05. HACERÜ’L-ESVED

06. AHİR ZAMANDA KÖTÜLÜKLERİN ARTMASI



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân! Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve selem… Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


لَيَأْتِيَن عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ ، لَوْ وَقَعَ حَجَرٌ مِنَ السَّمَ اءِ إِ لَى اْ لأَرْضِ،


مَا وَقَعَ إِلاَّ عَلَى امْرَأَةٍ فَاجِرَ ةٍ، أَوْ رَ جُلٍ مُنَافِقٍ )كر. في تاريخه

عن أنس(


(Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün, lev vakaa hacerün mine’s- semâi ile’l-ardı, mâ vakaa illâ ale’mreetin fâciretin, ev racülin münafikın) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz Hazretleri’nin ehâdis-i şerîfesini üstadımız Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri’nin cem eylemiş olduğu Râmûzü’l- Ehàdîs isimli hadis mecmuasından nakletmeğe yine devam edeceğiz.

Hadis-i şeriflerin izahına geçmeden önce, evvelen ve hâssaten Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’nin ruhu

181

için, sonra sair enbiyâ ve mürselînin, bütün evliyâullahın ve hâssaten sâdât u meşâyihimizin, Peygamber Efendimiz’den günümüze kadar güzerân etmiş olan din büyüklerimizin;

Okuduğumuz eserin müellifi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hazretleri’nin, onun hocalarının ve talebelerinin; ve bu kitabın içindeki okuduğumuz hadis-i şeriflerin bize kadar gelmesinde emeği geçmiş olan ulemânın ve râvîlerin ayrı ayrı ruhları için; Uzaktan yakından Peygamber SAS Efendimiz’e muhabbetinden ve ilme olan rağbetinden dolayı şu meclise teşrif etmiş olan siz kardeşlerimizin ahirete irtihal eylemiş cümle yakınlarının, ana baba ve akrabalarının ruhları için, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerîf okuyup ruhlarına hediye eyleyelim, ondan sonra izaha geçelim!

.....................


a. Ahir Zamanda Kötülüğün Çoğalması


Sözümüzün mukaddimesinde metnini okumuş olduğumuz hadîs-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz âhir zamanla ilgili mâlumat veriyor. Efendimiz şöyle buyuruyor:45


لَيَأْتِيَن عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ ، لَوْ وَقَعَ حَجَرٌ مِنَ السَّمَ اءِ إِ لَى اْ لأَرْضِ،


مَا وَقَعَ إِلاَّ عَلَى امْرَأَةٍ فَاجِرَ ةٍ، أَوْ رَ جُلٍ مُنَافِقٍ )كر. في تاريخه

عن أنس(


RE. 360/6 (Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün) “İnsanların üzerine bir zaman gelip çatacak ki, (lev vakaa hacerün mine’s- semâi ile’l-ardı) o zamanda eğer gökten yere bir taş düşse; (mâ vakaa illâ ale’mreetin fâciretin, ev racülin münâfık) ancak bir



45 Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.439, no:5349; Ebu Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummal, c.XI, s.186, no:31149; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.214, no:19241.

182

fâcire kadının veya bir münafık adamın üstüne düşer, başka bir yere düşmez.” Öyle bir zaman gelecek ki, Peygamber Efendimiz bu zamanın gelişini nun-u te’kid-i sakile ile söyleyerek (leye’tiyenne) diye ifade buyuruyor: “Mutlaka ve mutlaka gelecek; şeksiz şüphesiz. Öyle bir zaman gelecek ki, muhakkak ve mutlaka gökten yere bir taş düşecek olsa, ancak bir fâcire kadının veyahut bir münafık adamın üstüne düşer.” Yeryüzünün her tarafı fâcire kadın ile münafık erkek ile dolu olacak da, bir boş yere düşme ihtimali olmayacak; taşı toprağı her tarafı onlarla dolacak.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi sàlih kullarından eylesin…


Fâcire kadın ne demek? Zalime, zalim bir kadın demek. Bir mânasıyla da kötü kadın demek. Kötü yola düşmüş kadın mânasına…

Ahmed Ziyâeddin Hocamız şerhinde:


وشرُّها أشدُّ من شرِّ ألف فاسقٍ


(Ve şerrühâ eşeddü min şerri elfi fâsikın) “Böyle bir kadının şerri, bin tane fâsık adamın şerrinden daha şiddetlidir.” diyor.

Hayâ mefhumu olmayan öyle bir kadın, bin tane fâsık adamdan daha büyük zarar verir.

Gazeteleri, mecmuaları görmez misiniz? İnsan evine gazete alamaz hâle geldi. Tirajı artsın diye resimler, resimler, resimler... Eve o gazete sokulur mu? Olmaz diyecek duruma geldi.

İnsan seyahatlerde, vasıtada sağdaki soldaki adamların okuduğu gazetelere baktığı zaman, bakamaz oluyor. Aman başını bu tarafa çeviriyorsun, bu tarafa baktığın zaman orada da öyle bir şey; başka tarafa çeviriyorsun. Göz kapatmaktan başka çare kalmıyor. O hale geldi.


b. Ebüd-Derdâ RA’ın Hikayesi


İnsanoğluna neslinin bekàsı için, meşru yolda kullansın diye verilmiş olan bir takım arzular vardır ki karnı acıkır, yemek talep

183

eder, yemek yemese ölür. Hani bazen çoluk çocuk iştahsız oluyor, hadi iştah şurupları arıyoruz. “Ne yedirirsek ne içirirsek iştahı açılır.” diyoruz ya, Allah demek ki her şeyi yerli yerinde yaratmış. Bu yemek iştahı olacak ki o şahıs yemeğini yesin, vücudu ayakta sağlam dursun, Allah’a kulluğunu sağ sâlim, iyi bir şekilde yapabilsin.

Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:46


اَلْمُؤْمِنُ الْقَوِيُّ خَيْرٌ وَأَحَبُّ إِلَى اللهِ مِنَ الْمُؤْمِنِ الضَّعِيفِ، وَفِي


كُلٍّ خَيْرٌ (حم. م. ن. عن ابي هريرة)


230/11 (El-mü’minü’l-kaviyyü hayrun ve ehabbü ila’llàhi mine’l-mü’mini’d-daîfi, ve fî küllin hayr) “Bütün müslümanlar hayırlıdır ama; kuvvetli müslüman zayıf müslümandan hem daha hayırlıdır, hem Allah’a daha sevgilidir.” Müslüman kuvvetli olacak. Bedenine karşı da insanın vazifesi var.


Meşhur bir kıssa da mâlum, Medine-i Münevere’ye geldikleri zaman Peygamber Efendimiz, muhacirler ile Medine’nin ahalisi olan müslümanları, ensarı kardeş eyledi. O kardeşlik esnasında Selman-ı Fârisî RA ile Ebü’d-Derdâ RA kardeş oldular. Fevkalade yakınlar.

İşte o yakınlık esnasında, bir keresinde Selman-ı Fârisî, Ebü’d Derdâ RA’ın evine gitti, baktı ki ev perişan; hanımına baktı, hanımının üstü başı perişan…



46 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.142, no:4816; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.87, no:76; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.366, no:8777; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.29, no:5722; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.159, no:10457; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.I, s.216, no:194; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.89, no:20668; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.230, no:6346; Hamîdî, Müsned, c.II, s.474, no:1114; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.266, no:221; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.222, no:443; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.187, no:6580; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.115, no:540; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.298, no:2713; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XXII, s.95, no:24408.

184

“—Ne bu hal?” diye sordu. “—Senin kardeşin Ebü’d-Derdâ dünyayı terk etti.” dedi.

Dünyaya itibar etmiyor, âhirete çalışıyor, âhiretin kazancını elde etmeye çalışıyor; ne evine baktığı var, ne hanımına baktığı var, ne para peşinde, ne pul peşinde; her taraf perişan.


İçeriye girdi, biraz sonra Ebü’d-Derdâ RA geldi.

“—Hoş geldin kardeşim!” diye candan bağrına bastı, sevincini izhar eyledi. Hemen yemek çıkardı, “Buyur kardeşim, ye” dedi.

Selman-ı Fârisî: “—Sen de otur, beraber yiyelim.” dedi.

“—Yok, ben niyetlenmiştim, sen buyur, ye.” deyince;

“—Olmaz, sen yemezsen ben de yemem.” dedi.

Yanına oturttu, beraberce yediler.

Demek sevap kazanmak için oruca niyetlenmiş; Ramazan orucunu kimse böyle bozduramaz da… Zaten Ramazan olsaydı Selman-ı Fârisî Hazretleri de oruçlu olurdu, onun oruçlu olmamasından Ramazan olmadığı anlaşılıyor, yanlış bir mâna

185

çıkarılmasın. Demek ki sevap kazanmak için tuttuğu nafile bir oruç imiş. Pekâlâ dedi, oturdu o zaman, orucunu bozdu, “Gününe gün tutarım.” diye düşündü içinden. Beraber oturdular, yediler.


Akşam oldu, Ebü’d-Derdâ RA, ev sahibi olarak Selman-ı Fârisî RA’a bir döşek serdi.

“—Buyur, yat kardeşim.” dedi.

“—Sen ne yapacaksın?” “—Benim biraz meşguliyetim var.” Namaz kılacak, tesbih çekecek, dua edecek, Kur’an okuyacak… “—Yok, sen yatmazsan ben de yatmam. Sen de yat!” dedi. Selman-ı Fârisî ısrar edince, yattı ama uyumadı. Selman-ı Fârisî Hazretleri’nin nefesleri muntazamlaşınca; “Tamam, uyudu galiba.” diye yavaşça yatağından kalkmak istedi, kalkıp namaz kılacak.

Selman-ı Fârisî RA bileğinden yakaladı; “Yat aşağıya.” dedi. Bu hal birkaç defa tekerrür etti bu; sonra baktı ki kurtuluş yok, yattı, uyudu.


Ama gecenin yarısı geçtikten sonra böyle büyük zâtlar, teheccüd namazı kılar; o gecenin, o kıymetli vaktini bilir. O vakit gelince, teheccüd zamanı gelince, Selman-ı Fârisî onu kaldırdı. “Haydi, şimdi kalk!” dedi. Beraberce abdest aldılar, teheccüd namazlarını kıldılar, seherlerde istiğfar ettiler, dualar eylediler.

Sonra sabah namazının vakti yaklaşınca kalktılar, Mescid-i Nebevî’ye gittiler, namazı kıldılar. Amma Ebü’d-Derdâ RA Peygamber Efendimiz’in yanına vardı; “—Yâ Rasûlallah! Şu Selman-ı Fârisî’nin bana yaptıklarını bir bilsen. Benim orucumu bozdurdu, kılmayı itiyat edinmiş olduğum namazlarımı kıldırmadı, gecemi uyku ile geçirtti.” diye şikâyetlendi.

Onun üzerine Peygamber SAS Efendimiz Selman-ı Fârisî Hazretleri’ni de dinledi. Sonra, Ebü’d-Derdâ RA’a hitaben dedi

ki:47



47 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.112, no:285; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.275, no:8128; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.176, no:20; İbn-i Asâkir, Târih-i

186

يَا أَبَا الدَّرْدَاءِ! إِنَّ لِجَسَدِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَلِرَبِّكَ


عَلَيْكَ حَقًّا؛ وَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ! صُمْ وَ أَفْطِرْ، وَقُمْ وَنَمْ، وَائْتِ


أَهْلَكَ (حل. عن أبي جحيفة)


RE. 492/10 (Yâ ebe’d-derdâ!) “Ey Ebü’d-Derdâ! (İnne li-cesedike aleyke hakkan) Hiç şüphe yok ki bedeninin, vücudunun senin üzerinde hakkı vardır. Bu hakkı bu vücuduna vermezsen, bu elin, bu ayağın, bu vücudun senden davacı olur.”

Sen bunu yıpratamazsın; içki içip yıpratamazsın, kumar oynayıp yıpratamazsın, kötü yerlerde zayıf düşürüp yıpratamazsın.

(Ve li-ehlike aleyke hakkan) “Aile efradının, zevcenin ve çoluk çocuğunun senin üzerinde hakkı vardır.”

Evlenmişsin, o hanımın mesuliyetini almışsın, o hanımın sende hakkı var. Bir bey olarak, koca olarak senin ona karşı vazifelerin var. Sonra evine bakacaksın! Onun yemesi içmesi sana havale edilmiş, Allah’ın emaneti…


(Ve li-rabbike aleyke hakkan) “Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır.” Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne karşı görevler var, İbadetlerden, Allah’ın hakkı diye bahsediliyor.

(Ve a’ti külle zî hakkın hakkahû) “O halde, her hak sahibine hakkını ver!” (Sum ve eftir) “Bazı günler oruç tut, bazı günler tutma, iftar et! (Ve kum ve nim) Geceleyin namaza kalk, bazı zamanlarda uykunu da uyu! (Ve’ti ehleke) Eşinin yanına da git!” buyurdu.

Yani, “Ailenle de ilgileneceksin; alışverişle, evin geçimiyle de ilgileneceksin; vücudunun sıhhatini de koruyacaksın. Çok oruç


Dimaşk, c.XLVII, s.116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.188; Ebû Cuhayfe RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.45, no:5403; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:25480.

187

tutup, çok uykusuz kalıp, onu halsiz, bîtâb, zayıf, hasta, sararmış- solmuş bir duruma getirmeyeceksin; her şeyi ölçülü yapacaksın!” dedi.


Mâlum, dinde her şeyin hayırlısı, huyların da hayırlısı, amellerin de hayırlısı ölçüye uygun olandır. Çok yapmak değil; çok yaparsın, sonunda yapamaz olup bıraktığın zaman iyi olmaz. Çoktan başlayıp yapamadığın zaman iyi olmaz. Ölçülü gideceksin.

Cömertlik derken, elindekini saçarsın, çoluk çocuğun muhtaç duruma düşer; öylesi makbul değil. Cesaret yapayım derken kendini perişan edersin; öylesi makbul değil. Her şeyin, her ahlâkın bir ifrat denilen aşırı tarafı vardır, bir de tefrit denilen aşağı tarafı vardır. Aşırılıkla aşağılık arasında denge, orta yerde; dinimiz her şeyin güzelini emretmiştir insanın ona uyması lazım.


Bu şey de öyle; insanlara verilmiş yemek arzusu gibi, evlenme arzusu da öyle, kötü bir arzu mu?

Hâşâ, sümme hâşâ! Allah-u Teèlâ Hazretleri kötü şeyi yapar mı, yaratır mı? Her şeyi güzellerin güzeli, her şeyi güzel. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin her işi güzel. Şair ne güzel söylemiş:


Vallàhi güzel etmiş,

Billâhi güzel etmiş,

Tallàhi güzel etmiş,

Mevlâm görelim n’etmiş?

N’etmişse güzel etmiş!


Hakikaten de öyledir, ben de yemin ederim: Her şeyi güzeldir, her şeyi yerli yerindedir. Her şeyi hikmetlidir; sebebi var, hikmeti var. Yemek yemek meşru mu? Meşru… Tıka basa doldurmak yasak, haram. Öyle şey yok, israf yok!

Romalılar zevk için yerlermiş, yerlermiş, karnı doyup yiyemez hâle geldi mi gidip istifra edermiş, sonra yine gelip yerlermiş. Bak, İslâm’da böyle şey yok!

“—Midenin birazını gıda ile dolduracaksın, birazını su ile

188

dolduracaksın, birazını boş bırakacaksın, daha yemeğe iştahın varken sofradan kalkacaksın!” gibi yemek âdâbı var. Tıka basa doldurmak yok!

Demek ki yemeğe karşı iştah normal ama, onu aşırı tatmin edeceğim diye göbeğine tıka basa tıkmak doğru değil! Yastığın içine pamuk teper gibi tepmek doğru değil.


c. Evlenmek Benim Sünnetimdir


Elbette evlenmek normal bir şey. Peygamber SAS Efendimiz hadis-i şerifinde buyuruyor ki:48


اَلنِّكَاحُ سُنَّتِي، فَمَنْ رَ غِبَ عَنْ بِسُنَّتِي فَلَيْسَ مِنِّي (ه. عن عائشة)


(En-nikâhu sünnetî) “Nikâhlanmak, evlenmek benim yolumdur, sünnetimdir, usûlümdür. (Femen rağıbe an sünnetî, feleyse minnî) Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir.” buyuruyor.

Demek ki doğru, demek ki güzel. Zaten güzel olmasa Peygamber Efendimiz evlenmezdi.


Allah’a iyi kulluk etmek, evlenmemek suretiyle dağ başlarına çekilip ibadet etmek şeklinde olsaydı, Rasûlüllah Efendimiz öyle yapardı. Öyle yapmadı; demek ki normal. Ama o arzuyu gayrimeşru yollarda kullandı mı insan en büyük günaha girer. Hem o zaman ne haklar çiğniyor, ne haklar çiğneniyor, arkasından ne kötülükler çıkıyor, peşinden ne fenalıklara müncer oluyor.

Onun için haysiyetini, namusunu takınmaz öyle bir kadın hakikaten bin adamdan daha zararlı. Görünmezse bir zararı olmayacak ama ortaya çıkıp da, süslenip boyanıp taranıp da yaptığı kötülüğün bin tane insana zararı dokunur. Bin tanesinden



48 Lafız farkıyla: İbn-i Mâce, Sünen, c.V, s.439, no:1836; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Muhammed), c.II, 427; Hz. Aişe RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.271, no:44407; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.324, no:2833; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.312, no:24976.

189

daha zararlı olur, onun için bu okuduğum metinde böyle buyrulmuş. Demek ki kıyamete doğru insanların kadınlarının huyları böyle olacak. Gökten bir taş düşse ya böyle bir kadının üstüne düşecek, ya münafık bir adamın…


d. Münafığın Alâmetleri


Münafık ne demek? Nifak ehli.

Münafığı nereden tanıyacağız? Bir alâmeti olacak. Arabanın numarası olur, evin bir numarası olur. Her şeyin bir vasfı, belli bir alâmeti olur. Münafıklığın alâmeti nedir?

Peygamber SAS Hazretleri’nin başka hadîs-i şerîflerinden bazı nümuneler, bazı şeyler anlıyoruz. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:49


آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا


اؤْتُمِنَ خَانَ (حم. خ. م. ت. ن. عن أبي هريرة؛ ابن النجار عن ابن مسعود)


RE. 5/4 (Âyetü’l-münâfikı selâsün) “Münafığın alâmeti üçtür:

1. (İzâ haddese kezebe) “Konuştuğu zaman yalan söyler.” Doğru sözlü değil, yalancılığı itiyat edinmiş; münafıklık alameti.

2. (Ve izâ vaade ahlefe) “Bir şeyi va’d ettiği zaman yerine



49 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.21, no:33; Müslim, Sahîh, c.I, s.78, no:59; Tirmizî, Sünen, c.V, s.19, no:2631; Neseî, Sünen, c.VIII, s.116, no:5021; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.357, no:8670; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.406, no:6533; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.206, no:4803; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.85, no:11240; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.329, no:11127; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.59; Bezzâr, Müsned, c.II, s.426, no:8315; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mekârimü’l-Ahlâk, c.I, s.46, no:118; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.35, no:53; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.35; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.IV, s.475, Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.167, no:842; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.19, no:22; Câmiü’l- Ehàdîs, c.I, s.53, no:60.

190

getirmez, tutmaz sözünü. Vaad ederse vaadinden cayar, hilafına hareket eder.” ‘—Hani sen bana dün akşam öyle demiştin?’ Hiç aldırdığı yok, akşam verir sözü, sabaha çiğner geçer. “—İşte şu kadar para ver de, ben sana şu zamanda ödeyeceğim.” Ödemez.

“—Şöyle yaparsan. böyle olsun.” “—Tamam, söz mü?” “—Söz.” Tutmaz; münafıklık alameti.


3. (Ve ize’tümine hâne) “Kendisine emanet olunursa, güvenilirse, güvenilmiş şekilde muamele yapılırsa, ona hıyanet eder.”

“—Al şu para yanımda olmuyor, senin yanında duruversin, sonra lazım olunca gelip alırım!” gibi kendisine bir şey emanet olunsa, hainlik eder.” Münafığın alâmetleri bunlardır. Bu sıfatları düşünün. Münafık nasıl oluyormuş? Demek ki yalan sözlü, vaadinde durmayan, oynak, kaypak bir insan, başkasını aldatmaya çalışan bir insan.

Bunların temelinde ne yatar? Allah’tan korkmamak yatar.

İnsan Allah’tan korksa böyle yapar mı? Hesabı düşünmemek yatar. Âhirette hesaba çekileceğini bilen bir insan böyle bir şey yapar mı? Yapmaz.


Bizim tanıdıklardan birisi, birisine iki bin beş yüz liraya bir makine satmış. Adam beş yüz lirasını göndermiş. 1975 senesinde.

Geriye iki bin lirası kalmış. Beşte birini ödemiş, iki bin lirası kalmış. Ondan sonra ödememiş, gitmiş. Onlar da artık, tamam

demişler, batan alacaklardan kabul etmişler. Kamyonla malları alıyor, kayboluyor gidiyor; haydi bakalım nerede bulacaksın da, nereden yakalayacaksın da parayı alacaksın. Batakçı! “—Eh, öyle bir batakçıya mal kaptırdık.” demişler, defterden silmişler, 1975 senesinde.

Şimdi kaçtayız? 1983’te… Sekiz sene sonra birisi kapısını

191

çalmış, demiş ki: “—Benim abim buradan bir makine almış, size iki bin lira borcumuz var; onu vermeye geldim.” “—Ben onu bilmiyorum, deftere bir bakayım.” demiş. Defteri açmış, aramış, bakmış; evet, iki bin beş yüz kiralık bir mal almış, şimdi iki bin lirası kalmış. “—Tamam, iki bin lirayı vereyim, helalleşelim!” demiş. “—Eğer helallik istiyorsan, ben bu iki bin lira ile hakkımı helal etmem.” demiş. Çünkü 1975’in iki bin lirası ile ne işler yapılabilirdi. Şimdi iki bin lira bir talebeye çerez parası oluyor. Üniversitede bir talebenin cebine harçlık oluyor. Bunda bir haksızlık var.


Kalkmış gitmiş, bir âlime sormuş: “—Efendim, madem iki bin lira borcu var, onu verirsen helalleşmesi lazım.” “—Yok” demiş, “Sen böyle birisine sordun, böyle cevap getirdin ama dünyanın bir de bu hâli var; paranın hakiki değerinde düşme var.” Kalkmış onun üzerine müftülüğe gitmiş, müftü efendilerden sormuş, onlar da kitapları açmışlar, demişler ki;

“—İslâm’da zulmetmek de yok, zulme uğramak da yok; zalim olmak da yok, mazlum olmak da yok.”


Ne sen aldan, ne aldat.

Bunda vardır asıl tat.

Budur insana veren

Saadeti iki kat...


Aldatmayacak, aldanmayacak... Burada borçlu olan kimse öbür tarafı aldatıyor. O iki bin lirayı o zaman verseydi, dükkânın sahibi o makinenin bir tanesinden alır, koyardı; şimdi bu iki bin lira ile ne alacak? Olmaz.

Demiş ki: “—O makinenin şimdiki fiyatı ne ise onu hesaplayın, alacağını, vereceğini ona göre yapın.” Hesaplamışlar; o makine yirmi sekiz bin lira olmuş. İki bin beş yüz lira, yirmi sekiz bin lira; on mislinden fazla. O zaman beş yüz

192

lira vermiş. Şimdi yirmi bin lira vermesi lazım.


Bakın, dikkat edin, ben bu hikâyeyi niçin anlatıyorum?

“—Bu adamın bende alacağı var.” diye Allah korkusundan o parayı vermek için Karadeniz’den kalkmış gelmiş. O da “Hakkımı helal etmem!” deyince, bir alime sormuş, gelmiş. Yine “Olmadı.” deyince, başka birisine gidiyor. Bak, ne kadar uğraşıyor. Neden uğraşıyor? Allah’tan korkuyor, hesaptan korkuyor.

Sonunda, “Pekiyi, ben yirmi bin lira vermeye razıyım.” demiş. Neden? “Hesap ahirete kalmasın.” diye. Âhirette para yok ki âhirette ödesin. Âhirette insanın hâli harap olur.

“—Yirmi bin lirayı da ödemeye razıyım. Ama şu anda yanımda o kadar para yok, bana müsaade tanı, ona göre.” Dükkân sahibi de: “—Kardeşim, ben senin bu huyunu beğendim; yarısını, on bin lirasını sana bağışladım. Kalan parayı da aldığım zaman yine bir hayra kullanacağım, benim aklıma yatmadı.” diyor.

Bakın iyi insanlar nasıl borcunu, alacağını takip ediyor. Masal gibi. Masal gibi oldu.


Şimdi bilerek geliyor, kravat takıyor, başına fötr şapka takıyor, gayet güzel tıraşlı, pırıl pırıl ayakkabılar; patron, altın köstekli saat yeleğinde;

“—Bana şu takımları ver, şunları ver, şunları ver, kamyonuma at, işte adresim, işte çekler.” filan.

Ötekisi;

“—Pekiyi efendim, baş üstüne efendim.” diyerek, elini ovuşturarak bir kamyon mal dolduruyor.

Adam parasını bile sormuyor; on beş bin lira mı, yüz elli bin lira mı, ne yazarsa yazsın;

“—Ne ise hesaba yaz.” diyor, hemen çeki imzalıyor; “Buyur, al!” diyor, kamyon gidiyor.

Ondan sonra ne çekin karşılığı var, ne o adreste o insan var.

Gidiyor...


Bazen de, “Beni falancaya, filancaya sor!” diyor.

“—Olur.” diyor, telefonu açıyor: “—Birisi benden mal almak istiyor, bu adam kim, tanır mısın?”

193

“—Tanıyorum.” “—Mal vereyim mi?” “—Ver.” Ötekisine soruyor;

“—Mal vereyim mi?” “—Ver.” Tamam, malı veriyor. Ama ertesi gün birisi geliyor, diyor ki;

“—Efendim, bu batakçı; bu adam senin malların parasını vermeyecek.” “—Nereden bildin? Ben üç kişiye sordum.” “—Onların da ondan alacağı var.” diyor.


Sorduğu o üç kişinin de alacağı var; “Bu malı buradan alırsa ötekilere o borçları öder.” diye, adam kendi borcunu kurtarmak için buradakinin canını yakıyor, iyi diyor.

Adam iyi olduğundan değil, o adam bana; “Sen benim hakkımda iyi dersen, ben senin borcunu öderim.” demiş, diye yapıyor. Bunlar ne alâmeti? Allah’tan korkmama alâmeti.

Deminki misal ne alâmeti? Allah’tan korkmama alâmeti.

Demek ki o kötü zaman geldiğinde kadınlar kötüleşecek, erkekler de böyle kaypak, kalleş, sözüne güvenilmez, işine güvenilmez insanlar haline gelecek.

El-hamdü lillâh, daha aramızda çok iyi insanlar var. Allah’ın Allah’tan korkan çok kulları var, halis muhlis kulları var. Dikkat edelim; Allah-u Teàlâ Hazretleri bize bizim amelimize göre muamele eder. Çocuklarımızı iyi terbiye edelim, kendimizi iyi terbiye edelim, sağlam, has, halis müslümanlar olalım. İnşaallah o devirleri Allah bizden uzak eylesin…

Epeyce bozuldu ama iyiler de var, iyi insanlar da var, haramı, helali düşünenler de var.


e. Harama, Helâle Dikkat Edilmemesi


Bu hadîs-i şerîf de yine Peygamber Efendimiz’in kıyamete yakın, âhir zamanda olacaklarla ilgili bir ihbar-ı nebevîsidir.

194

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:50


لَيَأْتِيَن عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ ، لاَ يُبَالِي المَرْءُ بِمَا أَخَذَ المَالَ ؛ أَمِنْ حَلَلٍ ،


أَمِنْ حَرَامٍ (حم. خ. عن أبي هريرة)


RE. 360/7 (Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün, lâ yübâli’l-mer’ü bimâ ehaze’l-mâle; e min halâlin, e min harâmin) (Leye’tiyenne) “Muhakkak, mutlaka gelecek, (ale’n-nâsi) “İnsanların üzerine, (zemânün) bir zaman.” “İnsanların üzerine bir zaman gelecek ki, (lâ yübâli’l-mer’ü bimâ ehaze’l-mâle) o zaman adam malı nereden aldığına aldırmayacak; (e min halâlin, e min harâm) haramdan mı aldı, helalden mi aldı, aldırmayacak.” Öyle bir zaman gelecek.

Bak, Peygamber SAS Efendimiz’in zamanının paklığını bu sözden anla; o zamanda hiç öyle bir şey yokmuş ki hayretle söyleniyor. O zaman insanlar harama, helale çok düşkünlermiş; haramdan almamaya herkes gayret ediyormuş. Cemiyette müesses olan kanaat, yerleşmiş olan fikir; helal alınır, haram alınmaz tarzındaymış.


Peygamber Efendimiz istikbale ait;

“Muhakkak insanların başına bir zaman gelecek. O zaman insanlar malı nereden aldığına hiç aldırmayacaklar, helalden mi, haramdan mı, hiç aldırmayacaklar.” buyuruyor.

Mâlumdur, Hz. Ebu Bekir RA’ın kölesi kendisine bir tabak yiyecek getirmiş. Yemiş. Yedikten sonra sormuş; “—Bunu nereden getirdin?” Bir-iki rivayet var.

“—İşte ben cahiliye zamanında muska yazmıştım, onun bedeli; veyahut bir müşrikin, Allah’a inanmamış bir kimsenin düğününden aldığım bir hediye.” diye, geliş yerinin helâl



50 Buhari, Sahih, c.VII, s.254, no:1941; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.435, no:9618; İbn-i Asakir, Mu’cem, c.I, s.355, no:723; Ebu Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummal, c.XI, s.137, no:30937; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.213, no:19238.

195

olmadığını anlayınca parmağını sokmuş, boğazını gıcıklattırmış, yediği, yuttuğu şeyi boğazından dışarı çıkarmış. Demiş ki; “—Haram ile hâsıl olan ete cehennem ateşi yakışır.” Haramı yiyorsun da et oluyor mu? Haramla vücudunda hücre oluyor mu? Onu ne paklar?

Cehennem ateşi paklar. Cehennemde çatır çatır yanınca, o zaman paklanır.


Ye, istediğin kadar haramı ye… Yiyen yesin. İsterse polisi aldatsın, isterse komşuyu aldatsın, isterse hâkimi aldatsın… Haramı yesin! O haramla hâsıl olan çocuktan da hayır gelmez, etten de hayır gelmez, maldan da hayır gelmez, evden de hayır gelmez, arabadan da hayır gelmez. O araba bir gün başında paralanır. O ev bir gün çoluk çocuğu ile beraber yanar, kül olur.

Allah-u Teàlâ Hazretleri:


وَاللهَّ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (آل عمران٤)


(Va’llàhu azîzün zü’ntikàm) “Allah-u Teàlâ Hazretleri mutlak izzet sahibidir, mutlak galiptir, hükmü hakimdir ve intikam sahibidir.” (Âl-i İmrân, 3/4) buyuruyor.

İntikamı var. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin intikamı şiddetlidir. Ehl-i küfrün, ehl-i dalâletin, kötü insanların fırsat bulunca yaptığına bakma sen; imtihan dünyası olduğu için Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle iplerini biraz salıveriyor, ama hiçbir kötü insanın hoş hâlini gördün mü? Sonunda kötülüğü ibretle ortaya çıkmıyor mu? Allah nasıl cezasını çektiriyor!


Geçen gün Ankara’da bir şey anlattılar. Birisi birisini öldürüyor. Hani şu anarşik devrede, geçtiğimiz devrede birisi ötekisini öldürmüş. Bir tek şahit var. Görmüş; tabanca bu tarafta bu adam tarafından tutuldu ve o adam ötekisini takır takır vurdu, öldürdü. Görmüş, görgü şahidi. Ama para vermişler, tehdit etmişler, ne yapmışlarsa yapmışlar, o adam: “—Evet, ben bu adamın bu adama tabanca sıktığını, öldürdüğünü gördüm.” dememiş, şahitlikten kaçmış.

196

Öldürülen çocuk on altı yaşındaymış. Üstelik öldüren katiller para pul ile işi idare etmişler; “—Bu öldürme işini, bu öldürülen çocuğun dayısı yaptı.” demişler, bir de dayısına yüklemişler mi kabahati?

Dayısı da yirmi sene hapis yemiş. Birisi on altı yaşında ölüyor, ötekisi de yine aynı aileden yirmi yıl hapis. Öbür taraf güya intikam alıyor.


Şimdi öbür tarafın başına Allah ne getirdi bilemeyiz? Belki getirmiştir; onu da bilmiyorum ama şahitlikten kaçan şahsın; görgü tanığı olan, o hadiseyi gören şahsın çocuğu on altı yaşına gelmiş, küt ölmüş. Öteki öldürülen kaç yaşındaydı? On altı yaşındaydı. Bu şahitlikten kaçan adamın çocuğu kaç yaşına gelince öldü? On altı yaşına gelince öldü. Tutuşmuş mu etekleri? Tutuşmuş. “—Eyvah, ben şahitlikten kaçtım, hakkı söylemedim.” diye etekleri tutuşmuş, başlamış telaş etmeye.

Çocuk da gitmiş elden; kendi çocuğu da ölmüş. O ciğerparesi gidince, “Allah Allah, bunun da yaşı on altı, onun da yaşı on altı. Niye Allah benim elimden bu çocuğu aldı?” diye başlamış düşünmeye.

Şahitlikten kaçanın başına bu gelirse, o haltları karıştıranın başına ne gelir; onu Allah bilir. Allah Azîz’dir, Zü’ntikâm’dır.


Azîz ne demek? İzzet sahibi; her istediğini yapar, güç sahibi, kimse mâni olamaz.

Zü’ntikâm ne demek? İntikam sahibi. Hani kan davası, bilmem ne filan oluyor ya, Allah-u Teâlâ hazretleri de mücrimden, zalimden mazlumun hakkını alır; o intikamı yanına koymaz, onu alır. Ama niye anında almıyor? Hikmetleri var, her şeyi hikmetli. Her hadiseyi getir bana söyle; gördüğüm kadar hikmetlerini söyleyeyim. Bir gün önce olması yersiz olur, zamanı da yerindedir. Yaptığı iş de yerindedir, şekli de güzeldir. Hayran kalırsın. “Allah Allah, ne ibretli, ne hikmetli!” diye hayran kalırsın. İşte insanlar bunları, bu hakikatleri unutacaklar.

Neden?

197

El-hamdü lillâh, biz burada hadis kitabını okuyoruz, siz de orada oturdunuz tek dizinizin üstünde, “Peygamber Efendimiz’in hadisi” diye tahammül ediyorsunuz; diziniz ağrıdığı halde hadîs-i şerîfleri dinliyorsunuz.

Elhamdülillah, Allah sizden de razı olsun, bizden de razı olsun, cümlemizi cennetiyle cemaliyle müşerref etsin.

Ama şuradaki insanlar, şu mekânın ebadı ne ki? Burada oturan insan kaç kişi? İstanbul’un nüfusu altı milyon mu oldu, sekiz milyon mu oldu? O kadar nüfusa göre bu nedir?

Bu kadar insan. Bunlar duyuyor, bunlar duyduğu zaman yapmaz, ama duymayanlar ne olacak? Duymayan, aldığı para haram mı helal mi, eline geçti mi kâr sayacak.

İşte hadîs-i şerîfte söylenen durum. O zaman aslında bu hadîs- i şerîflerin televizyondan, radyodan yayınlanmasının teşvik edilmesi lazım.


f. Faiz Yemeyen Kalmayacak


Üçüncü hadîs-i şerîfe geçtik. Bu sahih hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz yine kıyamet manzaralarından, kıyametin ahvalinden bir ahvali bize önceden, o zamandan haber vermiş:



لَيَأْتِيَن عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ ، لاَ يَبْقٰى مِنْهُمْ أَحَدٌ إِلاَّ أَكَلَ الرِّبَا، فَإِنْ


لَمْ يَأْكُلْهُ أَصَابَهُ مِنْ غُبَارِهِ (د. ه. ك. عن أبي هريرة)


RE. 360/8 (Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün, lâ yebkà minhüm ehadün illâ ekele’r-riba fein lem ye’külhü esâbehû min ğubârihî) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl. Efendimiz, başımızın tacı, Peygamberimiz, numune-i imtisalimiz Muhammed-i Mustafâ Hazretleri buyuruyor ki:

(Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün) “İnsanların üzerine bir zaman gelecek, çatacak; insanlar öyle bir zamana ulaşacaklar ki,

(lâ yebkà minhüm ehadün illâ ekele’r-ribâ) onlardan faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacak; muhakkak ribâ yiyecekler. (Fein lem

198

ye’külhü) Eğer yemezse de, (esâbehû min gubârihî) üstüne tozundan isabet edecektir.” Tozundan isabet etmesi ne demek? Mâlum şöyle bir tertemiz kap içinde temiz temiz meyveleri yıkasan, tozlu bir yolun kenarına koysan, biraz sonra gelsen ne olur?

Atlı geçer, yaya geçer, araba geçer, tozları kaldırır kaldırır, o meyveleri, o yiyecekleri tanıyamazsın; üstünü toz sarar. Onun gibi, “Adam faiz yemese bile tozu üstüne üşüşecek, günahı bulaşacak.” demektir. Faizin günahı bulaşacak.


Nasıl demişler: (Lien yekûne mûkilehû) “Faizi yediren kimse olmak suretiyle...” Bakın, yemek de günah, yedirmek de günah. Bir şeyin yapılması haram oldu mu, yapılmasına vesile olmak da günahtır. “—Ben faiz almıyorum, yediriyorum.” Onu da yapamazsın.


“—Ben içki içmiyorum, ikram ediyorum.” Onu da yapamazsın. İçki haramsa, ikram da edemezsin, sunamazsın. “—Efendim, ben sadece taşırım.” Taşıyamazsın; o da yasak. Sunamazsın! “—Efendim, benim fabrikamda sıkıyorlar, ben başka şeye karışmıyorum.” Sıktıramazsın, sunamazsın, sunmasını emredemezsin.

“—Ben akıllı bir insanım, elimle tutar mıyım, hizmetçiyi çağırıyorum, ‘Al bakalım, bunu şunlara şunlara sun!’ diyorum, kendim sunmuyorum.” Sundurdun mu, o da günah olur. Hiç fark etmez. Öyle kaçamak yok. Bir şey haramsa haramdır. Bak burada ne diyor:

“—Onu yediren kimse olmak suretiyle ona tozu gelir.” Günahına öyle bulaşır insan.


(Ev mütevassıten fîhi) “Veyahut aracı olur.” “—Bak, bu faizle para veriyor, senin de paraya ihtiyacın var galiba, gel bakalım, sen bundan al!” diye aracı oldu, belki komisyon da aldı, belki almadı; ne olursa olsun, günah komisyonu geliyor ona, o faize bulaşıyor.

199

(Ev kâtiben) “Veyahut, ‘Sen şundan şu kadar para mı aldın? Tamam, ben yazıvereyim, yazmak elimden geliyor.’” diyor, yazıyor. O zaman da günah ona bulaşır. (Ev şâhiden) “Bir akit var ortada, borç akdi, şahit oluyor; şahit olup da o işlemin tahakkuk etmesi için ne türlü yardım ile yardımcı olmuşsa gelir, bulaşır.”

(Ev muâmile’l-murâbi) “Veyahut ribayı veren kimse ile muamelesi olan bir kimse olur, ortaklık filan gibi…

(Ev men âmele meahû) “Veyahut onunla iş yapan kimse olur.

(Ve haleta mâlehû bi-mâlihî) Onunla ortaklık yaptığı için, malı ötekisiyle karışır.” Tozu nereden isabet eder, o bilinsin diye buna benzer şekilleri saymış, “—Efendim, ben faiz yemiyorum.” diyen insanlar; tozunun isabet etme, bulaşma şekillerini de göz önünde bulundursunlar

diye, ben de şerhinden alimlerimizin açıkladıkları şeyleri size açıkladım.


İslâm neden faizde böyle yapıyor? İslâm faize karşı, hadîs-i şerîfte, âyet-i kerîmede belirtilmiş. Niye böyle yapıyor? İslâmiyet istiyor ki insan alnının teriyle kazansın. Alnının teriyle kazanmayı çok teşvik ediyor.

Birisi dilenirmiş, Peygamber Efendimiz ona diyor ki;

“—Git, dağdan odun topla, getir, sat, fakat dilenme.” Onu öğretiyor, dilendirmiyor.

“—Dilenme, git dağdan odun topla, sat.” Sonra işçi akşama kadar çalıştı mı, akşam ücretini alacak ya;

“—Alnının teri kurumadan işçinin ücretini verin!” diyor.


Sonra insanın kendi elinin kesbi, alnının teri olarak kazandığı para helâl para olarak evine bereket getiriyor, çoluk çocuğuna hayır getiriyor, kendi vücuduna sıhhat, âfiyet getiriyor.

İslâmiyet; “Kimse kimseyi oturduğu yerden istismar etmesin, herkes hakkıyla yesin, şu fâni dünyada geçimini, yaşamını hakkıyla yapsın da başkasının sırtına binip, başkasının kanını emmesin.” diye böyle yapıyor; bundan dolayı böyle istiyor.

Onun için kendisinin gayreti olmadan, bedavadan gelme şekli

200

olduğundan dolayı Allahu a’lem, bu ribâyı Kur’ân-ı Kerîm yasak etmiş, hadîs-i şerîfler böylece bize bildirmiş. Biz de sizlere bildiriyoruz.


Peygamber Efendimiz veda haccında; “Bildirdim mi yâ Rabbi?” derdi.

Hüccaca nasihat etti, veda hutbesini irad eyledi, birisi de yüksek sesle Peygamber Efendimiz’in sözlerini tekrar ederdi. Ondan sonra da ellerini açıp; “Tebliğ ettim mi, yâ Rabbi?” derdi.

Bizden bildirmesi. Biz kitaptan okuyoruz, bildiriyoruz.


g. Akılsız Yöneticiler


Bu hadîs-i şerîf de yine gelecek zamanla, âhir zamanla, bozulan zamanla ilgili bir hadîs-i şerîftir. Peygamber Efendimiz her ne kadar yüzlerce sene önce, asırlar önce yaşamışsa da, asırlar sonrasını Allah-u Teàlâ Hazretleri ona bildirmiş. Buyuruyor ki:51


لَيَأْتِيَن عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ ، يَكُونُ عَلَيْكُمْ أُمَرَاءُ سُفَهَاءُ، يُقَدِّمُونَ شِرَارَ


النَّاسِ، وَ يُظْهِرُونَ حُبَّ خِيَارَهُمْ، وَيُؤَخِّرُونَ الصَّلَةَ عَنْ مَوَاقِيتِهَا؛


فَمَنْ أَدْرَكَ ذَلِكَ مِنْكُمْ فَلَ يَكُونَنَّ عَرِّيفًا، وَلاَ شُرَطِيًّا، وَلاَ جَابِيًّا،


وَلاَ خَازِنًا (أبو يعلى، والضياء عن أبي هريرة)


RE. 360/9 (Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün yekûnü aleyküm ümerâü süfehâü, yükaddimûne şirâre’n-nâsi ve yüzhirûne hubbe hıyârehüm ve yüahhirûne’s-salâte an mevâkîtihâ; femen edreke zâlike minküm, felâ yekûnenne arifen, ve lâ şuratıyyen, ve lâ câbiyen, ve lâ hâzinâ)



51 Ebû Ya’la, Müsned, c.II, s.362, no:1115; İbn-i Hacer, Metalibü’l-Aliyye, c.VI, s.373, no:2222; Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, c.V, s.432, no:9225; Ebu Hüreyre RA’dan.

Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.216, no:19245.

201

Dinimiz hak din, peygamberimiz hak peygamber, kitabımız hak kitap. İşte aşikâr, gün gibi görülüyor. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: (Leye’tiyenne ale’n-nâsi zemânün) “İnsanların üzerine bir zaman muhakkak ve mutlaka gelecek.” Ne olacak o zaman?

(Aleyküm ümerâu süfehâü) “O zaman başınızda sefih emirler olacak.” Ümera ne demek? Emretme salahiyeti kendisinde olan; idareci, başkan, reis, komutan mânasına. Sefih ne demek? Akılsız demek. Böyle akılsız kimseler başınıza geçecek.

(Aleyküm) “Sizin başınıza böyle kimseler geçecek.” (Yükaddimûne şirâre’n-nâsi) “Bunlar insanların en şerlilerini takdim edecekler, öne geçirecekler.” Kimlerin önüne geçirecekler?

(Ve yüzhirûne hubbe hıyârihim) “Kendilerini en hayırlıları seviyormuş gibi gösterdikleri halde, en şerlileri başa geçirecekler.” Buradaki ve ile başlayan cümle cümle-i hâliyyedir, hâl cümlesidir.


(Ve yüzhirûne hubbe hıyârihim) “En hayırlılarını seviyormuş gibi göstermekle beraber aslında halkın en şerlilerini başa geçirecekler.” Zalim, gaddar, Allah’tan korkmaz, kanun nizam tanımaz kimseleri aslında geçirecekler ama, halkın umumiyetinden korktukları için iyileri seviyormuş gibi davranacaklar. (Ve yüahhirûne’s-salâte an mevâkîtihâ) “Ve namazları, vakitlerinden tehir ederek kılacaklar.” Sübhanallah! Namazları vakitlerinden tehir ederek kılacaklar. Ne kötü adamlar ki, vaktinde bile kılmayacaklar namazı da tehir ederek kılacaklar. Öğle ezanı okunmuş, tehir edecek edecek, ikindiye yakın öyle kılacak. İkindiyi akşama yakın kılacak. Asıl vakitlerinden geçe bırakacaklar.


(Femen edreke zâlike minhüm) “Onlardan bu durumları kim görürse, kim o gibi insanların bu halleriyle karşılaşırsa, (felâ yekûnenne arîfen) sakın ha, kethüda olmasın.” Arîf; siyasîlerin, idarecilerin yakınında vekilharç, gibi, kethüda gibi hizmet gören kimse...

202

(Ve lâ şeratıyyen) Hani eskilerin pazarbaşı dedikleri kimseler. Yani belediye zabıtası hizmeti gibi, polis hizmeti gibi hizmetler yapan. Neticede onlara bağlı, onların memuru durumunda...

(Ve lâ câbiyen) “Vergi toplayıcı.” Yani halkın arasında dolaşıp da sultanlara o vergilerini alan.

(Ve lâ hâzinen) “Onların hazinedarı, bekçisi olmasın.”


Bu hizmetler ne demek?

“—Bu gibi zalimlerin maiyetinde onlara hizmetçi olarak çalışmasınlar.” demek.

Bu durumlar Emevîler zamanından başlamış. Asr-ı saadet dediğimiz o saadet asrının arkasından, Rasûlullah’ın torununu öldürme durumu bile başlamış. Nasıl öldürür insan? Nasıl eli varır? Nasıl Rasûlullah’ın o mübarek başını öptüğü, kucağına alıp sevdiği mübarek torununa kılıç kaldırır? Nasıl keser? Çoluk çocuğunu, karısını, haremini nasıl öldürür? Ne kadar fena! İşte böyle...


Bir kere daha okuyalım. “—Muhakkak ve muhakkak insanların üzerine bir zaman gelecek ki.” “Sizin üzerinize” diyor. Muhataplarının üzerine. Muhatabı hem kendisini o anda dinleyen sahabelerdir, hem de ondan sonra ümmetinden olan kimselerdir. Biz de hadîs-i şerîfi okuduğumuza göre bir bakıma muhatabız sayılırız. “Böyle sefih, beyinsiz, aklı fikri yerinde olmayan, doğru düşünmeyen idareciler olacak ve onlar iyilerini seviyormuş gibi göstererek kötü insanları başa geçirecekler ve namazları geç vakitlere tehir edecekler. Onların yanında, onların hizmetinde bir hizmet almayın.” diye Peygamber Efendimiz söylemiş.


h. Çocuğun Babasını Cennete Götürmek İstemesi


Şimdi şu hadîs-i şerîfi çok iyi dinleyin:52



52 İbn-i Hibban, Sahih, c.I, s.486, no:252; Ebu Ya’la, Müsned, c.II, s.315, no:1049; Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, c.I, s.315, no:462; Ebu Said el-Hudri RA’dan.

203

لَيَأْخُذَنَّ رَ جُلٌ بِيَدِ أَبِيهِ يَوْمَ الْ قِيَامَةِ، فَيَقْطَعَنَّ هُ النَّارُ، يُرِيدُ أَنْ يُدْخِلَهُ


الْجَنَّةَ، فَيُ نَادِي: أَنَّ الْجَنَّةَ لاَ يَدْخُلُهَا مُشْرِكٌ، إِ نَّ الله عَ زَّ وَجَلَّ حَرَّمَ


الْجَنَّةَ عَلٰى كُ لِّ مُشْرِكٍ! فَيَقُ ولُ: رَبِّ، أَبِي! رَبِّ أَبِي! رَبِّ، أَبِي!


فَيُحَوَّلُ فِي صُورَةٍ فَبِيحَةٍ، وَ رِيحٍ مُنْتِنِةٍ، فَيَتْرُكُهُ (ط. ع . حب . ك. بز. ض. عن أبي سعيد)


RE. 360/10 (Le-ye’huzenne racülün bi-yedi ebîhi yevme’l- kıyâmeti, feyaktaannehü’n-nâru, yürîdü en yüdhılehu’l-cennete, feyünâdâ: inne’l-cennete lâ yedhuluhâ müşrikün, inna’llàhe azze ve celle harreme’l-cennete alâ külli m üşrikin ! Feyekùlü: Rabbi, ebî! Rabbi, ebî! Rabbi, ebî! Feyuhavvelu fî sûretin kabîhatin, ve rîhin müntinetin, feyetruküh) Bu hadîs-i şerîfi çok can kulağıyla dinleyin. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki;

(Leye’huzenne racülün bi-yedi ebîhi) “Adam babasının elini muhakkak ve muhakkak tutacak. Babasının elini yakalayacak, muhakkak ve muhakkak tutacak.” Ne zaman? (Yevme’l- kıyâmeti) “Kıyamet gününde babasının elini tutacak.” “Niçin tuttu?” diye merak ediyorsunuz. Sevgisinden... Sevgisinden babasının elini tutacak. Hani insan birisinin elini tutar da çeker, bir yere götürmek ister ya, babasının elini böyle tutacak. (Fe’lyükattiannehü’n-nâre) “Fakat ateş önlerini kesecek.” Nereye gitmek istiyorlardı da kesti?

Burada söylenmiyor ama adam cennetlik. Babasının elinden tutup cennete götürmek istiyor. Elinden tutmuş. İnsan babasını sevmez mi?

“—Gel babacığım” tarzında, elinden tutmuş götürüyor ama önüne cehennem ateşi çıkıyor, yolu kesiyor, geçmesi mümkün


Kenzü’l-Ummal, c.XI, s.488, no:32303; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.219, no:19251.

204

olmayan bir durum oluyor.

(Yürîdü en yüdhılehü’l-cennete) “Onu cennete sokmak istiyor.”


“Kıyamet gününde muhakkak ki adam babasının elini tutar. Fakat o babasını cennete sokmak isterken, ateş onun yolunu keser. ‘Haydi gel babacığım, cennete!’ diye sokmak isterken, ateş onun yolunu keser.” (Feyünâdâ) “Ve kendisine nida olunur.” Kim nida eder? Allah-u Teàlâ Hazretleri meleklerine nida ettirir. Böyle bir nida duyar, bir ses duyar:

(İnne’l-cennete lâ yedhulühâ müşrikün) “Cennete müşrik olan giremez. Allah’a şirk koşan kimse cennete giremez. (İnna’llàhe azze ve celle harreme’l-cennete alâ külli müşrikin) Azîz ve celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri cenneti her müşrik üzerine haram kılmıştır. Müşrik olsun da cennete girsin, mümkün değil!” Cennete müşrik giremez, her müşrik üzerine Allah-u Teàlâ hazretleri cenneti haram kılmıştır. Bir kimsenin müşrikken cennete girmesi mümkün değil.


Böyle bir ses duyar. Ateş önünü kesti, babasını cennete sokamadı, orada kaldı, bu sesi duyuyor. Buradan ne anlıyoruz?

Demek ki kendisi mü’min, cennetlik ama babası müşrik, kâfir, babası mü’min değil, babası müslüman olmamış. Ama babalık- evlatlık münasebetlerinden, muhabbetinden, şefkatinden dolayı babasının elinden yakalamış içeriye sokmak istedi, karşısına ateş çıktı. Böyle de bir ses gelir:

“—Cennete müşrik giremez. Azîz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ, cenneti her müşrik üzerine haram kılmıştır.” (Feyekùlü: Rabbi, ebî) “Bunun üzerine der ki: ‘Ey benim Rabbim, bu benim babamdır! (Rabbi, ebî) Yâ Rabbi, ey benim Rabbim, bu benim babamdır! (Rabbi, ebî) Yâ Rabbi, bu benim babam.” Tam tercemesi şöyle:

“—Yâ Rabbi, babam; yâ Rabbi, babam; yâ Rabbi, babam!”


Bu sahneyi düşünün: “—Bu benim babam!” diyor, babasını sevdiğinden cennete sokmak istiyor.

205

Bakalım ne olacak?

(Feyuhavvelü fî sûretin kabîhatin) “Fakat babasının şekli kötü bir surete döndürülür. (Ve rîhin müntınetin) Ve kokusu çirkin bir kokuya döndürülür. (Feyetrüküh) Onun üzerine onu terk eder.” Bakar ki yanındaki çirkin bir şey, kokusu da berbat bir koku; o zaman onu terk eder.


Müşrik; ilk önce aslî suretiyle dünyadaki suretiyle duruyordu, babasının elinden tuttu ama; “Yâ Rabbi, bu benim babam; yâ Rabbi, bu benim babam; yâ Rabbi bu benim babam!” deyince sureti çirkin bir surete, kokusu da çirkin, berbat bir kokuya, burnunun direğini kıracak bir kokuya döndürülür; o zaman terk eder.

İşte böyle, müşrik iken cennete girmek yok. Mü’min olacak insan, müslüman olacak.

Müşriklik ne demek? Şirket sözü Türkçe’ye girmiş bir sözdür. Şirket, ortaklık demek, biliyorsunuz. Şerik, ortak demek. Müşrik de, “Allah’a ortak koşan kimse” demek.

Ne demiş oluyor? Allah var ama iki tane, bir tane; o var, bir de yanında şu var. Veyahut Allah var, oğlu var, iyilik tanrısı var, kötülük tanrısı var. Veyahut üç tane var, beş tane var, ne ise.. Veyahut evet Allah var ama bu putlar da bizim tanrımız, biz onlara tapıyoruz, bunlar ona şefaatçi olacaklar. Müşrikler böyle biliyorlardı. Araplar; “Bu putlar Allah katında bizim şefaatçimiz, biz onlara tapıyoruz, onlar da bize şefaat edecekler, bizi cennete sokacaklar.” diyorlar.

Bu da bir şirk, bu da bir ortak koşma durumu.


Bir de hepimizi korkutacak bir söz söyleyeyim ki Peygamber Efendimiz şöyle diyor:


إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَى أُمَّتِي شِرْكٌ خَفِيٌّ


(İnne ahvefe mâ ehâfü alâ ümmetî şirkün hafiyyün) “Benim ümmetim için en çok korktuğum şey, gizli şirktir, hafî şirktir.” Bir müşriklik var, aşikâr, tamam. “Allah iki tanedir, üç

206

tanedir, beş tanedir.” gibi yalan yanlış, eğri büğrü söz söylüyor. Bir de gizli şirk var, aşikâr değil.

Diyorlar ki:

“—Yâ Rasûlallah! Gizli şirk ne ola ki? Nedir gizli şirk?” Diyor ki:

“—Riya, gösteriş; sevap beklenilen bir amelini insanlar beğensin, diye yapmak.” Çok güzel namaz kılıyor; aman bayılırsın, boynu bükük, gözleri bilmem nasıl, kendinden geçmiş, tâdil-i erkân ile namaz kılıyor. Neden?

“—Filanca adam görsün de bana mâlî yardım yapsın.” diye.

Olmadı! Sen o namazı Allah için kılacaksın, bir de o adamı düşünerek kıldın; riya oldu, gösteriş oldu. Allah riyayı sevmez. Ameller sırf Allah rızası için yapılacak. Hem o sebepten ona da şirk-i hafî diyor.

Allah’tan dileriz, bizleri affeylesin… Bizi ne büyük şirke soksun, ne gizli şirke soksun; ne aşikâresine, ne gizlisine bulaştırmasın. Her şeyimizi Allah için yapalım!


Bir kere Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin varlığını, birliğini tam idrak edelim. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin eğer bir tane daha ortağı olsaydı, kavga ederlerdi:

“—Şu kul cennete girsin, şu girmesin! Şu şöyle olsun, bu böyle olmasın!” Olur mu hiç? Akıl var, mantık var.

Allah-u Teàlâ Hazretleri biz anlayalım diye âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor:


لَوْ كَانَ ف۪يهِمَا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللُّٰه لَفَسَدَتَا (الأنبياء:٢٢)


(Lev kâne fîhimâ âlihetün illa’llàhu lefesedetâ) “Semavatta ve yerde, yerlerde göklerde Allah’tan başka müteaddit tanrılar olsaydı, çarpışırlardı, kâinatın düzeni bozulurdu.” (Enbiyâ, 21/22) Sen hiç direksiyonda iki tane adam gördün mü? Arabada birisi o tarafa götürmek istiyor, birisi bu tarafa götürmek istiyor, olur mu? Bir tanesi götürecek işte. Onun gibi. Anlayalım diye, “Ortağı olsaydı berbat olurdu, işler bozulurdu, fesada giderdi.” buyuruyor.

207

Allah-u Teàlâ Hazretleri bir; şeriki yok, naziri yok, veziri yok, emsali yok, ona benzeyen bir şey yok. Tek güç, kuvvet sahibi, kudret sahibi, lütuf sahibi, ihsan sahibi, kerem sahibi, merhamet sahibi, rahmet sahibi, ama tek.


Tamam, amennâ ve saddaknâ… O Allah’a bu sıfatları ile, Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlüllah’ın bildirdiği şekilde iman ettik. Amentü billah. Allah’a iman ettik. Tamam.

Allah bizi şirk-i hafîden de korusun. Amelleri sırf Allah rızası için yapmayı nasib etsin... Başkasının beğenmesi, beğenmemesi, sevmesi, sevmemesi önemli değil! Ne olacak? Allah sevsin, kâfi. O sevdi mi kâfi. O korudu mu kâfi… Amerika ile Rusya’nın, Çin’in orduları hepsi birden toplansalar, en modern silahlarını alsalar, bir tek âciz, nâçiz ama Allah’ın sevgili kulunun üzerine yürüseler, bir şey yapamazlar. Allah kâfi…

O halde bizim yapacağımız bir tek şey var; Allah’a kul olmak, Allah için yapmak, Allah’a has kul olmak. Allah-u Teàlâ Hazretleri bize onu nasib ve müyesser eylesin… Fâtiha-ı şerife mea’l-besmele!


13. 03. 1983 - İskenderpaşa Camii

208
07. İSLÂM’IN HERKESE ULAŞMASI