01. ALLAH’TAN HAKKIYLA KORKMAK

02. CENNETİN VE CEHENNEMİN HALLERİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân! Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve selem… Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


لَوْ قِيلَ لأَهْلِ النَّارِ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ في النَّارِ عَدَدَ كُلِّ حَصَاةٍ في الدُّنْيَا،


لَفَرِحُوا بِهَا؛ وَلَوْ قِيلَ لأَهْلِ الجَنَّةِ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ بِهَا عَدَدَ كُلِّ حَصَاةٍ،


لَحَزِنُوا؛ وَلكِنْ جُعِلَ لَهُمُ الأَبَدُ (طب . عن ابن مسعود)


RE. 358/6 (Lev kîle li-ehli’n-nâri inneküm mâkisûne fi’n-nâri adede külli hasàtin fi’d-dünyâ leferihùbihâ; ve lev kîle li-ehli’l- cenneti inneküm mâkisûne bihâ adede külli hasàtin, lehazinû; ve lakin cüile lehümü’l-ebed)

Sadaka rasûlü’llàh fî mâ kàl, ev kemà kàl.


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz Hazretleri’nin ehâdis-i şerîfesini üstadımız Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri’nin cem eylemiş olduğu Râmûzü’l- Ehàdîs isimli hadis mecmuasından nakletmeğe yine devam edeceğiz.

57

Hadis-i şeriflerin izahına geçmeden önce, evvelen ve hâssaten Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’nin ruhu için, sonra sair enbiyâ ve mürselînin, bütün evliyâullahın ve hâssaten sâdât u meşâyihimizin, Peygamber Efendimiz’den günümüze kadar güzerân etmiş olan din büyüklerimizin;

Okuduğumuz eserin müellifi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri’nin, onun hocalarının ve talebelerinin; ve bu kitabın içindeki okuduğumuz hadis-i şeriflerin bize kadar gelmesinde emeği geçmiş olan ulemânın ve râvîlerin ayrı ayrı ruhları için;

Ve uzaktan yakından Peygamber SAS Efendimiz’e muhabbetinden ve ilme olan rağbetinden dolayı şu meclise teşrif etmiş olan siz kardeşlerimizin ahirete irtihal eylemiş cümle yakınlarının, ana baba ve akrabalarının ruhları için, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyup ruhlarına hediye eyleyelim, ondan sonra izaha geçelim!

.....................


a. Cennetin ve Cehennemin Ebedîliği


Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri, Taberânî’nin Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan nakil ve rivayet eylediğine göre, bir keresinde cehennemi tarif ederken şöyle buyurmuşlar:14


لَوْ قِيلَ لأَهْلِ النَّارِ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ في النَّارِ عَدَدَ كُلِّ حَصَاةٍ في الدُّنْيَا،


لَفَرِحُوا بِهَا؛ وَلَوْ قِيلَ لأَهْلِ الجَنَّةِ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ بِهَا عَدَدَ كُلِّ حَصَاةٍ،


لَحَزِنُوا؛ وَلكِنْ جُعِلَ لَهُمُ الأَبَدُ (طب . عن ابن مسعود)



14 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr. c.X, s.179, no:10384; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.III, s.379, no:5154; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.725, no:18635; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.532, no:39530; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.135, no:19053.

58

RE. 358/6 (Lev kîle li-ehli’n-nâri inneküm mâkisûne fi’n-nâri adede külli hasàtin fi’d-dünyâ, leferihù bihâ; ve lev kîle li-ehli’l- cenneti inneküm mâkisûne bihâ adede külli hasàtin, lehazinû; ve lâkin cüile lehümü’l-ebed) Sadaka rasûlü’llàh. (Lev kîle li-ehli’n-nâri) “Eğer ehl-i nâra, yani ateş ehline, yani cehennem ahalisine denilse ki, (inneküm mâkisûne fi’n-nâri adede külli hasàtin fi’d-dünyâ) ‘Siz ateşte, cehennemde dünyadaki çakıl taşlarının, taş parçalarının sayısı kadar sene cehennemde kalacaksınız!’ deseler, (leferihù bihâ) muhakkak sevinirlerdi.” Ne demek? Yani ne de olsa, çok da olsa sayıdır, bir gün gelir, biter diye sevinirlerdi.

(Ve lev kîle li-ehli’l-cenneti) “Cennet ehline de denilseydi ki, (inneküm mâkisûne bihâ adede külli hasàtin) ‘Siz cennette dünyadaki çakıl taşlarının, kırık taş parçalarının adedi kadar sene cennette kalacaksınız! Sonra bitecek bu cennetin sefası…’ deselerdi, (lehazinû) üzülürlerdi.” Nihayet bir gün bitecek miymiş, vah diye üzülürlerdi. O kadar uzun seneler kalacağız diye sevinmezlerdi de, sonu gelecek diye mahzun olurlardı.

59

(Ve lâkin cüile lehümü’l-ebed) “Böyle değil; ne cehennem ehli taşlar sayısınca yıl cehennemde kalınca bitecek diye bir şey var, ondan sevinmek mümkün; ne de cennette kalmak bir gün bitecek diye ondan mahzun olmak bahis konusu… Öyle bir şey yok!


(Hüm fîhâ hàlidûn) “Ehl-i cennet cennette ebedî kalacaklar, ehl-i cehennem cehennemde ebedî kalacaklar.” İstisnası şudur ki, mü’min olup da günah işlemiş kimseler, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin vaadinin gereği olarak, adaletinin iktizası olarak, bu dünyadaki gafletlerinin, hatalarının, günahlarının, suçlarının karşılığı olarak cehennemde yanacaklar, yanacaklar, ondan sonra çıkacaklar.

“—Kömür gibi olacaklar.” diyor hadis-i şerifler, ayet-i kerimeler. “Sonra, hayat suyuyla yıkanacak!” deniyor.

En son cehennemden çıkacak insanın halini bir hadis-i şerif bize anlatır.

“—Yâ Rabbi, beni bu cehennemden çıkar, bu azab tahammül edilir bir azab değil!” diye yalvaracak.

Çıkartacak Allah-u Teàlâ Hazretleri… Cehennemden çıkardı ama Cehennemin dehşeti, azabı, alevi gözünün önünde… O zaman diyecek ki:

“—Yâ Rabbi, yüzümü cehennemden çevir, bakmayayım, görmeyeyim şunu; senden başka bir şey istemem!” diyecek.

Allah onun yüzünü cehennemden döndürecek, o azabı görmez olacak. Sonra cenneti görecek.

“—Yâ Rabbi, şuraya gireyim, senden başka bir şey istemem!” diyecek.

Allah-u Teàlâ Hazretleri ona istediklerini derece derece verecek. Sonra ona cennette o kadar çok şey verecek ki; yeryüzü kadar, gökler kadar mülk verecek, arazi verecek, imkân verecek. Safâ verecek, lezzet verecek, imkân verecek, cennet nimeti verecek de, o cehennemden en son çıkan, cennete en son giren kimse sanacak ki:

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri bana verdiği nimeti hiç kimseye vermemiştir. Mümkün mü bu kadar nimet başkasına verilmiş olsun?” Halbuki cennette dereceler, dereceler var… Allah’ın o bahtiyar kulları ne kadar yüksek derecelerde olacak.

60

Sonra cehennem mühürlenecek. Artık içindekiler içinde ebedî olarak kalacak. (Hüm fîhâ hàlidûn) “Cehennemde ebedî olarak kalacaklar.” İşte o ebedî kalanlara, “Sen burada dünyadaki taşların adedince sene azab çektikten sonra cehennemden çıkacaksın!” deseler, o bir ümit olacak, bir teselli olacak, bir sevinç menbaı olacak da ferahlanacaklar, sevinecekler ondan…

İşte cehennem böyle.

Cennet de… Cennetin sefasını tattıktan sonra insan onun bitmesine razı olur mu? Allah-u Teàlâ Hazretleri onun için, cennet ehlini de cennette ebediyyen mütena’im eyleyecek. (Hüm fîhâ hàlidûn)


b. Cehennem Ehlinin Nefesi


Diğer hadis-i şerif:15


لَوْ كَانَ فِي هَذَا الْمَسْجِدِ مِائَةُ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ، وَفِيهِ رَجُلٌ مِنْ أَهْ لِ


النَّارِ، فَتَنَفَّسَ، فَأَصَابَ نَفَسُهُ، لاَحْتَرَقَ الْمَسْجِدُ وَمَنْ فِيهِ (ع. ق.

في البعث عن أبي هريرة)


RE. 358/7 (Lev kâne fî hâze’l-mescidi mietü elfin ev yezîdûne, ve fîhi racülün min ehli’n-nâri, feteneffese, feesàbe nefesühû, lehteraka’l-mescidü ve men fîhi) Ebû Hüreyre RA’dan rivayet edilmiş. Yine cehennem ehlinin durumunu anlatan bir hadis-i şerif. Peygamber SAS bu hadis-i şerifinde buyurmuşlar ki:

(Lev kâne fî hâze’l-mescidi mietü elfin ev yezîdûne) Bu mescidde, konuşmayı yaptığı mescidde, Medine-i Münevvere’de



15 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.22, no:6679; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.716, no:18602; İbnü’l-Cevzî, İlelü’l-Mütenâhiyye, c.II, s.938, no:1564; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.534, no:39540; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.146, no:19084.

61

Mescid-i Nebevî’de yüz bin veya daha fazla insan olsa...

Yüz bin kişiyi tasavvur edebilir misiniz, bilmiyorum. Yüz bin kişi çok büyük bir rakamdır. Kocaman bir lisenin talebeleri İstiklal Marşı için, tören için meydana toplansalar üç bin, beş bin kişidir.

“Yüz bin kişi, kocaman bir kalabalık, çok büyük bir kalabalık… Veyahut daha fazla kişi şu mescidde olsa… (Ve fîhi racülün min ehli’n-nâr) Bu mescidde de faraza cehennem ahalisinden, cehennemliklerden bir adam olsa, (feteneffese) nefes alıp verse, (feesàbe nefesühû) bu ahaliye nefesi gitse, (lehteraka’l-mescidü ve men fîhi) mescid de yanardı, o yüz binden fazla kişi de yanardı.” Bir adamın nefesinden hepsi yanardı.


Bu da cehennemin dehşeti hakkında, cehennemde azab çekenlerin sıkıntıları hakkında bir fikir verir.

Ebû Tàlib Peygamber Efendimiz’in amcasıydı. Çok baktı ama imanını ikrar etmedi. Peygamber Efendimiz’i korudu, hıfz eyledi, sakladı, himaye etti ama, “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” diyemedi.

Rahatsızlandı, vefat ederken Rasulüllah Efendimiz geldi. Kendisine iyilik yapana vefası var. Amcası, korumuş, kollamış kendisini…

“—Amcacığım, şehadet et, benim Allah’ın hak rasûlü olduğumu söyle! Şehadet et de ben de sana şefaat edebileyim. Ben de sana, bu benim amcamdır, kelime-i şehadet getirdi en son deminde, ya Rabbi bana iman etti, beni ikrar etti, beni kabul etti, benim hak peygamber olduğumu, senin tarafından gönderildiğimi söyledi deyim de şefaat edeyim!” dedi.

Daha bir amel yapamamış yani, ölüm döşeğinde.

“—Biliyorum doğru sözlüsün, iyisin, hoşsun ama Ebu Talip ölümden korktu diye arkamdan teneke çalarlar.” dedi.

Ne yaparlarsa yapsınlar ya, kelimeyi şehadet getir. Ehl-i dünyadan, sana ne, ne derlerse desinler. Ağzını tutabiliyor musun zaten? Melek olsan, kusursuz melek olsan, üzerinde bir toz kadar karalık olmasa yine beğenen beğenir beğenmeyen beğenmez. Katrana batmış çıkmış kadar kapkara olsa için dışın, gazeteler bir propaganda yapar bir şey olur herkes seni adam sanır, beğenir. Otobüslerle ziyaretine gelirler. Sübhanallah! Ne yapacaksın sen,

62

halkın rağbetinden sana ne? Halk beğenmiş beğenmemiş, halkın hepsi muhtaç! O beğense sana ne faydası var, o kızsa sana ne faydası var. Sen halkı bırak, Hàlik’a bak!


c. Bir Tükürükle Gelen Bir Üfürükle Gider


Bir şeyh efendi varmış zamanın birinde. Kamil, kerametleri zahir, Allah’ın has bir kulu… Bir tanecik müridi varmış. Şeyh efendi bir tenha camide imammış, müridi de, tek yegane müridi de müezzinmiş.

Olur mu? E bir tek ümmeti olan peygamberler olduğunu söylüyor ya kitaplarımız. Olur mu olur, ne diyelim. Allah’ın hikmeti. Herkesin gözünden perde kalksa…


الـناس نـيام، واذا ماتـوا، انــتـبـحوا.


(En-nâsü niyâmü) “İnsanlar uykudadır. (Ve izâ mâtû) öldükleri zaman, (intebehû) o zaman uyanacaklar.” Sen şimdi uyanık mı sanıyorsun kendini? Uyanık mı sanıyor bu insanlar? Hani yüksek tahsil yapmışlar, mevkilere makamlara geçmişler, dünyayı idare ediyorlar, başbakan olmuş, Amerika başkanı olmuş, Rusya’nın bilmem nesi olmuş. Dünyaya ferman okutuyorlar, devletleri birbirine kırdırıyorlar. Görüyor mu bunlar? Uyuyor uyuyor, öldükleri zaman uyanacaklar. Firavun ne dedi?


حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ


بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (يونس:٠٩)


(Hattâ izâ edrekehü’l-garaku kàle:) “Tam boğulma geldiği zaman, boğulma vakti geldiği zaman dedi ki: (Âmentü ennehû lâ ilàhe ille’llezi âmenet bihi benû isràîle ve ene mine’l-müslimîn) Gerçekten Benî İsrail’in inandığı Allah’tan gayri bir mâbud olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!” dedi.

(Yunus, 10/90) Boğulacağı zaman gözünden perde kalktı çünkü,

63

ahiret göründü.

İnsanlar uykuda, sonra uyanacaklar. Uyuyanı Allah uyandırsın. Ölmeden evvel ölün, ölmek ne demek işte? Ölmeden evvel ölümden sonraki hali anlayın; ahirete iman edip, aklını başına toplayıp güzel kul olun demek.


Neyse, bir şeyh varmış bir de müridceğizi varmış. Bir gün böyle oturmuşlar, tesbih çekiyorlar. Allah’ı zikrediyorlar, şükrediyorlar, çeşitli safhalar içindeler, müezzin, mürid şeyhine demiş ki, hocam başka şeyhlere bakıyorum kapılarına gelenler, gidenler, ziyaretçiler, el öpenler, etek öpenler… Bir safa, bir tantana, bir saltanat, bir nimet, bir izzet... Bak demiş şurada biz kendi kendimize, hiç kimse ziyarete gelmiyor.

Şeyh efendi bakmış müridi bir tane ama meyletmiş dünyaya. İnsanların kalabalığından hoşlanıyor, ziyaretçi istiyor canı bak. İzzet istiyor. İyi bir şey değil ki, bu dünyanın nesi makbul? Allah’ın rızasından gayri nesi var? İyi bir şey değil.

“—Öyle mi istiyorsun evladım?” demiş.

“—Eh işte öyle olsa da, sizin de evliyaullahtan olduğunuzu, kadr u kıymetinizi herkes bilse…” demiş.

“—Eh, Allah dilerse olur evladım.” demiş.


İkindi namazını kılmışlar, sokağa çıkmışlar. Bakmışlar, çocuklar birbirlerine girmiş, bağırışıyorlar. Ağlaşma, kıyamet…

“—Evlâdım, ne oluyor?” diye yanlarına sokulmuş.

Bir tanesi hüngür hüngür ağlaya ağlaya demiş ki:

“—Ben bir kuş yakaladım. Arkadaşım benim elimden almak istedi, ben de vermek istemedim. O başını yakaladı, ben de gövdesini yakaladım. Kuşun kafasını koparttı, kuşum öldü.” demiş.

Ondan ağlıyormuş çocuk.

“—Ağlama evladım!” demiş, başını şöyle okşamış. “Getir bakalım şu başını, sen de getir bakalım gövdesini!” demiş.

Getirmişler, Bismillah demiş, tükürüklemiş, yapıştırmış kafasını gövdesine… Kuş pırr diye uçmuş gitmiş.

Kuş uçmuş, çocukların da her birisi bir tarafa dağılmışlar.

“—Hoca dede bir dua etti, bir kuşun kafasını yapıştırdı, valla kopmuştu, kan akmıştı yere. Bir şey yaptı, kuş canlandı, uçtu

64

gitti.” demişler.

Haydi bakalım, tüm şehir halkı duymuş. Filanca tenha camide bizim kadr u kıymetini bilmediğimiz meğer bir şeyh efendi varmış. Ölmüş kuşun kafasını yapıştırmış da, kuş uçmuş diye bütün şehir çalkanmış.


Ooo cami böyle ağzına kadar dolmağa başlamış. Gelen, giden el öpen, dua eden, hastalar, dertliler, üzüntülüler, problemliler çeşit çeşit. Hepsi gelip gidiyor, derdini söylüyor imiş şeyh efendiye. E o da Allah’ın kullarına merhameten ne yapmak gerekiyorsa bildiği kadarıyla söylüyormuş, Allah’ın yoluna irşat etmeye çalışıyormuş onları ama hizmet müezzin efendiye düşüyormuş. Kahve getir, çay getir, şeker getir, temizle, topla, yemek pişir, ağırla, bulaşıkları yıka, onun başında hepsi. Gecesi gündüzüne karışmış, tespihini çekemez olmuş, namazlarda aklı karışmaya başlamış, işi çok perişan olmuş. Vakit bulamıyor hiç. Kuran okuyamaz olmuş. Hatim indiremez olmuş. Tesbih çekemez olmuş. Bir büyük dert. Şöhret büyük afet. Şöhret çok büyük afet. Niye yangın merdiveninden kaçarlar artistler martistler. Meşhur kimseler. Şöhret zor, herkes şey yaptı mı zor. Bir afet yani.


Bir gün şöyle bir fırsat bulmuş da şeyh efendiye demiş ki:

“—Hocam, galiba ben hata ettim.” demiş.

“—Niye evladım?”

Hani eskiden sizinle tenha tenha ne güzel oturup konuşurduk, sohbet ederdik, sizin ilim irfan hazinelerinden inci mercan saçardınız, ben de dinlerdim, toplardım, ne güzeldi o günler, neydi o günler. Tenha tenha, baş başa. Şimdi sizinle bir mecliste bulunamıyorum. Uykum kalmadı, yorgunluktan bîtabım. Tesbihimi çekemiyorum, Kuran-ı Kerim okuyamıyorum. Meğer ben hata etmişim. Neymiş o eski günler, ne sefalı günlermiş.” diye yakınmış.

Şeyh efendi bakmış ki, müridi halkın teveccühünden bıkmış. Onun hiçliğini, ehemmiyetsizliğini anlamış, Allahu teala hazretleriyle bir ve beraber olmanın kıymetini idrak etmiş.

“—Evladım, öyle istersen, Allah dilerse o da olur.” demiş.


Bir gün koltuğunun altına koyunun bağırsağını şişirmiş, bir

65

ucunu bağlamış, öteki ucunu bağlamış, gevşek bağlamış ama; koltuğunun altına, cübbesinin altına sokmuş. Cuma namazında, kapıdan içeri girerken şöyle bir bastırmış, bir ses çıkmış. Yürümüş biraz. Cemaat şöyle iki tarafa bakınmışlar, bir ses geldi. Biraz daha yürümüş, biraz daha bastırmış bir ses daha… Biraz daha yürümüş, biraz daha. Bir tanesi demiş ki duydun mu? Duydum, ben de duydum, demiş.

“—Yav hocaefendi abdestini kaçırıyor farkında değil, hutbeye çıkacak, arkasından Cuma namazı kıldıracak. Aman vakit geçmeden hemen başka bir camiye yetişelim!” diyen, pabucunu alan camiden kaçmış.

Birkaç tane, yüzü tutmayan insan kalmış şöyle ön taraflarda. Cami boşalmış. Ondan sonra da bütün şehre yayılmış ki:

“—Filanca caminin imamı iyi bir adamdı ama ihtiyarladı. Zavallı abdestini tutamıyor. Tutamadığının da farkında değil. Abdestsiz abdestsiz cemaate namaz kıldırıyor galiba” filan diye.

Haa öyle mi vah. O zaman arkasına gidersek bizim namazlar kabul olmaz diye kimse gelmemeğe başlamış. Sonunda bir zaman geçmiş, imam ile müezzin kalmış camide. Hiç kimse gelmez olmuş gene. O zaman şeyh efendi demiş:

“—Evlâdım bak eski hale geldik.” demiş.

“—Evet efendim.”

“—Evlâdım, sen halkın teveccühüne bakma! Bak görüyorsun, bir tükürükle gelen bir üfürükle gidiyor. Sen Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızasına bak! Allah severse, ne mutlu… Sevmezse; cümle cihan halkı birleşse, ağıtlar yaksalar arkandan, merasimler yapsalar ne fayda…” Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi sevdiği, razı olduğu ömür tarzına muvaffak eylesin, hidayet eylesin… Sevdiği, razı olduğu amelleri nasib eylesin… Sevdiği, razı olduğu kul olarak huzuruna çıkma nimetine erdirsin cümlemizi… Yoksa gazabına uğrarsak yandık. Gazabına uğradık mı mahvolduk, yandık.


d. Nazarın Etkisi


Bu hadis-i şerif de göz değmesiyle ilgili. İbn-i Abbas RA’dan rivayet edilmiş, sahih olduğunu Tirmizi beyan eylemiş. Diyor ki

66

peygamber SAS Hazretleri:16


لَوْ كَانَ شَيْءٌ سَابَقَ القَدَرَ لَسَبَقَتْهُ الْ عَيْنُ، وَإِذَا اسْتُغْسِلْتُمْ فَاغْسِلُوا

(ت. عن ابن عباس)


RE. 358/8 (Lev kâne şey’ün sabeka’l-kadere lesebakathü’l-aynu, ve ize’stağsiltüm fa’ğsilû) “Eğer kaderi, eğer Allah’ın takdirini, kader-i ilahiyi bir şey geçecek olsa, değiştirecek olsaydı, göz değmesi, nazar değiştirirdi. Takdir-i ilahiyi bir şey değiştirecek olsaydı göz değmesi değiştirirdi.” Yani göz değmesi zarar verebilirdi. Yani ne demek, zarar vermez, Allah’a tevekkül et, korkma demek. Zarar vermez, Allah’a tevekkül ettin mi zarar vermez. (Ve ize’stağsiltüm fa’ğsilû) Ama yıkanmak istendiği zaman sizden, yıkanın!” Şimdi göz değmesine karşı yıkanırlarmış Peygamber efendimizin zamanında, o göz değmesinin tesiri kalmasın diye. Yine de yıkanmak istenildiği zaman sizden yıkanın buyuruyor Peygamber Efendimiz.


Harut ve Marut Babil’e indirilmiş, sihir öğretiyorlar insanlara. Yahudiler de gidip ondan sihir öğreniyorlar ve ama hayırlı yerde kullanmıyorlar da karıyı kocayı birbirinden ayırmakta şurada burada kullanıyorlar sihri. Ayet-i kerimede ne diyor:


وَمَا هُم بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللهَِّ (البقرة:٢٠١)


(Ve mâ hüm bi-dàrrîne min ehadin illâ bi izni’llâh) [Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.] (Bakara, 2/102)

Allah müsaade etmese onların o sihri, düzenleri, oyunları, birisine bir zarar mı verir? Mümkün değil. Allah-u Teàlâ



16 Tirmizî, Sünen, c.VII, s.392, no:1988; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl,c.VI, s.746, no:17665; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.144, no:19079.

67

Hazretleri’nden her şey demek ki. Yani insan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hakkıyla tevekkül ederse, takdire gönül verirse, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne iltica ederse, hiçbir zarar bahis konusu olmaz. Ama yine de tedbir babında, tedbirlerinizi alın demek.


e. Şişmanlık Hakkında


Yeni bir hadis-i şerif ki, bu hadis-i şerif şişman bir şahsa karşı söylenmiş:17


لَوْ كَانَ بَعْضُ هَذَا فِي غَيْرِ هَذَا كَانَ خَيْرًا لَكَ (ط. حم. ع. و الباوردي، طب. ك. هب. ص. عن جعدة بن خالد الجشمي؛

أن رسول الله صلى الله عليه وسلم رأى رجل سمينا فطعن في

بطنه وقال فذكره)


RE. 358/9 (Lev kâne ba’du hâzâ fi gayri hâzâ kâne hayran leke.)

Peygamber Efendimiz SAS bir adamı görmüş. Derli toplu, şişmanca, göbekli bir kimse... Şöyle karnına elini uzatmış, değdirmiş, sonra böyle demiş:

(Lev kâne ba’du hâzâ) “Eğer bunun bazısı, (fî gayri hâzâ) bundan başka bir şekilde olsaydı, (lekâne hayran leke) bu senin için daha hayırlı olurdu.” Yani, demek istemiş ki, sen böyle gamsız kasavetsiz böyle şişmanlamışsın ama, pek böyle yemeğe düşmeseydin de çok şişmanlamasaydın, zayıf olsaydın, böyle olmasaydı daha hayırlı olurdu senin için demiş o şahsa.

Şimdi bu karnın çok doyması, tıka basa doldurulması, çok



17 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.471, no:15909; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.352, no:7890; Tayâlısî, Müsned; c.I, s. 171, no:1235; Ca’de ibn-i Hàlid el- Cüşemî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.576, no:16988; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXIV, s.187, no:37155.

68

yemek, çeşitli afetleri olan bir yanlış alışkanlıktır bizde.


Bizde küçükken çocuklar yemez, yedirmeye zorla alıştırırız. Evladım ye, çocuğum ye, bunu da ye, istemem dedikçe tıkmağa çalışırız. Küçükken, çocuk az yiyecekken çok yemeye alıştırırız. Ondan sonra da, büyüdükten sonra da haydi bakalım alı koyarsan alı koy çok yemekten. Çok yemek ye.

Çok yemek yeyince ne olur insan? Genellikle çok uyku ister. Çok karnı doydu mu, onu hazmettirmek için bayılır gözleri, yemekten sonra öyle olmaz mı? Talebeler mesela. Öğle yemeğinden sonra, öğleden sonraki derslerde uyur talebe. Hocalar da bilir de onu da hafif dersleri koyar öğleden sonra. Müzik, jimnastik vs. gibi mümkün mertebe. Öyle dersleri koyarlar çünkü uyur çocuk. Matematik dersini o zamana koysa aklı almaz. Ağır dersleri koymazlar.

Yani uyku getiriyor, insanın zihni faaliyetlerini azaltıyor. Sonra? Şehvetini artırır, nefsi kuvvetlendirir, direk gibi olur nefsi, laf dinlemez, söz anlamaz, katı kalpli olur insan yani böyle devam ederse. Hassaslığı kalmaz.


O orucun ikindiden sonraki o hüznünü düşünsenize. Şu mahzunluğu, oruçlunun mahzunluğunu. Dokunsan ağlar. İkindiden sonra bir vaaz dinlese gözleri şıpır şıpır yaş döker. Kuran-ı Kerim’i hocaefendi bir böyle dokunaklı bir tarzda bir okusa ah vah eder.

Neden? Mide boş olunca kalp çalışır. Mide ile kalp birbirine komşu iki uzuvdur, terazinin iki kefesi. Birisi indi mi nasıl yukarı çıkarsa ötekisi, ters istikamette çalışırlarsa, mide doldu mu kalp çalışmaz, mide boşaldı mı kalp çalışır. Sonra insan o şehvetine, şehvet demek yani nefsin çeşit çeşit arzuları. Yemeye karşı olur, şuna karşı olur, buna karşı olur, musikiye karşı olur, gezmeye karşı olur, oyuna karşı olur, romana karşı olur, hikâyeye karşı olur, hikayeye karşı olur, televizyona karşı olur, radyoya karşı olur. Her şeye karşı olur.

Yani iştiha etmek, istek demek. Şiddetli arzu demek. Arzudan karnı doydu artık canı eğlence arar. Karagöz Hacivat oyununda yar bana bir eğlence dediği gibi. Eğlence arar, karnı doydu çünkü. Karnı aç olsa ni bilecek. Ondan sonra kalbi çalışacak. Duyguları

69

incelecek, gelişecek, onun için açlıkta çok faydalar vardır. Toklukta da çok sıkıntılar zararlar vardır.


Onun için mesela eski tasavvuf kitaplarını açar okursanız, kemalata ermek isteyen bir insan düşünelim yani niyet etti ki, “Tamam ben yanlış yoldaymışım anladım, yolum hatalı. Pekiyi doğru yolu bulayım, Allah’ın arif, kamil, edepli bir kulu olayım.” Ne yapacak diye, o zaman çeşit çeşit tedbirler var.

Tedbirlerden bir tanesi riyazatün nefs’dir. Yani nefsi biraz sıkıntıya sokmak, idmana sokmak. Nefsi biraz inceltmek. Hani riyazatül beden diyoruz jimnastik dediğimiz şey. Hareketler yapıyoruz, koşuyoruz. Şimdi Bursa’dan geliyorduk dün. Yolun kenarında bir sürü eşofmanlı, bu tarafa doğru koşturup duruyorlar, şehirlerarası yollara çıkmışlar artık dar gelmiş şeyler, orada koşturuyor.

“—E niye yoruluyor bu zavallılar?”

Hocam o zavallı değil! O öyle koştuğu yürüdüğü zaman kondisyon buluyor, vücudu güç kuvvet buluyor, adeleleri, idman yapıyor yani. O zaman kuvvetli oluyor. Başkasını koştuğu zaman geçer gider o. Pazusu vurduğu zaman öbür tarafı devirir, öküzü başından tuttu mu çevirir yere yatırır filan yani.”


Demek ki bazı yorgunluklarda fayda var ya beden için, ruh için de öyle. Ruh için de idmanlar lazım demişler ariflerin bir kısmı. Başta ne? Başta kıllet-i taam. Az yiyeceksin. Böyle çok doyurursan karnını ne mümkün düşünmek? Uyur kalırsın.

Ondan sonra kıllet-i menâm, az uyuyacak. Kaç saat uyursun?

“—Hocam, şöyle akşam işten gelirim, zaten acıkmışım, bir saldırırım sofraya, hoop beş tabak yerim, ondan sonra mahmurluk çöker, televizyon karşımdayken yavaş yavaş gözler kapanır, işte uzanıveririm, üstümü örterler. Bir de bakarım sabah olmuş. Haydi işe geç kalıyorum diye öyle giderim. On iki saat filan olur, on saat olur.”

Olmadı. Böyle uzun uykuyla bu işler olmaz, bu ömür biraz uykudan fedakârlıkla iyi olur insan. İnsan biraz şöyle uykusunu bölmeli, uykusunun yarısında bir kalkmalı. Senin affedersin idrarın var, bilmem şunu var bunu var, on iki saatte patlar insan. Bak sıhhi bakımdan da doğru değil. Arada bir kalkacaksın.

70

Arkadaşımızın birisinin ayaklarından bir rahatsızlığı vardı da, İngiliz doktoruna gitmiş muayene olmuş Londra’da… Doktor demiş ki:

“—Gecenin bir bölüğünde kalk!” Geçen gün de gazetenin bir köşesinde okudum baş sayfada, üniversite dershanesinden bir resim çekmiş, beyaz beyaz önlüklü doktorlar, talebeler, bir beyaz önlüklü de hoca, hoca talebelere ders verirken diyormuş ki:

“—Geceyi bütün uyumayın, arada bir kalkın!” diyormuş.

Gece kalkmak doktorluğa uygunmuş, sıhhate uygunmuş. ben de dedim ki:

“—Bakın, bizim hocalarımız bin dört yüz senedir bunu söylerler, daha tıp yokken ortada…”


Bin rekât kılmış gibi, Kâbe’nin olduğu yerde namaz kılarsa, Beytullah’ta kılarsa yüz bin rekât kılmış gibi. Hesapladık on üç sene farz namazlara denk oluyor yani. Bir iki rekât namaz kılıverse orada insan…

“—Bunların hepsinden daha hayırlısı, insanın geceleyin kalkıp kıldığı iki rekat namazdır.” diyor.

Ne gafiliz biz, ne kadar cahiliz biz, ne kadar kârını ziyanını bilmez insanlarız biz. Lafı denk düşürüp düşürüp de her vaazda söylüyorum bunu.

İşte az uyku. Az yese zaten uyku uyuyamaz ki insan. Bak akşam az ye, hafif ye, bir dilim ayır şöyle bir kenara, bir buçuk dilim, birazcık hafif ye saat yedide, yat uyu; zaten ikide üçte kalkarsın. Çünkü, vücut dinlenir. Mideyle uğraşmayacak. Mide yormaz onu.

İkide, üçte zaten kalkarsın. Zihnin pırıl pırıl berrak olur. Az yiyince az uyumak da geliyor arkasından. Eh o mübarek vakitte kalkar namaz kılarsın, tespih çekersin, Allah’a dua edersin. Duaların makbul olduğu zamandır, seher vaktidir.


Dağlar ile taşlar ile,

Çağırayım Mevlâm seni.

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni

71

diye Yunus’un uyumadığı zaman işte o. O dertli Yunus’un.


Sonra kıllet-i kelâm. Bir de az konuşmak lazım. Çünkü, “Çok söz yalansız olmaz!” demiş dedelerimiz. Doğru mu yanlış mı? Doğru. Çok konuştu mu insan bir yerinde sürçer bu dil, hata eder. Düşüne düşüne konuşmalı insan. Az konuşmalı, öz konuşmalı. Kıllet-i kelâm…

Sonra insanları cehenneme ne götürür? Peygamber SAS Efendimizin hadis-i şerifinde bize bildirdiğine göre dil götürür. Ağızımızdaki dil, lisan götürür, bir de nefsi götürür. Şehvani arzuları götürür. İki tane uzvu yani en çok insanı zarara uğratan uzuvdur.

Onun için az konuşmak da kemâlâtın şartlarındandır. Az konuşunca insan, düşünmeye çok vakit bulur da, anlar dünyayı ahireti, hayrı şerri; ona göre hareket eder.


Sonra, bir de uzlet-i enam demişler; insanlardan şöyle bir sakin köşeye çekilmek. Kahvenin kenarında Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bulabilir misin? Kalabalık, ver üçlüyü, at papazı, domino, bilmem ne bir sürü ses, gürültü patırtı, olmaz. Gürültü patırtı arasında ders bile çalışamıyor insan.

Tenhaya çekilir insan, tefekküre dalar, tefekkür kıymetli bir ibadettir. O tefekkürlerle insan nice hakikatlere erip Allah-u Teàlâ Hazretleri için makbul olan yola girer.

Bir de zikr-i müdam demişler, devamlı zikretmek. Bu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin böyle formülüdür. Uzlet-i enam, zikr-i müdam da devamlı zikir demek.

“—Hocam başka işimiz olmayacak mı? Tüccarız, esnafız, işçiyiz. Sizin dediğinize kalsa, siz sabahtan akşama insana Allah mı dedirteceksiniz, başka hiç işimiz yok mu?” filan diye hatıra gelebilir.

Onun da çaresi var. Yani olur, oluyor.


f. Müslümanın İmtihanı Bitmez


Bu da bir garip hadis-i şeriftir ki Enes RA’dan rivayet edilmiş.

72

Peygamber SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:18


لَوْ كانَ الْمُؤْمِنُ فِي جُحْرِ ضَبٍّ، لَقَيَّضَ الله لَهُ مَنْ يُؤْذِيهِ

(طس. هب. عن أنس)


RE. 358/10 (Lev kâne’l-müminü fi hucri dabbin,

lekayyada’llàhu lehû men yü’zîhi.) “Eğer mümin kul, dab denilen bir çöl hayvanı var; ufacık tefecik bir hayvan… O hayvanın deliğine girse, yani şehirden uzaklaşsa, köyden uzaklaşsa, kırda bayırda o küçücük bir deliğe girse, yine Allah ona ezâ verecek birisini musallat eder.”

Allah Allah! Yâni insanlardan uzaklaşsa, bir köşeye çekilse bile, yine Allah onu ezâlandıracak birisini musallat eder. Demek ki müslüman dertsiz olmuyor. Demek ki müslümanın kaderi böyle… Yâni ezâya uğrayacak, tahammül edecek, sıkıntı çekecek, tahammül edecek, sabredecek; Allah-u Teàlâ Hazretlerinin indinde derecesi artacak.


Şimdi bize kalsaydı, şöyle hiç İslam tarihi okumamış olsaydık, Peygamber Efendimiz’in nasıl bir hayat sürdüğünü tahmin ederdik? Nasıl bir hayat sürmüş olmasını tahayyül ve temenni ederdik?

Etrafında melekler, cennet bahçeleri… İstediği avucuna geliyor, çeşit çeşit gıdalar, yiyecekler, içecekler… Oradan oraya uçuvermek, oradan oraya gidivermek… Böyle şey istemez mi? Ekseriyet böyle ister. Yâni şu günde müslümanım diyen insanın çoğunun gönlünü yoklasan, “Niye namaz kılıyorsun, niye tesbih çekiyorsun?” desen, çoğunun aklı fikri uçmakta, gezmektedir.

Halbuki evliyaların ulularından Ebû Yezid el-Bistami Hazretleri’nden rivayet olunmuş ki:

“—Bir kimseyi havada uçuyor görseniz, onun kemâlâtına delâlet etmez. Sinek de uçar, sinek çok mu kâmil bir mahlûk?



18 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.146, no:9791; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IX, s.113. no:9282; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.146, no:717; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.139, no:19068.

73

Değil. Denizde yürüyor görseniz, bu da onun kemâlâtına delâlet etmez. Balık da yüzüyor.

En büyük keramet, istikamet üzere, sırat-ı müstakim üzere olmaktır. Hani günde kırk defa istediğimiz, (İhdina’s-sırâte’l- müstakîm) “Yâ Rabbi, bizi doğru yola, sıratı müstakime sok!” dediğimiz o sırat-ı müstakimde yürümektir. En büyük keramet odur!


İnsan çok hokkabazlar görüyor, çok hünerli insanlar görüyor, neler yapıyorlar. El hünerleri, çeşit çeşit cambazlıklar, çeşit çeşit şeyler. Kıymeti yok. Mühim olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin istediği tarzda kâmil bir kul olup, sırat-ı müstakimde dosdoğru yürümektir. En büyük keramet odur.

Doğru yolda yürümezse, Allah’ın buyruğunu tutmazsa, Rasûlüllah’ın izini izlemezse, ne anladım ben o insanın olgunluğundan? Kavuğu istediği kadar büyük olsun. İsterse bir metre çapında olsun. Cübbesi istediği kadar uzun olsun, üç metre arkasından sürünerek gelsin… Kıymeti yok.

Boynu bükük, gözü yaşlı, fakir aciz naçiz bir kul, Allah’ın indinde sultanlardan daha makbul olabilir. Doğru yolda olunca, kalbi pâk olunca, temiz olunca, Allah’ın istediği yolda yürüyünce… Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin istediği yolda yürümeden Allah’ın sevgisi kazanılmaz. Rasûlüllah’ın izinden gitmedikten sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin iltifatına erilmez. Çünkü o rehber, kılavuz, cennetin rehberi bize... Bize cennetin yolunu tarif etmek için Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin gönderdiği bir elçi, Allah’ın elçisi…


وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوۤى. اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى (النجم:٣-٤)


(Ve mâ yentıku ani’l-hevâ. İn hüve illâ vahyün yühâ) “O kendi nefsinden, kendi keyfinden konuşmamış, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin emirlerini bize nakletmiştir.” (Necm, 53/3)

Onun izinden gideceğiz. Onun izinden gitmedikten sonra, ne anladım ben Rasûlüllah’ın bize elçi gelmesinden… Onun izinden gitmezsen, muhalefet edersen, günahlara batarsın.

Olur mu? Olur tabii, hata eder insan. İyi yapayım derken kötü

74

yapar, istemeyerek. Çocuk sofraya bardak getireyim derken, annesine hizmet edeyim derken, bardağı düşürüp kırabilir ama annesi “Evladım sorun yok, üzülme!” der. Ama bardağı elinden küt diye yere çalarsa, atarsa kendisi, bir daha alır, bir daha atarsa olmaz.

Yani iyi niyetle yürümek isteyen bir insanın hatalarını Allah affeder ama, böyle kasden yapanı affetmez. Onun için en doğru yol odur. Onun için Peygamber Efendimiz’in, hayatına baktığımız zaman görüyoruz ki, çok sıkıntılara uğratmış.


Kaç tane savaş yapmış biliyorsunuz, sayamazsınız. “Kaç tane savaş yaptı?” desek; Bedir’i biliyoruz, Uhud’u biliyoruz, bir sürü savaşı var Peygamber Efendimiz’in… Yani saldırmışlar, uğraşmışlar. Yurdundan çıkartmışlar, doğduğu şehirden çıkarmışlar. Doğduğu eve hasret bırakmışlar kendisini. Neden? “Allah birdir!” dedi diye. “Bu yanlış şeylere tapmayın!” dedi diye. “İnsanların hakkını yemeyin, haram yemeyin, zulmetmeyin!” dedi diye. Çıkartmışlar, atmışlar. Ne sıkıntılar çekmiş, ne üzüntüler geçirmiş. Kaç defa hayatına kasdetmişler.

Demek ki bu hayatta en büyük sıkıntılar en büyük insanlara gelir. Onlar sabrettikçe derecesi artar. Ondan sonra derece derece öteki kullara gelir. En tahammülsüzlere de en az gelir. Tabi az tahammül ettiği için de derecesi az olur. Küçük, sabırsız, küçücük bir şey gelse basıyor feryadı. Basıyor feryadı, tahammül edemiyor. Allah’ın takdirine rızası yok.

Okumadık mı burada hadis-i şerifte? Allah-u Teàlâ Hazretleri ne buyuruyor:

“—Benim takdirime rıza göstermeyen benim mülkümden çıksın gitsin! Kendine başka Rab arasın!”

Öyle buyurmuyor mu hadis-i şerifte? Geçmedi mi geçtiğimiz haftalarda? “Benim takdirime rıza göstermeyen benim mülkümden çıksın, benden başka bir Rab arasın kendisine...”

Var mı başka ilâh? Allah’tan başka ilah yok. Yani kovuyor Allah-u Teàlâ Hazretleri huzurundan. Takdire rıza gösterecek.


Eh, madem peygamberler böyle sıkıntı çekmiş, o Mûsa AS’ın o firavundan çektiği, o İsâ AS’ın etrafındakilerden çektiği, İbrâhim AS’ın Nemrut’tan çektiği, kavminin Nemrut’tan çektiği... İbrâhim

75

AS’ı ateşe atmamış mı? Mûsa AS’ı öldürmek istememiş mi? Neler neler. Hz. İsâ AS’ın canına kasdetmemişler mi? Eski ümmetler öyle olmamış mı? Eh, o zaman senin başına da gelmesi normal yani. Demek ki, insanın başına üzüntüler sıkıntılar gelebiliyor diye sabredeceksin, sabrettikçe derece alacaksın.

Bak insan yalnız başına kalsa da, bu imtihanlar olurmuş demek. Dağın başına çekilse de; bir ine, mağaraya, bir hayvanın kovuğuna girse bile, gene bir sıkıntı olabilirmiş. Üzülme, sıkıntıları büyütme! Bu dünya hayatı zaten büyütülecek mühim bir şey değil ki. Bir göz yumup açıncaya kadar geçip gidiyor.


Nuh AS 950 sene yaşamış. Sormuşlar:

“—Bu dünya hayatı nasıl?” “—İki kapılı bir ev gibi…” demiş. “Bir kapıdan giriyorsun, öbür kapıdan çıkıyorsun.” Bir kapıdan giriyorsun öbür kapıdan çıkıyorsun gibi. Köprü gibi yani. Yürüyoruz geçiyoruz. Bir düş gibi, bir hayal gibi, bir rüya gibi. Uyuyorlar insanlar, uyanacaklar, öyle işte.

Onun için bu dünyanın sıkıntılarını da Allah veriyor insana. Dirilten o, öldüren o, yükselten o, alçaltan o, aziz kılan o, zelil kılan o, veren o, alan o…

“—Çok şükür yâ Rabbi! Senin verdiğin nimetlere çok şükür, her halime hamd olsun yâ Rabbi! Her şeyin hoş yâ Rabbi!” diyebildi mi insan, o zaman en güzel sıfat...

Üzülmeyin, dertsiz insan olmaz. Zenginler de dertlidir. Ağalar paşalar da dertlidir. Padişahlar da dertliydi. Dertsiz insan yok ki… Kimisinde dert fakirlikten gelir, kimisine hastalıktan gelir, kimisi de dertsizlikten derde uğrar. O da bir ayrı dert…


Kemdürür yoksulluktan, nicelerin varlığı;

Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı.


Gönlü dar, sıkılır, patlar, ne yapacağını şaşırır. Amerikalı meşhur bir artist, atlamış arabaya… Tabii adamın parası var, köşkü var, arabası var, her şeyi var. Her şeyi var ama, imanı yok… Polis cezayı yazmış, ondan sonra gene aynı sürat, intihar etmiş gitmiş. Sürmüş sürmüş, mektup bırakmış arkasından, “Bu hayattan bir tad alamadım!” diye.

76

Alamazsın tabii… Ne var yâni? Lezzet, tat, saadet, parada mı? Mutluluk parada mı? Değil. Parası olup da, bir dokunsan bin tane ah diyen nice insan var. Sıhhatte mi? Değil. Nice pehlivanlar ki yine onlar da dertli… E yüksek memurlukta mı? Değil. Nice yüksek memurlar var, bak bir sor, herkes dertli yani. Dertsiz insan yok. Allah herkese bir çeşit imtihan vermiş.

O bakımdan takdire rıza göster. Üzülme, canını sıkma! Sabrettin mi:


إِن اللهََّ مَعَ الصَّابِرِينَ (البقرة:٣٥١)


(İnna’llàhe mea’s-sàbirîn) “Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir, sabredenin yanındadır.” (Bakara, 2/153) Yani ne demek? “Ben o kulumu severim, onun yanı başında yer alırım, ondan yanayım!” demek. “Onun yanındayım!” demek. Allah bizden yana olursa, ne büyük şeref!

Allah’tan afiyet isteriz, saadet selâmet isteriz ama, eh neylerse güzel eyler.


Gelse celâlinden cefâ,

Yahut cemâlinden vefâ,

İkisi de cana safâ; Lütfun da hoş, kahrın da hoş.


Demiş şairin birisi.


Hak şerleri hayr eyler,

Zannetme ki gayr eyler.

Àrif anı seyreyler.

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.


Vallàhi güzel etmiş,

Billâhi güzel etmiş,

Tallàhi güzel etmiş,

Mevla görelim netmiş?

Netmişse güzel etmiş.

77

diye böyle bitiriyor Tefviznâme adlı şiirini. Ne güzel duygular. Takdire rıza gösteriyor. “Madem sen benim Rabbimsin, madem senin elindenmiş hepsi, hoş yâ Rabbi, kabul ettim diyor. İmandan olur o. İmansız insan basar feryadı…

Birisi bir derde uğramış, başlamış bağırmaya… Peygamber Efendimiz ashabıyla geçiyormuş yanından, kadınmış. Kadınlar malum, çokça saç baş yolar.

“—Ah bizi bırakıp nereye gittin, bu da mı gelecekti benim başıma!”

Gelir ne yapalım, insanlara hep geliyor ya. Sen başka türlü mahlûk musun? Sen de insansın. Gelir ne olacak yani. Saç baş yolar, feryad figan eder, bağırır çağırır.

Gitmiş, nasihat etmiş Peygamber Efendimiz. Tabii Peygamber Efendimiz’e de çıkışmış, demiş ki:

“—Sen benim başıma gelen belânın ne olduğunu biliyor musun?”

Bakmış söz anlayacak insan değil, yürümüş gitmiş Peygamber Efendimiz SAS.


Birisi gelmiş fısıldamış:

“—Kadın sen ne ettin yahu?” “—Ne ettim?” demiş.

Peygamber bu! Rasûlüllah SAS yanına geldi, bak sen anlamadın. Hemen koşmuş arkasından:

“—Yâ Rasûlallah beni affet, ben seni bilemedim, tanıyamadım seni, affet…” Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:19



19 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.438, no:1240; Müslim, Sahîh, c.II, s.637, no:926; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.210, no:3124; Tirmizî, Sünen, c.III, s.314, no:988; Neseî, Sünen, c.IV, s.22, no:1869; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.509, no:1596; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.130, no:12339; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.272, no:2040; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.222, no:6244; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.176, no:3458; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.119, no:9702; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.65, no:6919; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.362, no:1203; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.208, no:1368; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.172, no:249; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1477; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III. s.356. no:799;

Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.99; Bezzâr, Müsned, c.II, s.352, no:7373; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.415, no:3842; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

78

اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ اْ لأُولٰى (خ. م. د. ت. ن. ه. حم. ط. طس. ع. هب. ق. عد. عن أنس؛ ع. عن أبي هريرة )


(Es-sabru inde’s-sadmeti’l-ûlâ) “Sabır, belânın ilk geldiği anda yapılan kendisine hakim olma tavrıdır.” Ondan sonra nasıl olsa kabul edeceksin. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi, nasıl olsa yutacaksın. Üzüntü ilk geldiği zaman sımsıkı dur. “Allah verdi, Allah aldı. Ne yapalım? Bu da Allah’tan!” dersin.

Mü’min yıkılmaz, kâfir yıkılır; arabasına atlar intihar eder.


Libya’da Kaddafi paraları değiştirmiş. Ötekisi zengin, depo etmiş kağıt paraları… Bu, “Kâğıt paraları tedavülden kaldırdım!” deyiverince milyonlar sıfıra inmiş. Paraları almış, cump kendisini denize atmış. Delirmiş yani.

Ne olacak yâhu? Para ne olacak? Bak ona ne olacak diyememiş.

Mü’min der. Mümin dağlar gibi hadise gelir, yarar geçer onları. Denizdeki dalgalar gibi gelir belâlar, o da gemi gibi yarar geçer. Kâfir batar. Bir dalga geldi mi çarpılır batar.

Kadere iman güzel bir şey. Güzel bir edeptir yani, müminin kârıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden belâ istemeyiz, azap istemeyiz, hastalık istemeyiz, sıkıntı istemeyiz ama afiyet isteriz, saadet isteriz, selâmet isteriz, sıhhat isteriz, hoşluk isteriz, nimet isteriz. Ama gelmişse ne yapalım? O daha iyi biliyor. Her şeyi daha iyi biliyor.


حَسْبُنَا اللهَُّ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (آل عمران:٣٧١)


“Hasbuna’llàhu ve ni’me’l-vekîl.” [Allah bize yeter, biz ona


Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.453, no:6067; Ukaylî, Duafâ c.III, s.463, no:1519; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.272, no:6510, 6511; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.246, no:647; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.355, no:6462 ve c.XIV, s.52, no:13769.

79

tevekkül etmişiz; o ne iyi vekildir.] (Âl-i İmran, 3/173)


وكلت إلى المحبوب أمري كله فإن شاء أحياني وإن شاء أتلفا


Vekkeltü ile’l-mahbûbi emrî küllehû;

Fein şâe ahyânî, ve in şâe etlefâ.


“Sevgiliye her işimi havale ettim; dilerse yaşatır beni, dilerse öldürür.”


g. Cennette Ticaret Olsaydı…


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:20


لَوْ كَانَ فِي الْجَنَّةِ تِجَارَةٌ لأَمَ رْتُ بِتِجَارَةِ الْبَزِّ، إِ نَّ أَبَ ا بَكْرٍ


الصِّدِّيقُ كَانَ بَزَّازًا (الديلمي عن أنس)


RE. 358/11 (Lev kâne fi’l-cenneti ticâretün leemertü bi- ticâreti’l-bez, inne ebâ bekrini’s-sıddiku kâne bezzâzen.) Yine buyurmuşlar ki:21


لَوْ كَانَ فِي الْجَنَّةِ تِجَارَةٌ لَبَاعُ وا الْبَزَّ، وَلَوْ كَانَ فِي النَّارِ تِ جَارَةٌ


لَبَاعُوا الطَّ عَامَ ، وَمْنْ بَاعَ أَرْبَ عِ ينَ لَيْلَةً، نُزِعَتُ الرَّحْمَةُ مِنْ قَلْبِهِ



20 Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.341, no:5030; Enes ibn-i Malik RA’dan.

Kenzü’l-Ummal, c.IV, s.33, no:9360; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.145, no:19082.

21 Kenzü’l-Ummal, c.IV, s.33, no:9361; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.145, no:19083.

80

(الديلمي عن أنس)


RE. 358/12 (Lev kâne fi’l-cenneti ticâreten lebâu’l-bezze, ve lev kâne fi’n-nâri ticâreten lebâu’t-taam. Ve men bâe’t-taâme erbaîne leyleten nüziatü’r-rahmetü min kalbihî) Bu iki hadis-i şerif manifaturacılıkla ilgili. İçinizde manifaturacılar varsa sevinsin. Diyor ki Peygamber Efendimiz birinci hadis-i şerifte: “Eğer cennette ticaret olsaydı…” Yok, dünyada o, geçim için. Allah cennette, ne isterse verecek kullara… “Eğer cennette ticaret olsaydı, bez ticareti yapmalarını emrederdim onlara.” Bez ticareti; bez dokuyor, satıyor. Yani manifaturacılık.

Ebu Bekr-i Sıddik RA da bezzaz imiş. Yani bez alıp satan bir kimseymiş.

Deylemi’den rivayet edilen öteki hadis-i şerifte de:

“Cennette ticaret olsaydı, cennet ehli muhakkak bez alıp satarlardı, kumaş alıp satarlardı. Ve cehennemde dünyadaki gibi bir ticaret olsaydı, yok tabii ama olsaydı, orada yiyecek alıp satarlardı. Kim kırk gece yiyecek satarsa, gönlünden merhamet sökülür.” diyor.


Şimdi dünyanın bazı yerlerinde yaprakları sokuyorlar, şöyle belinden aşağısını bir parça örtüyorlar, çıplak geziyorlar. Çıplak yaşanabilir ama gıdasız yaşanmaz. Muhtaç adam, alacak onu… Eğer sen onu muhakkak muhtaç diye insafsızca fiyatı bindirirsen… “Nasıl olsa alacak bunu, ihtiyacı var, Ramazan geliyor, bilmem ne…” filan diye fiyatı yükseltirsen, o zaman tabii adamın zaruri ihtiyaçlarında, mecburluk zamanında onun mecburluğundan istifade edip ihtikâr yapmak oluyor. Böyle böyle merhamet gider insandan… Böyle olmamak şartıyla bir mahzuru yok.

Şimdi insanlara hizmet olsun diye bir yerde az bulunan bir malı gidip de başka yerlerden alıp getiren, celbeden tüccar makbuldür, merzuktur yani Allah ona hayırlı rızıklar ihsan eder diye bir hadis-i şerif var.

Demek ki bir yerde diyelim ki tereyağı azaldı, peynir azaldı veyahut zeytin ihraç edildi, çok azaldı. “Haa İstanbul’da zeytin az,

81

gideyim de Edremit’ten üç kamyon zeytini yükleyim, satayım şu ahali yesin yav!” Sıkıntısı biraz azalsın diye oradan zeytin getirdi, sattı. Makbul bir şey.

Neden? Temelinde insanlara hizmet duygusu yatıyor. Herkes Edremit’e gidemez ki. Onun mesleği zeytincilik. Gider zeytini alır, burada satar, makbul. Sevaplı bir şey.


Ama yanında zeytini var, depoda duruyor aşağıda, buzhanede duruyor. Zeytin fiyatları kıpırdamaya başladı, biraz daha sakla, biraz daha sakla, biraz daha sakla… “Fiyat artsın öyle satayım, şu kadar kâr…” Buna derler ihtikâr. Böyle halkın muhtaç olduğu gıda maddelerini fazla fiyat artsın da çok kâr edeyim diye saklayıp, halka arz etmeyip ihtikâr yapan tüccar, o da mel’undur, Allah’ın rahmetinden uzak düşer:22


الْمُحْتَكِرُ مَلْعُونٌ (ك. عن عمر)


(El-muhtekiru mel’ùnun) “İhtikâr yapan Allah’ın rahmetinden mahrum kalır.”

Allah’ın kullarına merhamet etmek lazım, acımak lazım. Onların yerine koyuver kendini bakalım, hayırlı bir ticaret şey yap. Allah bereket verir, güzellik verir, hoşluk verir, başka yerden daha fazla telafi eder. Malın satıldıkça sat! Satılmadığı durabilir, ama müşteri geliyor yok diyorsun biliyorsun bir hafta sonra artacak fiyatı, o doğru değil. O ihtikârdır. Makbul bir huy değildir. Gıda maddelerinde hele böyle oyunlar, hiç uygun olmadığına işaret burada. Allah-u Teàlâ Hazretleri her şeyi usulüyle yapmayı nasip etsin bize… Merhametsizlikten, karşı tarafı düşünmemekten, gaddarlıktan, cümlemizi korusun…


h. Kadının Kocasına İtaat Etmesi


Abdullah ibn-i Ebi Evhâ’dan, İbn-i Hibban, Ahmed İbn-i Hanbel ve İbn-i Mâce rivayet etmişler bu hadis-i şerifi. Bu hadis-i şerif de hanımların beylere karşı muamelesinin nasıl olması



22 Hâkim, Müstedrek. c.II, s.14, no:2164; Hz. Ömer RA’dan.

82

gerektiğini anlatan bir hadis-i şeriftir:


لَوْ كُنْتُ آمِراً أَحَداً أَنْ يَسْجُدَ لِغَيْرِ الله، لأَمَرْتُ الْمَرْأَةَ أَنْ تَسْجُدَ لِزَوْجِهَا.


وَالَّذِي نَفْسُ محَمَّدٍ بِيَدِهِ ، لاَ تُؤَدِّي الْمَرْأَةُ حَقَّ رَبِّهَا، حَتَّى تُؤَدِّيَ حَقَّ


زَوْجِهَا كُلَّهُ . حَتَّى لَوْ سَأَلَهَا نَفْسَهَا وَهِيَ عَلَى قَتَبٍ لَمْ تَمْنَعْهُ (حم . ه .

حب. عن عبدالله بن أبي أوفى)


RE. 358/13 (Lev küntü âmiren ehaden en yescüde li-gayri’llâhi leemertü’l-mer’ete yescüde li-zevcihâ. Ve’llezi nefsü muhammedin bi-yedihî, lâ tüeddi’l-mer’etü hakka rabbihâ, hattâ tüeddiye hakka zevcihâ küllehû. Hattâ lev seelehâ nefsehâ ve hiye alâ katebin lem temna’hu.) Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:

(Lev küntü âmiren ehaden en yescüde li-gayri’llâh) “Eğer ben herhangi bir kimseye secde etmeyi emretmiş olsaydım, Allah’tan gayri bir kimseye secde etmeyi emredici olsaydım ben… Öyle yapmam ama, hani emredecek olsaydım, faraza, farz-ı muhal veyahut bir ihtimal olarak böyle birisine, “Sen şuna secde et!” diye bir secde tavsiyesinde bulunacak olsaydım, (leemertü’l-mer’ete yescüde li-zevcihâ) kadına kocasına secde etmesini emrederdim.”


(Ve’llezî nefsü muhammedin bi-yedihî) “Şu Muhammed’in SAS canı, kudreti elinde olan Allah’a and olsun ki, yemin ederim ki…” Böyle yemin ederdi Peygamber Efendimiz, böyle çok kullandığı bir tabirdir. “Şu Muhammedin canı, kudreti elinde olan Allah’a andolsun ki” diyor.

(Lâ tüeddi’l-mer’etu hakka rabbihâ) “Kadın Rabbinin hakkını edâ edemez, (hattâ tüeddiye hakka zevcihâ) kocasının hakkını edâ etmedikçe… Yani kocasının hakkını edâ etmeden, ötekisini tam yapmış olmaz. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hakkını edâ edebilmiş olması için, kocasına karşı vecibelerini, vazifelerini yapması lazım!”

(Hattâ lev seelehâ nefsehâ) “Eğer kocası hanımını istese, (ve

83

hiye alâ katebin) o da bineğin üzerinde olsa, devenin üzerinde olsa, (lem temna’hu) kendisini efendisinden men etmesin! ‘Hayır, olmaz şimdi.’ demesin!” diye arkasından tavsiye ediyor Peygamber Efendimiz.


Eski ümmetlerde başka kimselere secde vardı. Bizden önce ümmetler geçmiş ya, hani Yusuf AS’ın ümmeti, Musa AS’ın ümmeti, İsa AS’ın ümmeti, o ümmetlerde hürmet nişanesi olarak, saygı ifadesi olarak başkasına secde etmek vardı. Hatırlamaz mısınız Yusuf Sûresi’nde, kardeşlerinin hepsini Kenan Diyarından Mısır’a çağırtıyor Yusuf AS. Ondan sonra anasını babasını da çağırtıyor. Ne yaptılar onlar?


وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا (يوسف:٠٠١)


(Ve rafea ebeveyhi ale’l-arşi ve harrû lehû süccedâ) [Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları için) secdeye kapandılar.] (Yusuf, 12/100)

Hepsi ona secde ettiler, eğildiler. Çünkü evvelce kuyuya atmışlardı. Kuyuya atmışlardı kıskanıp! Ah bu kardeşlerin arasındaki şu işler...

Kıskanıp kuyuya atmışlardı, ama Allah’ın aziz kıldığını kim zelil eder? Kuyuya atmakla zelil olur mu insan? Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr u kıymetten… Kuyuya attılar ama Mısır’a gitti bakan oldu, Mısır’ın makbul bir insanı oldu, Mısır’ın azizi oldu, tarım bakanı oldu. Hazâinü’l-ard, yeryüzünün mahsullerine, zahirelere bakan bir vekil oldu. Bir yüksek şahıs oldu, konağı oldu, malı mülkü oldu.

Allah-u Teàlâ Hazretleri onu aziz kıldı. Güzel huyundan dolayı, tatlı dilinden dolayı, ahlâkından dolayı, sabrından dolayı…


Sonra Yusuf AS ne kadar güzeldir. Ne diyor kadınlar? Eğer bizim istediğimizi yapmazsa, onu hapsederiz ve çeşit çeşit azaplarla azaplandırırız. İşi zorbalığa döküyorlar. İlle Yusuf AS’a kötülük yaptırtacaklar. Diyor ki:

84

رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَي مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ (يوسف:٣٣)


(Rabbi’s-sicnü ehabbü ileyye mimmâ yed’ùnenî ileyh) “Bu gözü dönmüş kadınların tekliflerine uymaktansa, yâ Rabbi, hapse girmem benim için daha iyidir.” dedi hapsi tercih etti, hapse girdi. (Yusuf, 12/33) Ötekisi günah, bir kadınla nikâhsız bir arada olmak günah, bu tarafta hapis var!


وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلاَ أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ (يوسف:٤٢)


(Velekad hemmet bihî ve hemme bihâ levlâ en raâ burhâne rabbihî) “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Rabbinin burhanını görmeseydi o da ona heves etmişti, canı çekmişti, istemişti. Ama Rabbinin burhanını gördü.”

Açın tefsir kitaplarını da, Rabbinin burhanı neymiş acaba, ne görmüş de Yusuf AS kendini tutmuş? Rivayete göre babasının hayali karşısına dikilivermiş, Şöyle elini ısırarak, “Evlâdım sen ne yapıyorsun?” gibilerden. Toparlamış kendini...


Neler var bak işin iç yüzünde, neler var. İnsan okuyunca, dinleyince neler öğreniyor. İşte Yusuf AS deyince, yani o da bir büyük kahramanlık. Bak Allah’a asi olmuyor, hapse razı oluyor. Çünkü Allah’a isyan hapislerin en kötüsü. Nefse esir oluyor insan, zillete esir oluyor.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî diyor ki:

“—Bağlarını kopar, hür ol ey birader!” diyor.

Yani müridlerine hitap ediyor Mesnevî’de. “Bağını kopar!” diyor.

“—Sen kendini hür mü sanıyorsun? San bakalım daha, nefsin esiri değil misin? Gece kalkabiliyor musun namaza? Allah’ın buyruğunu tutabiliyor musun, gözünü haramdan alıkoyabiliyor musun? Yasaklardan kendini koruyabiliyor musun?”

Koruyamıyorum. Öyleyse nefsin sana dizgini geçirmiş çekiyor, şeytan. Sen istediğin kadar hürüm de. Bak git, bak git de bakalım gidebilir misin, bırakır mı seni. Esirsin, bağlısın haberin yok.

85

Hürriyet ne? Hürriyet Allah’a kul olmakta. Ahrâr olur insan, hür olur. Allah’a kul oldu mu insan, bir yere kul olur insan. Bin yerden laf dinlemez ki insan, bin yerden buyruk gelirse nereye uyacağını şaşırır insan.

“—Yâ Rabbi sana kulum, senin emrini tutuyorum!” dedi mi, (iyyâke na’büdü) hem de diyoruz biz bunu. Bilmeden, farkına varmadan günde kırk defa diyoruz. (İyyâke na’büdü) Yalnız sana ibadet ederiz yâ Rabbi! (Ve iyyâke nestaîn) Yâ Rabbi yalnız senden yardım isteriz.” Bak neler diyor dilimiz de, aklımız farkında değil.

“—Yalnız sana ibadet ederiz, başka hiçbir şeye boyun bükmeyiz, sadece sana ibadet ederiz yâ Rabbi! Yâ Rabbi sadece senden yardım isteriz.”

Kimden yardım istediysem, istediğim dallar kurudu benim. Hayatımda, kimden medet umduysam, en muhtaç olduğum zamanda şu bana şöyle yardım eder dediğim dal kurumuştur. Allah’tan başkasından yardım istenir mi? Sen misin isteyen. İstenmez, istememek lazım!

İstememeyi de günde kırk defa söylüyoruz. Geçiyoruz, el pençe divan duruyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna da, diyoruz ki:


إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (الفاتحة:٥)


(İyyâke na’büdü) Sadece sana ibadet ederiz, başkasına değil, paraya değil, mevkiye değil, makama değil, dünyaya değil, sadece sana ibadet ederiz; (ve iyyâke nestaîn) yalnız senden medet umarız.” (Fâtiha, 1/5)

………………

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


13. 02. 1983 - İskenderpaşa Camii

86
03. ALLAH NEYİ SEÇMİŞSE O GÜZELDİR