demet okuyup izaha çalışmaya başlamazdan önce, evvelen ve hâsseten Peygamber Efendimiz’in ruh-i pâki için, sonra onun cümle âl u ashâb u etbâ u ahbâbının ruhları için; sâir enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullahın ruhları için; hâsseten Ümmet-i Muhammed’in mürşidleri olan sâdât ve meşâyih-i turuk-u aliyyemizin ve hulefâsının, müridlerinin, muhiplerinin, müntesiplerinin ruhları için;
Okuduğumuz hadislerin bize kadar gelmesine emek sarf etmiş olan hadis râvilerinin, alimlerinin ruhları için; eseri telif eylemiş olan Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi Hocamız’ın ruhu için, kendisinden feyz aldığımız Hocamız Muhammed Zâhid Kotku Hazretleri’nin ruh-i pâki için; ayrıca bu beldede medfun bulunan sahâbe-i kirâm (rıdvanu’llàhi teàlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının, başta Ebû Eyyûb el-Ensarî hazretleri olmak üzere cümlesinin ruhları için; tâbiîn ve etbau’t-tâbiîn ve evliyâ-i kirâmdan güzerân eylemiş kimselerin ruhları için;
Bu beldeleri canlarını ortaya koyarak, “Allah Allah” diye cihad ederek fethetmiş olan fatih ecdadımızın, mücahidlerin, şehidlerin, gazilerin ruhları için; cümle ashâb-ı hayrât u hasenâtın ve bilhassa camimizin bânisi İskender Paşa Hazretleri’nin ruhu için; bu caminin tamirinde ve bu ana kadar temiz pâk gelmesinde maddeten ve mânen yardımcı olmuş, çalışmış olanların kendilerinin ve geçmişlerinin ruhları için; bu camiden güzerân eylemiş olan imamların, hatiplerin, müezzinlerin, cemaatlerin ruhları için;
Uzaktan, yakından bu hadisleri dinlemeye gelmiş olan siz kardeşlerimizin âhirete göçmüş bütün sevdiklerinin ve dostlarının, yakınlarının ruhları için; biz yaşayan müslümanların da Mevlâmızın rızası yolunda ömür sürüp, sevdiği amelleri işleyip huzur-u Rabbi’l-izzet’e sevdiği ve razı olduğu kullar olarak varmamıza vesile olması için, buyurun bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyup öyle başlayalım! ……………………………..
a. Allah’a ve Rasûlüne Razı Olmak
Dersimizin mukaddimesinde metnini okumuş olduğumuz hadîs-i şerîf, Atà ibn-i Yesâr Rh.A’ten mürselen gelmiş bir hadîs-i
şerîftir ki, Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuş:157
مَنْ قَالَ حِينُ يُمْسِي: رَضِيتُ بِاللِ رَبًّا، وَبِالإِسْلامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّد رَسُولاً؛
فَقَدْ أَصَابَ حَقِيقَةَ الإِيمَانِ (ش. عن عطاء بن يسار مرسلاً)
RE. 435/7 (Men kàle hîne yümsî: Radîtü bi’llâhi rabben, ve bi’l- islâmi dînen, ve bi-muhammedin rasûlen; fekad esàbe hakîkate’l- imân.) (Men kàle hîne yumsî) “Akşama erdiği zaman her kim ki şu sözleri söylerse...” Nedir o sözler?
(Radîtü bi’llâhi rabben) “‘Allah’tan rab olarak razı oldum, hoşnut oldum, memnun oldum. (Ve bi’l-islâmi dînen) Ve İslâm’dan din olarak hoşnudum, razıyım, memnunum. (Ve bi-muhammedin rasûlen.) Muhammed’den de (aleyhi efdalü’s-salavât ve ekmelü’t- tahiyyât ve’t-teslîmât) Allah elçisi olarak razı oldum, hoşnut oldum.’ derse; (fekad esàbe hakikate’l-imân) imanın ruhunu, hakikatini yakalamış olur, ona isabet etmiş olur, ona sahip olmuş olur.” Defterinize yazın, akşam böyle dersiniz. Bu sözü yatarken de diyebilirsiniz, yastığınıza başınızı koyduğunuz zaman da diyebilirsiniz. Çünkü meçhule gidiyoruz; yattık, uyuyacağız; kalkacak mıyız, kalkmayacak mıyız? Allah-u Teàlâ Hazretleri kimi ruhları salar, uykudan geriye gönderir; kimisini kabz eder, geri gelmez. Uyku o kadar, gitti, ebedî uyku oluverir.
Onun için, uykudan önceki yatış fevkalâde önemlidir.
Ebu’l-Leys-i Semerkandî Hazretleri kitabında bir bahis açmış:
“—İnsan nasıl sabahlamalı?” Tabii insan, sabah günün başlangıcı diye merak ediyor, “Bakalım acaba neler tavsiye etmiş bu mübarek alim?” diye okurken, başında diyor ki;
“—Sabah kalkışı akşamki yatışa tâbidir.” Nasıl yatarsan onunla ilgili... Hakikaten de öyle... Akşam yatış,
157 İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.X, s.241, no:29894; Atà ibn-i Yesâr Rh.A’ten. Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.158, no:3565; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.146, no:23173.
sabahın kalkışına çok tesir ediyor. Onun için akşam yatışa dikkat etmek lazım.
Hadisin metnine geçmeden önce kısaca özetlemek gerekirse:
Akşam yatarken abdestinizi tazeleyin, taze bir abdest alın! Tabii yüznumaraya gideceksiniz, rahatlayacaksınız, ortada sıkışık bir durum kalmayacak. Ondan sonra, bir güzel itinalı abdest alırsınız; ne yorgunluk kalır ne bir şey, ne kir kalır ne pas.
Ondan sonra, dört rekât bir namaz kılıverirsiniz, sağ yanınıza yatarsınız. Eùzü besmele çekersiniz, dualar edersiniz. Çeşitli dualar vardır. Hiçbirini bilmediğinizi kabul edelim; Lâ ilâhe illa’llah dersiniz, Peygamber Efendimiz’e salât u selâm getirirsiniz,
dinî bilgilerinizi zihninizde tazelersiniz. Amentü billâh’ı okursunuz, Kul hüva’llàhu ehad’ı okursunuz, Kul eùzü bi-rabbi’l- felak’ı okursunuz, Kul eûzü bi-rabbi’n-nâs’ı okursunuz, öyle uykuya dalarsınız. Allah diye diye, zikir ede ede uykuya dalar gidersiniz.
İnsan abdestli olarak yattı mı, melekler bütün gecesini ibadete yazarlar. Az bir kazanç değil. “—Ne demek az bir kazanç değil?” Çok büyük bir kazanç! Sen hiçbir gece sabaha kadar geceni ihyâ ettin mi ibadetle?
Bir Kadir gecesinde, “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” dendiği için, çoluk çocuğunu bahçelerde uyutuyorlar insanlar. Süleymaniye camisinin, Fatih camisinin avlusunda bakıyorsun sabahlamaya gayret ediyor. Bin aydan hayırlı, ömre bedel diye... “Haydi bu gece uyumayayım!” diyor ama sabaha perişan... Çünkü zayıfız... Öyle zayıf kullarız ki, öyle bîçareyiz ki neyimize güveniriz bilmiyorum. Bir gece uyumasak perişan oluruz, ayakta sallanmaya başlarız. Gece ibadet etmek kolay değil. Duyuyoruz, gece kàim gündüz sàim; yani geceleyin namazda, ibadette, taatte; gündüzleyin de oruçta… Evliyâullah, kıymetli insanlar vakitlerini öyle geçirirlermiş. Buyur bakalım, sen de bir yap... Dile kolay o şeyleri yapmak. Göreyim seni, sen de yap! Kolay değil ama işte böyle yapmak kolay. Her zor işin bir kolay tarafı vardır. Âcizlerin de faydalanabileceği bir tarafı vardır.
Hz. Âişe Validemiz, Peygamber Efendimiz’in zevcât-ı tâhirâtından Hz. Âişe Anamız RA, Kâbe-i Müşerrefe’nin kapısını açtırmış, içeriye girmiş. Cemaat, Kâbe-i Müşerrefe’nin kendi iç kapısı —yüksek, hani eşiğine erişilen kapısı— açılıyor, içeri giriyor. Arkasından herkes girmek istemiş. Oraya girmek çok büyük bir şeref, çok zor bir iş. Tabii izdiham olduğu için onlar girdikten sonra kapıyı tekrar kapatmışlar. Dışarıdan birisi bağırmış: “—Ey mü’minlerin anası, ey mü’minlerin anası!..” Yani “Anne, evladına şefkatli olur.” demek istiyor. “Aç kapıyı!” demek istiyor.
Açsın ama koca cemaat, kalabalık. Demiş ki: “—Yan taraftaki Hatim’e git, Hicr-i İsmail’e git! Orası da Kâbe’nin içinden sayılır.” Kâbe-i Müşerrefe’nin yan tarafında bir eğri, yuvarlak, yarım daire şeklinde duvar vardır. Orada herkes namaz kılar. Âciz, nâçiz, benim gibi bîçare de kılar. Öteki tarafa hükümdarları zor sokarlar. Herkese nasip olmaz. Ama öbür taraf, iki tarafı açık, duvarı var ama bu tarafı da açık öbür tarafı da açık; bir yerinden girersin,
izdiham, sıkışıklık, kenarda edeple beklersin, bir vakit bulursun, sen de iki rekât namaz kılarsın, Kâbe’nin içinde namaz kılmış olursun.
Her zorluğun bir kolaylığı oluyor. Parası olmayan, hayr u hasenât yapamayacak olan tesbih çeker, o da sadaka yerine geçer. Onun gibi.
Geceleyin abdest alarak, dua ederek yatmak da bir geceyi ihyâ etmenin fukarâya, zuafâya mahsus şeklidir. Bunu elden kaçırmayın. Çünkü vaad katî, vaad edilmiş. Akşam oldu, ne diyeceğiz akşam olduğu zaman?
Akşam ezanından sonra tamam, geçerli vakit, yattığımız zaman da diyebiliriz:
“—Radîtü bi’llâhi rabben, ve bi’l-islâmi dînen, ve bi- muhammedin rasûlen” diyeceğiz. Başka rivayetleri de vardır, tabii şimdi bu rivayeti okuyoruz.
“—Böyle derse imanın özünü, hakikatini elde etmiş, onu kavramış, ona tam isabet etmiş olur. Hata yok, şaşırma yanılma yok; tam isabet etmiş olur.” buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Şimdi biz neciyiz ki, ne oluyoruz ki (radîtü bi’llâhi rabben) diyebilelim? “Ben Allah’tan rab olarak hoşnudum, razıyım!” Ne biçim söz, nasıl deriz biz?
O bizim Rabbimiz; biz bir hor, zelil zerreyiz, bir toz zerresi gibiyiz. Ama bizim teslimiyetimizi gösteriyor.
“—Yâ Rabbi! Sen bana kitap gönderin. Emirler var, yasaklar var, tavsiyeler var... Sen Rabsin, Rabbimsin; beni yarattın, yaşattın, bu hale getirdin, terbiye ettin, geliştirdin, büyüttün, besledin; her şeyine, her hükmüne eyvallah. Hepsine rızam vardır, hepsine teslim olmuşum, hiç itirazım yok.” demek.
De bakalım bu mânada...
Hanımefendi namaz kılıyor, kılıyor, kılıyor; tesbih çekiyor, çekiyor, çekiyor... Kocası latife ediyor, diyor ki: “—Hanım, bir eş daha alayım mı?” diye.
Hop, hemen kaşlar çatılıyor...
Ama işte dörde kadar müsaade Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş; sen istesen de istemesen de öyle bir şey geçmiş. Dünyanın bin bir türlü
hâli var. Allah’ın hükmü hükümdür, razı geleceksin. Razı gelecek, rızası olacak.
Kimisi:
“—Haydi bakalım, malından şu kadarını vereceksin.” denilince;
“—Ya nasıl verilir o kadar para?” diyormuş. Sana Allah 500 milyonu verdiği zaman, 1 milyarı verdiği zaman, bin tane milyon yani, nasıl verdi sana? Çok mu hak ettin de verdi?
O zaman verirken bir şey yok, “Sen de malının kırkta birini zekât olarak ver, sadaka olarak ver.” dediğin zaman, “Ya nasıl verilir öyle o kadar para?!” diyormuş. 500 bin lira çıkartıp verecek.
500 bin lirayı ben veririm âciz, nâçiz insan. Sen milyarlık adamsın; o para senin tırnağının ucuna dokunmaz. Çıkartıp vereceksin elbet! Senin malında fukaranın hakkı var. “—Nasıl hak?” Allah’ın koyduğu hak.
Razıysan; (radîtü bi’llâhi rabben) “Senin rabliğine razıyım yâ Rabbi...” dersin.
İşte o zaman itiraz yok. Mülkün sahibi Allah. Senin de sahibin Allah. Senin malının sahibi de Allah. Onu da sana veren Allah.
(Radîtü bi’llâhi rabben) “Allah’a rab olarak razıyım.” Ama o öyle kuru lafla olmaz; ahkâmına tâbi olmaya da razı olacak.
Dervişin bir tanesini yakalamışlar... İnsan iftiraya uğrar ya, iftiraya uğramış, yakalamışlar. “—Tamam, bu hırsızdır, arsızdır, edepsizdir, casustur...” bir iftira olmuş. Doğru celladın önüne... Kafasını uçuracaklar. İftiraya uğradı ya, kafası kesilecek, bir suçu var. Celladın önüne gitmiş. Ama bizim gibi kimseler giderken gözümüz fal taşı gibi açılır; “—Eyvah! Ölüyorum... Kafam kim bilir nasıl kesilecek?” filan, neler düşünür; insanın aklı başından gider.
O sanki başkasının kafası kesilecek, hiç oralı değil, kendi nefsine dönmüş, soruyormuş: “—Ey nefis...” Kendisi ile konuşuyor:
“—Ey nefsim! Söyle bakalım, eskiden beri ‘Allah’ın hükmüne rıza göstermek lazım, teslim olmak lazım, kaderine itiraz etmemek
lazım.’ diye söyler dururdun. İşte bak şimdi iftiraya uğradın, haksız yere kafan kesilecek. Söyle bakalım, buna da razı mısın, teslim misin? Buna da itirazın yok mu? Ortada haksızlık var.” Nefsine soruyu sormuş. Kulağını da kabartıyor, nefisten ne cevap gelecek bakalım; itiraz var mı, çırpınma var mı, feryat figan var mı?
Ama ârif kimse; nefsini terbiye etmiş, nefsini müslüman etmiş. Nefisten hiç itiraz gelmemiş. Kafası kesilmeye gidiyor; Allah’ın hükmüne içinden bir itiraz yok! Haksız yere kafası kesilmeye gidiyor; Allah’ın hükmüne içinden bir itiraz taşıp gelmiyor.
“—Yâ Rabbi! Başıma bu da mı gelecekti?!” Adamın ayakkabısının bağcığı kopsa böyle der...
Edepsiz mi ararsın dünyada, neler söylüyorlar... Şarkılar yapıyorlar, plaklar düzüyorlar, minibüsün teybinden ister istemez dinlettiriyorlar. Hiç başka plak kalmamış gibi... “Yâ Rabbi! Başıma bunu da mı getirecektin?” Küfür şeyleri orada çalıyor.
Bakmış, hiç içeriden itiraz yok. Celladın önüne kadar gelmiş; “—Ne yapalım, demek vademiz burada yetti, ömür burada bitecek...” Başını koyacak taşa, kafası kesilecek.
Bir haber gelmiş: “—Haksızlık oluyor. O adam suçlu değil. Onu serbest bırakın!” Ellerini çözmüşler, kafası kesilecekken “Haydi git! Bir yanlışlık oluyormuş, neyse haydi kurtuldun, git...” demişler. Adam kurtulmuş.
Biz ne yaparız? Mektepten pekiyi karne almış bir çocuk, mektepten çıkıp da evine çantasını havada sallaya sallaya, koşa koşa, bağıra çağıra, sevine sevine gider. Biz olsak öyle gideriz.
O şahıs diyor ki: “—Vallàhi billâhi, kafamın kesilmesinden kurtulduğuma sevinmiyorum, o andaki ihlâsıma seviniyorum!” Kafa kesilirdi kesilmezdi... Nefsinin ihlâsı var ya, teslimiyeti var ya, Allah’a bağlı ya, kafası kesilse de hak yoldan ayrılmıyor ya,
itirazı yok ya; işte (radıytü bi’llâhi rabben) o. Yapabilirsen yap! Hükmüne itiraz etme. Kaderine itiraz etme. Kur’ân-ı Kerîm’in, şer’i şerîfin ahkâmına itiraz etme.
Herkeste itiraz dolu... Kur’ân-ı Kerîm’in, şeriatin her ahkâmına her yerden bir itiraz sesi, her yerden bir kıvırttırma, yani kaçamak noktası arama...
“—Efendim bira alkollü içki değilmiş de şu şöyleymiş de bu böyleymiş de...” Ya içen sarhoş oluyor mu olmuyor mu? İlkokul çocuğuna içiriyor musun, ortaokul çocuğuna içiriyor musun? İçtiğin zaman direksiyonda, kanını muayene ettiğin zaman alkol çıkıyor mu? Alıp da mahkûm ediyor musun? Ne diye kaçamak, kıvırttırıp duruyorsun?
İnsanlarda İslâm’ın emirlerine itiraz tümen tümen, çeşit çeşit.
(Radîtü bi’llâhi rabben) “Yâ Rabbi! Ben senin rabliğinden hoşnudum, razıyım; her hükmün güzeldir, her fiilin güzeldir, her sıfatın güzeldir. Tamam yâ Rabbi; senin kulunum, senin bendenim, sana teslimim.” (Ve bi’l-islâmi dînen) “Din olarak da İslâm’dan memnunum.” Dünya üzerinde binlerce din var, Hindistan’da yüzlerce akide var. Birçok mezhep var, birçok grup var, birçok kavil var, birçok kanaat var, birçok fikir var... Dünya üzerinde ne kadar insan varsa o kadar fikir var. O kadar kafa, o kadar ayrı düşünce... Beğen, beğendiğini al. En güzeli İslâm! Allah-u Teàlâ Hazretleri âyet-i kerîmede buyuruyor:
اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ
لَكُمُ اْلإِسْلاَمَ دِينًا (المائدة: 3)
(El-yevme ekmeltü leküm dineküm) “İşte bugün size dininizi ikmal ettim, tamamladım. (Ve etmemtü aleyküm ni’metî) Size olan nimetimi tamamladım, eksiksiz hepsini verdim. (Ve radîtü lekümü’l-islâme dînen) Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim,
ancak müslüman olmanıza razı geliyorum.” (Mâide, 5/3)
Allah’ın bizden istediği dine biz itiraz eder miyiz?
Rabbimiz bizden o dini istiyor, biz de Rabbimiz’in bizden istediği İslâm’dan hoşnuduz, razıyız. Emriyle, yasağıyla, haramıyla, mekruhuyla, helâliyle her şeyine razıyız. Hiçbir şeyine itirazımız yok. “Şurası şöyle olsaydı...” diyecek durumumuz yok. Her şeyi güzel. Şer-’i şerîfin en küçük ahkâmı bile başımızın tâcıdır. Küçüğü
büyüğü olmaz. Çünkü şeriat bir bütündür. Şeriat bir saray gibi, bir makine gibi, bir bina gibi her şeyiyle bir bütündür. Bir yeri eksik olsa, “O duvarı eksik kaldı, bu binanın şurasında bir eksiklik var.” deriz, “Şu makinenin şu parçası eksik, çalışmıyor.” deriz. Öyle değil, her şey tamam.
(Ve bi-muhammedin rasûlen) “Peygamber olarak, elçi olarak da Hz. Muhammed’den hoşnudum, razıyım.” Hepsine sevgisini belli ediyor. “Yâ Rabbi! Sana kulum, senin benim Rabbim olmandan hoşnudum. İçimden sevinç taşıyor. İslâm’ın hak din olmasından hoşnudum. Hz. Muhammed’den de peygamber olarak hoşnut ve razıyım.” Bu, akşamüstü diyeceğiniz bir duaydı: (Radîtü bi’llâhi rabben ve bi’l-islâmi dînen ve bi-muhammedin rasûlen) Diğer hadîs-i şerîfe geçelim.
b. Sübhana’llàhi ve bi-hamdihî Demenin Fazîleti
İbn-i Abbas RA’dan. Peygamber SAS Hazretleri buyurmuş ki:158
مَنْ قَالَ : سُبْحَانَ اللِ، وَبِحَمْدِهِ أَسْتَغْفِرُ اللَ، وَأَتُوبُ إِلَيْهِ؛ إِلاَّ كُتِبَتْ
كَمَا قَالَهَا، ثُمَّ عُلِّقَتْ بِالْعَرْشِ، وَلاَ يَمْحُوهَا ذَنْبٌ عَمِلَهُ صَاحِبُهَا حَتَّى
158 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.174, no:12799; Bezzâr, Müsned, c.II, s.212, no5298; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.112, no:16878; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.482, no:2108¸ Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.157, no:23196.
يَلْقَى اللَ، وَهِيَ مَخْتُومَةٌ كَمَا قَالَهَا (الطبرانى عن ابن عباس)
RE. 435/8 (Men kàle: ‘Sübhana’llâhi ve bi-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbu ileyh; illâ kütibet kemâ kâlehâ, sümme ullikat bi’l-arşi, ve lâ yemhûhâ zenbün amilehû sàhibuhâ hattâ yelka’llàhe, ve hiye mahtûmetün kemâ kàlehâ.) (Men kàle) “Her kim ki şu sözleri söylerse...” Nedir o sözler?
(Sübhana’llàhi ve bi-hamdihî, estağfiru’llàhe ve etûbu ileyh) Sübhana’llâhi ve bi-hamdihî, hatırınızda kalır, Estağfiru’llàhe ve etûbu ileyh de hatırınızda kalır. “Kim böyle derse, (kütibet kemâ kalehâ) o onun dediği şekil ile aynen yazılır.” Kim yazar? Melekler yazar. Nasıl yazar? Mânevî, nurânî bir yazı ile yazarlar. Mâneviyat aleminde yazılır. (Sümme ullikat bi’l-arş) “Sonra Arş-ı Rahman’a asılır.” Bu söylediği sözün yazılmış şekli Arş-ı Rahman’a asılır. (Lâ yemhûhâ zenbün amilehû sâhibuhâ) “Bu sözü söyleyen kimsenin ileride yaptığı bir başka günah onu sildirmez.”
Yazılır, Arş’ın altına asılır. (Hattâ yelka’llàhe) “Ta o kul ölüp Rabbine mülâki oluncaya kadar, Allah’a kavuşuncaya kadar o orada öyle asılı durur. (Ve hiye mahtûmetün kemâ kàlehâ) Onun öyle söylediği şekilde muhafaza edilmiş, bir de mühürlenmiş olarak...” Bir şeyi güzelce paketledikleri zaman, “Kimse açmasın, ambalajı bozulmasın!” diye üstüne kırmızı mumla bir de mühür koyarlar, mühür basarlar. Açıldı mı belli olur, onun için kimse açmaz. Kıymetli şeyler, padişahın fermanı, giden hediyeler, bohça, torba eskiden böyle yapılırdı. Onun gibi bu yazı yazılır, mühürlü, mahfuz bir şekilde Arş’a asılır. Sahibi oraya kavuşuncaya kadar orada durur. Tabii oraya kavuşunca da sahibi onu alır, muhakkak onun hayrını görür.
(Sübhana’llàh) “Yâ Rabbi! Sen her türlü noksandan paksın, münezzehsin, berîsin; her türlü kemâlat ile muttasıfsın. Her güzellik sende yâ Rabbi!” demek.
Sübhana’llàh sözü, sevgi ve hayranlık alâmetidir. İnsan neden
Sübhana’llàh der? Sevgisinden ve hayranlığından. Allah’ın işlerine, sıfatlarına hayranlığından der. Sübhana’llàh, güzellik duygusu ve güzelliğin karşısında hayran olma ifade eder.
(Ve bi-hamdihî) “Yâ Rabbi! Senin hamdin ile meşgul olurum.” demek. Yani, “Seni överim.” demek. Çünkü güzel olan şeyler beğenilir; beğenilince övülür. Her güzel şey övülür. (Estağfiru’llàh) “Yâ Rabbi! Senden benim kusurlarımı, suçlarımı avf u mağfiret etmeni dilerim.” demek.
(Ve etûbu ileyh) Tabii gâib siygasıyla olduğu için, “Allah’a tevbe ederim.” demek.
Tevbe etmek ne demek? “Dönerim” demek. Tevbenin mânasını iyi bilin!
Tevbe nedir? Dönmek demek.
Falanca adam sarhoştu, ayyaştı, serseriydi, berduştu, derbederdi, günahkârdı, namazdan niyazdan, ibadetten anlamazdı, fena bir ömür sürüyordu; zamanı geldi, birisinin sözü tesir etti, hak yola döndü, ondan sonra iyi kul oldu. Tevbe... O kul tevbe etmiş, yani dönmüş. Yanlış yolu bırakmış, hak yola girmiş. Tevbe bu.
“Tevbe” dediği zaman insan “Yâ Rabbi! Ben sana dönerim.” diyor. “Yanlış yolu bırakıyorum, sana dönüyorum.” diyor.
Kul Allah’a dönünce; “Yâ Rabbi! Hatamı, kusurumu, günahımı, edepsizliğimi, hiçliğimi anladım, şimdi sana dönüyorum. Yâ Rabbi! Boynum bükük, fermanına münkàdım, neylersen eylersin artık. Sana teslimim, sana döndüm...” demiş oluyor.
Kul Hakk’a dönünce Hakk da kuluna döner. Onun için Allah’ın bir adı da Tevvâb’dır, çok dönücü demek. Kul Hakk’a dönünce Allah da kuluna teveccühü çok eder. Tevbesini kabul eder. O da onun o dönüşünü karşılıksız bırakmaz, rahmetiyle onu karşılar. Tevbenin mânası bu…
Tevbe ederken bu mânâyı düşünün de, “Tevbe yâ Rabbi! Tevbe yâ Rabbi!..” dilin ucundan dökülüveren birkaç kelimeden ibaret sanmayın. Hayatınızın şekli dönecek!
Günaha devam, plaja devam, kumara devam, içkiye devam; “Tevbe yâ Rabbi!” diyorsun. Yalan! “Döndüm yâ Rabbi!” diyorsun, dönmüyorsun, aynı yola gidiyorsun. Alay mı ediyorsun?
Döneceksin. Günahı bırakacaksın, iyiye döneceksin.
Tevbe bu… Estağfiru’llàh ve etûbu ileyh… .
c. Hamd O Allah’a Olsun ki…
Diğer hadîs-i şerîf:159
مَنْ قَالَ: اَلْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي تَوَاضَعَ كُلُّ شَيْء لِعَظَمَتِهِ، وَالْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي
ذَلَّ كُلُّ شَيْء لِعِزَّتِهِ، وَالْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي خَضَعَ كُلُّ شَيْء لِمَلَكَتِهِ ، و
الْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي اِسْتَسْلَمَ كُلُّ شَيْء لِقُدْرَتِهِ، فَقَالَهَا مَا يَطْلُبُ بِهَا مَا
عِنْدَهُ؛ كَتَبَ اللُ لَهُ بِهَا أَلْفَ حَسَنَة ، وَرَفَعَ لَهُ بِهَا أَلْفَ دَرَجَة ، وَوَكَّلَ
بِهِ سَبْعِينَ أَلْفَ مَلَك يَسْتَغْفِرُونَ لَهُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ (طب. كر. عن
ابن عمر)
RE. 435/9 (Men kàle: El-hamdü li’llâhi’llezî tevadaa küllü şey’in li-azametihî, ve’l-hamdü li’llâhi’llezi zelle külli şey’in li-izzetihî, ve’l- hamdü li’llâhi’llezî hadaa küllü şey’in li-mülkihî, ve’l-hamdü li’llâhi’llezi’stesleme küllü şey’in li-kudretihî, fekàlehâ yatlubu bihâ mâ indehû, keteba’llàhu lehû bihâ elfe elfi hasenetin, ve rafea lehû bihâ elfe derecetin, ve vekele bihî seb’îne elfe melekin, yestağfirûne lehû ilâ yevmi’l-kıyâmeti.) Burada bir söz var, “Bu sözü söyleyen şöyle olacak.” diye bildiriliyor. Sözü söyleyelim:
(Men kàle) “Her kim ki şu sözü söylerse...” Ama bunu nasıl söylerse? (Fekàlehâ) “Bu sözü söyler ki, (yatlübu bihâ mâ indehû) Allah’ın indinde olan hayırları, rahmeti murad ederek, isteyerek
159 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.424, no:13562; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.X, s.116, no:16891; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.V, s.202; Beyhakî, el- Esmâ’ ve’s-Sıfat, c.I, s.265, no:247; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.I, s.490, no:1517; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.228, no:3879; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.121, no:23118.
bunu söyler.” Başka dünyevî menfaat veyahut gösteriş, riya değil de Allah ecrini versin diye bunu söylerse... Bu iyi niyetle demek.
“Öyle söylerse, (keteba’llâhu lehû bihâ elfe elfi hasenetin) Allah ona bin kerre bin hasene yazar.”
Bin kere bin kaç eder? Milyon… Milyon hasene yazar. Çünkü milyon demezlerdi, “bin bin” derlerdi. Bizim eski Türkçe’de de böyledir, Arapça’da da böyledir. Allah ona bin kere bin, yani milyon hasene yazar.
(Ve rafea lehû bihâ elfe derecetin) “Onun derecesini bin derece yükseltir.” Burada bir elfe var. Bakayım şerhte kaç tane şey yapılmış. Burada ikinci bin yok.
(Ve vekele bihî seb’îne elfe melekin) “Ona yetmiş bin melek vazifeli tayin eder. (Yestağfirûne lehû ilâ yevmi’l-kıyâmeh) “Kıyamete kadar o melekler ona tevbe istiğfar eder dururlar.”
Bu hadisi Taberânî, İbn-i Asâkir, İbn-i Ömer RA’dan rivayet etmiş. Hadis alimleri diyorlar ki: “—Bu hadisin rivayetinde Eyyûb ibn-i Nehik vardır, münkerü’l- hadis bir kimsedir.” Gümüşhànevî Hocamız da şerhte, yazdığı kitabın açıklamasında diyor ki: (Merre ba’du bahsihî) “Bu hususta teyit edecek başka hadisler de daha önceden geçmişti. ‘Böyle deniliyor ama içindeki muhtevâsında doğruluk vardır.’ demek istiyor, öyle anlaşılıyor.
Şimdi söze gelelim! Ne diyecek? Söylenen sözün mânası nedir:
اَلْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي تَوَاضَعَ كُلُّ شَيْء لِعَظَمَتِهِ،
(El-hamdü li’llâhi’llezî tevadaa küllü şey’in leazametihî) “O Allah’a hamd ü senâ olsun ki, her şey onun azameti karşısında boyun büker, tevazu eder.” Her şeyin azameti karşısında boyun büküp mütevâzıâne bir tavır takındığı Allah’a hamd olsun. Hiç başını kaldırıp da temerrüd edebilen olamaz, mümkün değil. Her şey Allah’ın önünde boynu bükük, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emrine münkâd, O’nun karşısında hor, zelil, mütevâzıdır.
“—E pekiyi kâfirler küfrediyor, inat ediyor, isyan ediyor.” Onlara müsaade etmiş. Dünyayı imtihan sahası ettiği için bu imtihan esnasında... Hani hocalar soruları yazdıktan sonra imtihanda çocuğa “Onu yaz, bunu yazma!” der mi? Ne yazarsa yazsın, kâğıdı alacak, ona göre değerlendirecek. İmtihan.
Bu dünya hayatı imtihan olduğu için kâfirin küfrü seçmesi hâlinde yapacağı kâfirliklere bir imkân sahası var; yapsın bakalım... Yapsın ama görecek, ahirette burnundan fitil fitil gelecek, pişman olacak ama burada müsaade ediyor.
Dilese kâfire küfrünü de yaptırtmaz. Âyet-i kerîme:
وَلَوْ شَاءَ رَبَُّك لآَمَنَ مَن فِي الأَْرْضِ كُلُُّهمْ جَمِيعًا (يونس:99)
(Velev şâe rabbüke leâmene men fi’l-ardı küllühüm cemîâ) “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde hiçbir insan kalmazdı, hepsi, topu birden gelir iman ederlerdi.” (Yunus, 10/99)
Hikmeti var. Serbest bırakmış. İman edip fedakârlık yapanı mükâfatlandıracak; dünyanın fâni lezzetlerine aldanıp yoldan yan çizeni cezalandıracak. İmtihan dünyası... İmtihan olduğu için ses etmiyor yoksa hiçbir kimsenin O’nun karşısında çıkmaya gücü yetmez, itiraz etmeye gücü yetmez, ayağa kalkamaz, bir an duramaz.
وَالْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي ذَلَّ كُلُّ شَيْء لِعِزَّتِهِ،
(Ve’l-hamdü li’llâhi’llezî zelle külli şey’in li-izzetihî) “İzzetine karşı her şeyin zelil olduğu, zillet içinde olduğu Allah’a hamd olsun.” Aziz olan Allah’tır. Bütün diğer mahlukât zelildir.
“—E bu kadar saraylar, köşkler sahibi insanlar, devletler, milletler, süper devletler...” Hepsi hordur, zelildir. İzzet Allah’ındır. İzzet Rasûlüllah’ındır. Bir de Allah’ın yolunca giden kulu olmak dolayısıyla, izzet müslümanlarındır! Azizlik, izzet, kıymet, kadir, paha müslümanındır; başkasının değildir.
Ama münafıklar bu işi anlamaz, kavramaz. Yoksa işin aslı
böyledir. İkincisi demek ki buymuş. Bir de şunu söyleyivereyim: Hz. Ömer RA zamanında Kudüs fethedildi. İslâm ordusu gitti, kuşattı; Kudüslüler baktılar pabuç pahalı… “—Tamam, şehri teslim edeceğiz.” dediler,
Ne yapsınlar, karşısında mü’minler var. Hem de öyle mü’minler ki, dünyada misli görülmemiş mü’minler var, kıymetli... Hepsi Allah yolunda çalışmaya, ölmeye azimli mü’minler.
Teslim edecekler, dediler ki: “—Sizin başkomutanınız, devletinizin başkanı gelsin, Kudüs’ün anahtarını ona teslim edelim!” Hz. Ömer RA halife, Medine-i Münevvere’de: “—Haydi bakalım!” dedi bir kölesine; bir kölesi bir kendisi, iki kişi, bir tane deve var... Bir kendisi biniyordu, bir müddet gidiyordu, deveyi köle çekiyordu; ondan sonra “Sen bin!” diyordu, köle biniyordu, kendisi deveyi çekiyordu. Halifeyle köle... Arkadaşlar, Medine-i Münevvere’den Tebük’e kadar 700 kilometredir. Kumların içinde bata çıka…
Sen hiç 1 kilometre yol gittin mi? Tebük’ten sonra da Kudüs ne kadar mesafedir, düşün. Türkiye’nin neredeyse İstanbul’dan Antep gibi, belki Mardin gibi bir mesafesi...
Kumlara bata çıka, sıcakta... İki tane deve yok ki ikisi de deveye binsinler de hızlı hızlı gitsinler. Birisi biniyor, ötekisi çekiyor, ötekisi biniyor...
Böyle insanlardı. Menkıbelerini insan anlata anlata bitiremez.
Halife ordularını göndermiş, Irak fethediliyor, İran fethediliyor, Kafkasya’ya dayanmışlar, Anadolu’nun Maraş’ına gelmişler dayanmışlar, Afrika’dan Tunus’a varmışlar, Ukbetü’bnü Nâfi, artık neyse yani... Afrika tamam, aşağısı tamam, yukarısı tamam... Öyle bir devletin başında halife-i müslimîn, emîri’l-mü’minîn Hz. Ömer.
Biz şimdi sanırız ki Hz. Ömer’in koca sarayları var, şu kadar ordusu var, bu kadar zırhı var, bu kadar kılıcı var, şu kadar atları var, bu kadar develeri var... Bir tane devesi varmış işte, kölesiyle beraber nöbetleşe Kudüs’ü teslim almaya geliyorlar.
Bu kadar az insanla bu işi nasıl yaptılar? “—İzzet Allah’ın” dedik ya... Kim Allah’a dayanırsa, o aziz olur. Senin ecdadın da Allah’a dayandı, aziz oldu. Viyana kapılarına gitti, Almanya’da Bavyera’da at oynattı, Essen şehrine kadar vardı, Hamburg’a kadar gitti. Emareler var, oralara kadar gittiler.
Ondan sonra dünya hayatının parası pulu, zevki sefası tatlı geldi; Allah yolunda çalışmaktan geri durunca izzet elden gitti.
İşin aslı odur. Çünkü izzeti insana Allah veriyor. Nasıl verirse verir. Bir avuç mücahid cihanı titretir! Bir yığın, bir sürü insan müslüman değillerse, bir kişinin karşısında âciz kalırlar. Müslümanlık giderse, o ruh giderse işin kıymeti kalmaz. O ruh gelirse, bir avuç insan dünyayı titretir.
Anlayın ki müslüman nesiller ne büyük nimeti elden kaçırmış!
Geldiler geldiler geldiler, Kudüs’ün yakınına kadar... Günlerce yolculuk, perişanlık, ne üstleri kalmıştır ne başları kalmıştır, tozlanmışlardır, terlemişlerdir... Hamam mı var, su mu var, çeşme mi var yollarda? Bakkal mı var, manav mı var? Karınlarını tıka basa mı doldurdular? Nasıl geldilerse geldiler. Kudüs’ün yakınında dere var, nehir var...
Kudüs’e gidemedik ki; İsrail’in işgalinde... “Çevresinde şöyle yer var...” diyelim. Bilmiyoruz. Allah görmeyi, almayı nasib etsin… Suyun kenarına geldiler. Karşıda şehir ahâlisi, bu tarafta Hz. Ömer, hâlife-i rûy-i zemin ve kölesi. Nöbet kölede… Köle devenin üstünde, hâlife deveyi çeke çeke, çeke çeke suyun kenarına geldiler.
Karşı taraftan da bakıyorlar. Müslüman komutan utancından terliyor: “—Allah Allah, halifenin gelişine bak, sübhanallah!”
Ondan sonra Hz. Ömer suya girecek ya, paçalarını, eteklerini sıvadı, sanki amele gibi suyun içine girdi, öbür tarafa geçecek, o tarafa geldi. Komutan koştu geldi:
“—Efendim, bunlar şehrin büyük insanları, bunların karşısında ayıp olur.” İzzeti bahis konusu etti. “İzzetimize dokunur.” gibi söz söyleyince Hz. Ömer kaşlarını çattı, komutanına göğsüne bir tane vurdu;
“—Bana bak! Bunu önceden söyleseydin seni komutanlıktan azlederdim! Sen bilmiyor musun, izzet Allah’ındır, Rasûlüllah’ındır ve müslümanlarındır.” Paçayı yukarıya sıvadı diye suyu geçerken izzet elden mi gider?
Hiç aldırmadı, gitti Kudüs’ü teslim aldı. Ötekiler verdiler. Onlar üzerindeki sırmalı elbiselerle, cübbelerle verdiler. Berikisi de paçaları kıvırık olarak, ayağında bir şey olmadan veyahut basit bir şeyle aldı. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri insanların şekline şemâiline bakmaz. Allah-u Teàlâ Hazretleri kalplere, gönüllere bakar. Sen dışını istediğin kadar süsle, istediğin kadar sırmalı elbise giy, istediğin kadar kıymetli elbise giy; sen kalbini Allah’ın sevdiği kalp hâline getiremezsen kıymeti yok.
İçini Allah görüyor mu görmüyor mu?
“—Amennâ ve saddaknâ hocam, ne demek, görmez olur mu?” Peki niye kötülükten sakınmıyorsun?
Bir yabancı insan seni uzaktan camdan gözetlese, kendine bir çekidüzen verirsin. Sokakta giderken, “Camlardan sana bakıyorlar.” desen, görsen yakanı paçanı düzeltirsin, kendine bir eda verirsin, tavır verirsin, öyle gidersin. Başkasının yanında
burnunu karıştırmazsın. Olmadık iş yapmazsın. “Görürler, ayıp olur.” dersin. Pekiyi Allah-u Teàlâ senin içini dışını görmüyor mu?
Ne biçim müslümanız biz?
Anlayın yani ne biçim müslüman olduğumuzu...
وَالْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي خَضَعَ كُلُّ شَيْء لِمَلَكَتِهِ،
(Ve’l-hamdü li’llâhi’llezî hadaa küllü şey’in li-mülkihî) “Egemenliğine her şeyin boyun büktüğü Allah’a hamd olsun! Mülküne herkesin hudû ile boyun büktüğü Allah’a hamd olsun!” Mülk Arapça’da ne demek? “Egemenlik, hakimiyet, hükümranlık, hüküm sürücülük” demek.
Hakimiyeti karşısında her şeyin boyun büktüğü Allah’a hamd olsun! Allah hakimdir. Mülkünde Hak tasarruf eder, keyfe mâ yeşâ… Allah-u Teàlâ şu kâinatta nasıl dilerse onu yapıyor.
Sen anlayamazsın. Zıtlıkları görürsün: “—Allah Allah, bir o var, bir bu var...” Hepsini yapan Allah.
Esma-i Hüsnâ’sını okumuyor musun?
“—Mâniu’d-Dârrun Nâfiûn Nûru’l-Hâdî Hâfizu’r-Râfiu’l- Muizzu’l-Müzilli’s-Semîu’l-Basîr...” Hiç bunları görmüyor musun?
Yükselten o, alçaltan o, alan o, veren o, fayda sağlayan o, zarar veren o... Hâlâ zararı karşıdan sanıyorsun. Sanıyorsun ki sana Bulgaristan zarar veriyor. Sanıyorsun ki Yunanistan zarar veriyor,
Suriye zarar veriyor, Rusya zarar veriyor. Sen hak yoldan ayrıldın, Allah sana zarar veriyor. Oradaki kardeşlerimiz de hak yoldan ayrıldı, ondan Allah cezalandırıyor.
Millet işin nereden geldiğini anlamıyor, tokadın kimden indiğini anlamıyor. İnsan hak yolda yürüyecek. Ölse de kalsa da hak yolda yürüyecek. Yürümedi.
“—Basîr, Semî, Alîm, Habîr, Garîb Allah…” var. Her şeyi görüyor, her şeyi biliyor, içini dışını biliyor; senin edepsizliğine göre sana muamele geliyor. Edebini takınsan edebine göre lütuf gelecek.
Millet bunu anlamıyor. Şaşılık, ikilikle görüyor, şaşının iki
gördüğü gibi. Doktora gitmiş: “—Efendim, gözümden hastayım; bir şeye baktığım zaman iki tane görüyorum.” demiş. Tabii eskiden gözlük yok, ilaç yok, tedavi yok.
وَالْحَمْدُ للَِِّ اَلَّذِي اِسْتَسْلَمَ كُلُّ شَيْء لِقُدْرَتِهِ
(Ve’l-hamdü li’llâhi’llezi’ste’sleme küllü şey’in li-kudretih) “Kudretine her şeyin teslim olduğu Allah’a hamd olsun.” Ne büyük sözler bu sözler... Bu sözlerin mânasını hazmetse insan, iyi müslüman olur. “İmanın hakikatine erer, tam ortasına isabet eder.” dedi ya deminki hadîs-i şerîfte, iyi müslüman olur, işin iç yüzünü anlar.
Peygamber Efendimiz söylüyor ama bizim iki taraftan da kulaklarımız delik olduğundan bir yerden giriyor, öbür taraftan çıkıyor. “O Allah’a hamd olsun ki, onun azameti karşısında her şey boyun büker. O Allah’a hamd olsun ki, onun izzetine karşı her şey zilletle boyun eğer. O Allah’a hamd olsun ki, onun egemenliği, hakimiyeti karşısında her şey başını eğer, teslim olur. O Allah’a hamd olsun ki, onun kudreti karşısında her şey pes der, teslim olur, itiraza mecâli kalmaz.” İnsan Allah’ın sıfatlarını anarak bu cümlelerle Allah’a hamd ediyor. Böyle derse ne olur?
Bunlar öyle kıymetli sözler ki bunu söylediği zaman bir milyon hasene kazanır, bin derece yükselir ve yetmiş bin melek ona vazifelendirilir, ona tevbe ve istiğfar ederler: “—Yâ Rabbi! Bunu söyleyen şu kuluna lütfeyle, mağfiret eyle.” derler.
d. Lâ ilâhe illa’llàh’ın Yükselmesi
Hadîs-i şerîf, Said ibn-i Zeyd RA’dan rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz SAS buyurmuş ki:160
160 İbn-i Şâhin, et-Tergîb fî Fadàili’l-A’mâl, c.I, s.12, no:10; Saîd ibn-i Zeyd RA’dan.
مَنْ قَالَ: لاَ إِلَه إِلاَّ اللَّ، صَعِدَتْ فَلاَ يَرُدُّهَا حِجَابٌ حَتَّ ى تَصِلَ إِلَى اللِ؛
فَإِذَا وَصَلَتْ إِلَى اللَّ نَظَرَ إِلَى صَاحِبِهَا، وَحَق عَلَى اللَّ أَنْ لاَ يَنْظُرَ إِلَى
مُوَحِّد إِلاَّ رَحِمَهُ (ابن صصرى فى أماليه عن سعيد بن زيد)
RE. 435/10 (Men kàle: Lâ ilâhe illa’llàh, saidet felâ yerüddühâ hicâbun hattâ tasile ila’llâhi; feizâ vasalet ila’llâhi nazara ilâ sàhibihâ, ve hakkun ale’llàhi en lâ yenzura ilâ muvahhidin illâ rahimehû.) (Men kàle: Lâ ilâhe illa’llàh) “Her kim Lâ ilâhe illa’llah derse, (saidet) bu söz yükselir. Ağzından çıktı mı göklere, Arş’a doğru yükselir. (Felâ yerüddühâ hicâbun) Hiçbir perde onu geri çevirmez. Hiçbir engel onu çıkışından, yükselişinden döndürmez, geri bıraktırtmaz. Yükselir gider.” (Hattâ tasile ila’llâhi) “O lâ ilâhe illallah sözü Allah-u Teàlâ Hazretlerine kadar vâsıl olur.” Önüne hiçbir engel olamaz, yükselir yükselir, dergâh-ı izzete vâsıl olur.
(Feizâ vasalet ila’llâh) “O söz Allah’a vâsıl olunca, (nazara ilâ sàhibihâ) Rabbimiz Teâlâ o sözü söyleyene nazar buyurur, bakar.” Ama nasıl bakmak? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bakması nedir? Peygamber Efendimiz diyor ki: (Hakkun ale’llàhi) “Allah üzerine haktır; (en lâ yenzura ilâ muvahhidin) bir muvahhid mü’min kula baksın da ona rahmet etmesin, mümkün değil...” Baktı mı, o kişi rahmete erdi demek. Tamam, Allah’ın rahmetini kazandı” demek. Çünkü Allah her kula nazar etmez ki, bakmaz ki yüzüne... Edepsiz, arsız, yüzsüz, günahkâr, kusurlu... Ne var, bakmaz... Ama lâ ilâhe illallah dediği zaman o söz geldiğinde nazar eder.
Bu sözler, bu hadisler... Peygamber Efendimiz böyle söylemiş. Ben neyim? Ben de Peygamber Efendimiz’in hadislerini size
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.172, no:23236.
dilimin döndüğünce Arapçasını okuyup Türkçesini anlatmaya çalışan bir âciz, nâçiz ümmet-i Muhammed’in bir ferdiyim.
Peygamber Efendimiz öyle demiş. Söz nereye çıkar? Allah-u Teàlâ Hazretleri mekândan münezzeh. Çıkar yükselir, maddeten yükselir, mânen yükselir, dergâh-ı izzete gider. Yedi kat semayı geçer, Arş’ı geçer, Kürsi’yi geçer Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne vâsıl olur. Ama Allah mekândan münezzehtir, her yerde hâzır ve nâzırdır. Ve Allah bakar. Allah’ın bakması nasıl olur? Gözle mi bakar başka bir şey midir?
لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ، وَهُوَ يُدْرِكُ اْ لأَبْصَارَ (الانعام:3)
(Lâ tüdrikühü’l-ebsàru, ve hüve yüdriku’l-ebsàr) “Gözler onu idrak edemez ama, o gözleri idrak eder.” (En’am, 6/103) O gözlerin sahibidir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizim bildiğimiz başka şeylere benzemez ki, biz onu benzeterek anlatalım! Bizim bildiğimiz hiçbir şeye benzemez ki...
O bizi bilir, görür; biz onu bilemeyiz, göremeyiz. Bildirdiği kadar biliriz. Biz âciz nâçiziz. Onun bakması nedir? Onun bakması, kulu rahmetine gark etmesidir. Zaten her zaman bakıyor.
إِن اللََّ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (المؤمن:٤٤)
(İnna’llàhe basîrun bi’l-ibâd) “Allah kulların yaptıklarını görüyor, biliyor.” (Mü’min, 40/44)
Değil mi, âyet-i kerîme de geçmiyor mu? Her zaman görüyor. Günah işlediği zaman da görüyor. Allah görmüyor mu günahkâr kulu? Görüyor. Şimdi bakışı ne? Bu bakış, özel bakış. Buna rahmet nazarıyla bakmak derler. Rahmet nazarıyla bakar, kulunu rahmetine erdirir. Mü’min, muvahhid kulunu rahmetine erdirir.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, cân-ı gönülden kelime-i tevhîdi
söylemeyi, Lâ ilâhe illa’llàh demeyi, mânasına uygun yaşamayı nasib etsin…
e. İhlâsla Lâ ilâhe illa’llàh Diyen Cennete Girer
Geçen haftaki bir hadis-i şerifi hatırlatayım kardeşlerim. Enes ibn-i Malik RA’dan rivayet olunduğuna göre, Hatîb-i Bağdâdî kitabında yazmış, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:161
مَنْ قَالَ: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَُّ مُخْلِصًا دَخَلَ الْجَنَّةَ. قَالُوا: يَ ا رَ سُولَ الل،
فَمَا إِ خْلاَ صُهَا؟ قَ الَ : أَ نْ تَحْ جُزَكُمْ عَنْ كُلِّ مَ ا حَرَّ مَ اللُ عَلَيْكُمْ (خط عن أنس)
RE. 435/3 (Men kàle: Lâ ilâhe illa’llah muhlisan, dehale’l- cenneh. Kàlû: Yâ Rasûla’llah, femâ ihlâsuhâ? Kàle: En tahcüzeküm an külli mâ harrama’llâhu aleyküm.) (Men kàle: Lâ ilâhe illa’llah muhlisan) Her kim ki ihlâs ile, hâlisâne Lâ ilâhe illa’llah derse, (dehale’l-cennete) cennete girer.” (Kàlû) Dediler ki:
(Yâ rasûla’llah, femâ ihlâsuhâ) “Yâ Rasûlallah, bu Lâ ilâhe illa’llah’ın ihlâsla denmesi nasıl olacak? Bu işin ihlâsı ne?” (Kàle) O zaman buyurdu ki: (İhlâsuhâ en tahcüzeküm an külli mâ harrama’llàhu aleyküm) “Onun ihlâslı söylenmesinin emaresi şudur ki, sen o Lâ ilâhe illa’llah’ı hakkıyla söylüyorsan, ihlâsla söylüyorsan, her haramdan o seni alıkoyar.”
161 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.V, s.197, no:5074; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.IX, s.254; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.162, no:18; Zeyd ibn-i Erkam RA’dan. Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.63, no:6455; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.61, no:206; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXI, s.175, no:23243.
Sen buraya gelirken yolda kadına kıza baktın mı? Giyimine kuşamına baktın mı? “—Baktım.” Senin Lâ ilâhe illa’llah’ın seni harama bakmaktan alıkoymamış. Bakmayacaksın. “—Hocam nasıl bakmayayım, her taraf dolu...” Onlar ya senin anan, ya senin bacın, ya senin kızın… Bu açıklar Merih’ten mi geldiler? Uzay vasıtaları ile, uzay otobüsleri ile mi geldiler?
Hayır, bizim aramızdan çıktı. Bunların babaları, dedeleri kim, git yanına konuş. “—Ah benim dedem müftüydü...” “—Ah benim dedemim babası şeyh efendiydi... Büyük alimdi, şu kadar kitap yazdı...” Pekiyi sen nesin? O adamcağızın yüz karası!
Çok şükür bizim çocuklarımız yüz karası değil. Olabilir. Dikkat etmezsen olabilir. Çünkü bu devirde fitne
ailelerin içine girdi. Kadın, kocasının karşısında izbandut gibi; koca, karısının karşısında bir acayip… Kızlar, erkekler anasının babasının sözünü dinlemez:
“—Sus moruk! Konuşma, defol! Şimdi gelirsem yanına...”
Peygamber Efendimiz kıyamet alâmetleri olarak ne dedi?
Dedi ki:162
أَنْ تَلِدَ الأَْمَةُ رَبَّتَهَا (د. عن عمر)
(En telide’l-emetü rabbetehâ) “Kıyamet alâmetlerinden bir tanesi de cariyenin hanımefendisini doğurmasıdır.” Onu şöyle izah ediyorlar:
Sanki çocuğun anası köle; sanki çocuk, kölenin sahibi. Kıyamet alâmeti. Sanki çocuk hanımefendi, annesi de köle: “—Git! Gel! Otur! Kalk! Yemek pişir! Şunu yap, bunu yap... Sen bana karışma, kaçta istersem gelirim...” “—Saat kaç kızım bak bakalım, gece yarısı 2. Niye bu vakte kadar kaldın?” “—Sana ne!” Bu hale geldi. Ama nasıl geldi? Yavaş yavaş geldi.
Biz bağırdık bağırdık bağırdık, bizim sözümüzü kimse duymadı. Biz bunların işaretlerini söyledik söyledik söyledik, bizim halkımız hiç önemsemedi…
“—Ya etmeyin eylemeyin, bu insanları dinsiz yetiştirmeyin! Bu çocuklarınızı dinsiz yetiştirmeyin, İslâm’ı öğrenin, öğretin.” Dedik. Baktılar ki dünya işleri tıkırında gidiyor, çocuk doktor olacak, çocuk mühendis olacak, çocuk mektepte okuyor: “—Boşver hocanın sözünü...” dediler.
Ondan sonra çocuk bu hale geldi. Ondan sonra kurduğu yuva o hale geldi. Karısı açık saçık, herif, herif-i nâşerif yanında, kol meydanda, göğüs meydanda geziyor.
“—Sen adam mısın? Göster bakalım!” Bin tane şahit ister. Bin tane şahit olsa yine inanmam.
162 Müslim, Sahîh, c.I, s.87, no:9; Ebû Dâvud, Sünen, c.XII, s.306, no:4075; Neseî, Sünen, c.XV, s.174, no:4904; Hz. Ömer RA’dan.
Bunlar bizim ecdadımızın çocukları. Bunların böyle olmasında hepimizin vebali var. Bu kalabalığı teşkil edenlerin arasında bizim kızlarımız, karılarımız, bacılarımız, arkadaşlarımız; arkadaş- larımızın, akrabamızın çocukları var. Yüreğimiz yanacak, çalışacağız. Yüreğimiz yanacak, çalışacağız ki bunları doğru yola getirelim.
“—Ne yapıyorsun kardeşim? Bu yolun sonu nereye varır? Senin deden nasıl bir insandı? Böyle bu hâli görse razı olur mu? Mezarda kemiklerini sızlatıyorsun...” Ne diyeceksen de...
“—Evlenmek istiyorsan iyi bir namuslu kimse bulalım, evlen. Şunu istiyorsan şunu yapalım, bunu istiyorsan bunu yapalım...” Allah razı olsun, bizim bir şehirde hacı kardeşimizin oğlu var, hanımına demiş ki; “—Defol, istemiyorum seni!” “—Niye istemiyorsun efendi, beyefendi hazretleri?” “—İstemiyorum.” “—İki tane çocuğun var.” “—İstemiyorum, gitsin!” “—Ya sen deli misin, divane misin? Niye istemiyorsun?” “—Sebep söylemeye lüzum yok, istemiyorum; çıksın gitsin evimden!” Allah razı olsun, babası gitmiş orada bir hocaefendiye, demiş ki: “—Hocam, bizim evladımız, oğlumuz, söz geçiremiyoruz, böyle etti.” “—Pekiyi, gelsin, ben ona bir nasihat çekeyim.” Çocuk:
“—Ben, hocanın yanına gitmem.” demiş. Bu sefer hoca efendi demiş ki: “—Pekiyi, o gelmezse biz gideriz.” Koca sakallı, bembeyaz sakallı insan...O bu sefer onun yanına gitmiş. Ne söylediyse güzel söylemiş, ağzına sağlık, Allah razı olsun. Beyefendi razı olmuş: “—Pekiyi, hanımım gelsin.” demiş.
Bizim gençlerin hey heyleri geliyor, akılları geriye gidiyor. Yuva kuruveriyoruz, yuvayı idare etmeye daha rüşdleri yok.
Büyümemişler, akıl yaşları küçük. Boyları posları yerinde de akıl yaşları küçük. Ama nasihat etmiş, gelmiş. Demek ki nasihat edince oluyor, candan edince oluyor. Demek ki sözün tesiri olabiliyormuş. Biz böyle böyle yapacaktık da çalışacaktık. Dünya işimizin peşine koştuk, dünya işimizin iyi gitmesine çalıştık; dünyamız düzeldi, ıslah oldu, paralara battık... Evlerimizde gardroplarımızı elbiseler almaz oldu, gardroplara sığmaz oldu. Buz dolaplarının bir tanesi az gelmeye başladı, tıka basa dolu, ne olacak; haydi bir buzdolabı daha al... Ya bir odayı buzdolabı yap istersen... Bolluk...
“—Nedir bunlar? Hayırdan mı?” Hayır. Hayırdan değil. Çünkü sen doğru yolda değilsin ki...
Allah ıslah etsin. Çoluk çocuğunu doğru yola getireceksin.
Bir arkadaşımız var, dedi ki: “—Ben bir açık kız aldım.” Herkes demiş ki: “—Ya niye açık kız aldın? Kapalı bir kız alsaydın.” “—Yok, kapalı nasıl olsa kapalı, ben açık bir kız aldım, onu kapatacağım.” Kapatmış. Gülerek, bir zaman geçti, yine konuştuk, dedi ki;
“—Şimdi hanımı kapattım...” Müslümanlığa ikna etmiş, kapatmış. “—Hanımı kapattım, şimdi baldızımı kapatacağım.” dedi.
Baldızı kapatmış. “—Şimdi kayınvalidemi kapatacağım.” dedi.
Böyle böyle, böyle böyle küfürden adam kurtaracağız. Denize düşmüş, hepsi boğuluyor, gırk gırk gırk gırk, boğulmak üzere; elinden tutup çekeceksin, elinden tutup çekeceksin, çalışacaksın. Aşk ile çalışınca oluyor. Hepimiz çalışacağız.
İnsanın cebinde para olunca hiç Allah’ı anmak hatırına gelmiyor. O zaman nerede bir eğlence varsa, Hacivat-Karagöz sahnesi gibi, “Yâr bana bir eğlence...” diye ortalıkta dolaşmaya başlıyor. O zaman tedbiri almayınca, İslâm için çalışmayınca senelerin ihmali birikiyor, ortaya bu manzara çıkıyor. Biz bunları söyledik. Çok seneler önceden beri söyleye söyleye söyleye bu vakte öyle geldik. Ama dinlemediler, çünkü başlarına
musibet gelmeyince insanlar anlamıyor. Ya başına toptan felaket gelecek, bir yerden bir düşman hücumu olacak, bir zelzele olacak, bir yangın olacak, bir âfet olacak, bir kıtlık olacak, insanlar kırılacak, o zaman Allah diyecekler. O zaman da kıymeti olmayacak.
İyi haldeyken yapılan duanın kıymeti var. Kötü hale düştükten sonra yapılan duanın kıymeti yok. Zaten sen kötü olduğun için Allah onu ceza olarak verdi, kaldırır mı? O zaman senin duanı hiç dinlemez.
İyi hâldeyken, güzel hâldeyken, şu gününüzde, şu tatlı hâlinizde, her şeyiniz rahat iken Rabbimiz’e ihlâs ile bağlanın! Dinimize sımsıkı sarılın. Dinimize candan hizmet edin. Kendinizi kurtardınız, başkalarının da kurtulmasında yardımcı olun! Allah cümlenize dünya ve ahiretin hayırlarını ihsan eylesin… Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!
14. 07. 1985 – İskenderpaşa Camii