01. İLMİN VE ALİMİN FAZİLETİ

BELÂYA SABIR



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkihî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...

Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân; feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve selem… Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sâhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


قَالَ اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِي، وَلَمْ يَصْبِرْ عَلٰى بَلََئِي ،


فَلْيَلْتَمِسْ رَبًّا سِوَائِي (طب. كر. عن أبي هند الداري)


RE. 327/1 (Kàle’llàhu azze ve celle: Men lem yerda bi-kadàî, ve lem yasbir alâ belâî, felyeltemis rabben sivâî.) Sadaka rasûlüllàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl.


Aziz, muhterem ve vefâkâr kardeşlerim!

Peygamber SAS Efendimiz’in ehàdîs-i şerîfesini, üstadımız Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Hazretleri’nin te’lif eylemiş olduğu, Râmûzü’l-Ehàdîs isimli hadis mecmuasından okumağa devam edeceğiz.

Hadis-i şeriflerin izahına geçmeden önce evvelen ve hâssaten Peygamberimiz, Efendimiz, başımızın tâcı, rehberimiz, üsve-i hasenemiz Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri’nin mübarek, muazzez ruh-u saadeti için cümle enbiyânın, evliyânın ruhları

63

için, hâssaten ashâb-ı kirâmdan hocamız, üstadımız Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar güzerân eylemiş olan cümle sâdât u meşâyihımızın ruhları için;

Bu eserin müellifi Gümüşhaneli Hazretleri’nin ruhu için, eserin içindeki hadis-i şeriflerin bize kadar ulaşmasında emeği geçmiş olan ulemânın, râvîlerin ruhları için;

Ve uzaktan yakından, Peygamber Efendimiz SAS’e muhabbetinden dolayı ve bu yola bağlılığından nâşî şu mecliste hazır olan, toplanmış bulunan cümle kardeşlerimizin, ahirete intikal ve irtihal eylemiş olan cümle yakınlarının ruhları için üç İhlâs, bir Fâtihâ hediye edelim, dersimize ondan sonra başlayalım:

...........................


Bu hafta okuyacağımız hadis-i şeriflerin hepsini ASS Efendimiz Cenâb-ı Mevlâ’mız Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden naklen rivayeten bize ifade ediyor. Yâni, “Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur.” diyerek bize naklediyor. O halde bu okuduğumuz hadis-i şerifler hadis-i kudsî, hadis-i ilâhî olmuş oluyor

Birinci hadis-i şerif şöyle:


a. Kadere Rıza, Belâya Sabır


Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:20


قَالَ اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِي، وَلَمْ يَصْبِرْ عَلٰى بَلََئِي ،



20 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XXII, s.320, no:8/7; İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.57; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.111; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VII, s.447, no:10678; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.327, no:407; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXI, s.60; Ebû Hind ed-Dârî RA’dan.

Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.218, no:200; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.IV, s.167, no:410; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.421, no:11892; Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.173, no:483; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.892, no:1898; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.68, no:153.

64

فَلْيَلْتَمِسْ رَبًّا سِوَائِي (طب. كر. عن أبي هند الداري)


RE. 327/1 (Kàle’llahu azze ve celle) “Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle dedi, şöyle buyurdu:

(Men lem yerda bi-kadàî) Benim hükmüme râzı olmayan, benim kazama, benim hükmüme râzı olmayan; (ve lem yasbir alâ belâî) benim kullarıma gönderdiğim belâlara, ibtilâlara, imtihanlara sabretmeyen kimse; (felyeltemis rabben sivâî) benden başka bir rab arasın kendisine!” Bu hadis-i şerif kadar büyük tehdit olamaz! Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri, kendisinin hükmüne râzı olmayan, kendisinin kazasına, kaderine, takdirine râzı olmayan ve kendisinin kullara takdir etmiş olduğu cefalara, meşakkatlere, belalara sabretmeyen kimseyi kulluğundan kovuyor, kulluğuna kabul etmiyor.


Hani Yunus Emre bir hata etmiş... Mâlûm, meşhur hikâye vardır. Nasıl hata etmiş?

Kıtlık olmuş... Yunus Emre bir fakir çiftçiymiş menkabeye göre. Kıtlık olunca, çiftçinin bir şeyi yok, yiyeceği bile yok evinde. Demişler ki:

“—Filanca kasabada bir büyük şeyh efendi [Hacı Bektâş-i Velî] var, ona gidersen, o senin işini görür.” Kalkmış, o şeyh efendiye gitmiş.

“—Niye geldin?” “—Efendim işte kıtlık oldu, mâlum, evde çoluk çocuk var, yiyecek buğdayımız yok. İşte ben dağlardan biraz alıç topladım, acizâne şunu size takdim ediyorum. Sizden ricam, bana birkaç çuval buğday verseniz de açlığımız gitse, yoksulluğumuza bir çare olsa...” gibi sözler söylemiş.

Nasıl söylediyse artık...


Şeyh efendi de bakmış, müsait bir kimse karşısındaki, olacak bir kimse. Uygun, müsait bir kimse... Takılmak istemiş canı. Demiş ki:

65

“—Buğday mı vereyim, himmet mi edeyim? Hangisini istersin?” Yunus Emre tabii himmet ne demek, büyüklerin nazarı ne olur, insana değerse ne hale gelir; insanın mânevî bakımdan kârı ne olur, zararı ne olur? O zaman bilmiyormuş o çeşit şeyleri.

“—Ben himmeti ne yapayım efendim, bana buğday lâzım, buğday verin bana.” demiş.

“—Evlâdım, istersen getirdiğin her alıç tanesi için bir tane himmet edeyim, ayrı himmet edeyim.” demiş.


Alıçlar mâlum, iplere dizilir; şöyle, küçük elma gibi küçük bir meyva. Yâni, çok himmet edecek. Düşünmüş, taşınmış, eve boş gitmek hoşuna gitmemiş yâni. Demiş:

“—Efendim ben buğdayı tercih edeceğim.” “—Pekiyi, buna istediği kadar buğdayı verin!” Almış buğdayları, sevine sevine giderken zihnine takılmış. “Acaba bu himmet denilen şey nasıl bir şey ki, bana ısrarla teklif

66

etti de, ben de kabul etmedim.” filan... Sonradan sonraya biraz aklı başına gelmiş, dönmüş. Ondan sonra:

“—Efendim ben vazgeçtim. Buğdaylarınızı alın, himmet isterim!” demiş.

Hacı Bektâş-i Velî Hazretleri de:

“—Artık onun zamanı geçti. Sen filanca kimseye [Tapduk Emre’ye] gideceksin. Bizden nasibin kalmadı artık.” demiş.


İşte hayatta fırsatlar, insanın eline böyle her zaman gelmiyor veya gelirse durmuyor. Fırsatları yakalayıp, onu ganimet bilmek

lâzım! Hayat zaten bir fırsat... Her aldığımız nefes bir fırsat.

Neyse gitmiş, Tapduk Emre’nin dervişi olmuş. Sonra bir kusuru daha olmuş, ayrılmış gitmiş şeyhinin dergâhından... Sonra yine pişman olmuş gelmiş, valide hanıma sormuş:

“—Acaba şeyh efendi beni kabul eder mi, ben çok hatalı bir şeyim filan diye...” “—Bilmem kabul eder mi, etmez mi ama...”

Şeyhinin iki gözü âmâ imiş.

“—Kapının önüne yatarsın. O abdest almak için odadan dışarı çıkarken, ayağı takılır sana, ‘Kim bu?’ der. ‘Yunus’ dersin. ‘Bizim Yunus mu?’ derse, demek ki seni bizim Yunus diye anıyor, demek ki defterden silmemiş, gönlündesin. O zaman eline sarılırsın. Ama, ‘Hangi Yunus?’ derse, artık kendine başka bir yer ara.” demiş.

İşte rivayete göre, o da yatmış oraya da, şeyhin ayağı takılınca,

“—Kim bu?” demiş,

“—Efendim, Yunus...” “—Bizim Yunus mu?” deyince, eline sarılmış filân diye anlatırlar.


Allah-u Teàlâ insana kulum derse, ne mutlu! Ama bir de kulluğundan kovarsa... Yâni, “Kendisine benden başka Rab arasın!” derse ne demek? “Ben onu kulluktan siliyorum!” demek. Onun için, bu hadis-i şerifin mânâsı üzerinde biraz fazlaca durmak lâzım!

67

Ne demiş hadis-i şerifin metninde:

“—Benim kazama râzı olmayan...”

Kaza ne demek? Bir iş hakkında hükmetmek, Allah’ın hükmü... Şimdi biz meselâ mahkemeye gidiyoruz, derdimizi anlatıyoruz. Biz anlatıyoruz, ötekisi anlatıyor... Hàkim bir hüküm veriyor. Onun için hàkim hüküm verdiğinden dolayı onlara kàdî derlerdi eskiden, kadı efendi, yâni kadà sahibi, hükmedici kimse demek.

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin de kullar hakkında mukadderâtı var, takdirleri var. Ömrümüzü takdir etmiş, rızkımızı takdir etmiş... Nereden geliyor hepsi? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden geliyor. Acaba şu kâinâtta, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin haberi olmadan bir şey olur mu? Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin istemesinin dışında bir şey olur mu? Olmaz!


بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ (المؤمنون:٨٨)

68

(Bi-yedihî melekûtü külli şey’) “Her şeyin hükmü, gücü, kuvveti elindedir.” (Mü’minûn, 23/88)

Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinatın sahibi…


لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَاْ لأَرْضِ (البقرة:٧٠١)


(Lehû mülkü’s-semâvâti ve’l-ard) “Göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır.” (Bakara, 2/107)

Yerler, gökler Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin... Onun izni olmadan ne rüzgâr eser, ne yağmur damlar, ne buhar havaya uçar, ne yaprak sallanır, ne çöp yere düşer, ne insan gözünü açar, ne insan gözünü kapatır. Hepsi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin müsaadesiyle oluyor.

“—E pekiyi, bu kötü işler neden oluyor?”

Allah-u Teàlâ Hazretleri, kötülere de müsaade veriyor. Ama râzı değil. Rızasının yolunu bildirmiş peygamberlerle, kitaplarla:

“—Şöyle yaparsanız severim, râzı olurum, cennetime sokarım. Böyle böyle böyle yaparsanız da sevmem, o yaptığınız işlere rızam yok, hoşnut olmam onları yaptığınız zaman; gazap ederim, azab ederim, ikàb ederim sonra...” diye bildirmiş ama, serbest bırakmış.

İnsanın istediğini seçme hakkı var, ona irâde-i cüz’iyyesi deniliyor. İnsanoğlunun bir seçme hakkı var. Ya şu tarafa gidecek, ya şu tarafa gidecek. Serbest.


Bir fıkrayla anlatalım, çok güzel ifade eden bir fıkra:

Hazret-i Ali Efendimiz namaz kılmağa Kûfe mescidine gelmiş, içeri girmiş ama, hayvanıyla gelmiş. Avludan şöyle bakmış, orada avare birisi duruyor, dizginleri adamın eline vermiş:

“—Tut bunları, bekle benim gelmemi.” demiş, içeri girmiş.

Namazı kılmış. Çıkarken de eline para ayırmış. Diyelim ki beş dirhem ayırmış. Kapıdan çıkınca, o atını bekleyen insana bahşiş verecek, bekledi diye parasını verecek, memnun edecek, hoşnut edecek onu... Fakat dışarı çıkmışlar, bakmışlar ne at var, ne adam

69

var. At da yok, adam da yok.

“—Arayın bakalım!” demiş, tâ uzaktan atı görmüşler, yanına varmışlar.

Dizginlerini çalmış adam, gitmiş. Yâni, başından yularını, dizginini, takımlarını sıyırmış atın, almış kaçmış gitmiş.

“—Bu hayvanın üstüne binildiğini zaman bir dizgini lâzım, gemi lâzım, gidin çarşıdan bir şey alın da takalım şunu başına!” demiş.


Hizmetçisi gitmiş, aramış, biraz sonra elinde bir dizgin, gem takımıyla gelmiş. Bakmışlar eski gem.

“—Nereden buldun?” demiş,

“—Satın aldım efendim.” “—Nereden satın aldın?” “—İşte dükkânları sorarken bir dükkâna girdim, ‘Dizgin takımı var mı?’ diye. ‘Var!’ dedi, bunu gösterdi.

‘—E bunu nereden aldın?’ dedim.

‘—İşte biraz önce bir adam getirdi, e ne oldu, ben satın aldım ondan...’

‘—Kaça satın aldın?’

‘—Beş dirheme...’ dedi.” Hırsız beş dirheme satmış dükkâncıya; o da dükkâncıdan almış, bu bizim dizgin diye.


Hazret-i Ali Efendimiz, etrafında toplanan kalabalığa diyor ki:

“—Ey nâs, ey insanlar! Gözünüzü açın, ibret alın, dikkat edin! Bak bu hırsız adam, şu gemi, dizgini çalan adam kötü huyu yüzünden rızkını haramdan kazandı ama rızkı değişmedi. Zaten ben camiden çıkarken beş dirhem verecektim kendisine. İşte avucumda beş dirhem... Zaten bu parayı alacaktı ama helâlinden alacaktı. Atı beklediği için, halifeye hizmet yaptığı için, alnının akıyla helâl olarak kazanacaktı.

Sabırsızlık gösterdi, huyu kötü, yanlış yolu seçti. Önünde iki yol var. Ya sabredip bekleyecekti, ya da çalacaktı. Çalma yolunu tercih etti. Gene eline beş dirhem geçti, fazla geçmedi. Rızkı ne

70

kadarsa, Allah ona ne kadar rızık takdir etmişse, o geldi. Ama haramdan geldi.

İşte insanoğlunun bu kadarcık seçme şeyi var. Önüne iki yol çıkar, netice değişmez. Hayrı seçerse sevap kazanır, şerri seçerse günah kazanır. Netice aynı olur. Ne rızkı değişir, ne takdiri değişir, ne hükmü değişir Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin. O halde insan irade-i cüz’iyyesini Peygamber Efendimiz’in, Kur’an-ı Kerim’in, hadis-i şeriflerin gösterdiği doğru yol istikametinde kullanacak, Allah’a iyi kulluk etmeğe çalışacak.


Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinâtın sahibidir, mâlikidir ve olan her şey onun izniyle oluyor, onun müsaadesiyle oluyor; bunu bilecek... Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin lütufkâr olduğunu, merhametli olduğunu bilecek, kullarını imtihan ettiğini bilecek, bu dünyanın imtihan dünyası olduğunu bilecek, başına bir hal geldiği zaman bağırıp çağırmayacak.

“—E efendim hastalık da geliyor bazen?” Hastalık da gelir ama, hastalığın sonunda öyle mükâfatlar var ki, geçtiğimiz haftalarda okuduk. Hadis-i şeriflerden çoğunu duyurdum size ki, hastalık insanı, anasından doğduğu gün gibi temiz, pak ediyor, günahlardan temizliyor. İstemez misin günahlarının temizlenmesini? Hastalığı isteyin demiyorum ama, hastalığın arkasından öyle bir mükâfat geliyor. Demek ki hikmetleri var.

“—Efendim ticaret yaptım, zarar ettim, iflas ettim...” Sen kulsun, bilemezsin ki, acaba o parayı kazansaydın hayra mı harcayacaktın? Yâni, kazanmanın mı, kaybetmenin mi hayırlı olduğunu nereden bileceksin? Kazanırsın, milyonlar geçer eline, sapıtırsın. Köşk istersin, saray istersin, yalı istersin, kotra istersin, Avrupalarda gezmek istersin, zevk istersin, safâ istersin... Onların hepsi bu dünyada tatlıdır ama, ahirette burnundan fitil fitil gelecek. Allah seni sevmiştir de, onu vermemiştir.


Onun için, bunları birer misal olarak zikrediyoruz, asıl

71

maksadımız neticeyi çıkartmak. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hükmüne râzı olacaksın. O senin Rabbindir, kâinâtın sahibidir, ne söylerse hoş.


Hoştur bana senden gelen,

Ya gonca gül, yahut diken


diyeceksin.


Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!


diyeceksin.


“—Efendim kötü şeyleri de sevebilir miyim?” Etrafa öyle güzel bakmasını bilsen, onları da seversin. Yavaş yavaş... Etraftaki hadiselere ibretle baksan, onları da seversin.

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri iyi kullarına niçin azap ediyor?”

Allah-u Teàlâ Hazretleri, iyi kullarının derecesi artsın diye, bu dünyaya tamahları kesilsin, bu dünyadan şöyle sevilecek bir şeyleri kalmasın, kendisine dönsünler diye veriyor sıkıntıları. En büyük meşakkatleri, sıkıntıları peygamberlere vermiş, ondan sonra velî kullara vermiş, ondan sonra derecelerine göre... Firavun’a hiçbir sıkıntı vermemiş, başı bile ağrımamış.

E şimdi Firavun gibi mi olmak iyi, yoksa Allah’ın sevgili kulu olmak mı iyi yâni? Hasılı biz bu kainatın esrarını, henüz daha aciz naçiz küçük, zayıf aklımızla, ilmimizle kolay kolay anlayamıyoruz. Ama anlayan insanlar bak öyle söylüyorlar:


Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler.


Boşuna mı söylemiş? Ömrünü geçirmiş, sakalını ağartmış, herkesin gözünün bebeği olmuş bir büyük alim. Neylerse güzel eyler diyor. O noktaya gelirsen, ne âlâ... Kazasına râzı olacağız,

72

yâni hükmüne râzı olacağız. Öyle takdir etmiş. Takdirin Allah’tan geldiğini bileceğiz ve râzı olacağız. Bilmiyorum yâni, bunun insanın içine yerleşmesi için neler yapması lâzım, nasıl olur? Fakat böyle yapmazsak, neticenin ne kadar tehlikeli olduğunu hadis-i şerifin sonunda görüyoruz. “Benden başka Rab arasın!” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yâni kovuyor kulluğundan. Râzı olacaksın.


b. Sabır İlk Anda Olur


Birisi çok feryâd ü figân ediyormuş, çocuğu ölmüş galiba. Peygamber Efendimiz gitmiş yanına, biraz sabretmesini söylemiş.

O da:

“—Sen benim başıma gelen felâketi biliyor musun?” filan gibilerden, öyle fazlaca bağırmağa, çağırmağa devam edince; bakmış söz anlayacak insan değil, yürümüş gitmiş Peygamber Efendimiz.

Arkasındakiler demişler ki:

“—Bu seninle konuşan şahsın kim olduğunu sen biliyor musun kadın?” “—Yok, bilmiyorum.” “—Bu Rasûlüllah SAS Efendimiz’di.” “—Eyvah! Ben çok edepsizlik ettim.” Peşinden koşmuş:

“—Yâ Rasûlüllah, kusura bakmayın, ben sizi tanıyamadım, edepsizlik ettim, yüksek sesle konuştum, bağırdım çağırdım...” demiş.

Peygamber SAS Efendimiz de buyurmuş ki:21



21 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.438, no:1240; Müslim, Sahîh, c.II, s.637, no:926; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.210, no:3124; Tirmizî, Sünen, c.III, s.314, no:988; Neseî, Sünen, c.IV, s.22, no:1869; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.509, no:1596; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.130, no:12339; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.272, no:2040; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.222, no:6244; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VI, s.176, no:3458; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.119, no:9702; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.65, no:6919; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.362, no:1203; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.208, no:1368; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.172, no:249; İbn-i

73

الصبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الأُولٰ ى (خ. م. د. ت. ن. ه. حم. ط. طس. ع. هب. ق. عد. عن أنس؛ ع. عن أبي هريرة )


(Es-sabru inde’s-sadmeti’l-ûlâ) “Sabır, darbe ilk geldiği zaman olur.” Ondan sonra, nasıl olsa insan alışır.

Onun için, Allah’ın takdirine râzı olacağız.


Sonra çok güzel bir misâl var: Ashab-ı kirâmdan duası makbul, Aşere-i Mübeşşere’den bir zât-ı muhterem var; [Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA] Kime dua ederse. duası tutarmış. Gelirlermiş, kendisinden dua isterlermiş.

İhtiyarlığında iki gözü görmez olmuş. Diyorlar ki, yanına gidip:

“—Efendim biz sizi tecrübeyle biliyoruz ki, duanız makbul. Dua ettiğin zaman, Allah senin duanı kabul ediyor. Neden dua etmiyorsun kendi gözün açılsın diye, körlüğün gitsin diye?” Demiş ki:

“—Ben Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin takdirini, kazasını, gözümün nurundan daha çok severim. Yâni, dua edersem gözümün nuru açılacak ama, ben Allah’ın takdirine razıyım.” demiş.


İşte o hale gelecek insan. O hale gelirse, Allah sever. O hale gelmezse, kulluktan kovulur insan. Onun için, başınıza bir sıkıntı gelirse, Allah’tan geldiğini bilip sabredin! Sıkı durun; çünkü sıkı durunca, bu bir imtihandır, gelir geçer, ondan sonra gene feraha çıkarsınız. Yâni, sıkıntının arkasında ferah vardır. Müjdelerim ki, sıkıntının arkasından ferah vardır.


Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1477; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III. s.356. no:799;

Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.99; Bezzâr, Müsned, c.II, s.352, no:7373; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.415, no:3842; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.453, no:6067; Ukaylî, Duafâ c.III, s.463, no:1519; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.272, no:6510, 6511; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.246, no:647; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.355, no:6462 ve c.XIV, s.52, no:13769.

74

Kitapların yazdığına göre, Eyyüb AS’ın çok malı mülkü varmış. Pek çok evlâdı varmış, şanlı bir kimseymiş. Yâni, sürülerinin haddi hesabı yokmuş, hayvanlarının davarlarının haddi hesabı yokmuş. Hepsini kaybetmiş... Hastalık mı geldi, ne olduysa, ne felâket olduysa... Çoluk çocuğu da, hepsi ahirete göçmüşler... Sevdiklerinin insanın gözünün önünden ayrılması, acı bir şey.

Malının gitmesine sabretmiş, sevdiklerinin gitmesine sabretmiş. Bu sefer hastalık vermiş Allah-u Teàlâ Hazretleri. Bütün vücudunu yara kaplamış. Kurtlanmış yaraları ama, gene sabretmiş. Hazret-i Eyyüb sabrı derler ya, Eyyüb AS’ın sabrı işte meşhur.

Sabretmiş, sabretmiş... Sonra ne olmuş? Sonra Allah yine sıhhat vermiş, yine evlât vermiş, yine mal vermiş... Ne olacak, şu iki paralık dünya hayatı, gelir gider. Gelmesi de imtihan, gitmesi de imtihan. Sanki para geldiği zaman daha mı iyi oluyor?


Bazı arkadaşlar siyasi hayata atıldılar. Bilmem seçimler için para harcadılar üç yüz bin lira, beş yüz bin lira... Uğraştılar, didindiler milletvekili olayım filan diye... Olamadılar. Bir kısmı da oldu. Olanlar sevindi, olamayanlar üzüldü. E ondan sonra da milletvekillerinin çeşitli sıkıntıları oldu, mahkemeleri oldu. Mâlûm, biliyorsunuz, hepimizin bildiği hadiseler.

Onun için, bir şeyin sonunu Allah hayırlı eylesin... Mühim olan, önü de hayırlı olsun, sonu da hayırlı olsun ama, bazı şeyler vardır ki, insanın hoşuna gitmez, sonu hayır gelir. Bazı şeyler vardır ki, başından hoş gibi gelir, ama sonu şer gider.

Bir hikâye daha anlatacağım, bu mühim mesele olduğu için... Böyle birkaç hikâyeyle, hatırda kalsın diye, kusura bakmazsanız, izah etmeye çalışacağım.


c. Çok Mal İstemenin Zararı


Bir zât gelmiş Peygamber Efendimiz’e SAS,

“—Yâ Rasûlüllah, bana dua eyle, malım çok olsun.” demiş.

Peygamber Efendimiz diyor ki:

75

“—Ey filanca! Şükrünü eda edebileceğin az bir mal, şükründen aciz kalacağın çok mala sahip olmaktan senin için daha hayırlıdır.” “—Pekiyi.” diyor, çekiliyor geriye.

Yâni, dua etmemiş Peygamber Efendimiz, “Yâ Rabbi, bunun malı çok olsun!” diye dua etmemiş, “Elindeki mala râzı ol!” demiş. “Pekiyi.” diyor, çekiliyor geriye. Bir zaman sonra, gene herhalde fakirlik biraz zor geldi, gene gelmiş:

“—Yâ Rasûlüllah, bana dua et, ben zengin olayım, malım çok olsun.” “—Ey filanca, şükrünü edâ edebileceğin az bir mal şükründen aciz kalacağın çok maldan daha hayırlıdır. İsteme sen böyle bir şey.” “—Pekiyi.” demiş, gene çekilmiş.

Gene bir müddet sabretmiş ama, zihnine artık girdi ya o fikir, ille de istiyor. Para sahibi olacak. İçine iyice yerleşmiş. Yine gelmiş,

“—Yâ Rasûlüllah, bana dua et, dayanamayacağım. Para sahibi olayım, mal mülk sahibi olayım filan diye tekrar...” Peygamber Efendimiz onun üzerine:

“—Yâ Rabbi bu zâtın istediğini ver!” diye, elini açmış, dua etmiş.


Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Habîb-i Edîbi, Rasûlüllah, Rasûl-i Ekrem, en kerim Rasûl, dua etmiş; adamın davarları çifter çifter doğurmağa başlamış. Koyunları artmış, develeri artmış, zenginlik alâmeti belirmiş. Fakat camiye seyrek gelmeğe başlamış. Nerede filanca adam diye sorarmış, yok. Nerede filanca yok...

“—Efendim işte sürüleri çoğaldı da, ot bulmak için civarlarda otlatıyor da, onun için her zaman gelemiyor, arada sırada geliyor filan...” Nihayet haftada bir gelmeğe başlamış. Cumaları gelmeğe başlamış... Nihayet sürüler o kadar çoğalmış ki, Medine’nin otları yetmemiş, otların çok olduğu başka uzak diyarlara gitmeğe

76

başlamış, Peygamber Efendimiz’in sohbetinden kopmuş, o güzel, feyizli muhitten uzaklaşmış, camiye gelemez olmuş, topluca kılması gereken namazları kılamaz olmuş... Cuma namazı da çok mühimdir. Birkaç cuma namazını insan terk ederse, kalbi mühürlenir buyruluyor.

Neticede zekât ayeti inmiş. İşte zenginlerden belli ölçülerle mal sahiplerinden zekât alınacak... Peygamber Efendimiz’in memurları, vazifelendirmiş olduğu kimseler gelmişler o şahsa da:

“—Zekât ayeti indi, herkesten belli ölçüde mal alınıyor. Sen de ne kadar koyunun, deven varsa onlardan şu ölçüler içinde mal vereceksin!” deyince, bir bağırmış, köpürmüş...

“—Ben bunları nelerle kazandım!” mı dedi, artık nasıl dediyse...

Vermemiş zekâtı. Peygamber Efendimiz’in habercisi geldiği halde vermemiş.


Halbuki, düşünecek ki, bu Peygamber Efendimiz’in duası bereketiyle oldu. Hani, “Babası evlâda bir bağ vermiş de, evlat babaya bir salkım üzüm vermemiş!” diye bir söz vardır Türkçe’de. Öyle gibi oluyor yâni. Malın tamamı Peygamber Efendimiz’in duası bereketiyle oluyor da, o Peygamber Efendimiz’in gönderdiği şahsa, Allah’ın emri gereği zekâtı veremiyor. Veren Allah, dua eden Rasûlüllah, isteyen Allah-u Teàlâ Hazretleri, farz kılan, haberi gönderen Rasûlüllah Efendimiz, veremiyor.

İnsanlar, bak nasıl gàfilleşiyor. Nasıl mal arttıkça sevgisi gönlüne yerleşiyor. Fukara çıkartır cebindeki paranın yarısını verir de, zengin veremez. Neden? Paranın sevgisi de yerleşiyor parayla beraber içe. Ben bunu neyle kazandım diyor, veremiyor. O da bir hastalık. Neyse...

Peygamber Efendimiz’den sonra Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk halife oldu. O zaman aklı başına gelmiş herhalde adamın. Zekât malını göndermek istemiş Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e işte benim malımın zekâtı şu kadardır diye.


Şimdi burada da çok mühim bir husus var. Ebû Bekr-i Sıddîk’a

77

Arap kabileleri dediler ki:

“—Biz namaz kılmağa razıyız, namaz kılacağız ama, bu zekâtı alma bizden, zekat vermeyeceğiz!” dediler.

Zekât vermek mala dayanıyor, ötekisi bedene dayanıyor. Oturup kalkacak, namaz kılacak. Ama parayı vermek, malı vermek zor geliyor. İtiraz etmişler. Peygamber Efendimiz’den sonra, böyle zayıf olanlar itirazlar ettiler.

Ebû Bekr-i Sıddîk ümmetin àrif, bilgili, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunan kimse. Bir farzı kabul edip öbür farzı kabul etmemek müslümanlığa sığar mı? Zekât ne? Farz. Namaz kılmak ne? O da farz. Namaz kılacak, zekâtı vermeyecek; bir farzı yapacak, bir farzı yapmayacak... Öyle şey olur mu? Olmaz!

“—Kim Rasûlüllah zamanında ne kadar zekât vermişse, o kadar verecek. Vermeyenle harb ederim!” diyor.

Kâfir oluyor çünkü, farzı inkâr ettiği için. “Harb ederim!” dedi. Bu sözü meşhurdur Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in.


Bu şahıs da zekâtını göndermiş Ebû Bekr-i Sıddîk zamanında ama, Ebû Bekr-i Sıddîk diyor ki:

“—Rasûlüllah’ın almadığı zekâtı ben nasıl alırım? Sen Rasûlüllah istediği zaman vermedin, darılttın, sonra gönderdin Rasûlüllah almadı; ben Rasûlüllah’ın almadığı zekâtı alamam!” diyor.

Bak ondan kabul etmiyor. Demek ki, Ebû Bekr-i Sıddîk para için yapmıyormuş, iman için yapıyormuş öteki tazyikini. Hem o çıkıyor, hem de nasıl Rasûlüllah’a bağlılar... Al dediği yerde alıyor, onun alma dediği yerde almıyor. Kendi bildiğine gitmiyor, Rasûlüllah’a uyuyor.

Bizim için de kurtuluş yolu o... Kendi kafamız doğruyu göremez, gösteremez, Rasûlüllah’ın yolundan gidersek, hak yolu buluruz. Yol nedir? Rasûlüllah’ın ehl-i sünnet ve’l-cemaat yolu. Oradan gidersek kurtuluruz.


Şimdi bu hikâyeyi anlatmamızın sebebi neydi? Çok mal o

78

adama fayda vermedi. Rasûlüllah’ın tavsiyesine uysaydı, bereketli, küçücük, birkaç tane keçisi olurdu, sütünü sağardı, kıt kanaat geçinirdi. Allah’a dua ederdi, camiye gelirdi, Rasûlüllah’ın sohbetinden istifade ederdi... Hepsinden mahrum oldu. Deve sürülerine sahip oldu ama, Allah’ın kulluğundan kovduğu bir kul oldu. Buna çok dikkat etmemiz lâzım! Allah-u Teàlâ Hazretleri bize muhtaç değil. Hâşâ sümme hâşâ!


غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ (آل عمران:٧٩)


(Ganiyyün ani’l-àlemîn) “Alemlerden müstağnî.” (Âl-i İmrân, 3/97) Alemleri o yarattı, biz ona ne sağlayabiliriz? Biz muhtacız. Muhtaç olan biziz.


أَنْتُمْ الْفُقَرَاءُ إِلَى اللََِّّ وَاللََُّّ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ (فاطر:٥١)


(Entümü’l-fukarâu ila’llàh) “Allah’a muhtaç olan sizsiniz.” (Fâtır, 35/15) buyruluyor. Allah’a muhtaç olan bizleriz. Biz yalvaracağız, yakaracağız, gözyaşı dökeceğiz, isteyeceğiz, rızasının yollarını arayacağız ve hangisi hayırlıysa hayırlısını isteyeceğiz.

Bak insan hayırlısını bilemiyor. Mal istiyor, sonunda hayırsız gelebiliyor. Onun için, Allah’ın takdirine rızâ göstermek mühim bir husustur.


d. Takdire Razı Olmak


Bir hikâye daha anlatayım, bu daha iyi hatırda kalsın: Eski zâtlardan birisi şehir şehir gezerken, bir şehirde yakalamışlar: “—Sen casus musun, hırsız mısın, ne idüğü belirsiz adamsın, gel buraya!” demişler.

Onu başka memleketin casusu sanmışlar. Oraya gelmiş hırpânî kılıklı bir insan. Kendisini de tanıtacak bir kimse olmamış. Neticede bunu ölüme mahkûm etmişler:

79

“—Kesin bunun kafasını...” demişler.


Kafası kesileceği zaman, bir insan ne yapar acaba? Allah göstermesin yâni, acaba idamlık bir insan, kafası kesilecek bir insan neler düşünür? Aklı başından gider. Can pazarı, kolay bir şey değil. O demiş ki, kendi kendine:

“—Ey nefsim! Geniş zamanda bu sözü söylerdin, şimdi başın sıkıştı. Söyle bakalım şimdi de, Allah’ın takdirine, kazasına râzı mısın? Bak biraz sonra kafanı kesecekler, öleceksin. Ona da rızan var mı bakalım?” Şöyle dinlemiş içini, gözünü kapatmış... Demek ki, nefsini de ıslah etmiş. Hiç itiraz yok:

“—Ne yapalım, ömrümüz bu kadarmış. Bir yerde nasıl olsa ölüm gelecek. Burada gelsin...”

Nefsi râzı. Hiç itiraz yok. Allah-u Teàlâ Hazretleri onun kafasını kestirtmemiş orada. Kurtulmuş. En son anda:

“—Hadi senin suçsuzluğun anlaşıldı, çık dışarı!” demişler.

Hapisten çıkmış, kafası kesilmekten kurtulmuş. Yemin ediyor:

“—Vallàhi billâhi, kafamın kesilmesinden kurtulduğuma, halâsıma sevinmiyorum; o andaki ihlâsıma seviniyorum hâlâ.” diyor. “O ölüm anında bile nefsim itiraz etmedi ve Allah’ın takdirine rızâ gösterdi ya, ona seviniyorum hâlâ.” diyor. “Halâsıma değil, ihlâsıma seviniyorum.” diyor. “Kurtuluşuma değil, Allah’a karşı kalbimdeki duyguların hoş, güzel, samimi, halis duygu olmasına hâlâ sevinirim.” diyor. Çünkü, tam imtihan yeriydi orası, imtihanı kazandı.


Bak, Allah demek ki, nasıl sıkıştırıp da imtihan ediyor. Canı gidecek gibi oluyor... “Bu da mı başıma gelecekti?” filan dese, kaybedecek imtihanı. Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemize şuur versin, akıl fikir versin; fâil-i hakîkîyi görelim. Hadiselerin arkasında Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin takdiri olduğunu, onun emriyle olduğunu, her şeyin onun tarafından müsaade olarak yapıldığını ve başımıza gelenin onun takdiri olduğunu bilelim; bir rızâ, hoşnutluk haline, Allah-u Teàlâ

80

Hazretleri’ne mutî insan haline bürünelim. İtirazcı insan olmayalım!

Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına bazen hastalık verir. Her zaman baklava börek olmaz ki. Bazen hastalık olur, bazen sıkıntı olur, bazen hapis olur, bazen çoluk çocuğundan ezâ görür, bazen büyüğünden ezâ görür insan; yanlış anlaşılır, iftiraya uğrar... Peygamber Efendimiz iftiraya uğramadı mı? Mecnun dediler, şair dediler, kâhin dediler. “Akşam birisinden dinliyor, sabah söylüyor.” dediler... Rasûlüllah’a dediler bunları.

Ne yapalım, derler. Yâni, her şeyi söylüyorlar insanlara. İnsanların ağzını tutamazsın ki! Kalbine de mâni olamıyorsun, hasetçinin hasedine mâni olamıyorsun, kötü huylunun şeyine...

“—Eh, Mevlâm böyle takdir etmiş.” diye, belâya da sabredeceksin.

Sabredince;


إِنَّ اللَََّّ مَعَ الصَّابِرِينَ (البقرة:٣٥١)


(İnna’llàhe mea’s-sàbirîn) “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153) buyruluyor.

Demek ki, kulun iki yüksek vasfı var:

1. Kazaya rızâ, yâni teslimiyet.

2. Belâya sabır.

İşte bu güzel huya sahip olursa insan, iyi derviş olur, iyi müslüman olur, kâmil müslüman olur. Eh sahip olamazsa? Sahip olamamak çok fena...

(Fe’l-yeltemis rabben sivâi) “Benden başka bir rab arasın kendisine.” diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Çok fena. Yâni, ne yapıp yapıp, o hoşnutluğu elde edeceğiz. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ahkâmına karşı hoşnutluk...

Tabii bu kazadan iki şey çıkar.

1. Senin başına gelen mukadderât, hadiseler, belâlar, sıkıntılar, üzüntüler...

2. Allah’ın kitabı.

81

O da onun hükmü değil mi? Cihadı farz kılmış...

“—Yâ Rabbi niye bana cihadı farz kıldın? Evimde rahatça otursaydım, düşmanın karşısına çıkmasaydım, kılıç vurmasaydın bana, bana kılıç vurmasalardı, yaralanmasaydım, ölmeseydim...” demeyecek.

O işte hüküm.


كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ (البقرة: ١٢٦)


(Kütibe aleykümü’l-kıtâlü ve hüve kürhün leküm) “Hoşunuza gitmediği halde kıtâl, cihad size farz kılındı.” buyruluyor. (Bakara, 2/216) İşte hükmü Allah’ın. Ona da rızâ göstereceksin.

“—Efendim, herkes bankadan şu kadar para alıyor da, bir şeyler yapıyor da, şöyle yapıyor da, şunu da, bunu da...” E faizi yasaklamış Allah! Alın teriyle kazan diyor, bedavadan kazanma diyor. Paran çalışsın, sen oturduğun yerden onu ye... Öyle şey yok! İslâm’da çalışmak var. Kimsenin ensesinden, sırtından, emeğinden istifade yok. Herkes çalışacak.


Peygamber Efendimiz ile ashabı anlaşmışlardı:

“—Kimseden bir şey istemeyin!” buyurmuş.

Devenin üstüne çıkmışken, iki buçuk metre yüksekliğe, kamçısı düşse, inip kendisi alırmış.

“—Şunu alıver kardeşim, uzatıver!” demezmiş.

Kimseden bir şey istemeyeceğim diye... Müslüman öyle onurludur, o kadar hakka hukuka dikkat eder, riâyet eder, kimsenin sırtından geçinmez, bedavadan geçinmez.

Eski büyük mutasavvıflar, büyük şeyhler... Hepsi kendisinin elinin emeğiyle geçinmiş. Dâvud AS peygamber, zırh yaparmış, onu satarmış. Ahmed-i Yesevî Hazretleri kaşık yaparmış. Kaşık yontarmış tahtadan… Eşeğinin heybesine koyarmış, tenezzül edip, pazara gidip kendisi satmazmış. Eşeğini dehlermiş, eşek pazara gider dolaşırmış. Kaşıkları görenler, beğenenler bir miktar para koyarlarmış, kaşıklardan alırlarmış. Ne kadar para geldiyse,

82

onun da bir kısmını kendisi yermiş, gerisini fukaraya dağıtırmış.

Niye tasavvufu seviyor bu zamane insanları? Niye Yunus Emre’yi seviyor, niye meşâyih deyince aklı başından gidiyor? Öyle isbatlamışlar. Öyle onun bunun cebinden, kesesinden, parasından pulundan istifade et, yaşa, yan gel, göbeğini büyüt... Öyle yapmamışlar. Hizmet etmişler. Allah’ın kullarına, Allah rızası için hizmet etmişler. Kimseden bir şey almayı uygun görmemişler, alınlarının teriyle kazanmışlar.


Birisini anlattılar bizim Anadolu’muzda: Kendisi gidermiş, öküze bile sürdürmezmiş tarlayı. Kendisi tarlayı çapalarmış. Tohumu kendisi ekermiş. Kendisi biçermiş. Buğdayı kendisi harmanlarmış. Buğdayı el değirmeninde kendisi öğütürmüş, kendisi yoğururmuş, kendisi ekmek yaparmış, öyle yermiş. Helâl olsun diye, hak geçmesin diye...

E o kadar yapamayız. Biz fırından alıyoruz. Kazanıyoruz, ihtiyaçlarımıza harcıyoruz ama, helâlinden kazanmağa da dikkat ederiz. Merde namerde Allah kimseyi muhtaç etmesin... Kendimizin helâl birkaç lokması, başkalarının milyonlarından daha hayırlıdır. Ne olacak? Bu bereketli yolun birinci şartı helâl lokmadır. Lokması helâl oldu mu, arkasından her şeyi güzel gider insanın.


Kazaya rızayı inşâallah anlatabilmişimdir. Anlamak var, anlamaktan sonra bir de tatbik etmek var. Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisinin kazasına, hükmüne rızayı bize nasib eylesin... Ahkâm-ı şer’iyyesine uymayı bize nasib eylesin... Kur’an- ı Kerim’in hükümleri bize ağır gelmesin. Din-i mübînin hükümleri bize ağır gelmesin.

“—Efendim, ‘Geceleyin kalk, namaz kıl!’ diyor...” Kalkıverelim! “—Malından şu kadarını ayır, zekât ver!” diyor.

Veriverelim, ne olur?

Hepsini Allah vermedi mi? Feda olsun Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yolunda malımız, canımız!

83

İkinci hadis-i şerif de bunun bir başka rivayeti. Hocamız Rh.A, böyle birbirine benzeyen hadisleri niye iki defa peş peşe yazmış? “İşte bakın, bu söze itimadınız tam olsun, çünkü başka yerden de rivâyet edilmiş, sağlam.” demek oluyor.

Bu ikinci hadis-i şerifin de kısaca mânâsını söyleyelim! Kelimeler biraz değişiyor:22


قَالَ اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِي وَقَدَرِي ، فَلْيَلْتَمِسْ رَبًّا غَيْرِي (هب. وابن النجار عن أيس)


RE. 327/2 (Kàle’llàhu azze ve celle) “Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: (Men lem yerda bi-kadâî ve kaderî) Benim hükmüme, kaderime, takdirime, mukadderâtıma râzı olmayan, (felyeltemis rabben gayrî” benden gayrı bir rab bulsun kendine!”

Orada sivâî diyordu, burada gayrî diyor. Kelime değişiyor, mânâ aynı.


e. Beş Yılda Bir Hac veya Umre


Geçelim üçüncü hadis-i şerife o halde:23



22 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.218, no:200; İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.IV, s.167, no:410; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.173, no:482; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.892, no:1898; Câmiü’l- Ehàdîs, c.XV, s.74, no:15012.

23 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.IX, s.16, no:3703; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.II, s.304, no:1031; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.483, no:4133; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.262, no:10172; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VIII, s.318, no:4414; İbn- i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.63, no:612; Dâra Kutnî, İlel, c.XI, s.309, no:2303; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.

Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.262, no:10173; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.78, no:926; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.206, no:737; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXIV, s.38, Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.5, s.28, no:11857, 11858; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.24, no:38; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.277, no:7296.

84

قَالَ اللَُّ تَعَالٰى: إِنَّ عَبْدًا أَصْحَحْتُ جِسْمَهُ، وَوَسَّعْتُ عَلَيْهِ فِي


رِزْقِهِ، لاَ يَفِدُ إِلَيَّ فِي كُلِّ خَمْسَةِ أَعْوَامٍ، لَمَحْرُومٌ (عد. كر. ق. عن أبي هريرة)


RE. 327/3 (Kàle’llàhu teàlâ: İnne abden ashahtü lehû cismehû, ve vessa’tü aleyhi fî rızkihî, lâ yefidu ileyye fî külli hamseti a’vâmin, lemahrûm.)

Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurdu:

“—Bir kul ki, ben onun vücudunu sıhhatli eyledim, rızkını da bol eyledim. Bu sıhhatine, bu rızık bolluğuna, zenginliğine rağmen, hiç olmazsa beş senede bir bana gelmiyor; o mahrumdur.”

Yâni, hem bu dünyada akıldan, iz’andan, irfândan, güzel dindarlıktan nasibi yoktur, hem de ahirette eline bir şey geçmeyecek demek; yâni, mahrum kalacak birçok hayırlardan

demek.

Nedir bu Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne gitmek? Hac... Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne gitmekten murat burada, haccetmek, umre yapmak. Demek ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri zengin, sıhhatli, güçlü kuvvetli bir insanın, hiç olmazsa beş senede bir haccetmesini seviyor. Buradan onu çıkartacağız.


Bu aynı zamanda neye cevap oluyor? Bazı kimseler diyorlar ki:

“—Parası varsa bir defa hacca gittiyse, ondan sonra gitmesin; burada çeşme yaptırsın, hastane yaptırsın, mektep yaptırsın filan...”

Bu işlerin tanzimi ona buna kalmış değil. Allah-u Teàlâ Hazretleri böyle buyurmuşsa, böyle yapacağız. Bu şahıs oraya gittikten sonra, gelince gene çeşmesini de yapar. Çünkü oraya gidince, insanın imanı takviye oluyor. Oraya gidince günahları affoluyor. Oraya gidince insanda değişiklik oluyor.

Neden bu kadar zengin var, hayrı hasenâtı yapmıyor da hacı

85

efendiler yapıyor? İnsan değişince hayır yapmağa başlıyor. Veremiyor ötekisi parayı. Verse hiç bir şey olmaz, hiç ziyan gelmez ama, veremiyor. Parası mı yok? Parası çok... Sekiz tane, dokuz tane televizyonu oluyor evinde. Bir yazlık evi oluyor, bir kışlık evi oluyor, bir yazlık arabası oluyor, bir kışlık arabası oluyor, şu kadar apartmanı oluyor... Vermeğe gelince veremiyor. Ama oraya gidince, dünyanın ahiretin mânâsını anlıyor; imanı kuvvetleniyor. İmanı kuvvetlendi mi, insan malını da veriyor, canını da veriyor.

Onun için engellemeyelim! Aklımızın ermediği şeye mâni olmayalım! Bak Allah-u Teàlâ Hazretleri seviyor. Hiç olmazsa, beş senede bir kulu gelsin istiyor. E Allah-u Teàlâ böyle işaret buyururken hadis-i şerifte, bize şimdi yapma demek düşer mi?

Demek ki, fırsat oldukça bu hac umre ziyaretini yapmak lâzım! O mânâ çıkıyor buradan.

Diğer hadis-i şerife geçiyoruz.


f. Allah’ı Zikir ve Şükür


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:24


قالَ اللَُّ تَعَالٰى: يَا ابْنَ آدَمَ ! إِنَّكَ مَا ذَكَرْتَنِي، شَكَرْتَنِي؛ وَإِذَا نَسِيتَنِي، (خط. كر. عن أبي هريرة، وفيه المعلى منكر)


RE. 327/4 (Kàle’llàhu teàlâ: Ye’bne âdem! İnneke mâ zekertenî şekertenî, ve mâ neseytenî kefertenî) Sadaka rasûlü’llah. Bu hadis-i şerif Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni zikretmekle ilgili. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni zikretmekle ilgili, beş yüz kadar hadis- i şerif topladım.



24 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VII, s.200, no:7265; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.IV, s.338; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.324; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.10, no:6369; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXV, s.336; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.181, no:4491; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.668, no:1915; c.III, s.462, no:6427; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.70, no:15000.

86

Kimisi bundan çok yan çiziyor, yapmak istemiyor. Kim yapmak istemiyor? Tabii böyle, sizin gibi kimseleri müstesnâ tutuyorum da, biraz mürekkep yalamış kimseler var, mektep medrese görmüş kimseler... Allaah! Onu yanaştırıncaya kadar, insan akla karayı seçiyor. Bin bir dereden su getiriyor, çare buluyor, bahane buluyor, zikretmekten kaçıyor. Bak burada ne diyor: (Kàle’llàhu) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki... Hadis tabii. Peygamber Efendimiz nakletmiş ashabına. Bu ifadeyle nakletmiş. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:

(Ye’bne âdem) “Ey Ademoğlu!” Hepimiz Hazret-i Âdem AS’ın çocukları değil miyiz? Yâni, ey insanlar demek. “Ey Ademoğlu! (İnneke mâ zekertenî, şekertenî) Sen beni zikrettiğin müddetçe, bana şükretmiş demeksin. Sen beni zikirde bulundukça, zikre devam ettikçe, bana şükrünü eda ediyorsun demektir. (Ve mâ neseytenî) Beni unuttuğun zamanca da, (kefertenî) bana kâfir oluyorsun, küfrân-ı nimette bulunuyorsun demektir.”

87

Bak ne kadar ince... Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri insana çeşitli nimetler veriyor. Bu nimetlere şükretmeyi bize emretmiş. Ekmek vermiş; “—Çok şükür yâ Rabbi, bak bugün karnım doydu.” diyoruz.

Sıhhat vermiş; e gözsüzü görüyoruz, elsizi, ayaksızı görüyoruz, sıhhatsizi görüyoruz, amansız hastalıklara tutulmuş olanlar var...

“—Çok şükür yâ Rabbi, bana sıhhat verdin!” diyoruz...

Çoluksuz çocuksuz insanları görüyoruz; “—El-hamdü lillâh, bak çoluk çocuk verdin yâ Rabbi!” diyoruz...

Kâfirleri görüyoruz; “—El-hamdü lillâh yâ Rabbi, bak iman nasib etmişsin, çok şükür!” diyoruz.

Çeşit çeşit diyarları geziyoruz; kimisi güneşin altında çatır çatır yanar, kimisi buzların altında tıkır tıkır donar... “El-hamdü lillâh bize güzel bir memleket nasib etmişsin!” diyoruz. Yâni nimetlerine şükrediyoruz.

Nimetlerinin kadrini kıymetini bilmeyip de, böyle burnunun doğrusuna giden insan da, küfrân-ı nimette bulunmuş oluyor.


Pekiyi şükür nasıl olacak? “Çok şükür yâ Rabbi, el-hamdü lillâh!” deyince bitiyor mu iş? Bak burada işte onun inceliğini bildiriyor. Bu hadis-i şerifi onun için hatırımızda çok iyi tutalım:

“—Beni zikrettiğin müddetçe, bana şükrediyorsun demektir.” diyor.

Zikrinde olduğumuz müddetçe, “Allah, Allah, Allah...” dediğimiz müddetçe, “Lâ ilàhe illa’llàh, Lâ ilàhe illa’llàh, Lâ ilàhe illa’llàh” dediğimiz müddetçe, Allah’a şükrediyoruz demektir. Zikrini unuttuğumuz müddetçe de, küfrân-ı nimette bulunuyoruz demektir. Onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni çok zikredin! “—E hocam bu nasıl şey? Bu zikretmenin bizim duyduğumuz kadarıyla herkes aleyhinde bulunuyor, hu çekenler filanca yerde yakalanmış, falanca yerde şöyle olmuş, böyle olmuş...” İlgisi yok. Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de

88

buyuruyor ki:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَََّّ ذِكْرًا كَثِيرًا (الأحزاب:١٤)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikran kesîrâ) “Ey iman edenler! Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni çok zikredin!” (Ahzâb, 33/41) diye Kur’an-ı Kerim’in emri.

Ayıplayan? Ayıplayana bakma sen! O ayıplayan, bizi namaz kıldığımız için de ayıplıyor. Hacca gittiğimiz için de ayıplıyor. İslâm’ın her emrini yaptığımız için de ayıplıyor. Bizi aptal yerine koyuyor:

“—Bunlar dünyadan anlamazlar. Yaşamasını bilmezler bunlar!

Halbuki Boğaziçi’nde de ne sefalı yerler var, oh masaların başına geçersin, ne oteller var, ne eğlenceler var... Bunların dar bir dünyaları var, dünyadan haberleri yok, zevkleri tatmamışlar ki, bilsinler zavallılar.” diyor.

Bize acıyarak bakıyor yâni. Dünyanın zevklerine daldığı için, sanıyor ki biz o zevkleri bilmiyoruz... Halbuki biz o zevkleri de biliyoruz, onlardan daha ötekileri de biliyoruz. Onların görmediklerini de, duymadıklarını duyuyoruz, görüyoruz Avrupa’da olanları, bitenleri... Ama bildiğimiz halde onları istemiyoruz.


Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rızasını istiyoruz. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bizi sevmesini istiyoruz. Allah’ın rızası olmayan nimet, başlarına çalınsın! İstemiyoruz yâni, onları nimet saymıyoruz biz. Onu anlamıyor, o bize acıyor, biz ona acıyoruz. İşte sonunda kimin haklı olduğu belli olacak. Kimin doğru yolda olduğu belli olacak ama, onlar bizim yolumuzu bilmiyorlar. Biz onların yolunu bildiğimiz halde, bu yolu tercih ettiğimiz için bizim haklılığımız belli. Biz onların yolunu bilmesek...

Ben onların yolunu onlar kadar güzel bilirim. Sayarım dökerim... Ama gelsin hadi bakalım, o benim bildiğim şeyleri saysın döksün... Bilmez! Ne imandan haberi var, ne Kur’an’dan

89

haberi var, ne dünyadan haberi var, ne ahiretten haberi var... Ot gibi, hayvan gibi yaşıyor, gelip geçecek. Sonradan ya anlayacak, ya anlamayacak. Bir kısmı anlıyor, doğru yola geliyor. Allah ıslah etsin... İnşâallah onlar da doğru yola gelirler.


Bize de vazife düşüyor. Bize de tebliğ vazifesi düşüyor. Bize de onlara elimizden geldiği kadar bildirmek düşüyor.

“—Efendim ben şimdi Kadıköy’deki insana, Taksim’deki insana, falanca boğazdaki insana nasıl anlatayım?” Ona anlatamazsın ama, komşuna anlatamaz mısın? Çoluk çocuğuna, akrabana anlatamaz mısın, yakınlarından ille bir senin hatırını sayıp da sözünü dinleyen insan yok mu? Var. Ona söyleyeceğiz. Herkes gücünün yettiği çevreye söyleyecek ki İslâmiyet duyulsun. Hiç kimsenin, “Ben duymadım ki yâ Rabbi!” diye itiraza mecali kalmasın.

Çünkü biz şahit tutulacak bir ümmetiz. Biz şahit olacağız, Rasûlüllah da bize şahit olacak. Ayet-i kerimelerde böyle bildiriliyor:


وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ


الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدً ا(البقرة: ٣٤١)


(Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vesatan li-tekûnû şühedâe ale’n-nâsi ve yekûne’r-rasûlü aleyküm şehîden) [İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için, sizi mutedil bir millet kıldık.] (Bakara, 2/143) Biz tüm insanlara şahit olacağız. O insanlar itiraz edince; “—Bak Ümmet-i Muhammed doğru yolu buldu. Sizin o zaman aklınız neredeydi?” diyecekler.


Onun için, biz de vazifemizi bilelim! Hayatta bir tek kârlı iş var: Başkalarının doğru yola girmesine çalışmak... Çünkü, bir insan doğru yola girdi mi, onun yaptığı bütün hayırlar senin

90

defterine de yazılacak. Onun için, gece gündüz bir adamı göze kestirip, onu işlememiz lâzım, onu hak yola çekmemiz lâzım! Mes’ud olacak, cennete girecek; istemez misin?

Bir fakire çıkartıp bir on bin lira para versen, sevine sevine gittiğini, fırından sıcak bir ekmek aldığını, sırtına yeni bir şey aldığını, Allah senden râzı olsun dediğini filan görsen, hoşlanmaz mısın? O adam cennete girecek. İstemez misin cennete girmesini? Cehennemde yanmasını ister misin? Gözünün önünde bir kimsenin cayır cayır yanmasına râzı olur musun? Olmazsın. Hele o senin kardeşinse, amcazadense, akrabansa, hemşerinse, sevdiğin bir kimseyse... Hiç râzı olmazsın.

Olmayacak mı, kâfirler cehenneme gitmeyecek mi? Hiç şüphe yok. Kâfir cehenneme gidecek, mü’min cennete gidecek. E peki, onun kâfirlik yolunda gittiğini görüyorsun da, acımıyor musun? O halde sevdiklerimizin yakasına yapışacağız, eline yapışacağız. “Gel kardeşim, bak bu dünyanın bir de bu tarafı var. İhtiyarlık var, hastalık var, ölüm var, ölümden sonrası var...” diye, bize de vazife düşüyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri iyi kul olmayı bize nasib etsin... İslâm için de çalışmayı nasib etsin...

Demek ki, zikir ile şükür olmuş oluyor. Unutmak ile kâfirlik olmuş oluyor, küfrân-ı nimet olmuş oluyor.


g. Hastalığa Sabretmenin Karşılığı


Diğer hadis-i şerif:25


قَالَ اللَُّ تَعَالٰى: إِذَا ابْتَلَيْتُ عَبْداً مِنْ عِبَادِي مُؤْمِنا، فَحَمِدَنِي



25 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.123, no:17159; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VII, s.279, no:7136; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IX, s.309; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.154, no:1097; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXVI, s.177; Şeddad ibn-i Evs RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.32, no:3811; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.548, no:6669; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.16, no:13; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.39, no:14917.

91

وَصَبَرَ عَلَى مَا بْتلَيْتُهُ فَإِنَّهُ يَقُومُ مِنْ مَضْجَ عِهِ ذلِكَ كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ


أُمُّهُ مِنَ الخَطَايَا ؛ وَيَقُولُ الرَّبُّ لِلْحَفَظَةِ: إِنِّي أَنَا قيَّدْتُ عَبْدِي


هذَا وَابْتَلَيْتُهُ فَأَجْرُوا لَهُ مَاكُنْتُمْ تُجْرُونَ لَهُ قَبْلَ ذلِكَ مِنَ الأَجْرِ


وَهُوَ صَحِيحٌ (حم. ع. طب. كر. حل. عن شداد بن أوس)


RE. 327/5 (Kàle’llàhu azze ve celle: İze’bteleytü abden min ibâdî mü’minen, ve hamidenî, ve sabara alâ me’bteleytühû, feinnehû yekùmu min madceihî zâlike, keyevmi veledethü ümmühû mine’l- hatâyâ; ve yekulü’r-rabbü lil-hafazati: İnnî kad kayyedtü abdî hâzâ ve’bteleytühû, feecrû lehû mâ küntüm tücrûnene lehû kable zâlike mine’l-ecri ve hüve sahîh) Bu uzun hadis-i şerif, hastalıkla ilgili bir hadis-i şeriftir. Allah- u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:

“—Ben kullarımdan mü’min bir kulu bir hastalığa mübtelâ ettiğimde o bana hamd etmişse, benim ona mübtelâ kıldığım, verdiğim o hastalığa sabretmişse, o kimse o hastalık için uzanmış olduğu yatağından, hastalığı geçip de kalkarken, anasının doğduğu gün nasıl hatasız ise, hatalardan öyle temizlenmiş olarak kalkar. Günahlardan öyle temizlenmiş olarak kalkar.”

Ve Allah-u Teàlâ Hazretleri, hafaza meleklerine, kulların amellerini yazan meleklere emreder, buyurur ki:

“—Ben bu kulumu mübtelâ ettim, ona çeşitli sıkıntılar verdim. O eski hizmetlerini yapamaz hale geldi. Siz onun sıhhatliyken yapmış olduğu bütün hayırlı ibadetleri, hayırları yapıyormuş gibi ona ecir yazın!” buyurur.

Yâni yatağında yatarken, evvelce yapmış olduğu ibadetleri yapıyor gibi ecir yazmasını meleklere emreder.


Buna benzer pek çok hadis-i şerif daha önceki derslerde

92

geçmişti. Az önce de bir münasebetle size söylemiştim. Bir kul hastalanınca o halde nasıl ......? Hamd edecek Allah’a. Yâ Rabbi her hale hamd ü senâlar olsun, sana hamd ü senâlar ederiz diyecek. Sabredecek, tahammül edecek, onun Allah’tan geldiğini bilecek. O zaman günahları affoluyor.

İnsanın günahlarının affolması, mağfiret olması kolay bir şey değil. Dünya kadar günahla gidecek insanlar ahirete. Hesabı görülecek ve o günahlardan dolayı cehennemde azap görecek. Günahlardan temizlenmek çok mühim bir şey yâni. Çok kıymetli

bir şey. Ve bir hasta böyle sabrederse, Allah’tan geldiğini bilip, Allah’a hamd ederek, sabrederek, tahammül göstererek, feryâd ü figân etmeden takdire rızâ göstererek, itiraz etmeden hastalığı geçirirse; iyi olunca anasından doğduğu gün nasıl defter-i a’mâli günahlardan tertemiz ise... Küçük bebeğin günahı olur mu? Bir şey işlemedi ki günahı olsun, daha aklı yok zavallı bebeğin. İşte onun gibi defteri pâk olur. Tertemiz olur.

Hasta olan kimseleri ziyaret ettiğiniz zaman, bu hadis-i şerifi hastalara söylersiniz.


h. Göze Sabretmenin Karşılığı


Bu, gözleri görmeyen insanlarla ilgili bir hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz naklediyor, buyuruyor ki:26


قَالَ اللَُّ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ سَلبْتُ كَرَيمَتَيْهِ عَوَضْتُهُ مِنْهُمَا الْجَنَّةِ (طب. عن جرير)




26 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.303, no:2263; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.365, no:5571; Ukaylî, Duafâ, c.I, s.314, no:386; Cerîr RA’dan;

Lafız farkıyla: Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.53, no:5751; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.VI, s.160; Hz. Aişe RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.42, no:3843; Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.504, no:6543; Münâvî, el-Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.66, no:147; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.73, no:15007.

93

RE. 327/6 (Kàle’llàhu azze ve celle: Men selebtü kerîmeteyhi avadtühû minhüme’l-cenneh)

“Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: Ben bir kimsenin iki gözünü almışsam, ona o iki gözünün mukabilinde cenneti veririm.”

Demek ki, insanın gözüne bir hastalık geldi, gözü görmez oluverdi... O gözlerinin görmez olmasına feryâd ü figân etmeyecek. Onun karşılığında cenneti vaad ediyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Kıymetli bir uzuv olduğu için göz, onun gitmesine, onun alınmasına tahammülün mukabili cennet.


i. Oruç Bir Kalkandır


Bu hadis-i şerif oruçla ilgili. “Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki” diyor Peygamber SAS Efendimiz:27


قَالَ اللَُّ تَعَالٰى: اَلصِّيَامُ جُنَّةٌ ، يَسْتَجِنُّ بِهَا الْعَبْدُ مِنَ النَّارِ؛ هُوَ لِي،


وَأَنَا أَجْزِي بِهِ (حم. هب. عن جابر)


RE. 327/7 (Kàle’llahu azze ve celle: Es-sıyâmü cünnetün, yestecinnü bihi’l-abdü mine’n-nâr; ve hüve lî, ve ene ecziü bihi)

(Es-sıyâmü cünnetün) “Oruç bir kalkandır ki, (yestecinnü bihi’l- abdü mine’n-nâr) kul bu kalkan ile kendisini cehennem ateşinden korur. Oruç bir siperdir, bir kalkandır ki, kul onunla kendisini cehennem ateşinden korur.” Yâni, “Oruç tutan kimse cehennem ateşinin tesirine mâruz kalmaz, kurtulur, cehenneme düşmez.” demek. (Ve hüve lî, ve ene eczî bihî) “Oruç benim içindir ve onun mükâfâtını ben vereceğim!” Oruç çok kıymetli bir ibadettir. Her ibadetin belli bir karşılığı



27 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.396, no:15299; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.III, s.294, no:3582; Câbir RA’dan.

Mecmaü’z-Zevâid, c.III, s.418, no:5077; Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.721, no:23611.

94

vardır. İyilik on misliyle mükâfatlandırılır. Yapılışındaki ihlâsa göre yedi yüz misli sevap verilir. Fakat oruçluların sevabı hesabın üstündedir, hesaba sığmaz tarzdadır:


إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ(الزمر:٠١)


(İnnemâ yüveffe’s-sâbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb) [Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.) (Zümer, 39/10)

Allah rızası için yemekten, içmekten, arzularından, sabrettiklerinden dolayı, oruçluların hesabı yok. Yâni ne kadar güzel sabretmişse, yedi yüz de olur, yedi bin de olur, yetmiş bin de olur, daha fazla da olur... O hesaba girmiyor.

Oruç yalnız Ramazan’da olmaz. Ramazan’ın dışında da, Peygamber Efendimiz pazartesi, perşembe günleri oruç tutardı. Bunu tavsiye ederim size... Sonra Receb’de, Şa’ban’da, Muharrem’de, Zilhicce’de oruçlar vardır. O oruçları tutarsınız.


Bir de şu noktaya dikkat edin ki, orucun bu kadar kıymetli olmasının sebebi, Allah rızası için insanın nefsânî arzularından vazgeçebilmesidir. Kendine hakim oluyor da, istediği şeyleri yapmıyor, onun için ecir bu kadar yüksek oluyor.

Onun için, nefse hakim olmağa çok dikkat edelim! Nefislerimize, kendi içimize hakim olmağa çok dikkat edelim! İçimizden her gelen arzunun önünde, selin üstündeki çöp gibi sürüklenip gitmeyelim!

“—Bugün sinemaya gitmek istedi canım...” Canın istedi ama, sabret biraz.

“—Efendim bugün filanca arkadaşla gidip, filanca yerde, felekten bir kâm olmak istedi canım...”

İstedi ama günah ya... Sabret! İşte onun gibi, nefsin arzularının karşısına çıkmaktan dolayı oluyor, o orucun sevabı.


Onun için, nefisle cihad etmeğe, nefsin kötü arzularının karşısına çıkmağa fazlaca gayret sarf edin ki, bu büyük cihaddır,

95

en büyük cihaddır. Düşmanla çarpışmak küçük cihaddır, nefsin arzularıyla çarpışmak daha büyük cihaddır. Çünkü nefsin arzuları hakikaten çok zorludur. İnsanın kendisinin kendi isteğini yenmesi kadar zor şey yoktur.

Şöyle bir düşünün, sabahleyin, uykunuz çok, sabah namazına kalkacaksınız... Veyahut sabah namazına kalkarsınız da, teheccüde kalkacaksınız... Nasıl zorlar nefis. Biliyorsunuz sevabını ama, kalkamazsınız. Çünkü, nefsin istediği bir şeyi yenmek zor. Ama insan çalışa çalışa, nefsin arzusu ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yenmeyi öğrenir. İşte o yenmeyi öğrendiği zaman da, onun ecri büyük cihad ecri gibi oluyor. Yâni, düşmanla çarpışmanın ecri gibi oluyor.

Nefsi bilin, nefsin kötü arzularını bilin, nefsin kötü arzularının karşısında dayanmasını, direnmesini, onları yenmesini bilin! Allah-u Teàlâ Hazretleri büyük ecirlere sizleri de bizleri de nâil eylesin...


j. Cennetin Nimetleri


Diğer hadis-i şerif:28


قَالَ اللَُّتَبَارَكَ وتَعَالٰى: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ،



28 Buhàrî, Sahîh, c.III, s.1185, no:3072; Müslim, Sahîh, c.IV, s.2174, no:2824; Tirmizî, Sünen, c.V, s.346, no:3197; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1447, no:4328; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.313, no:8128; Dârimî, Sünen, c.II, s.432, no:2828; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.91, no:369; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.177, no:1637; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.53, no:51; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XI, s.159, no:6276; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.416, no:20874; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VII, s.30, no:33974; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.346, no:382; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.317, no:11085; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IX, s.26; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.93, no:135; Hamîdî, Müsned, c.II, s.480, no:1133; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.77, no:273; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.73, no:121; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LI, s.27, no:5885; Ebû Hüreyre RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1188, no:43069 ve s.1205, no:43119; Münâvî, el- Ehàdîsü’l-Kudsiyye, c.I, s.21, no:29; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XV, s.45, no:14931.

96

وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلٰى قَلْبِ بَشَرٍ (حم . خ . م . ه. ت. عن أبي هريرة؛ وابن جرير عن أبي سعيد وقتادة مرسلَ)


RE. 327/8 (Kàle’llàhu tebâreke ve teàlâ: A’dedtü li-ibâdiye’s- sàlihîne mâ lâ aynün raet, ve lâ üzünün semiat, ve lâ hatara alâ kalbi beşer) Sadaka rasû’lüllàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl. Bu hadis-i şerif cennetle ilgili. Peygamber SAS Efendimiz naklederek buyuruyor ki:

“Allah Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri buyurdu ki: Ben sàlih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç bir beşerin gönlüne doğmamış olan nimetler hazırladım.” Yâni, bizim gördüğümüz gül var, sümbül var, bahçe var, çayır var, çimen var; baklava var, börek var, kaymak var, tatlılar var, manzaralar var... vs. Bunlar bizim gördüğümüz şeyler. İşittiklerimiz var; dünyanın filanca yeri şu kadar güzel yermiş, denizi şöyle manzaralıymış, gölleri şöyle safâlıymış, suları şöyle tatlıymış, çiçekler şöyle açarmış, ağaçlar böyle kokarmış... İşittiklerimiz var. Cennette Allah-u Teàlâ Hazretleri gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hatırına, hayaline de sığmayacak olan nimetler hazırlamış. Kimler için? (Li-ibâdiye’s- sàlihîn) Sàlih kullar için.

Sàlih kul ne demek? Salâh sahibi, iyi kul demek. Yâni, Allah’ın emrine uymuş, içinde fısk u fesât yok, bozukluk yok, halis muhlis, Allah’a teslim olmuş, Allah’ın yolunda giden kul demek.

Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi sàlih kullardan eylesin. Sàlihlerle beraber haşr eylesin. Dünyada âhirette, Lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. zümresinden eylesin…

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


21. 02. 1982 - İskenderpaşa

97
03. İYİLİĞİN KARŞILIĞI