasûlüm me’yus olma, üzülme! Rabbin sana öyle verecek ki, razı olacaksın! Razı olacağın kadar, bol bol verecek.” (Duhà, 93/5) diye çok büyük bir müjde var.
Onun için, hatim indirilirken, Ve’d-duhà’ya gelince, Allàhu ekber deniliyor. Çünkü o zaman, Allàhu ekber dedi herkes... Bu sûre inip de, bu ayeti duyunca, herkes Allàhu ekber diye bağırdı. Mescidin içi Allàhu ekber’le doldu. Çok sevindiler.
Burada da, “Ben isteyeceğim, Allah-u Teàlâ istediklerimi verecek.” buyruluyor.
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, ne mutlu bize ki, Peygamber SAS’e ümmet olmuşuz, onun ümmetiyiz. Onun sünnetine sımsıkı sarılalım!
e. Peygamber Efendimiz’in Şefaati
Bakın, bu hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz, kendisini bize ne güzel anlattı. Büyüklüğünü ne kadar güzel anlıyoruz. Tabii hepimizin, bütün insanların, bütün akıl sahiplerinin hiç tereddütsüz kabul ettiği bir gerçek var ki, insanın mevkii, makamı, yüksekliği, şerefliliği, Allah’ın yanındaki şerefliliğidir. Yâni, dünyadaki şereflilik, mevkî, makam, rütbe dünyada kalır, çok önemli değil.
Dünyada bir insan hükümdar olabilir. Onun devrindeki peygamber de, onun tebaasından gibi görünebilir. Ötekisi
hükümdar, berikisi tebaadan bir kimse ama, o peygamber, daha yüksek...
İşte dünyada bu değer bazen anlaşılamıyor. Herkes paranın, pulun, mevkiin, makamın göz kamaştırıcı, şaşırtıcı şâşaasının tesirinde kalıyor; mevkî, makam, para, pul sahiplerine itibar ediyor. Aslında itibara, hürmete lâyık kimseler olmasa bile, Firavun gibi, Nemrut gibi olsa bile, dalkavuklar etrafında toplanıyorlar.
İşte Peygamber SAS Efendimiz de, Allah yanında en kıymetli olduğundan, onları beyan etmiş: Peygamberlerin efendisi, cennete ilk giren, evvel giren kişi... “Peygamberler korktukları, me’yus oldukları zaman, onlara müjde veren; secde ettikleri zaman, önlerinde imam olarak Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne secde eden; Hakk’ın divanında Cenâb-ı Hakk’a en yakın oturan; konuştuğu zaman, Allah’ın konuşmasını tasdik ettiği; şefaat istediği zaman, Allah’ın şefaatçi olarak kabul buyurup, istedikleri kimselere şefaatini muteber saydığı; istedikçe, istediklerini bol bol verdiği peygamber” diye bildiriyor. Bunlar, en kıymetli sıfatlar...
Tabii, burada bizi ilgilendiren son iki sıfat... (Feyüşeffiunî) “Ben şefaat istiyorum, beni şefaatçi olarak, şefaatçi makamında kabul buyuruyor; ‘Pekiyi, şefaat eyle!’ diye şefaatçi olarak kabul ediyor Rabbim; ben de şefaat ediyorum.” diyor.
Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz ümmetine şefaat edecek. Onun için, levhalar var evimizde:
“—Şefâat yâ nebiyya’llah!” “—Şefâat yâ rasûla’llàh!..” “—İşfa’ lenâ inde’l-mevle’l-azîm yâ rasûla’llàh” diye, böyle şefaatini istiyoruz.
Ne yüzle istiyoruz?.. Peygamber Efendimiz bize biraz cesaret verecek, müjdeli hadis-i şerif buyurmuş. Buyurmuş ki:86
86 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.649, no:4739; Tirmizî, Sünen, c.IV, s.625, no:2435; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.213, no:13245; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s.387, no:6468; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.139, no:228; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.258, no:749; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.43, no:3556; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.40, no:3284; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.287, no:310; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.17, no:15616; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.261; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.166, no:236; Bezzâr,
شَفَاعَتِي لأَِهْلِ الْكَبَائِر مِنْ أُمَّتِي (حم. د. ت. ن. ع. حـب. طـب. ك. هـب. ض. عن أنــس؛ ط. ه . ت. طـب. ك. حل. ض. هب. وابن خزيمـة عن جابر؛ خط. عن ابن عمر؛ قط. خط. عن كعب بن عجرة؛ طب. عن ابن عباس)
RE. 306/3 (Şefâatî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî) “Benim şefaatim ümmetimin kebâir işleyen, büyük günah işlemiş olan suçlularınadır.” diye müjdelediğinden, yüzü kara kimseler bile ümitli oluyor:
“—Her ne kadar yüzüm kara, elim boş, suçum çok ise de, Rasûlüllah Efendimiz kereminden, cûdundan, fazîletinden suçluların da affını dileyeceğini, onlara da şefaat edeceğini bildirmiş.” diye, “Şefâat yâ Rasûlallah!” diyor Ümmet-i Muhammed... “Bana da şefâat eyle, yâ Rasûlallah!” diyor.
Tabii, Peygamber Efendimiz’i Allah şefi’ olarak, Şefîü’l- müznibîn olarak, (nebiyyü’r-rahmeh, şefîü’l-ümmeh) rahmet
Müsned, c.II, s.325, no:6963; Ziyâü’l-Makdîsî, el-Ehàdîsü’l-Muhtâre, c.II, s.241, no:1549; İbn-i Ebî Âsım, es-Sünneh, c.II, s.361, no:689; Hàris, Müsned, c.IV, s.304, no:1120; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.I, s.170, no:509; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.I, s.349; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.I, s.396, no:366; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIII, s.409; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.IV, s.78, no:671; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.I, s.448, no:1401; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Tirmizî, Sünen, c.IV, s.625, no:2436; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1441, no:4310; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, s.386, no:6467; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.140, no:231; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.233, no:1669; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.287, no:311; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.201; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.351, no:3578; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.189, no:11454; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.75, no:4713; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.349; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzân, c.VI, s.124, no:428; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.106, no:5492; Bezzâr, Müsned, c.II, s.244, no:5840; İbn-i Ebî Âsım, es-Sünneh, c.II, s.360, no:688; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzân, c.III, s.189, no:753; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.398, no:39055; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.10, no:1557; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.416, no:13429.
peygamberi, ümmetin şefaatçisi olarak gönderdiğinden, onun şefaatini de kabul ettiğinden, sonuçta biz fayda görüyoruz. Afv ü mağfiret olacağız, Peygamber SAS Efendimiz’in şefaatiyle...
O isteyecek Rabbinden, dileyecek, dua edecek mahşer yerinde; istediklerini de Allah-u Teàlâ Hazretleri ihsan edecek. Dua edenin duasını kabul ediyor ama, mahşer yerinde Rasûlüllah Efendimiz ne istemişse, onları ihsân edecek. “Ey Rasûlüm, buyur, ne istersen verdim!” diyecek.
Tabii, Peygamber Efendimiz’in zihniyetini biliyoruz biz. Nasıl düşündüğünü biliyoruz hadis-i şeriflerden, hayatından, hayatındaki davranışlarından; malını sonuna kadar vermesinden, fakirleri ziyaretinden, dulları himâyesinden, yetimleri yetiştirmesinden, herkesin yarasına merhem olmasından biliyoruz ki, Rasûlüllah Efendimiz çok merhametli olduğundan bizlere de şefaat eder diye, “Yâ Şefîa’l-müznibîn!” diye ümid ediyoruz.
Osmanlı şairi söylemiş ki:
El benim, dâmen senin, yâ Rahmeten li’l-àlemîn,
Şöhretim isyan benim, sen afv ile meşhûrsun!
Edebiyatımızda çok güzel, harika şiirler var Peygamber Efendimizle ilgili. Bir şiirin güzelliği, biliyorsunuz duyularak yazılmasında... Yâni yüksek duygularla, coşkulu duygularla yazılmasında oluyor. Tabii Rasûlüllah sevgisi yürekleri, gönülleri öyle derinden doldurmuş ki, o mübareklerin de şiirlerinde buram buram Rasûlüllah aşkı kokuyor. Burcu burcu Rasûlüllah sevgisini hissediyoruz. Okuduğumuz zaman hayran kalıyoruz.
Diyor ki şair: (El benim, dâmen senin, yâ Rahmeten li’l-àlemîn) “Ey alemlere rahmet olarak gönderilmiş Rasûl-ü Zîşan, mahşer gününde ben senin eteğine yapışacağım. El benim, dâmen senin...”
Dâmen, etek demek. “Paltonun, giydiğin cennet libâsının uzun eteğine yapışacağım aşağıdan... Senin eteğini tutacağım, ‘Beni de bırakma yâ Rasûlallah!’ diyeceğim. Sen affetmekle meşhursun! Ben isyan etmiş, kusurlu bir kul olsam da, sen şefaatçisin! Onun için ahirette eteğine yapışacağım!” diye, Itrî Hazretleri bir şiirinde böyle söylemiş.
Keşke ayrı bir programda o şiirleri uzun uzun okusak, anlatsak, dinlesek... Yüreğimiz sevgi ile dolup, gözlerimizden tatlı tatlı, ılık ılık yaşlar aksa...
Şefaat isteyecek, Allah şefaatini kabul edecek ve Rasûlüllah Efendimiz SAS bizlere şefaat edecek. Biz şimdi şu canlı yayında, yine cümle-yi mu’tarıza içinde, konuşmayı bırakıyoruz, “Şefaat yâ Rasûlallah!” diyoruz.
İsteyecek ve istediğini Cenâb-ı Hak ihsan edecek.
Mevlid yazarı, Mevlid’in şairi Süleyman Çelebi Hazretleri’ni çok seviyorum, çok hayranım! Herkes hayran, herkesin gönlünde çok müstesnâ mevkii var... Menkabe-i risâletpenâhîyi, Vesîletü’n- Necât isimli Mevlid manzumesini mesnevî tarzında yazan Süleyman Çelebi, çok kıymetli bir kimse... Rasûlüllah Efendimiz’in hayatını safha safha, şiir halinde ne kadar güzel anlatmış. Doğumundan vefatına kadar hayatını, Mi’racını ne kadar güzel anlatmış.
Burada bizim mevlidhan kardeşlerimizin dikkatine sunuyorum, onu da okumalarını dilerim, Peygamber Efendimiz küçükken, beşikte insanlar kulaklarını yanaştırmışlar; “Ümmetim... Ümmetim...” demiş diye rivayet olduğundan, şair onu bahis konusu ederek diyor ki:
Ol beşikte diler idi ümmetin,
Sen kocaldın, terk edersin sünnetin!
Mahallî ifade ile, o devrin sesleriyle söylemeye çalışırsak, ne kadar güzel bir nokta yakalamış Süleyman Çelebi, ne kadar güzel bir nasihat! Bir beyit içinde bir cihan dolusu muhteşem bir nasihat:
“O Rasûlüllah beşikte iken, ümmetini Allah’tan affetsin diye dilerdi, ümmetim ümmetim derdi daha küçükken; sen kocaldın, ihtiyarladın gittin, sünnetini hâlâ tutmuyorsun, sünnetine uymuyorsun, ömrünü gàfil geçiriyorsun; bu ne biçim müslümanlıktır?” diye ne kadar güzel ta’rizde bulunuyor, ikaz ediyor Süleyman Çelebi Hazretleri...
Tabii, Rasûlüllah’ın şefaatine ermek için nedir bazı şartlar?
Salât ü selâmı çok etmek, sevgisini gönülde çok canlı tutmak,
sünnet-i seniyyesine uymak; ümmetine hàdim olmak, hüsn-ü hizmetler, güzel hizmetler yapmak, hayır hasenat yapmak, Ümmet-i Muhammed’in hayrına koşturmak...
“—Şimdi Peygamber-i Zîşânımız hâl-i hayatında olsaydı, biz de onun hizmetinde olsaydık!” diye herkes candan temennî eder, heyecanlanır. Ama, biz ondan çok sonra, on dört asır sonra dünyaya gelmiş, ümmetinden aciz, nâçiz fertleriz. Allah tarafından öyle takdir buyrulmuş.
Bizim şimdi yapacağımız ne?.. Rasûlüllah’ı sevmek, salât ü selâmı çok getirmek, sünnet-i seniyyesine sarılmak, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeyi ihyâ etmek... Yâni yaşamak, uygulamak suretiyle, “İşte sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye sarılan, Rasûlüllah’ın yolunda yürüyen olgun müslüman böyle olur!” diye, müşahhas, somut, elle tutulur, sahabe gibi olgun, bir güzel müslüman göstermek cihana, etrafımızdakilere... İşte müslümanlar böyle olur dedirtmek, hayran bırakmak gerekiyor. Sünnetini ihyâ edene, Allah şehid sevapları verecek...
Toplumun bozulduğu zamanda, insanların fesada uğradığı zamanda; başka işlerin peşinde koştuğu, başka zevklerin, başka fikirlerin, başka ilgilerin, başka değerlerin peşinde, zavallı, yanlış yollarda ömür geçirdikleri sırada, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeye sarılıp, onu yaşayan, hayatında uygulayan, ihyâ eden, canlandıran; başkalarına da sünnet-i seniyyeye göre yaşam böyle olur diye somut olarak gösteren kimselere, yüzlerce şehid sevabı kadar büyük sevaplar verilecek... Bu da lâzım, Rasûlüllah sevgisinin bir gereği bu...
Bir gereği de ümmetine hizmet etmek... “Ümmet-i Muhammed’in hali nice olacak?.. Bu perişanlıktan nasıl kurtulacak?.. Nasıl problemleri, meseleleri çözülecek, halledilecek?.. Nasıl ona hizmet edebilirim?.. Afrika’daki kardeşlerime neler yapabilirim, Ortadoğu’dakilere neler yapabilirim?.. Balkanlar’dakilere neler yapabilirim, Kafkasya’dakilere neler yapabilirim?” diye yüreğimizin parçalanması lâzım! Rasûlüllah aşkına, ümmetine aşk ile, şevk ile hizmet etmemiz lâzım!..
Bu hususlarda tabii çok söylenecek sözler var ama, inşâallah onları da sırası geldikçe söyleriz. Mevlid Kandiliniz mübarek olsun, cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!.. Allah-u Teàlâ Hazretleri sizleri, bizleri Peygamber Efendimiz’in şefaat-i uzmâsına erdirsin... Ümmetine güzel hizmet etmeyi, sünnetine uymayı nasib eylesin... Rasûlüllah aşkını kendimize, çoluk çocuğumuza, ailemize aşılayıp, öylece Rasûlüllah aşık-ı sàdıkları olarak yaşamamızı nasib eylesin... Ahirette de Peygamber SAS Efendimiz’e Firdevs-i A’lâ’da cümlenizi, cümlemizi komşu eylesin, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!..
Allah nice nice yıllar, nice nice güzel mübarek kandillere, Mevlid Kandillerine, diğer kandillere, bayramlara ermeyi nasîb eylesin... Ahiretteki en büyük bayram olan, Allah’ın rıdvân-ı ekberine ermek, cennete girmek bayramını da cümlemize nasîb
eylesin...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
26. 07. 1996 - AKRA