11. ŞEHİDE VERİLEN MÜKAFATLAR
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi'smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîne muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...
Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân! Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasili ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
لِلشَّهِيدِ عِنْدَ اللهِ زَوْجَتَانِ مِنَ الْحُورِ اْلعِينِ؛ يُرٰى مُخُّ سَاقِهَا مِنْ
وَرَاءِ سَبْعِينَ حُلَّةً (الخطيب عن أبي هريرة)
RE. 351/1 (Li’ş-şehîdi inda’llâhi teàlâ zevcetâni mine’l-huri’l- ıyn, yurâ muhhu sâkıhâ min verâi sebìne hulleh.)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl.
Çok azîz ve muhterem müslüman kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, lütfu, keremi üzerinize olsun! Şurada Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ Hazretleri’nin mübarek ehàdis-i şerîfesinden bir miktarını sizlere nakledeceğim…
Bu hadis-i şeriflerin nakline ve izâhına geçmeden önce, evvelen ve hâssaten efendimiz Muhammed-i Mustafâ Hazretleri’nin ruh-u pâki için; sonra sâir enbiyâ ve mürselînin ervâhı için, cümlesinin âl, ashâb ve etba’larının ve hâssaten Peygamber Efendimiz’in ashabının, etbâının ruhları için;
Cümle sâdât ve meşâyıh-i turuk-u aliyyemizin ve hulefâsının, müntesiblerinin ruhları için; okuduğumuz eserin müellifi, Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Hoca Efendi Hazretleri’nin ruhu için, hulefâsının, talebelerinin ruhları için; bu kitabın içindeki bilgilerin, hadislerin bize kadar gelmesine emek sarf etmiş olan bütün râvîlerin ve âlimlerin ruhları için;
Uzaktan yakından bu hadis-i şerifleri dinlemek üzere gelmiş olan siz kardeşlerimizin de, ahirete intikàl etmiş olan bütün yakınlarının ve sevdiklerinin ruhları için; ve hâssaten hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî Hazretleri’nin ruhu için hediye olmak üzere;
Bizlerin de dünya ve ahiret saadetine ermemize vesile olması dileğiyle bir Fatiha üç İhlâs-ı Şerif okuyup öyle başlayalım, buyurun…
.......................
a. Şehidin Nâil Olacağı Nimetler
Ebû Hüreyre RA’dan rivayet olunduğuna göre, Peygamberimiz SAS buyurmuş ki:106
لِلشَّهِيدِ عِنْدَ اللهِ زَوْجَتَانِ مِنَ الْحُورِ اْلعِينِ؛ يُرٰى مُخُّ سَاقِهَا مِنْ
وَرَاءِ سَبْعِينَ حُلَّةً (الخطيب عن أبي هريرة)
(Li’ş-şehîdi ında’llàhi teàlâ zevcetâni mine’l-huri’l-ıyn) “Şehidin Allah katında hur-i ıynden iki zevcesi vardır ki, (yurâ mühhu sâkıhâ) ayağının kemiğinin iliği görünür; (min verâi seb’îne hulletin) yetmiş elbisenin altından ayağının, kemiğinin iliği görünür.”
106 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.X, s.178, no:5319; Ebû Hüreyre RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.485, no:18680.
Bu letâfetinden kinâyedir bu söz, yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri şehide, canını Allah yoluna îsar ettiği için, Allah yolunda verdiği için öyle büyük nimetler ihsan edecek ki; onlardan birisi de budur. İki tane hûr-i ıynden kendisine zevce ihsan edecek Allah-u Teàlâ Hazretleri... Letâfetini şuradan kıyas et ki, ayağının iliğini yetmiş libasın, entarinin altından görmek mümkün olacak. O kadar hoş, o kadar latîf mânâsına…
Tabii bu, şehidin nâil olacağı nimetlerden hepsini anlatan bir hadis-i şerif değil… Geçen haftaki hadis-i şerifi hatırlarsanız, orada Peygamber SAS Hazretleri şehidin nail olacağı nimetlerden yedi tanesini saymıştı:107
لِلشَّهِيدِ عِنْدَ الله سَبْعُ خِصَالٍ : يُغْفَرُ لَهُ فِي أَوَّلِ دَفْعَةٍ مِنْ دَمِهِ، وَيَرٰى
مَقْعَدَهُ مِنَ الْجَنَّةِ، وَيُحَلَّى حُلَّةَ الإِيمَانِ، وَيُزَوَّجُ اثْنَتَيْنِ وَسَبْعِينَ زَوْجَةً
مِنَ الْحُورِ الْعِينِ، وَيُجَارُ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ، وَيَأْمَنُ مِنَ الْفَزَعِ الأَكْبَرِ، وَ
يُوضَعُ عَلَى رَأْسِهِ تَاجُ الْوَقَارِ الْيَاقُوتَةُ، مِنْهُ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا، وَ
107 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.187, no:1663; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.935, no:2799; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.131, no:17221; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.266, no:629; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.330, no:19815; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.V, s.265, no:9559; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.25, no:4254; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.IV, s.576, no:2734; Taberânî,
Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.167, no:1120; İbn-i Şâhin, Tergîb fî Fadàil, c.I, s.500, no:439; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1043; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVI, s.191; Mikdam ibn-i Ma’dî Kerb RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.416, no:2696; Ubâde ibn-i Sâmit RA’dan.
Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.188, no:1163; Ukbe ibn-i Âmir RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.405, no:11132; Mecmaü’z-Zevâid, c.V, s.533, no:9516;
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.486, no:18681.
يَشْفَعُ فِي سَبْعِينَ إِنْسَاناً مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ (حم. ت. ه. عن المقدام بن معدي كرب)
RE. 350/13 (Li’ş-şehîdi ında’llàhi seb’u hısàlin) “Şehidin, Allah indinde yedi tane meziyeti var, yedi hasleti var:
1. Birincisi şuydu ki: (Yuğferu lehû fî evveli def’atin min demî) “Şehid kendisi yara alıp da, ilk kanı yere damlar damlamaz afv u mağfiret olur. Yarasının kanı yere değer değmez mağfiret olur.” Birinci meziyet bu… Hepimizin aradığı o değil mi? “—Yâ Rabbi, sen bizi afv u mağfiret eyle!” deyip durmuyor muyuz, gece gündüz durmayıp istediğimiz o değil mi? Allah bizi affetsin, mağfiret etsin! Kanı yere damlar damlamaz mağfiret olunur, bir… Sonra; derhal cennetteki makamı, kendisinin gözünün önüne açılır; cennetin o makamını gören insanın başka şeyleri gözü görür mü, başka şeyleri düşünür mü, başka şeyleri hisseder mi?
Hz. Ali Efendimiz namaza durmuş da, ayağını ameliyat etmişler, zırh parçasını ayağından çıkarmışlar, fark etmemiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda, kendinden geçtiği için, zevkinden, safasından... Başka zaman ayağına kimsenin elini değdirmesine müsaade edemezken, bağırır, çağırır ve tahammül edemezken; namaz esnasında ayağını kesmişler, biçmişler, içinden saplanmış olan zırh parçasını çıkarmışlar da, farkına varmamış diye kitaplar yazar.
2. (Ve yerâ mak’adehû mine’l-cenneti) “Şehidin gözünün önünden perde kalkar, cennetteki makamını görür.” Mağfiret oluyor ve derhal cennetteki yerini görüyor. Onunla meşgul oluyor, başka bir şey ile meşguliyeti yok…
3. (Ve yuhallâ hullete’l-imân) “Kendisine bir iman hullesi giydirilir, bir iman libası giydirilir.” Başka kimseye nasib olmayan bir libas ile ba’s olunur, süslenir ve yetmiş iki tane hûr-i ıynden kendisine zevce ihsan olunur.
4. (Ve yüzevvicu’sneteyni ve seb’ìne zevceten mine’l-hùru’l-ıyn) “Hurilerden kara gözlü, akı ak, karası kara; iri gözlü huri’l-ıynden yetmiş iki tanesiyle evlendirilir.”
Hûr, ahver kelimesinin cem’idir ki, gözlerinin karası kara, akı ak; fevkalâde latîf, iri gözlü demek oluyor. Iyn de gözü iri demek, güzel demek. Yâni gözlerinin güzelliğinden, kendilerinin güzelliği kıyas olunsun diye, bu gözleri tavsif edilmiş. İşte öyle gözlere sahip Allah’ın o ihsanları…
5. (Ve yücâru min azâbi’l-kabri) “Kabir azabından affolunur.” Öyle şehid için kabirde sorgu, sual, azab, endişe yok… Onun ne olacağını önümüzdeki hadis-i şeriflerde göreceğiz. Başkası için kabir azabının, kabir sıkıntılarının, fitnelerinin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu göreceğiz, ondan affediliyor, öyle kabir azabından emniyete alınıyor.
6. (Ve ye’menü mine’l-fezâı’l-ekber) “Kıyamet gününde, herkesin korktuğu o büyük fezei’l-ekber gününde emniyette tutulur. Kendisine kürsü ihsan edilir, rahat bir şekilde Arş-ı A’lânın altında gölgelenir. (Ve yûdau alâ re’sihi tâcu’l-vakàr) Başına vakar tacı giydirilir; hürmet, ihtiram tacı giydirilir. (El-yâkùte minhu hayrun mine’d-dünyâ ve mâ fîhâ) Öyle bir tac ki, öyle kıymetli taşlarla süslenmiş ki, onlardan bir yakut, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetli, daha güzeldir. Öyle bir tac ile başı tezyîn olunur.”
7. (Ve yeşfeu fî seb’ìne insânen min ehli beytihî) “Ehl-i beytinden, akrabasından, sevdiklerinden yetmiş kişiye şefaat hakkı kendisine ihsan olunur.”
Şehidler, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin indinde husûsi bir iltifata mazhar olacaklar, özel bir hayat ile yaşayacaklar. Şehid hayatı denilen bir hayat ile yaşayacaklar ve onlar, o nimetleri görünce, geride kalanlara müjde vermek isteyecekler:
“—Korkulacak bir şey yok, mahzun olunacak bir durum yok! Siz de bizim yolumuzdan gelin, bak ne kadar büyük nimetler var!” diye geride kalanları öyle müjdeleme arzusu içinde olacaklar.
Ahirete gidip de ahiretin safasını, nimetini gören insanlar içinden hiç kimse dönüp de dünyaya bakası gelmeyecek, kimse şu dünyaya bir daha gelmeyi istemeyecek; şehid müstesnâ… Şehid isteyecek… Neden isteyecek?
“—Bir daha dünyaya gideyim, bir daha Allah yolunda canımı bahşedeyim, fedâ edeyim de o nimetlere yine nâil olayım!” diye tekrar tekrar dünyaya gelip, tekrar tekrar şehid olmayı isteyecek.
مَنْ لَمْ يَغْزُ أَوْ يُجَهِّزْ غَازِيًا
Eğer bir mü’minin kalbinde Allah yolunda canını vermeye hazırlık yoksa, şehid olma arzusu yoksa; o arzu yokken ölürse o münafıklıktan bir çeşit üzere ölmüştür. Mü’minlerin hepsinin gönlünde, canını Allah yolunda verme arzusu olacak.
Nifâkını, ihlâsını buradan ölç… Allah yolunda canını
verebilecek bir cömertlik hissediyor musun kendinde? Candan geçtik, malını veremiyor. Malının Allah-u Teàlâ Hazretleri tamamını da istememiş, zengin ise diye bir de şart koşmuş. Fakirsen bir şey yok, zenginsen kırkta birini ver diye paranın; onu dahi veremiyor, eli titriyor.
Allah bizi gaflet uykusundan uyandırsın! Biz müslümanız ha! Müslümanız ama Allah bizleri afv u mağfiret eylesin!
Evradımızda Ca’fer-i Sàdık Hazretleri’nin duasını okuyanlar bilirler, hatırlayacaklar:108
اَللَّهُمَّ أَحْيِنِي سَعِيدًا،وَأَمِتْنِي شَهِيدًا.
(Allàhümme ahyinî saîden, ve emitnî şehîden) “Yâ Rabbi, sen beni saîd olarak, yâni senin sevdiğin yolda yürüyen bahtiyar bir kul alarak yaşat ve şehid olarak öldür...” diye duası vardır.
Şehid hakkında çok söz söylemeye hacet yok, Kur’an-ı Kerîm’in ayetleri methediyor şehidi, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerin methediyor, bu kadarı kâfî… Allah cümlemizi saîd, bahtiyar kul olarak yaşatsın, şehid olarak huzuruna varmak nimetine erdirsin!
b. Nimete Şükrün Önemi
Diğer hadis-i şerif’e geçtik:109
لِلطَّاعِمِ الشِّاكرِ مِنَ اْلأَجْرِ مِثْلُ مَا لِلصَّائِمِ الصَّابِرِ (ق. ك. عن أبي هريرة)
108 Hàkim, Müstedrek, c.III, s.114, no:4566, Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
109 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.151, no:7195; Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, c.IV, s.306, no:8303; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummal, c.III, s.263, no:6465; Camiü’l-Ehadis, c.XVII, s.488, no:18689.
RE. 351/2 (Li’t-tàimi’ş-şâkiri mine’l-ecri, mislü mâ li’s-sàimi’s- sàbir.) (Li’t-tàimi’ş-şâkiri mine’l-ecrî) “Şükredici bir yemek yiyen kimsenin ecirden nasibi vardır; (mislü mâ li’s-sàimi’s-sàbir) sabreden ve oruç tutan kimsenin ecri kadar...”
Bir daha derleyip, toparlayıp söyleyelim: İki insan var, birisi Allah için yemekten, içmekten, arzularını îfa etmekten kendisini tutmuş; oruç tutuyor, sevap almak maksadıyla. Allah da oruçluya çok sevaplar bahşedecek, sevabı çok… Bunun bir ecri var ya; “Bu ecir gibi bir ecir de, yiyip de şükreden kula vardır.” diyor Peygamber Efendimiz SAS.
“—Pazartesi günü ben oruç tuttum sevap kazanayım diye.”
“—İyi, Allah kabul etsin! Pek güzel, sabrettin, oruç tuttun, bir ecre nail oldun.”
Ötekisi de Allah nimet vermiş, o nimeti yedi; şükretti…
“—Çok şükür yâ Rabbi, sen bana bu nimeti ihsan ettin! Dünyada nice insanlar var, açlıktan kırılıyorlar. Şu sofranın üstündeki nimetlerin bolluğuna bak, yâ Rabbi! Benim buna bir liyâkatım mı var? Ben bunların zerresine lâyık değilken, yüzü kara, eli boş bir kulken, senin lutf u kereminden şunları ihsan eylemişsin, çok şükürler olsun yâ Rabbi! Ben aciz, naçiz, hor, hakir kuluna, zelil kuluna bunları ihsan ettin, sana şükrederim, sana hamd ü senâ eylerim!” diye insanın bir minnettarlık duygusunu duyması, oruçlu kadar sevap kazandırıyor insana...
İslâm’ın iki kanadı var, müslümanın iki kanadı var. Birisi sabır kanadı, birisi şükür kanadı. Onları çırpa çırpa inşâallah, çok yüksek makamlara çıkar müslüman. Nimet bulursa sabreder, şükreder, yer, istifade eder; o nimeti gönderen Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne minnettarlık duygusu ile dolar, taşar. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne hamd ü senâ eder, şükreder, ecir kazanır. Bulamazsa da sabreder, öyle ecir kazanır.
O halde insanın tefekkürlerinden bir çeşidi de, Allah’ın
kendisine verdiği nimetler üzerinde olacak. Üzerinde nice nimetler var farkında değilsin, hiç düşünmüyorsun, hiç önemsemiyorsun; sanki Allah sana onu vermeye mecburmuş gibi düşünüyorsun, hiç ne teşekkür, ne bir şey… Suratın yine bir karış, yine kaşların çatık…
“—Yahu mecbur mu Allah-u Teàlâ Hazretleri sana bu nimetleri vermeye?”
Değil; ama öyle alışmış, öyle gelmiş, gidiyor… Teşekküre bile lüzum görmüyor! Olmaz! Bu hadis-i şeriften de anladığımız gibi insan, üzerindeki nimeti bilecek.
“—Ne nimet var yâ Rabbi benim üzerimde? İşte şöyleyim, böyleyim…” derse insan çok hata eder.
Benî İsrâil zamanında àbidlerden birisi dünyayı terk etmiş, insanları terk etmiş, çıkmış dağın başına, yönelmiş Mevlâ’ya; gece gündüz ibadet etmiş. İbadetin o devir için muteber olan kaç çeşidi varsa, nesi varsa hepsini yapmış. Ömrü bitmiş… Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna varmış, Allah-u Teàlâ Hazretleri demiş ki: “—Ey kulum, ben seni; senin bana ettiğin ibadetlerin karşılığını vererek mi taltîf edeyim, yoksa lütfumla mı taltîf edeyim?” Düşünmüş, taşınmış; ömründe günah işlemedi, her türlü hayr u hasenâtı yaptı, insanlardan bir kenara çekildi, kötülüklere bulaşmadı; bütün ömrünü de değerlendirdi, boş geçirmedi, çok sevab kazandı, sermayesi çok…
“—E, yâ Rabbi senin lütfun, keremin çoktur, kulluğumun karşılığını bana ihsan eyle!” demiş,
“—Peki!” demiş menkabelerde yazıldığına göre, kitaplarda…
“—Bunun yaptığı bütün ibadetleri, taatleri getirin, koyun terazinin bir kefesine!”
Koymuşlar; ağır… Bastırmış terazinin kefesini aşağıya, kocaman bir sevab yığını…
“—Şimdi bu kuluma verdiğim göz nimetini de şu tarafa koyun bakalım!” demiş.
Göz nimetini getirmişler, terazinin karşı kefesine koyuvermişler, bu sefer o taraf bastırmış, bütün bu iyilikler havada kalmış.
Bu hikâyeden çıkan ders nedir? Bu hikâyeden çıkacak ders şudur ki: Bir insanın şu etrafa bakıp da görmesi yok mu, konuştuğu insanı görmesi, kitap okuması, çiçeği görmesi, manzarayı görmesi, yolunu görmesi… Bu bütün ömür boyu yapılacak ibadetlerle bile ödenemeyecek kadar büyük bir nimettir demek bu… Öyle mi değil mi? Sor bakalım iki gözü âmâ bir insana, iki gözünün görmesi için neleri vermeye razıdır, bir sor bakalım… Göz nimeti böyle, kulak nimeti öyle, konuşma nimeti öyle…
Allah-u Teàlâ Hazretleri biz insanlara bir konuşma nimeti vermiş ki, farkında değiliz; tıkır tıkır, sabahtan akşama konuşuyoruz da bunu nimet olduğunun farkında değiliz.
Allah bunun bir nimet olduğunu Rahman Suresi’nin başında bildiriyor:
اَلرَّحْمٰنُ. عَلَّمَ الْقُرْآنَ. خَلَقَ اْلإِنسَانَ. عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (الرحمن١-4)
(Er-rahmân. Alleme’l-kur’ân. Haleka’l-insân. Allemehü’l-beyân) “Rahmân olan Allah Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana beyan kabiliyetini, maksadını ifade kabiliyetini ihsan ettim!” (Rahmân, 55/1-4) buyuruyor. Ya konuşma kabiliyetin olmasaydı ne yapacaktın? Dilsizler gibi, başka mahlûklar gibi işaretle mi, kim bilir nasıl derdini anlatacaktın. Ama şu nimetin güzelliğine bak, neleri anlatıyorsun!
Kimisi şiir yazar, kimisi tazarru-niyâz eder, münâcaat eder, kimisi güzel hitâbette bulunur, konuşur; neler yapılıyor şu dil ile…
Tanıdığım birisinin dükkânına gittim, oturdum. Yakından tanıdığım bir kimse… Birisi geldi içeriye
“—Selâmün aleyküm!”
“—Ve aleyküm selâm!”
Alacaklıymış meğerse… Parasını almanın zamanı gelmiş; altmış bin, seksen bin, yüz bin lira para verecek dükkâncı ona.
Dükkâncı şakacı bir kimse, dedi ki gelene:
“—Mehmed Amca! Sana paranı mı vereyim, bir fıkra mı anlatayım?” dedi;
“—Fıkra anlat!” dedi. Tadını almış daha önceden.
Hakikaten bir fıkra anlattı, artık o sevine sevine, güle güle bir hal oldu,
“—Peki, bir dahaki hafta geliyorum.” dedi, çıktı gitti.
Bak parayı almaktan vazgeçiriyor, tatlı dil olunca; hani tatlı dilin gördüğü işler: Gönül alır, teselli eder.
İntihara niyetlenir bir insan, bir àrif kimseyle karşılaşır, vazgeçer. Tatlı diliyle onu iknâ eder. Bir adam katil olmaya niyetlenir, “Falancayı öldüreceğim!” diye eline silahı alır, gözü dönmüş, gidiyor. Bir kâmil kimseye rastlar, birkaç sözle onu ikna eder, hayatlar kurtulur. Şu iki dudağın arasında şu dil, şu konuşma nimetiyle neler oluyor.
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz…
Bazen savaş kesilir bir sözden, biter kavga, gürültü, mücadele sona erer, sulh u salâh olurlar. Bazen bir ters söz söyler, insanın kellesi gider elden, kellesinin uçururlar.
“—Vay, sen öyle mi söyledin!” diye kellesini uçururlar.
Bazen de bir ağulu aşı, tatlı bir söz yağ ile bal gibi eder. Hani, “İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur” dedikleri gibi, bir tatlı sözle o acı aş tatlı olur. İnsan sofranın yanında oturur, çoluk çocuğuyla, kuru ekmekle tatlı tatlı yer, baklavadan börekten tatlı gelir. Söz; bir büyük nimet…
Kulak; bir büyük nimet… Kudret; bir büyük nimet… İstediğini yapıyorsun, yürüyorsun, gidiyorsun, geliyorsun, alıyorsun, veriyorsun…
Akıl; nimetlerin en büyüklerindendir. Allah cümlemizi şu nimetten, akl-ı selîmden mahrum etmesin! Herkesin bir aklı var da, akıl yeterli değil tabii, selîm akıl olması lâzım. Hintlilerin aklı, öküze tapmaktan alı koymuyor onları, öküze tapıyor adam, o kocabaş hayvana tapıyor. O da akıl güyâ… Allah akl-ı selîm ihsan etsin!
Demek ki insanda tefekkürünün bir kısmını, Allah’ın nimetlerine sarf etme şeyi olacak, siz de öyle yapın. Üzerinizdeki Allah’ın nimetlerini düşünün. Bir düşünün ki, sizin karşılaştığınız şu iş, bu iş, öteki iş; mecbur olarak mı size geliyor, siz çok hak ettiniz de ondan mı size geliyor? Afrika’da adamlar açlıktan kırılıyor, sen burada tokluktan kırılıyorsun, baygın düşüyorsun; göbeğini şişirip yediğin için… Yan gelip yatıyorsun, adam açlıktan kırılıyor. Bizim çarşıda-pazarda elmalar dökülüp kalıyor. Adam taşısa, taşımaya değmediği için bırakıp gidiyor çarşamba pazarında, perşembe pazarında, neyse… Sebzeler, meyveler; orada kaç kişi doyar. Öbür tarafta kemikleri sayılıyor adamın.
“—Filanca diyarda insanlar birbirine girmiş!” Gazetelerde okuyorsun, “Bugün üç bin kişi öldü, bugün beş bin kişi öldü, şu kadar insan şu oldu, bu kadar insan bu oldu…” Sen burada rahat yaşıyorsun. Çok mu layıksın yâni? “—Değilim, hiçbir liyakâtim yok, çok kusurlu bir kulum!” “—Hah! O zaman şükret!” “—Yâ Rabbi, çok şükür; şu lâyık olmadığım nimetleri bana ihsan ettin!” diye insan böyle nimetleri düşünürse çok yüksek kul olur. Ve çok ecir alır, bak bu hadis-i şerifte öyle diyor: Oruç tutmak bir sevab, şükretmek bir sevab.
Yemek yiyorsun, karnın doyuyor, sırtın rahatlıyor, için hoş oluyor, şükrediyorsun; oruçlu kadar sevab alıyorsun. Bundan bir ders daha çıkar mı bilmiyorum, o da şu ki “Ben oruç tuttum!” diye
herkese tepeden bakma! Çünkü belki ötekisi oruç tutmadı ama şükredici bir kuldu, çok güzel şükretmiştir de senin gibi ecir yine almıştır.
“—Bak falanca arkadaşım pazartesi orucunu tutmadı! Vay… Hâlbuki ben tuttum, o tutmadı! Vay!” Öyle deme! Belki şey…
Adamın birisi oğluyla beraber camiye i’tikafa girmiş. Geceleyin kalkmışlar baba-oğul, teheccüd namazı kılıyorlar. Oğlu demiş ki:
“—Baba, el-hamdü lillâh kalktık, gecenin bu yarısında, şu makbul teheccüd ibadetini yapıyoruz burada, şu namazı kılıyoruz. Şu kardeşlerimiz de horul horul uyuyacaklarına kalksalardı da onlar da kılsalardı ya…” falan deyince,
“—Sus oğlum, sus! Keşke sen de kalkmasaydın, sen de onlar gibi horul horul uyusaydın da, bu sözü söylemeseydin! Keşke bu sözü söylemeseydin!” demiş.
Çünkü uyuyan insan affolur hatası. Uyurken başını, kolunu bir tarafa çevirirken sana çarpsa bir şey olur mu? Uyuyor, mâzur… Mâzur olur; ama uyanan insanın mes’uliyet saati çalışmaya başlar, çalışıyor tıkır tıkır, tıkır tıkır… Melekler sevapları, günahları yazıyorlar. Gıybet ederse günah, ters düşünceye girerse günah, başkasını hor-hakîr görürse günah, kendi ibadetine mağrur olur, kibre, ücuba düşerse günah… Bak kötü tarafları çalışıyor, ötekisi sıfır… Hiç olmazsa saat çalışmıyor, taksimetre çalışmıyor. Berikisinde çalışıyor; iyiyle değerlendirirse ne âlâ…
Onun için, hani oruçlu da ötekisine tepeden bakmasın; kimisi oruç tutar da sevab kazanır, kimisi şükreder de kazanır.
Bir başka ders çıkartılabilir mi bilmiyorum: Eğer gücün yetmiyorsa oruç tutmaya; hastasın, şusun, busun… Hiç olmazsa şükrünü güzel yap da, o ecri de öyle al! Ne dersler çıkar, siz daha iyilerini bilirsiniz.
c. Mü’minin Cennetteki Çadırı
Öbür hadis-i şerif:110
لِلْمُؤْمِنِ في الجَنَّةِ خَيْمَةٌ مِنْ لؤْلُؤَةٍ مُجَوَّفَةٍ، طُولُها سِتُّونَ مِيلاً،
لِلْعَبْدِ الْمُؤْمِنِ فِيهَ ا أهلٌ، يَطوفُ علَيْهِمُ لاَ يَرَى بَعْضُهُمْ بَعْضاً
(طب. عن أبي موسى)
RE. 351/3 (Li’l-mü’mini fi’l-cenneti haymetün min lü’liin mücevvefetin tùlühâ sittûne mîlen lil-abdi’l-mü’mini fîhâ ehlün yetùfu aleyhim lâ yerâ ba’duhüm ba’dà.)
Ebû Mûsâ el-Eş’arî RA, Peygamber Efendimiz’den nakleylemiş, Peygamber Efendimiz’in bu mübarek hadis-i şerifi bize kadar da ulaşmış. Peygamber Efendimiz cennet ehlinin nimetlerini anlatıyor. Cennet cennet diyoruz ya, içinde ne nimetler var; kimisin duyarız, kimisini duymayız, burada o nimetlerden bazısı anlatılıyor:
(Li’l-mü’mini) “Allah’ın mü’min kulu için vardır (fi’l-cenneti haymetün) cennette bir çadır vardır.” Yâni bir çadır ihsan olunur mü’min kula, imanlı, mü’min, cennete girmiş kula, cennette öyle bir çadır ihsan olunur ki (min lü’liin mücevvefetin) “İçi boş, izzet- ikrâm ile süslenmiş, donatılmış inciden bir çadır ihsan olunur.”
Yâni inci nasıl pırıl pırılsa, içi dışı öyle müzeyyen, öyle süslü, öyle hoş, öyle güzel bir çadır ihsan olunur. (Tùlühâ sittûne mîlen) “Uzunluğu altmış mildir.” Yâni küçücük bir şey tasavvur etme, altmış mil uzunluğundadır bu çadır.
(Li’l-abdi’l-mü’mini fîhâ ehlün) “Orada mü’min kulun kendi zevcelerinden ve hur-i ıynden aileleri vardır, ehl-ü ıyâli vardır (yetùfu aleyhim) onları dolaşır bir bir; (lâ yerâ ba’duhum ba’dà) içi
110 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.478, no:5070; Ebûbekir ibn-i Abdullah ibn-i Kays Rh.A. babasından.
Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.491, no:39387; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.491, no:18700.
o kadar geniş, o kadar safalı, o kadar hoştur ki birisi ötekisini görmez büyüklüğünden.”
Yâni, “Müteaddit zevceleri vardır ama, birisi ötekisini görmez mesafenin uzaklığından.” diye, cennetteki o cennet köşklerinin, çadırlarının halinden bahsetmiş Efendimiz… Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize sözünü duyduğumuz bu nimetlere ermeyi nasib etsin...
“—Haa, dünyadayken bir gün böyle demişti Hocamız, çok şükür, Mevlâ lutf u keremiyle bize bunu da ihsan eyledi!” dersiniz inşâallah!
d. Yürüyerek Haccedenin Karşılığı
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:111
لِلْمَاشِي أَجْرُ سَبْعِينَ حَجَّةٍ، وَلِمَنْ يَرْكَبُ أَجْرُ حَجَّةٍ. (الديلمي عن أبي هريرة)
RE. 351/4 (Li’l mâşî ecru seb’ìne hacetin, ve limen yerkebu ecru haccetin.) Deylemî’nin, Ebû Hureyre RA tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifi burada yer aldı. Peygamber SAS hacdan bahsediyor bu hadis-i şerifinde.
(Li’l mâşî) “Yürüyen için vardır (ecru seb’ìne haccetin) yetmiş hac sevabı vardır. Yürüyerek hacceden kimse için, yetmiş hac sevabı vardır. (Ve limen yerkebu) Bir bineğe binerek hacceden kimseye ise, (ecru haccetin) sadece bir hac sevabı vardır.”
Yâni yürüyerek hacceden kimseye yetmiş misli büyük sevap veriliyor demek. Bu da çektiği sıkıntıdan ve attığı adımlardan dolayıdır. Çünkü bir insan, bir hacı bir adım attığı zaman,
111 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.134; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.59, no:60; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c,III, s.322, no;4967; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.26, no:11895: Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.492, no:18703.
kendisine yedi yüz harem-i şerif hasenesi ihsan olur, Mekke hasenesi…112 Yâni başka yerin hasenesi değil, Harem-i Şerifin hasenesi ihsan olunur, Harem-i Şerifin hasenesi de başka yerinkine nisbetle yüz bin misli fazladır. Yedi yüz çarpı yüz bin eder yetmiş milyon… Bir hacı efendi bir adım attı mı yetmiş milyon hasene alıyor.
“Hasene nedir?” diye sormuşlar bir başka hadis-i şerifte Peygamber SAS Hazretleri’ne de… Medine’nin malum, bir tarafında bir büyük dağ var; ovanın ortasında tek başına duruyor, Uhud Dağı derler ona. Bir de eteğinde savaş olmuş, Uhud Savaşı... Müslümanlarla kâfirler savaş etmişler, Hz. Hamza Efendimiz şehid olmuş… İşte onun kadar büyük demiş… Görsünler de anlasınlar ne kadar büyük ecir olduğunu; Uhud Dağı kadar demiş.
Yâni yetmiş milyon tane öyle ecir ne demek! Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize böyle makbul, mebrur, hayırlı, feyizli haclar nasib eylesin! Her adımda o ecri tekrar tekrar ihsan ediyor Allah- u Teàlâ Hazretleri.
e. Kadının iki Örtüsü
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:113
112 İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.IV, s.244, no:2791; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.631, no:1692; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.105, no:12606; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.III, s.122, no:2675; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.431, no:3981; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.331, no:8429; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.IV, s.397, no:1211; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.42, no:11894; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XX, s.244, no:22008.
113 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.123, no:12657; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.VIII, s.151, no:8240; Taberânî, Mu’cemü’s-Sagîr, c.II, s.230, no:1078; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.327, no:4978; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.15; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LI, s.167, no:10832; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.413, no:45166; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.407, no:1308; Mecmaü’z-Zevâid, c.IV, s.572, no:7661; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.492, no:18704.
لِلْمَرْأَةِ سِتْرَانِ: اَلْقَبْرُ، وَالزَّوْجُ . قِيلَ: فَأَيُّهُمَا أَفْضَلُ؟ قَالَ: اَلْقَبْرُ (عد. وقال منكر،كر. عن ابن عباس)
RE. 351/5 (Li’l-mer’eti sitrân: El-kabru ve’z-zevcü. Kìle: Fe eyyühümâ efdalü? Kàle: El-kabru.) İbn-i Abbas RA’den rivayet edilmiş bir hadis-i şerif… Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
(Li’l-mer’eti sitrân) “Kadının iki tane örtüsü vardır.” Kadın örtünüyor ya, setr-i avret diyoruz. Hani avret mahallini erkek de örtecek, malum… Erkek kısa mayo giyebilir mi? Giyemez. Erkek de dizinden beline kadar korunacak. Kadın da ayak bileğinden yüzü, elleri hariç, ayakları hariç bütün vücudunu örtecek… Örtü var ya, örtünmek var ya İslâm’da… Hani setr-i avret namazın farzlarından biri ya… O olmazsa, kadın açık olursa olmaz namaz. On iki farzından birisi…
“Kadının iki örtüsü vardır.” diyor Peygamber Efendimiz. Koruyacak yâni onu… Örtünmesi gereken yerlerini örtecek. Kumaş hatıra gelir değil mi?
Arkasından diyor ki: (El-kabru ve’z-zevcu) “Birisi kabirdir, birisi kocasıdır.” Yâni kadın evlendi mi başkasına açınmasın, mânâsı çıkıyor, ben öyle anlıyorum. Bir kocasına açınır evinde, o caiz; çünkü evlenmişler, Allah nikâhı helâl kılmış. Bir de kabir… Ne kadar mânâlı bir hadis-i şerif… Hepsi öyle de…
(Kìle: Feeyyühümâ efdalü) “Bu iki örtüden hangisi efdal, hangisi daha faziletli yâ Rasûlallah?” diye sormuşlar. (Kàle: El- kabru.) “Kabir daha faziletli” buyurmuş.
İmam Şâfî Hazretleri’nin bir şiirini naklederler,
Arkadaşım bana bir sır söyledi,
Ben göğsümü o sırra kabir yaptım.
Yâni, kabre kapatırsın, kabir bir daha açılmaz ya; kimseye söylemeyeceğim mânâsına… Kabir tabi herkesin gireceği bir yer,
onu bir tarafa bırakırsan; bir kocası var açınabileceği… Başka kimseye açılmayacak, saçılmayacak, ziynetlerini göstermeyecek.
“—Ziynetler nelerdir hocam? Küpesi, bileziği falan mı?”
“—Onlar da ziynet ama bir de Allah’ın verdiği ziynetler var…”
“—Nereden biliyorsun bu vücut güzelliklerinin de güzellik olduğunu?”
Bir ayet-i kerimede buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri… Kur’an-ı Kerîm edeb, edebiyat dolu bir kitap. Diyor ki: “Kadınlar ayaklarını vurdura vurdura yürümesinler, topuklarını yere vurdura vurdura, çaktıra çaktıra yürümesinler, gizledikleri süsleri görünsün diye...”
Demek ki salına salına, başkasının dikkatini çekecek bir tarzda yürümeyecek… Gizlenmiş olan ziynetleri ortaya çıksın diye öyle yürümesinler diyor. Demek ki maksat vücudun endâmı, tenâsubu, güzelliğiymiş, o anlaşılıyor, onları göstermeyecek kimseye bir hanım.
Şimdinin felsefesi nerede, Yirminci Yüzyılın gayr-i dînî felsefesi nerede, din dışı felsefesi nerede; İslâm’ın felsefesi nerede… İslâm kadına bir kocasını gösteriyor, bir de kabri gösteriyor, başka yerde yok böyle bir açılma saçılma, ziynetini gösterme diye… Yirminci yüz yılın felsefesinde de kadın gösterebildiği her yeri gösteriyor. Kanun eğer bir hudut çizmese, göstermediği yer yok. Bereket versin, bazı memleketlerde yine birazcık bir hudut, bir şey var da; şu kadarını gösteriyor, kanun nisbetinde gösteriyor. Orasını da açsan, o kanunun da kapısını açsan her tarafını artık gösterecek.
Yapar mı? Yapar… Kâfir, İslâm’a inanmazsa, imana gelmemiş ise yapar. İnsanı insan eden imandır. İnsanı sultan eden, aliyyü’l- âlâ insan eden İslâm’dır, imandır. O mertebelere o çıkartıyor. İmansız yapar, ona sözüm yok. Benim sözüm imanlılara…
“—Sen Allah’a inanmıyor musun?”
“—Ne demek hocam, el-hamdü lillâh müslümanım, babadan, dededen, neneden; taa evvelki zamanki zamandan beri müslümanım! Tevbe estağfirullah, nasıl söz… Müslümanım
hocam!” “—Pekiyi bu ne, bu hal ne?”
Bak Peygamber Efendimiz nasıl diyor? Yâni şöyle biz el-hamdü lillâh müslümanız da, Fatih de güzel bir semt; başka yerleri bilmiyoruz. Hadi bir de yaz aylarında bazı yerler var, mesela sıcak memleketler var; Antalya’sı var, Marmaris’i, Bodrum’u şurası, burası var; bildiğimiz bilmediğimiz kıyı kentleri. Orada neler oluyor, bilmiyoruz ki…
Ne olacak o halde? Kadın zevcesiyle, helaliyle serbest evinde; o zaman istediği gibi giyinir, istediği gibi örtünür; mühim değil… Amma dışarıda kendisini örtünün altına alacak, kıymetli şeyler örtülü olur. Mücevherler kutularda olur, adi şeyler işportada satılır, meydanda olur. Ambalaja bile lüzum görmezler, olduğu gibi satarlar. İsterse bozulsun, ne olacak? Adi çünkü, kıymeti yok...
Örtünmek izzettir, ikramdır, şereftir. Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerîm’de örtünmeyi bir nimet olarak kullara verdiğini de bildiriyor. Örtünmek bir nimet, en iyi örtü de takvâdır diye sonra bildirmiş. Takvâ da bir manevi örtü tabii… Takvâ da Allah’tan korkmak demek. Yâni Allah’tan korkunca, insan örtünür, Allah’tan korkmazsa, her şeyi yapar insan. Kocası kapıdan çıkar, o arka kapıdan başkasını alır; Allah korusun. Her şeyi yapar. İnsan Allah’tan korkunca insan oluyor. Evin huzuru Allah’tan korkunca oluyor. Cemiyetin huzuru Allah’tan korkulduğu zaman oluyor.
Bir koca karısından emniyette olmazsa, bir kadın kocasının nereye gittiğinden, ne yaptığından emniyette olmazsa; o aile yuvasında bet-bereket olur mu? Oluyor mu? Olmuyor…
O halde, müslümanlık güzel! Ne çırpınıyorsun yâni? Ailenin saadetini sağlıyor müslümanlık, daha ne istiyorsun? Aileye huzur getiriyor, bereket getiriyor, asalet getiriyor… Çocuklar asil oluyor. Çünkü bir insan bir günah işledi mi, ruhen yıkılır, istediği kadar burnunu havaya kaldırsın. Ezilir günahın ağırlığı altında... Öyle ezilen bir kadın, çocuğunu da güzel terbiye edemez.
Namuslu bir anne çocuğunu güzel yetiştirir. Namuslu, iffetli, namaz başörtülü, bembeyaz başörtülü, eli tesbihli, ağzı dualı kadının çocuğu güzel olur. Ötekisi çocuğuna sahip olamaz ki; çocuğuna bir söz söylese, çocuğu beş söz söyler ona. Söylüyor, duyuyoruz nitekim.
“—Sen şöyle yapıyorsun, sen yapıyorum çok mu?” der, duyuyoruz böyle sosyetik ailelerin nice aile facialarını duyuyoruz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi imandan, İslâm’dan ayırmasın! Tesettür zulüm müdür, kadınlara zulüm müdür? Değil! Kadınlara şeref bahşedici bir husustur.
f. Namaz Kılana Verilen Mükâfatlar
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:114
لِلْمُصَلِّي ثَلاَثُ خِصَالٍ: يَتَنَاثَرُ الْبِرُّ عَلَيْهِ مِنْ عَنَانِ السَّمَاءِ إِلَى مَفْرِقِ
رَأْسِهِ، وَتَحُفُّ بِهِ الْمَلاَئِكَةُ مِنْ لَدُنْ قَدَ مَيْهِ إِلَى عَنَانِ السَّمَاءِ، وَيُنَادِيهِ
مُنَادٍ: لَوْ يَعْلَمُ الْمُصَلِّي مَنْ يُنَاجِي، مَا انْفَتَلَ (محمد بن نصر في
كتاب الصلاة عن الحسن مرسلاً)
RE. 351/6 (Li’l musallî selâsü hısàlin) “Namaz kılan kimseye üç haslet verilir, üç nimet var; namaz kılan kimsenin mazhar olduğu üç nimet var.” Bir; bir demiyor ama ben hatırınızda kalsın diye sayarak söylüyorum, hadis-i şerifte “bir” sözü yok.
(Yetenâseru’l-birru aleyhi min anâni’s-semâi ilâ mefrıkı nefsihî) “Gökteki bulutların yanından başının saç ayrım yerine kadar,
114 Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.I, s.49, no:150; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.289, no:18923; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVII, s.500, no:18710.
başının tepesine kadar üzerine Allah’ın birri, iyilikleri yağar, saçılır; namaz kılan kimseye… Namaz kılan insan namaza durdu mu, gökten, bulutlardan başının üstüne Allah’ın birri, birr
dediğimiz iyilikleri, lütufları, ihsanları, keremleri, bağışları saçılır..” Birincisi bu…
İkincisi: (Ve tehuffu bihi’l-melâiketü min ledün kademeyhi ilâ anâni’s-semâi) “İki ayağının yerinden, yine gökteki bulutlara kadar her tarafını melekler kuşatır, sararlar.” Yâni üşüşüyorlar etrafına, çepeçevre melekler üşüşüyor namaz kılan kimseye.
(Ve yünâdîhi münâdin) “Bir çağırıcı, seslenici seslenir. (Lev ya’lemu’l-musallî men yünâcî, men fetele.) Eğer namaz kılan kimin huzurunda, kiminle söyleştiğini, kiminle konuştuğunu idrâk etse, gözünün başka yere döndürmezdi, yüzünü başka yere çevirmezdi!” diye nidâ olunur kendisine.
Namazı da taklîden kılıyoruz, namaz da bizim ıslah olması gereken birçok hallerimizin bulunduğu bir ibadet şekli. Namazı babadan, dededen gördük diye kılıyoruz. Namaz kılmaya çocukluktan alıştığımız için bırakmaktan korkuyoruz, korkaklık var, bırakmaktan koruyoruz; ama kılarken kılmaya dikkat etmiyoruz.
“—Öğle vakti geldi, kılıvereyim hemen…”
Paldır küldür paldır küldür… Yerden tavuğun yem topladığı gibi… Ne secdesi belli, ne rükûsu belli, ne okuduğu şeyden içine bir şey geliyor… Tamam, bitti, seccadeyi kapatıyor, dua da etmiyor. Ya hu bir işti çalıştığı zaman akşam ücretini alır, sen bir dua et bakalım o kadar namaz kıldın, şey yaptın; dua da bir ibadet, Allah ihsan edecek, va’d etmiş, dua da etmiyor, seccadeyi kapattığı gibi çıkıp gidiyor. Yâni yasak savmak derler buna; namazı kılmadı demesinler gibilerden, namazı kılıyor; ama öyle kılıyor. Namaz böyle değil!
Bak kişi kiminle söyleştiğini bir bilse, kime fısıldadığını bu
sözleri…
“—Kime söylüyorsun, bıdır bıdır dudakların kımıldıyor, kime
söylüyorsun o sözleri?”
Onu bilse gözü başka yer mi görür? Başka tarafa mı bakar? Namazlarımızı da çok ibtidâî bir şekilde kılıyoruz, Afrika yerlileri gibi kılıyoruz yâni, belki onlar bizden iyi kılıyordur. Şuursuz kılıyoruz, halbuki namaz mü’minin mi’racıdır. Allah-u Teàlâ Hazretleri lütfeylemiş, huzuruna kabul ediyor günde beş defa…
Gidebilir misin reis-i cumhurun yanına beş defa, valinin yanına gidebilir misin? Gidemezsin… Günde beş defa şu kâinatın sahibi olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, Allah-u Azîmü’ş-şân seni huzuruna çağırıyor, girebiliyorsun huzuruna… Huzur-u âlîsine dâhil oluyorsun, söyleşiyorsun. Konuşmana da fırsat veriyor. Hamd ediyorsun, şükrediyorsun, dua ediyorsun, istiyorsun, eğiliyorsun, yalvarıyorsun, yakarıyorsun; ondan sonra selam verip çıkıyorsun.
O kadar kıymetli bir ibadet ki; kadr u kıymetini insan biraz dinler tarihi bilgisi olsa, başka dinleri incelese… Başka dindarlar ne yapıyorlar acaba, nasıl vakit geçiriyorlar? Öteki dinlerin adamları ne ibadet ederler? Bir gör bakalım İslâm’ın güzelliğini anlamak için… Bir etrafına bak, el-hamdü lillâh Allah bize namaz gibi bir nimet vermiş ki, nimetlerin en hoşlarından birisi.
Peygamber SAS Efendimiz:115
قرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ
(Kurretü aynî fi’s-salâh) buyurmuş, “Benim gözümün serinliği
115 Neseî, Sünen, c.VII, s.61, no:3939; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.128, no:12315; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.174, no:2676; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.V, s.241, no:5203; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.199, no:3482; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VII, s.78, no:13232; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.280, no:8887; İbn-i Sa’d, Tabakàtü’l-Kübrâ, c.I, s.398; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.371, no:6812; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.303; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.III, s.135, no:1234; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.160, no:666; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LX, s.454; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.143, no:2733; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.449, no:18912, 18913; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.73, no:1089; Câmiü’l-Ehàdîs, c.IX, s.496, no:8916.
namazda!” gözüm serinliyor, yâni içim rahatlıyor, gözüm şenleniyor diyor namazda…
Biz de angarya gibi kılıyoruz. E angarya gibi kılarsak ne olur, aman Allah saklasın:
وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلاَةِ قَامُوا كُسَالٰ ى، يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ
اللهََّ إِلاَّ قَلِيلاً (النساء: ٢)
(Ve izâ kàmû ile’s-salâti kàmû küsâlâ, yurâûne’n-nâse, ve lâ yezkurûna’llàhe illâ kalîlâ) Münafık olursun!
(Ve izâ kàmû ile’s-salâti) “O münafıklar namaza kalktıkları zaman, (kàmu küsâlâ) tembel tembel kalkarlar; istemeye istemeye, ayakları geri gide gide kalkarlar. (Yurâûne’n-nâse) İnsanlara gösteriş için namaz kılarlar.” İnsanlar olmasa zaten kılmaz, ayıp olur,
“—Bak, hacı efendi hacca gitmiş de namaz kılmıyor!” demesinler diye kılar veyahut başka bir sebepten kılar…
(Ve lâ yezkurûna’llahe illâ kalîlâ) “Allah’ı ancak çok az anarlar münafıklar…” (Nisâ, 4/142)
Bak, Allah’ı anmaz demiyor, bizim gafletimizin büyüklüğüne bakın ki, münafıklar Allah’ı anmaz demiyor ayet-i kerime, az anarlar diyor. Münafıklar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara mürâîlik yapalar ve Allah’ı az anarlar diyor. Sen ne kadar anıyorsun Allah’ı? Bir kıyasla… Aman Allah korusun, üzerinde bir münafıklık alâmeti belirmişse, silkin; at o alameti. Mü’min Allah’ı çok zikredecek, dilinden düşürmeyecek.
Bir insan bir şeyi sevdi mi çok söyler. Dilinden düşürmez. Sen hiç âşıkların hikâyelerini okumadın mı? Kerem ile Aslı hikâyelerini falan? Seven insanın hali ne olurmuş?
Allah-u Teàlâ Hazretleri namazın zevkine erdirsin bizi!
g. Kölenin Üç Hakkı
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:116
لِلْمَمْلُوكِ عَلَى مَوْلاَهُ ثَلاَثٌ: لاَ يُعَجِّلُهُ عَنْ صَلاَتِهِ ، وَلاَ يُقِيمُهُ عَنْ
طَعَامِهِ، وَيَبِيعُهُ إِذَا اسْتَبَاعَهُ (تمام، وإبن عساكر عن إبن عباس ؛ قال إبن عساكر: حديث غريب)
RE. 351/7 (Li’l-memlûki alâ mevlâhu selâsün) “Köleye efendisi üzerinde üç hak verilmiştir. Efendisinden üç şeyi istemeye hakkı vardır kölenin.”
“—Hocam, müslümanlık köleliği kabul ediyor mu?”
“—Ediyor, ne var? Ediyor… Müslümanlık köleliği kabul ediyor, ne olacak?”
“—Efendim, Avrupa’da kölelik yok!” Sen o Avrupalıların halini bilsen, serâpâ kölelik onların işi... Ömürleri kölelikle geçmiş, başkalarını da köle yapmakla geçmiş. O Amerikalıların okumadın mı Afrika’dan yakalayıp yakalayıp da kendi tarlalarından çalıştırdıkları müslüman asıllı zencileri… Müslümanlığı kötülemek için şey yapıyorlar, evet müslümanlıkta kölelik müessesesi var. Bir harpte çarpışırsın, adamı esir alırsın kölen olur. İster kesersin, ister hayatını bağışlarsın köle olur; var… Cihad olduğu müddetçe, köle de olur. Olacak, normal…
Ama köle müslüman olursa, ne güzel, ne âlâ… Müslüman bir kimseyi köle alabilir miyim? Alamazsın… Müslüman bir cevherdir, o köle olmaz. Köle edilemez, öyle bir şey yok. Kâfirken köle alırsın, köleyse öyle olur; ama müslümanı köle alamazsın.
İslâm böyle bir tarzda köleliği kabul ediyor ki gayet makuldür. Her zaman her yerde olağan şeydir. Adamlar esir kamplarında çalıştırmıyorlar mı harp esirlerini, çalıştırmıyor mu? Yapıyorlar,
116 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.V, s.472; Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.350, no:351; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.83, no:25072; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.22, no:18715.
oluyor yâni, olması normal. Bir köle müslüman oldu, tamam… Müslüman oldu diye kölelikten çıkmaz. Sonradan müslüman oldu, kölelikten çıkmaz. Ama Allah nasib ederse, efendisi bağışlar falan, şöyle şartlar var, kölelikten kurtulmayı çok kolaylaştırmış dinimiz; ayrı…
Şimdi köle bir müslüman, efendisi üzerinde üç hakkı var diyor Peygamber Efendimiz. Çünkü o devirde köle çok, Peygamber Efendimiz zamanında. Peygamber Efendimiz köleliği azaltmak için çok çalışmış, çok emirler buyurmuş; köle çok… Bir, kölenin hakkı neymiş, efendisi nasıl davranacak ona:
1. (Lâ yuaccilühû an salâtihî) “Namazından onu çabuk çekip alamaz.”
“—Kölesin, gel buraya, çabuk, işimi yapacaksın, bırak!” falan diye namazı aceleye getirttirmez. Kılsın, edeble, erkanla, usul ile, tadına vararak o namazı kılsın. Namazı kılarken efendi onu çağırıp, şey yapmayacak. Kısa kestirtmeyecek.
2. (Ve lâ yukìmuhû an taàmihî) “Yemek vakti geldiği halde onu ayakta tutmayacak.” Yemek vakti gelmiş, işaret etse de gitsem, karnımı doyursam diye bekliyor, hâlâ ayakta tutuyor köledir diye; öyle yapmayacak.
3. (Ve yebîuhû ize’stebâahû) “Satılmasını istediği zaman da onu satacak.”
Tabii satmak bir başka kimseye olabildiği gibi, köle kendisini de belli şartlarla bir anlaşma yaparak, efendisine belli parayı, kölelik ücretini ödemek şartıyla kölelikten kurtarabilir İslâm’da… bu üç hakkı vardır demiş ibn-i Abbas RA’ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz…
h. İnsanların Üç Sığınağı
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:117
117 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.146; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.I, s.240, Şamlı bir şahıstan; o da babasından, dedesinden.
لِلنَّاسِ ثَلاَثَةُ مَعَاقِلَّ: فَمَعَقِلُهُمْ مِنَ الْمَلْحَمَةِ الْكُبْرَى الَّتِى تَكُونُ لِعَمِقِ
أَنْطَاكِيَّةِ دِمَشْقُ؛ وِمَعَقِلُهُمْ مِنَ الدَّجَّالِ، بَيْتُ الْمَقْدِسِ؛ وِمَعَقِلُهُمْ مِنْ
يَأْجُوجِ وَمَأْجُوجِ، طُورُ سِينَاءَ (حل.كر. عن الحسين بن علي؛ كر. عن يحيى بن جابر الطائ ي مرسلا)
RE. 351/8 (Li’n-nâsi selâsetü meàkılle) “İnsanoğlunun üç tane sığınağı vardır; melcei, barınağı, kalesi vardır.” Neredeki kaleler bunlar? Kıyamet alâmetleri olarak insanların başına gelecek bazı şeyler var, onlarda nereye sığınacaklarını bildiriyor Peygamber Efendimiz.
Peygamber Efendimiz, pek çok hadis-i şerifinden kıyameti anlatmıştır. Kıyametin şartlarını anlatmıştır, kıyametin alâmetlerini anlatmıştır. Neler neler olacak, ondan sonra neler neler olacak, onları anlatmıştır. Bu hadis-i şerif onlardan bir hadis-i şerif… Buyuruyor ki:
“Üç tane sığınağı vardır müslümanın:
1. (Fema’kılühüm mine’l-melhameti’l-kübrâ elletî tekûnü liamikı antakıyye) Antakya’nın Amik Ovası’nda büyük bir savaş olacak, o büyük savaştaki barınağı (dimaşk) Şam Şehri olacak.”
İlerideki bir zamanda müslümanlar ile kâfirler kapışacaklar Antakya Ovası’nda; kıyametin alâmetleri olarak… Buna Melheme- i Kübrâ derler, büyük savaş, kanlı bir savaş olacak yâni. Bu büyük savaşta müslümanların barınağı, sığınağı Şam olacak, Şam tarafında olacak.
2. (Ve ma’kılühüm mine’d-deccâli beytü’l-makdisi) “Deccal çıktığı zaman da barınakları, sığınakları Kudüs şehri olacak. Deccal’la mücadelede Kudüs şehri olacak.
Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.260, no:38649; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.4, no:18722.
3. (Ve ma’kılühüm min ye’cûci ve me’cûci tûru sînâ’) Ye’cüc ve Me’cücün hücumunda da sığınakları Tur-u Sinâ olacak, Sinâ’daki Mûsâ AS’a vahiy gelen meşhur dağ olacak.”
Burada kıyametin havadislerinden, ahir zamanın havadislerinden üç tanesi bahsediliyor, anlatılıyor. Birisi Antakya Ovası’nda müslümanlar ile kâfirler bir harp edecekler. Dokuz yüz bin kâfir gelecek oraya hadis-i şeriflerden anladığımıza göre… Dokuz yüz altmış bin kâfir gelecek oraya. Müslümanlarla bir büyük mücadele olacak, grup grup, bölük bölük, çeşitli safhaları olacak o işin.
Sonra Deccal çıkacak, Deccal müslümanları aldatmaya çalışacak. Müslümanların zayıfları ona uyacaklar; kuvvetlileri onun alnında hâzâ kâfir yazıldığını görecekler, uymayacaklar. Deccal’a tâbî olanlar cehenneme gidecek, Deccal’a uymayanlar kurtulacak. Bu hususta çok hadis-i şerifler var… Çok rümuzlar, işaretler, esrarlar var.
Üçüncüsü de Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak, yeryüzünü
kaplayacaklar, her tarafı istila edecekler, Suları kurutacaklar, herkesi kesip öldürecekler. Hatta o kadar edepsizleşecekler ki, “Yerdeki insanların hepsini öldürdük, şimdi göktekileri öldürelim!” diye silahlarını göğe atacaklar. İşte o zaman müslümanların sığınakları Tur-i Sinâ olacak diye bu kıyamet ahvalinden bazılarını bu hadis-i şerifte efendimiz anlatmış ki, uzun bir bahistir.
i. Ölümün Şiddeti
Gelelim diğer hadis-i şerife:118
لَمْ يَلْقَ ابْنُ آدَمَ شَيْئًا قَطُّ مُنْذُ خَلَقَهُ الله أَشَدَّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ، ثُمَّ
118 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.154, no:12588; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.569, no:42209; Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.59, no:3893; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVIII, s.23, no:18765.
إِنَّ المَوْتَلأَهْوَنُ مِمَّا بَعْدَهُ ( حم. عن أنس)
RE. 351/9 (Lem yelkabnu âdeme şey’en kattu münzü haleka’llahu eşedde aleyhi mine’l-mevti, sümme inne’l-mevte le ehvenu mâ ba’dehû.)
Bu hadis-i şerife çokça dikkat ederek dinleyin, Enes ibn-i Mâlik RA’ın rivayet ettiğine göre, Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:
“İnsanoğlu, Allah-u Teàlâ Hazretleri onu yarattığı zamandan beri, yâni yeryüzünde insan nesli bulunduğu zamandan beri, şu Ademoğulları dediğimiz bizim cinsimiz olan mahlûklar, ölümden daha şiddetli bir şeyle karşılaşmadılar.”
Ölüm hadisesi çok şiddetli bir hadise… Bir başka hadis-i şerifte anlatmış ki Peygamber Efendimiz: “İnsanın, Azrâil AS’ı görüvermesi, bin tane kılıç darbesi yemekten daha şiddetliymiş, Azrâil karşısında beliriverecek ya… Bin tane kılıçla vurulsa insan, lime lime olur etleri; bin tane kılıç darbesi görmekten daha şiddetliymiş.” Burada da öyle diyor, “Âdemoğlu, Allah onu yarattığı zamandan bu zamana gelinceye kadar, ölümden daha şiddetli bir şey görmedi.”
Demek ki bizim fecî diye tavsif ettiğimiz bütün hadiseler, ufak tefek şeylermiş; ölüm en büyük hadise, çok şiddetli bir hadise, çok korkunç bir hadise. Amma (sümme inne’l-mevte le ehvenu mâ ba’dehû) “Ama ölün de kendinden sonra gelecek hadiselerin en hafifidir.” Ondan sonra da daha neler neler olacak… Münker ve Nekir gelecek, kabirde sorgu-sual olacak, ondan sonra kabirden kalkış olacak, insanlar büyük bir sarhoşluk, büyük bir sarsıntı içinde çeşitli sıkıntılara mazur kalacaklar, sonra Arafat’ta, Mevkıf’ta uzun, çok sıkıntılı bekleyişler olacak. Kalpler, gönüller boğaza gelecek sıkıntıdan. Öyle anlatıyor, (beleğati’l-kulûbi’l- hanâcire) “Kalpler boğazına gelecek insanın.” Canı boğazına gelecek, o kadar sıkıntılar olacak.
Ondan sonra kitaplar açılacak, hesaplar görülecek, ondan
sonra cehenneme girecekler insanlar; o sıkıntılar nazar-ı itibâra alınırsa ölüm en hafifi gene… İnsanoğlu ölümden daha şiddetli bir şey görmemişken, ölüm ondan sonrakiler için yine en hafifi…
Her sabah dua ediyoruz, hem de üç defa söyleyerek:
اَللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي الْمَوْتِ، وَفِيمَا بَعْدَ الْمَوْتِ؛ اَللَّهُمَّ هَوِّنْ عَلَيْنَا
سَكَرَاتِ الْمَوْتِ، وَلاَ تُعَذِّبْنَا بَعْدَ الْمَوْتِ!
(Allàhümme bârik lenâ fi’l-mevt, ve fîmâ ba’de’l-mevt.) “Yâ Rabbi! Bize ölümü mübarek eyle, ölümden sonrasını mübarek eyle! (Allàhümme hevvin aleynâ sekerâti’l-mevt, ve lâ tuazzibnâ ba’del-mevt.) “Yâ Rabbi! Ölümün sarhoşluklarını, sekerâtımızı bize kolaylaştır, bizi ölümden sonra azablandırma!” diye dua ediyoruz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri dualarımızı kabul eylesin! Bizi şu ölüm denilen hadisenin sekerâtından hıfz u himâye eylesin!
Kimisine:
فَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنْ الْمُقَرَّبِينَ . فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّةُ نَعِيمٍ
(الواقعة:٨٨-٩٨)
(Feemmâ in kâne mine’l-mukarrabîn) [Fakat ölen kişi mukarrabûndan ise, (Feravhun ve reyhânün ve cennetü naîm) ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm Cenneti vardır.] (Vâkıa, 56/88-89) Böyle gül koklama gibi, hoş bir hal ile gelip geçecek, kuş uçar gibi… Allah bizi böyle âsân bir vech ile ölüp de huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak varanlardan eylesin!
Az önce anlattı ki bir teyze annesini; Kadir Gecesi’nde ölmüş. Gündüz hazırlıklarını yapmış kandile göre, hediyelerini sağa sola göndermiş, bunları yiyecekleri göndermiş; akşam da ruhunu teslim edivermiş. Kimisine de Allah duyurmuyor demek ki, şöyle
küçük bir böceğin insanı bir küçük ısırması gibi bir şeyle acısını duyurmadan, sevdiği kulu öyle kolayca bu badireden atlatıyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bize hayatta da ölümde de ölümden sonrasında da lütfunu ihsan eyleyip, o sıkıntılardan bizleri berî ve uzak eylesin!
j. Allah’tan Afiyet İsteyin!
Bu hadis-i şerif de sonuncu hadis-i şerif ki, vaktimiz dolduğu için, sayfa da bitti… Bitireceğiz bu hadis-i şerifle… Peygamber Efendimiz afiyetten, afiyet dediğimiz nimetten bahsediyor, buyuruyor ki:119
لَمْ تُؤْتَوْا شَيْئًا بَعْدَ كَلِمَةِ اْلإِخْلاَصِ مِثْلَ الْعَافِيَةِ ، فَاسَلُوا اللهَ الْعَافِيَةَ
(هب. عن أبي بكر)
RE. 351/11 (Lem tu’tev şey’en ba’de kelimeti’l-ihlâsi misle’l- àfiyeti, feselu’llàhe’l-àfiyete.)
(Lem tu’tev şey’en ba’de kelimeti’l-ihlâsi misle’l-àfiyeti) “Ey Ashabım! Size “Lâ ilâhe illa’llàh” kelime-i tayyibesinden, ihlâs sözünden, “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah” diye imanımızı belli etme ifadesi olan o sözden sonra, afiyetten daha güzel bir nimet bahşedilmedi, verilmedi. Sizlere afiyetten daha hoş başka bir şey verilmedi.” diyor Peygamber Efendimiz… (Feselu’llàhe’l-àfiyete) “O halde Allah’tan afiyeti isteyin!”
En güzel şey afiyettir. Bu hadis-i şerif burada bu kadar tamamlanıyor. Hem bunun râvîsi Ebû Bekr-i Sıddîk RA Efendimiz’dir. Onun öyle hadis-i şerifleri çokça değildir, biraz az az rivayet etmiş, “Allah’tan afiyet isteyiniz!” buyurmuş. Bir başka hadis-i şerifte biraz izahat var, diyor ki orada Peygamber
119 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.4, no:10; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.161; Bezzâr, Müsned, c.I, s.6, no:24; Hz. Ebûbekir RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.90, no:3280; Camiü’l-Ehadis, c.XVIII, s.13, no:18739.
Efendimiz: “Allah’tan bir şey istemeyi murad ettiğiniz zaman afiyeti isteyin.”
“—Yâ Rabbi! Bana dünyada, ahirette afiyet ver!” diye afiyeti isteyin.
Neden? Çünkü afiyet hem hastalıklardan uzak olmayı ifade eder, vücudun sağlığını ifade eder; hem de belalardan, sıkıntılardan uzak olmayı ifade eder. yâni vücudu dinç, başı dinç olur insanın afiyette oldu mu; ruhen de bedenen de dinç ve sıhhatte, afiyette olur.
Şimdi bu hadis-i şerifte bir incelik gelmiyor mu hatırınıza? İnsanoğullarına verilen şey… Afiyet güzel bir şey yâni, hasta olmayacak, hiç elemi, kederi olmayacak; daima şen, esen, hoş hal ile yaşayacak; güzel şey değil mi? Güzel ama bu birinci değil, dikkat ederseniz; (ba’de kelimeti’l-ihlâs) Lâ ilâhe illa’llah sözü birinci. En büyük nimet insanın şu sözü söylemesi… Her bakımdan, işi neresinden tutturacak olursanız olun, bir kere Lâ ilâhe illa’llah insana imanı kazandırdığı için. Yâni Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah deyince insan mü’min oluyor, dünya ve ahiretin saadetini kazanıyor o bakımdan en büyük nimet; bir… Ondan sonra bu kelimeye Allah bazı özellikler, bazı imtiyazlar, bası hassaler vermiştir ki insan bunu söylediği zaman o nimetlere nail olur. Bir takım esrarı vardır yâni bu kelimenin, bu kelime sayesinde o nimetlere erer insan.
Mesela, Lâ ilâhe illallah dedi mi, Allah onu hıfz u himaye eder, sıkıntısından kurtarır, felaha çevirir halini.
Bizim arkadaşlardan birisi Cebelü’r-Rahme’ye çıkmış Arafat’ta… Cebelü’r-Rahme Peygamber Efendimiz’in Vedâ
Hutbesi’ni okuduğu yer. Oraya bir de beyaz sütun koymuşlar. Namaz kılınacak bir namazgâh var. Çok kıymetli bir yeri Arafat’ın… Rahmet dağının üstü, Cebelü’r-Rahme’nin üstüne… Oraya çıkmış ama oraya çıkmak akıl kârı değil yâni… Çünkü öyle bir izdiham var ki orada, her sene kaç kişi ölüyor, şehid oluyor.
Ben de bir kere yalnız başıma, çocuklar çadırda dururken bir
yürüyeyim dedim. Yolun yarısında, caddenin düzünde, daha tepenin yanına yaklaşmadan bir yerde bir sıkıştım, canım gidiyordu yâni… Zor döndüm geriye, anladım ki oraya varılmayacak, varılmayacağını aklım kesti.
Şimdi bizim arkadaş, güçlü kuvvetli diye kalkmış, gitmiş Cebelü’r-Rahme’ye… Çıkmış yukarıya; ama kalabalık, izdiham arasında kenetlenmiş kalmış. İleri gidemiyor, geri gidemiyor; sıkışmış, kalabalık öyle bir tazyik etmiş ki pazusunun kuvveti, gücü, bedenini gücü, kuvveti para etmemiş. Nefes alamamaya başlamış, sıkışmaya başlamış, nefes alamıyor; ölecek… Artık kemikleri çatırdamaya başlayınca, “Tamam, başkaları da öldü burada, ben de öleceğim galiba…” demiş. “Kelime-i şehadet getireyim de, öyle öleyim!” diye, son nefeste o sözü söyleyerek öleyim diye başlamış lâ ilâhe illallah demeye…
Kendisi anlatıyor hem de mühendis arkadaşımız, yüksek mühendis. Amerika’yı şeyi falan görmüş bir kimse. Almanya’da bulundu, Amerika’da senelerce bulundu, çeşit çeşit tahsiller yaptı, yâni şey bir insan. Diyor ki: “Nasıl olduğunu anlayamadım, kendimi ferahta buldum!” diyor. Esrârengiz bir şekilde…
İşte böyle şeyleri de vardır, Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi bu imandan ayırmasın, bu sözden ayırmasın, bu söz üzere bizi yaşatsın, bu söz üzere ruhumuzu teslim etmeyi nasib etsin, bu söz üzere bizi ba’s eylesin, bu söz ile başımızı taçlandırsın, yüzümüzü nurlandırsın! Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!
28. 11. 1982 - İskenderpaşa Camii