11. GÜZEL AHLÂK (İSKENDERPAŞA’DA SON SOHBET)
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hàlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruûsinâ ve üsvetine’l- haseneti muhammedini’l-mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...
Emmâ ba’du fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesetin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasili ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme, ennehû kàl:
إِنَّ أَحْسَنَ الْحَسَنِ الْخُلُقُ الْحَسَنُ (المستغفرى فى المسلسلات، كر. وابن النجار عن الحسن السمتى عن حسن بن على)
RE. 112/9 (İnne ahsene’l-hüsni el-hulüku’l-hasen.)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemà kàl.
Aziz ve sevgili, değerli kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne sonsuz hamd ü senâlar olsun... Bizi yoktan var etti, varlığından haberdar etti, çeşitli nimetlerine mazhar etti. Nimetlerini üzerimizde dâim eylesin... Üzerimizde olan nimetlerini, bizi kusur işleme durumuna düşürüp de ceza olarak üzerimizden almasın... Bizi yolunda dâim, ibadetine müdavim eylesin... Sonunda huzuruna sevdiği, râzı olduğu kul olarak varmamızı, cennetiyle cemaliyle müşerref olmamızı nasib eylesin...
a. Bugün Önemli Bir Gün
Bugün fevkalâde sevinçli bir anlamlı günde bulunuyoruz. Çünkü, bu konuşmamız şu anda, televizyondan canlı olarak izlenebilecek bir imkâna kavuşmuş bulunuyor. Şu anda —Allah’a hamd ü senâlar olsun— hem caminin içindeki insanlar, hem de televizyonumuzu, Ak-Televizyonumuzu seyredenler bu konuşmayı duyabiliyorlar. Bu büyük bir gelişmedir. Çok büyük bir nimettir. Nimetin şükrü eda edilirse, Allah nimeti artırır. Çok şükürler olsun, hamd ü senâlar olsun, Allah bize bu günleri gösterdi.
Camimizde vaaz ederken, camimiz yetmediğinden; sesimiz daha iyi duyulsun, sözümüz daha iyi anlaşılsın diye dergiler çıkarmaya başladık. Dergilerimiz Türkiye’nin en sevimli, en saygın, en güzel, en uzun ömürlü, en devamlı dergileri oldu. Kıyamete kadar payidar olsun, devamlı olsun... Bu dergileri okumanızı, okutmanızı ayrıca rica ederim.
Dergilerle konuşmalarımız, fikirlerimiz, İslâm’ın emirleri, Kur’an’ın emirleri, Rasûlüllah SAS’in emirleri daha geniş kardeşlerimize duyurulmuş, kitlelere ulaştırılmış oldu.
Ondan sonra, Ak-Radyomuzu kurduk. Sayenizde kuruldu, sizlerle kuruldu, beraberce kurduk. Ak-Radyomuz bugün yüz ellinin üstünde yansıtıcıyla, yüzlerce yayın imkânıyla yerleşim merkezlerinden izlenebiliyor. Ayrıca, uzaydan yayın yaptığı için, çanak anteni olan herkes; Avrupa’dan, Norveç’ten, İsveç’ten, Danimarka’dan, Almanya’dan, Suudî Arabistan’dan Orta Asya’ya kadar herkes Ak-Radyomuzu dinleyebiliyor. Dünyanın en çok dinlenen radyoları durumuna geldik. Allah’ın çok büyük lütfu bu ve en beğenilen, en seviyeli, en nezîh, en güzel yayınlar yapmaya başladık.
Biliyorsunuz, biz her şeyin Allah’ın rızasına uygun olmasını istiyoruz. Dinimiz öyle istediği için, her şeyi öyle yapmak istiyoruz biz de... Her yaptığımız iş Allah’ın rızasına uygun olsun diyoruz. Meselâ, şu rozet de başka bir şeyin rozeti değildir. Burada da:
إِلٰهِي أَنْتَ مَقْصُودِي، وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي
(İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi! Benim amacım senin rızanı kazanmaktır, ben onu istiyorum. Seni
istiyorum, senin rızanı istiyorum!” yazıyor.
Demek ki, amacımız bu... Çok büyük bir başarı bu... Yâni, devletlerin başaramayacağı şeyi —el-hamdü lillâh— Allah bize nasib etti; duyuluyor.
Şimdi Ak-Televizyon’umuz küçük bir filiz... Küçücük bir filiz... O sadece Marmara Bölgesi’nin bazı yerlerinden izlenebiliyor. İstanbul’un her yerinden seyredilemiyor. Çünkü çıkış tàkatimiz az. 200 Wat’lık bir güçle çıkış olunca, başka yayınlar bizi bastırıyor. Bir de önüne bir engel geldiği zaman, engelin öbür tarafına görüntü gidemediğinden birçok yerden yayın yapılması lâzım geliyor. Onları sağlayacağız, el birliği ile inşâallah sağlayacağız.
Çünkü bu, hayrın sevabının kat kat artırılması demektir. Camideki şu konuşmamızı iki bin kişi dinliyorsa, televizyondan yayınladığımız zaman iki milyon kişi dinleyecek, yirmi milyon kişi dinleyecek. Bir de bantlardan zaman zaman, tekrar tekrar dinlenecek; bunun sevabının büyüklüğünü düşünün! Yâni, bir insan bir cami yaptırdı mı, içinde namaz kılanların sevabı yaptırana veriliyor. Bu işin sevabı çok...
Onun için, benim biraz gözlerim yaşardı demin şu kâğıdı okuyunca. İçine kardeşimiz bir mektup koymuş. Bu bizim radyo ve televizyon çalışmalarını tebrik ediyor ve;
“—Benim de bir naçizane katkım olsun!” demiş.
Allah razı olsun... Küçük bir çocuk geldi, merdivenlerden tırmandı, şu güzel kırmızı gülü bize sundu, gözümüzün önünde. Daha önce de bir başka kırmızı gül var, kitabın arasında... Böylece güllerle, sümbüllerle, Kur’an’la, hadis-i şerifleri —el-hamdü lillâh— Allah nasib ediyor, okuyoruz. Allah hepinizden râzı olsun... Sebep olanlardan râzı olsun... Kusurlarımızı düzeltip, daha güzel yayınlar yapmamızı nasib etsin...
Bugün çok anlamlı bir gün... Yâni, ilk defa şimdi uzaya bu görüntüler, konuşmalar yayılmış ve alıcılardan alınıp dinlenmekte... Bu çok güzel bir şey, Allah’a hamd ü senâlar olsun…
b. Başladığımız Hayırlı İşleri Devam Ettirelim!
Biliyorsunuz aziz ve muhterem kardeşlerim, bu dünya hayatı fânîdir. Hepimiz bir gün öleceğiz. Her fani gibi kara toprağın altına,
usûl öyle olduğundan, bizi de gömecekler. Alimlerin vucûdu çürümezmiş, adaletli hükümdarların ve ilmiyle âmil olan mübarek insanların vücudu çürümezmiş. Belki çürümeyeceğiz, belki toprak olacağız.
Bu dünya bir imtihan dünyasıdır, burada herkes bir şeyler yapıyor. Sevapları işleyenler, ahirette onun mükafatını görecekler; günah işleyenler, cezasını çekecekler. İmtihan yeri burası, imtihan oluyoruz. ÖSYM gibi böyle bir imtihan olmaktayız biz bu dünyada... Allah imtihanı başarmayı nasib etsin... Nefse, şeytana uymamayı nasib etsin...
Bu yolda, Allah’ın rızasını kazanmanın şekli, Kur’an’a uymaktır. Kur’an-ı Kerim’i tanıyacağız, öğreneceğiz, anlayacağız, uygulayacağız. Nasihati duyup da uygulamamak çok ayıptır. Cahillik de ayıptır; ama duyup da uygulamamak daha ayıptır. Nasihati duyacağız, duyduğumuzu uygulayacağız; sevap kazanacağız. Uyguladığımızı da ihlâsla, yâni tertemiz bir niyetle, katıksız bir güzellikle uygulamamız lâzım! Bu da çok önemli, ihlâs da önemli...
Biliyorsunuz, tarih, coğrafya, fizik, kimya, matematik gibi, ihlâs da bir bilgi... İhlâsın da öğretilmesi lâzım! Bizim şu mekânımız, Hocamız’dan devraldığımız bu mekân ihlâsın, imanın, irfanın, ma’rifetullahın, muhabbetullahın öğretildiği bir yer burası. Bir üniversite burası... Bu üniversiteden milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, başbakan yardımcıları, reis-i cumhurlar yetişti, geçti; el-hamdü lillâh. Gene de öyle olacak... Allah bize hizmetleri güzel yapmayı nasib eylesin... Sevinçlerimizi dâimî eylesin… Başlattığımız bir hayrı, dâimî eylesin, kestirtmesin...
Ben bir hayra başlanmasını uygun görüyorum, gayret ediyorum; ama temenni ettiğim daha önemli bir husus var: Başlanmış olan bir hayrın durdurulmaması... Açılmış olan bir çığırın, kapanmaması... Bir güzel müessesenin işlemeye devam etmesi... Bir çeşmenin suyunun akmasının, ondan istifade edilmesinin devam etmesi... Bu çok önemli... İnşaallah bu güzel fikirlerimizi, Kur’an-ı Kerim’i yâni, kendi fikrimizi değil; Rasûlüllah Efendimiz’in fikirlerini yaymak için, Allah bize daha başka fırsatlar da ihsan etsin...
Yakın zamanda gazete de çıkarmamız lâzım! Çünkü, bu işin bir parçası da odur. Gazete, mecmua, radyo, televizyon, okul... Devam ediyor hepsi. Kolejler, okullar hepsi... El birliği ile çalışacağız. Biz İskenderpaşayız, İskenderpaşalılarız... Bizim işimiz edeb, ilim, irfan, hizmet, fedakârlık... Bunlar olacak. Menfaat değil, insanlara iyilik götürmek. Kendimize menfaat sağlamak değil, insanları irşad etmek. Allah hepimize yardımcı olsun... El birliği ile, bu güzel işleri yapmayı nasib etsin...
c. Sünnîler de Hz. Ali Taraftarıdır
Okuduğum hadis-i şerifler 112. sayfanın, 9. hadis-i şerifi ve devamı olacak. Birinci hadis-i şerif, Hz. Ali Efendimiz’in oğlu, Hz. Hasan RA’dan rivâyet edilmiş.
Ben her zaman söylüyorum:
“—Eğer bir hadis-i şerifi Hz. Ali Efendimiz rivâyet etmişse, bunun bir ayrı önemi var.” “—Neden?” Türkiye’de bir sünnîler var, bir de şiîler var, alevîler var. Yâni,
bir kısmı alevîyim diyor. Alevî ne demek?
“—Ben Hz. Ali’nin grubundanım, zümresindenim, onun taraftarıyım. Hz. Ali’nin yandaşıyım.” diyor.
Ne mutlu! Biz de öyleyiz, hepimiz... Aslında sünnîler de Hz. Ali Efendimiz’in yandaşı; karşıtı değil. Karşıtı olanlar çıkmış; biz onların devamı değiliz.
Hazret-i Ali Efendimiz’le Muaviye RA ve Emevîler, Muaviye RA’ın oğlu Yezîd ve sâirenin mücadeleleri var. Yezid zamanında, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’i şehid ettiler. Biz Hazret-i Hüseyin Efendimiz’in tarafındanız, Hazret-i Ali Efendimiz’in tarafındanız. İmam-ı Âzam Efendimiz de öyle... Yâni, onun için hapse girmeye râzı olmuş, Hazret-i Ali taraftarı olduğu için...
Bunları niçin söylüyorum? Bugün alevîyim diyen kardeşlerimiz, bizi bilmiyor. Alevîyim diyen kardeşlerimiz, alevîliği de bilmiyor. Hazret-i Ali’nin nerede olduğunu bilmiyor. Hz. Ali’nin taraftarıyım diyor; ama karanlıkta başka tarafa geçmiş. Kur’an’a karşı, Hazret- i Ali’nin taraftarıyım diyor... İçki içiyor, Hazret-i Ali’nin taraftarıyım diyor... Namaz kılmıyor, Hazret-i Ali’nin taraftarıyım diyor... Onun için ben, Hz. Ali Efendimizle ilgili bir hadis geldi mi; Hazret-i Hasan Efendimiz’den, Hazret-i Hüseyin Efendimiz’den bir rivayet geldi mi, bunun üstüne bastıra bastıra söylüyorum.
Bu hadis-i şerif, Hz. Ali Efendimiz’in oğlu Hasan RA’dan rivayet edilmiş bir hadis-i şerif. Yâni, alevî kardeşlerimiz de dinleyecekler, baş tacı edecekler, ilim öğrenecekler. Yâni, insan ilim öğrenmezse; sünnîsi de, alevîsi de cahil kalır, yanlış işler yapar. İlim öğrenirse, alevîsi de, sünnîsi de kurtulur, bir yolda birleşir, kardeşlik olur. Biz kardeşlik istiyoruz. Kavga ve çatışma ve mücadele ve İslâm dışı işlerin yapılması gibi şeyleri engellemeye çalışıyoruz. Amacımız apaçık bu...
Yâni Allah, bir şeye günah demiş, yasaklamışsa; onu hiç kimse yapmasın... Sevapsa, herkes yapsın diye, onu istiyoruz. Maksadımız ne? Maksadımız yakamızda yazılı, maden üzerine yazılı:
إِلٰهِي أَنْتَ مَقْصُودِي، وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي
(İlâhi ente maksûdî ve rıdàke matlûbî!) “Yâ Rabbi, ben seni istiyorum yâ Rabbi! Ben senin rızanı kazanmak istiyorum ya Rabbi!” O kadar.
Allah’ın rızasını kazanmaktan gayrı bir amacımız yok. Yaptığımız hizmetten dolayı bir ücret istemiyoruz.
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ، إِنْ أَجْرِي إِلاَّ عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
(الشعراء:٩٠١)
(Ve mâ es’elüküm aleyhi min ecrin) [Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. (İn ecriye illâ alâ rabbi’l-àlemîn) Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.] (Şuara, 26/109)
Zaman zaman sizden para istiyoruz veya siz paralarınızı getirdiniz, radyoları öyle kurdunuz, fî sebîlillâh bağışta bulundunuz. Evet, parasız iş olmaz. Peygamber Efendimiz’in zamanında da, her şey parayla oluyordu. Cihad olacağı zaman da Efendimiz diyordu ki:
“—Kim bir askeri teçhiz ederse, silahını verirse, atını verirse, devesini verirse; şu kadar sevap kazanır.”
Para her yerde lâzım... Birtakım işlerin görülmesi için gerekiyor. Ama biz parayı amaç olarak görmüyoruz. Paranın da peşinde değiliz. Hizmetin peşindeyiz. Para gelsin, hizmete sarf edilsin...
d. Güzelliğin En Güzeli
Bu birinci hadis-i şerif Hz. Ali Efendimiz’in oğlu Hasan RA’dan... Efendimiz SAS’in sözü tabii. Hadis, hadis-i şerif... Ne buyurmuş Peygamber SAS Efendimiz:58
إِنَّ أَحْسَنَ الْحَسَنِالْخُلُقُ الْحَسَنُ (المستغفرى فى المسلسلات،
58 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.108, no:986; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIII, s.116; Hz. Hasan RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.5, no:5152; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.225, no:691; Câmiü’l- Ehàdîs, c.VII,s.141, no:5994.
كر. وابن النجار عن الحسن السمتى عن حسن بن على
RE. 112/9 (İnne ahsene’l-hüsni el-hulüku’l-hasen.)
Bak ravisi de Hasen, içinde geçen kelimeler de hasen. Mühim bir hadis-i şerif bu. Camilerde levha olarak da yazılmıştır. Mühim bir hadis-i şeriftir, meşhurdur, herkes bilir:
“—Güzelliğin en güzeli, güzel huydur.”
Üç tane güzel sözü geçiyor içinde. Ravisi de Hasen, o da güzel demek. Üç tane hasen sözü geçiyor, hüsn sözü geçiyor; ravisi de Hasen. İlginç bir irtibatı var, rivayetiyle metni arasında.
Şimdi hüsn, Arapça da mastar derler; güzel oluş, güzel olma, güzellik diyoruz biz. “Lik” takısıyla da, “mek, mak” takısıyla da, Türkçe’de masdar mânâsı çıkar. Yürümek, güzel olmak... Masdar diyoruz buna biz. Ama güzel kelimesinin sonuna “lik” eklersek, güzellik; o da masdariyet mânâsı verir sıfata... “Lik” takısı masdariyet mânâsı verir sıfata. Güzellik, güzel oluş.
Güzel oluşun, güzelliğin en güzeli nedir?.. Bunun çeşitleri vardır, güzellik bir tane değildir. Şu çiçek güzel, şu cami güzel, şu elbise güzel, şu sakal güzel, şu sarık güzel, cübbe güzel... Güzelliklerin çeşitleri var. Güzelliğin en güzeli nedir?.. İnsanın süslenmek için üstüne aldığı, benimseyip onunla süslendiği güzel şeyler çok, sayılamayacak kadar çok... Bunların en güzeli hangisi?.. (El-hulüku’l-hasen) Güzel huydur. Allah Allah…
Bugünün insanı zàhirini süslemeye çalışıyor. Zàhir ne demek?.. Görünen kısmı. Yâni elbisesi temiz olsun... Ben de öyle yapıyorum, siz de öyle yapıyorsunuz. Berbere gidiyoruz, tıraş oluyoruz.
“—Aman, saçım sakalım uzadı...”
Tırnaklarımızı kesiyoruz... Sünnet, tabii uzun böyle çapa gibi, kedi tırnağı gibi, çaylak tırnağı gibi olmayacak. Kesilecek tamam... Onu da dinimiz emrediyor. Dışımızı süslemeye çalışıyoruz. Güzel elbise almaya, güzel giyinmeye; ayakkabımızın güzel olmasına, çamursuz olmasına, lekesiz olmasına gayret ediyoruz. Bu zahir, görünen kısmı...
“—Pekiyi, insanın veya herhangi bir şeyin dışı güzel olsa, içi fena olsa olur mu?” Olmaz... Meselâ; zehiri paketleseler, çok güzel renkli bir ambalaj içinde sunsalar... Güzel mi?.. Değil... Çünkü zehir, içi fena; o dışı önemli değil.
Bir insanın giyimi güzel olsa da, hırsız olsa, katil olsa, zalim olsa... Önemi var mı dış giyiminin? Yok!.. Neden? Dışı güzel ama, içi fena... İçinin güzelliği daha önemli. Çünkü, insanı insan yapan dış görünümü değildir. Dış görünüm alınabilir, çarşıdan pazardan, dükkândan satın alınabilir; ama iç temizliği, gönlün güzelliği, aklın güzelliği, o bir uzun iştir. Kolay değildir, eğitim işidir. İyi hocaların elinde, iyi bir eğitim gören insan; iyi öğretmenlerin elinde, iyi bir öğretim gören insan, hem bilgili olur, hem terbiyeli olur.
Bilgi başka, terbiye başka... Bazen bir insan bilgili olur da terbiyesiz olur, küstah olur. Bilgi terbiyeli olmak değildir. Yalan söylemenin kötü olduğunu bilmek bilgidir; ama uygulamak, yalan söylememek terbiyedir, bir eğitimdir. Terbiye, ilmi süsler, güzelleştirir. Alim aynı zamanda terbiyeli olursa; insan hem terbiyeli hem bilgili olursa, güzel olur. Sadece bilgili olursa,
bilgisini kötüye kullanır. O zaman fenâ...
İçi kötü olursa, karşısındakini aldatır. Dışı güzel, dışı aldatmakta kullanıyor karşısındakini; dış güzelliğini. İçi fena, niyeti fena, kafası fena... Kafasında bin tane tilki dolaşıyor da birisinin kuyruğu ötekisine değmiyor. Vay, ne kadar kötü bir insanmış, kalbinde bin bir türlü fitne fesat var!.. Vay, ne kadar fena insanmış!..
İç temizliği önemli. Kalp temizliği önemli... E, herkes bunu biliyor da diyor ki:
“—Benim kalbim temiz, sen benim kalbime bak; benim kalbim temiz!”
Hiç dışla için bir ilişkisi yok mu?... Var. İnsanın içi temiz olursa, sözü de özü de, hareketleri de güzel olur. Güzel işler yapar, güzel işler yapışından anlarız. Zaten biz içinin temizliğini anlayamayız bir insanın, hareketlerinden anlarız.
“—Bu adam ne yapıyor? Rüşvet alıyor mu, komşuluğu nasıl, ticareti nasıl, sözüne sàdıklığı nasıl?” Biraz yanına gideriz, kötü huylarını görürsek,
“—Bu adamda iş yok!” deriz, ayrılırız.
“—Yâhu boylu poslu, giyimi güzel, zengin, parası pulu var, altında Mercedes’i var.” “—Olsun, adam iyi değil; içi fena!” deriz.
Onun için, benim içim temiz demek, isbat ister.
“—Benim içim temiz!..” “—Peki, ispat et, nereden anlayacağım? Ben senin içinin temizliğini nereden anlayacağım?..” “—Ben senden daha temiz niyetliyim!” “—E, göster! Bak senin davranışın hiç de öyle değil! Yalan söylüyorsun, aldatıyorsun, kandırıyorsun. Başkalarını sömürerek para kazanıyorsun. İyi şeyler değil bunlar... Komşun senden yaka silkiyor, bütün insanlar illallah diyor. Ölse de kurtulsak diyor, gitse de kurtulsak diyor. Gidince de, “Oh ya, biraz gitti de rahatladık!” diyor. Demek ki sen iyi değilsin. Yâni, davranışlarından anlaşılacak.
Evet, insanın içinin güzel olması lâzım! İç güzelliğinin de en güzeli, insanın içini en güzel yapacak şey güzel huydur. İnsanın
huyu güzel oldu mu, en güzel, en yüksek derecedeki güzelliğe sahip demektir o. O halde insanın güzel huylara sahip kılınması lâzım!
Kıskançlık kötü huydur. Kin tutmak kötü huydur. Zulüm kötü huydur. Merhametsizlik kötü huydur. Cimrilik kötü huydur. Kibirlilik kötü huydur. Herkese tepeden bakmak kötü huydur. Ağzı bozukluk kötü huydur. Niyetinin kötülüğü kötü huydur. Şehvetine sahip olamamak, uçkurunu tutamamak kötü huydur. Sağa sola yamuk bakmak, kötü niyetle bakmak kötü huydur. Bu kötü
huyların hepsini öğrenmek lâzım!..
“—E, kötüyü niye öğreneceğim?” Yapmamak için... Kötü huyları öğreneceğiz; yapmamak için... Çocukların da bilmesi lâzım;
“—Evlâdım, yalan söylemek kötü! Yapma bunu...”
“—Evlâdım, inatçılık kötü! Yapma... Bak sana anlatıyorum, inat etme!” “—Evlâdım, bak sende üç tane var; bu da ağlıyor. Bir tanesini de bu kardeşine ver. ‘Hepsi benim!’ demek kötü. İnsanın karşısındakini de düşünmesi lâzım. Bencillik iyi değil!” diye, küçükten başlar bu; annesi öğretir ilk önce... İlk öğretmeni ailede annesidir. Aile terbiyesi almış bir insan dışarıdan da terbiye alınca, çok güzel olur.
Aile terbiyesi almamış olan insan, anne sevgisi görmemiş, anne sıcağının yumuşaklığını tatmamış, anne şefkatiyle beslenmemiş, sevginin uygulamasını görmemiş insanlar, büyüyünce zalim olurlar. Görmedi ki, hayata girişinden, o vakte gelişine kadar sevgi nedir bilmiyor ki... Bu insan kötü olur, kötü işler yapar. Mafya çetesi kurar, başkalarını aldatır, gözyaşı döktürtür;
“—Çeksin, ben ne kadar çektim!” der.
Öyle kaynanalar oluyor ki, gelinine zulmediyor.
“—Niye yapıyorsun?” diyorsun.
“—Ben çok çektim, o da çeksin!” diyor. “Ben kaynanamdan, cadalozdan çok çektim, o da benden çeksin!” “—Bak sen cadaloz kaynananı sevmiyorsun, sen bu geline öyle yapma!” diyorsun, yapıyor; meselâ...
Bazen de gelin kaynanaya zulmediyor:
“—Ben oğluyla evlendim, bana ne kaynanadan; gitsin bizim evden!” diyor. “Oğlu benim!” diyor.
Kaynanayı istemiyor. Bu kadıncağız ne yapacak? Geldiği zaman somurtuyor, fırsat buldu mu iğneliyor:
“—Mutfağa gir şunları yıka!” diyor.
“—E, senin bu kaynanan...” filan.
Yâni, huy kötü oldu mu, gelinde de kötü, kaynanada da kötü... Kaynatada da kötü, damatta da kötü... Arkadaşta da kötü, komşuda da kötü... Kötü huy toplumu mahveder. Zaten huy dediğimiz şey, toplum ilişkilerinde çok önemli olan bir şeydir. Toplumların insanları, fertleri güzel huylu olursa; toplum muhabbetli olur, toplum kale gibi olur, sapasağlam olur.
e. Müslümanın Kardeşini Düşünmesi
Bak, bir adama birisi bir baş hediye etmiş. İmam Gazâli, İhyâu Ulûm’da yazıyor... Baş, kelle diyoruz. Bu kelle soyulacak, ütülenecek, yâni ateşte kılları yok edilecek. Konacak tencereye, kazana, pişirilecek... Bunun şurası yenilir, burası yenilir. Dil vardır içinde, bilmem yanak eti vardı, beyin vardır. Beyin satırla kırılır, o da işte bir yiyecek filan. Yâni, herkes baş etinin, kelle etinin kahrını çekmez, yapmaz ama, bazısı da sever. Özellikle;
“—Tandır başı satıyor falanca dükkân, gidelim tandır başı yiyelim!” Yâni, “Tandır denilen şeye sokulmuş, pişirilmiş baş etini yiyelim veya ondan yapılmış çorbayı içelim!” derler.
İşkembe çorbası, bilmem ne filan... Bu çeşit böyle yemek yapan dükkânlar oluyor.
“—Aman hocam, şu çok meşhur; gel sana ısmarlayayım bir tane. İşte bu sabah gel, sıcak sıcak, namazdan sonra yiyelim!” filan, böyle şeyler görüyoruz.
Yapması kolay değil ama, işte gene kıtlıkta yoklukta epeyce bir karın doyuracak malzeme oluyor.
Fukaranın birisine bu gelmiş. E, kocaman bir kelle; sığır kellesi... Nah bu kadar dili olur, yanağından şu kadar et çıkar, beyni bu kadar olur filan. Bundan çorba yapılır, çoluk çocuk karnını doyurur. Ekmek doğranır, fukaracıklar doyar.
Ama kelleyi almış, demiş ki:
“—Falanca kardeşim, kaç gündür aç. Ben sabredeyim...” demiş, kelleyi ona vermiş.
Kelleyi ona göndermiş. Kendisinin değil, kendisine hediye geldi; o da almış birisine hediye etmiş. O da, üç gündür aç; ama kelleyi alınca demiş ki:
“—Falanca kardeşim var, açlıktan kıvranıyor. Onun benden daha kalabalık ailesi filan var.”
Acımış ona, ötekisine göndermiş. Etti üç... Birincisi, ikincisi, üçüncüsü... Yedi kapı dolaşmış. Yedinci adam da kelleyi alınca;
“—Ya, falanca komşum kaç gündür açlıktan kıvrılıyor, biliyorum evlerinde bir lokma yemek yenmedi. Şuna göndereyim...” demiş, ilkine göndermiş.
Bilmiyor ilkinden çıktığını kellenin... Altıncısı kendisine verdi. Kendisi bilmiyor ondan geldiğini, o da o kardeşine vermiş. Bu nedir?.. Toplumun çok güzel huylu olduğunu gösteriyor. Merhamet var, insanlar arasında sevgi var.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethetmeden önce hazırlık yaptı. Boğaz’ın Anadolu yakasını fethetti. Yıldırım Bayezid oraya kale yaptırdı. Anadolu Hisarı’nı yaptırdı. Fatih Sultan Mehmed bu
yakaya geçti, Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Üç ayda yaptırdı, üç paşaya birer kuleyi verdi;
“—Bu bitecek!” dedi.
Üç ayda koskocaman, muhteşem Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Büyük insanların işleri de büyük olur, çabuk olur. Fatih Sultan Mehmed, çağ açan kimse... Üç insana dağıttı...
Zorluklar insanlara dağıtılınca, kolay yapılır. Bir insana verseydi yapamazdı. Dokuz ayda biterdi. Üç paşaya verdi, üç paşaya verince, tabii paşalar arası hayırda yarışma ve rekabet de olur. Rekabet olunca da, işler iyi gider. Rekabet üretimde önemli bir unsurdur, geliştirir, üretimin hızlı olmasını, çok olmasını sağlar. Üç ayda orayı yaptı, tamam! Rumeli Hisarı, Anadolu Hisar’ı, Boğaz’dan düşman gelemez; kilitledi...
Bizim Çanakkale’mizde Fatih Sultan Mehmed bir kale daha yaptırdı. Onu belki bilmezsiniz. Ben Çanakkaleli olduğum için biliyorum. Orada da bir kale yaptırdı. Karşı tarafta da Kilid-i Bahr denilen, Kilitbahir denilen bir kale daha var, oradan da düşman geçemez. İki boğazı sıktı. Buralardan düşman geçemesin diye. Edirne’de toplar döktürdü... Bak büyük insan, zafere nasıl hazırlanıyor.
“—Bir de şu benim halkı tanıyayım!” diye çarşıya çıktı.
Tebdîl-i kıyafet... Böyle süklüm püklüm kıyafetle, yüzünü gözünü belki değiştirecek bir şey yaptı; bilmiyoruz. Gitti,
“—Selâmün aleyküm!” dedi.
Sabahleyin bir dükkâna girdi.
“—Şuradan bana yarım okka yağ ver!” dedi.
Adamın haline bakıyor, dükkâna bakıyor, yağa bakıyor, teraziye bakıyor, teftiş ediyor.
Kontrol değil; hiç kontrol der miyim, kontrol dersem ceza yazarlar bana. Neden?.. Türkçe kelime kullanacağız, yabancı kelime yok... Teftiş ediyor; müfettiş, teftiş ediyor. Kontrolör değil, müfettiş...
Teftiş etti, göz ucuyla inceledi, takip etti; her şey güzel. Esnaf harika, gayet güzel tarttı.
“—Bakalım, tartıyı eksik mi yapacak?”
Baktı, güzel. Yağa baktı, katıksız, tertemiz.
Ben Ankara’dayken bir yağ aldım, kahvaltılık. Şöyle bir topak (Hocaefendi avuçlarını birleştirerek bir topak yaptı), tarttırdım, aldım, eve geldim; içinden patates çıktı. Hilekâr, demek ki terbiye olmamış; ama onun yağı halis, güzel. Tartısı güzel... Çok memnun kaldı. Dükkânı temiz. Adam tatlı dilli, ağzı dualı filan. Memnun oldu.
“—Bir okka da peynir ver.” dedi. Adam durakladı.
“—E, niye duraklıyorsun?” dedi ki:
“—Ağam,”
Bilmiyor karşısındakinin padişah olduğunu, beyefendi demek istiyor yâni.
“—Efendim, ağam. Ben şimdi yarım okka yağ sattım sana, siftah yaptım. Karşı komşum daha siftah yapmadı. Zahmet olacak; ama rica etsem peyniri de oradan alır mısın? O da siftah etsin, yazık, komşum... Daha siftah etmedi.” dedi.
“—Olur.” dedi.
Padişahın ağzı açık kaldı.
“—Aferin be!”
Düşman değil, komşu, komşu haklarına riâyet ediyor. Beğendi... Kalktı oraya gitti.
f. Selâm Allah’ın Selâmı
“—Selâmün aleyküm!” dedi.
O da güzel karşıladı.
“—Ve aleyküm selâm!” dedi herhalde. Günaydın değil, Selâmün aleyküm dedi.
“—Hocam, Günaydın’la, Selâmün aleyküm arasında ne fark var? Günaydın Türkçe, bak sen Türkçeye de önem veriyorsun. Niye Selâmün aleyküm diyorsun?”
Kapsam farkı var, kaplam farkı var. Günaydın deyince, bu günün aydınlık olsun diyorsun. Zaten aydınlık... Dışarıda güneş var; günaydın. Yâni aydın olsun demek istiyor da. Tamam, günün aydın olsun. Peki, gün aydınlık olsa da, insanın içi karanlık olsa, kafası karanlık olsa faydası olur mu?.. Yâni nice dertli insan var, güneş pırıl pırıl parlıyor da güneşin aydınlığından, güneşin aydınlığından bir fayda görmüyor. Bu laf, boş bir laf...
“—Es-selâmu aleyküm ne demek?”
“—Allah’ın selâmı, selâmetliği üzerine olsun... Dârü’s-selâm olan cennet senin olsun... Allah seni hem bu dünyada her türlü elemden, kederden, hastalıktan, üzüntüden uzak eylesin; hem de ahirette cehenneme düşürmesin, azaba uğratmasın; seni cennetine soksun!” demek.
“—Üüüfff, amma geniş kapsamı var... Ne kadar geniş, güzel şeyler istemiş yâhu!”
Kapalı Çarşı’dan kıymetli bir söz, “Es-selâmu aleyküm ve rahmetu’llàh!” mücevheratçı dükkânından kıymetli oldu şimdi. Hem bu dünyayı, hem ahireti gül gülistan etti. Çok güzel... O fark var, yoksa taassub değil.
Şimdi bazısına,
“—Es-selâmu aleyküm!” diyorsun.
Başını kaldırıyor, kaşını çatıyor;
“—Günaydın!” diyor.
Canım ben sana “Es-selâmü aleyküm!” dedim. Günaydın
başka... Good morning de diyebilirdim, çüş —yok çüş değil; çüs— de diyebilirdim. Çüs diye bir selâmları var Avrupalıların, birbirlerine çüs diyorlar. Ben ilk önce çüş sandım, ayıpladım; merhaba filan mânâsına geliyor.
Hay diyorlar. Hay, o da tamam merhabalar; ama bunlar bir şey
ifade etmiyor. Es-selâmu aleyküm, gönül aleminden karşı tarafa ne güzel şeyler temenni ettiğimizi gösteriyor.
“—Selâm olsun sana, dünyada ahirette selamette ol, esen ol; dert gelmesin, keder gelmesin, hastalık gelmesin, belâ gelmesin, fitne gelmesin, uzun ömürle yaşa... Ahirete de gittiğin zaman cehenneme düşme, cennetlik ol!” diyor.
Hangisi daha güzel?..
Yâni taassub değil. Türkçesi varsa Selâmün aleyküm’ün onu diyelim. Yok ama... Selâm kelimesinin kapsamının genişliği başkasında yok.
Allah kelimesinin İngilizcesi var mı?.. Yok... İngilizce’de de Allah, Almanca’da da Allah, Rusça’da da Allah, Hintçe’de de Allah... Neden?.. God kelimesi var, gad... God tanrı demek. Puta da tanrı derler... Tanrı kelimesi Allah kelimesi demek değil ki. Tanrı kelimesi nah böyle bir şey, küçücük; ötekisi kâinatın rabbi olan varlığın adı. Fark var... Yâni, o onun karşılığı olamaz. Bu el bu elin karşılığı olur, birbirine denk. Ama zerre, kürenin karşılığı olamaz. Arada çok fark var.
Bunları bilerek söylüyoruz biz. Yâni, taassubdan falan söylemiyoruz. Türkçe’ye özen gösteriyoruz ama, selâm verirken sevdiğimiz insana, Es-selâmu aleyküm diyoruz, neden? Cennetlik olmasını istiyoruz da ondan... Bunu tersten tutmamak lâzım!..
Şimdi, “Selâmün aleyküm!” demiştir Fatih Sultan Mehmed, hayal ediyoruz. O da:
“—Aleyküm selâm, ağam, hoş geldiniz!” demiştir.
“—Sabahlarınız hayr olsun.” demiştir.
O da:
“—Senin de hayr olsun!” demiştir.
“—Bana şuradan bir okka beyaz peynir ver!” “—Peki ağam...”
Gidiyor, tertemiz peyniri alıyor, tartıyor... Terazisi güzel, tavrı güzel, mal temiz, katıksız... İyi güzel, tamam.
“—Bir okka da zeytin ver!..”
Demiş ki o da bu sefer... Sözleşmiş falan değil bunlar:
“—Efendim, ağam, benden peyniri aldın, zeytini karşı komşudan al! O daha hiç kapısından içeri müşteri girmedi. Oradan
al demiş, oraya git!” demiş.
Şimdi Fatih Sultan Mehmed, bunlardan çıktıktan sonra, demiş ki yanındaki vezirine... O da tebdil-i kıyafet. İki ahbap gibi girip çıkıyorlar. Dükkancılar farkında değil işin. Demiş ki:
“—Ben bu kadar güzel ahlâklı ahaliyle, değil İstanbul’u cihanı fethederim!..” demiş. “İstanbul tamam, İstanbul’u alacağımız belli oldu.” demiş.
Neden?.. İstanbul güzel huyla alındı. Zaten İstanbul’daki insanlar:
“—Burada kardinal külahı görmektense, müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz.” diyorlardı.
Müslümanların güzel huyunu biliyorlardı. Müslümanlar orayı fethettiği zaman da, yâni İstanbul’u fethettiği zaman da zulüm yapmadı. Esenlik içinde, yönetimi devirdi; iyi bir yönetim geldi, o kadar. Zulüm yapmadı, yağmalama yapmadı. Yaptırmadı Fatih Sultan Mehmed... Gül gülistan, herkes mutlu oldu, memnun oldu...
Bunları niçin anlattım? Güzel huy nedir, toplumda önemi nedir? Anlaşılsın diye...
g. İslâm Giderse İnsaf da Gider
Toplumun fertleri kötü huylu olursa ne olur?
Şimdi gelelim, Yirminci Yüzyıl’ın sonunda bizim Türkiyemize... Belediyelerde işler yapılıyor, mahkemelerden işler dönüyor, devlet dairelerinden işler dönüyor. Bunlardan ticari hayatta çeşitli şeyler oluyor. Ne kadar sıkıntılar belirdi. Ne kadar rüşvetler, ne kadar haksızlıklar, ne kadar adam kayırma, ne kadar adaletsizlik, ne kadar yanlışlıklar, ne kadar zulümler...
“—Neden?..” İşte çok güzel bir soru sordun, neden diye... İslâm bir yerden küser, küstürülür giderse; orası iflah olmaz. İslâm gitti mi, insaf gidiyor demek, adalet gidiyor demek, namus gidiyor demek, hakkaniyet gidiyor demek, merhamet gidiyor demek, dürüstlük gidiyor demek; bütün güzel huylar gidiyor demek. İslâm’la beraber...
O gidiyor, orman kanunu geliyor. Kim kuvvetliyse gidiyor, basıyor; yirmi kişi, elli kişi bir yeri basıyor, kırıp döküyor, gidiyor...
Şu kadar adamı öldürüyor, gidiyor. Neden? İslâm gitti. İslâm’ı küstürmüş bu toplum. İslâm gitmiş, İslâm gittikten sonra insanlardan; insanın içinden İslâm’ı çekersen ne olur?
اُولٰـئِكَ كَالاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَل (الأعراف:٩٧١)
(Ülâike ke’l-en’àmi belhüm edal) “İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdadırlar.” (A’raf, 7/179) buyrulmuştur.
Hayvanlar gibi olur, hayvanlar alemi gibi olur. Orman kanunu dediğim o... Kurt tilkiye saldırır, tilki tavşana saldırır; o onu yapar, bu bunu yapar... Orman kanunu... Yâni, kuvvetlinin her istediğini yapabilmesi. Hâlbuki insan toplumlarında kuvvetli her şeyi yapamaz. Adalet vardır, kanunlar vardır, kanunlara göre olması lâzım.
Türkiye Cumhuriyeti laik, sosyal, demokratik bir hukuk devleti... Bu sözlerin hepsi, bizim için çok güzeldir. Laik ne demek?.. Benim inancıma kimse karışamayacak demek. Laik ne demek? İnanç serbestliği demek... Kimse karışamayacak demek. Karışırsa laikliği çiğniyor demek. Laik ne demek? Kimse inancından dolayı kınanamaz, kimse inancından dolayı birisini hor göremez, baskı yapamaz demek.
“—İyiymiş ya hu! Tamam, güzel, ben o zaman istediğim gibi müslüman olacağım.” Güzel, laik...
Sosyal, sosyal yabancı bir kelime, ben onu kullanmazdım; anayasayı ben yazsaydım onu koymazdım oraya. Sosyal; social
ingilizcesi… Social yazılıyor, sooşıl okunuyor. Social, sosyete ile ilgili demek. Sosyete de cemiyet demek. yâni, cemiyetin yandaşı. Cemiyete fayda sağlayacak, cemiyete yararlı... Demek ki bizim idaremiz, cemiyeti kayıracakmış.
“—E, cemiyet kim?” Bendeniz, cemiyet... Siz de cemiyetsiniz. Cemiyet biziz...
“—Allah Allah, anayasamız, devletimiz, ordumuz, milletimiz, herkes socialmış, sosyalmiş yâni, içtimàî, toplumdan yanaymış, toplumun haklarını kollamaktan yanaymış. Tamam, oh yaşadık ya hu. Rahat uyuyalım!.. Demek ki bizi koruyanlar, kollayanlar varmış.” iki... Bu da güzel... İnancımda serbest olacağım, korunacağım. Zayıf da olsam, kuvvetli beni ezemeyecek.
Demokratik;
“—A, Allah Allah... Demos, halk; demokratik, o da idare midare demek galiba, Rumca... Halkın idaresi... Yâni, demek ki kim idare etsin bu memleketi? Padişah idare edermiş eskiden, şimdi padişah idare etmesin, halktan insanlar seçilsin, halk idare etsinmiş. O da iyi, ben de halkım, sen kimsin?” “—Hocam, demin cemiyetim dedin şimdi halkım...” “—Hem cemiyetim, hem halkım…”
Halk, yâni, eğer sen ve ben ve başkası seçilirsek idareyi onlar yapıyor. Halk idare ediyor, içinden seçtikleri mebuslarla, görevlendirdikleri milletin vekilleriyle, bak ne güzel; milletvekili... Milletin vekili yâni, oradaki insanlar, altı yüz kişi bizim neyimiz, beş yüz elli kişi değil mi? Hep bizim vekillerimiz.
“—Oh, yaşadık; ne kadar konforlu, rahat durumdayız, oh! Vekillerimiz var, beş yüz elli tane vekilim var. Hem halkım ben, hem de toplumum, hem de inancım serbest, ne güzel... Ne kadar güzel...” Lafta güzel... Lafta güzel, laf başka, iş başka... Mühim olan söylenen güzel şeylerin yapılmasıdır. Demin dedik ya, zàhir başka, bâtın başka. İnsanın dış süsü başka, içi başka... İçinden iyi olacak. Demek ki, toplumda da laflar güzel; ama uygulama kötü. Demek ki toplum da münafıklaşmış. Neden böyledir? Bu tabii bir olaydır. İnsanlar nasıl olursa, idare de öyle olur. Çünkü idare gökten inmiyor, Merih’ten gelmiyor; insanlardan teşekkül ediyor. İnsanlar kötü oldu mu, o da öyle olur. İşler bozulur.
Demek ki, toplumun da düzelmesi, anayasanın da uygulanması, mutluluk da gelmesi, her şeyin güzel olması;
“—Her şey gönlümüzce olsun! Şen ve esen kalınız!..” radyolar ve televizyonlar öyle kapanıyor.
“—İyi; ama nasıl şen ve esen kalacağım, her şey nasıl gönlümce olacak?” yâni...
“—Ah, keşke ah, ah... Ağzına sağlık, keşke öyle olsa...”
Ama olmuyor. İşte onun öyle olması neyle olur? Lafla olmaz, neyle olur? Araba ne ile çalışır?..” “—Çok güzel bir araba var hocam, içine biniyoruz, sırrını anlayamadık, kontağı çeviriyoruz, gır gır, gır gır, yapıyor gitmiyor.”
“—Dur bakayım, in bakayım; bir de ben kontrol edeyim. E, bunun deposu boş yâhu!.. İbre sıfırda... Sen buna istediğin kadar gır gır yaptır, o seninle gırgır geçer. Araba çalışmaz, benzin yok. Benzin olmayınca araba çalışmaz.”
İslâm olmayınca, toplum çalışmaz. Neden?.. Herkes kötü, herkes bir kötülük yapacak, herkesin başına bir polis dikemezsin. 1 Mayıs’ta yirmi bin tane polis kardeşimiz ter döktüler. Can tehlikesi... Sabahleyin belki hanımıyla helalleşti:
“—Hanım, hakkını helâl et!” “—E, ne var?..” “—Ben bugün 1 Mayıs olduğundan, asayişi sağlamaya gidiyorum; ya gelirim, ya gelemem... Gidip de gelmemek var, gelip de görmemek var.”
Eve de bir şey isabet edebilir. Adamcağız gelir, evde de bir şey olmuş olabilir. Bu toplum neden böyle oldu? Benzini kalmadı, benzini bitti. Bu toplum ileri gitmez. Neden? Ahlâk yok, ahlâkı besleyen din yok, İslâm yok. İslâm darılmış, gitmiş veya
darılttırılmış, veya itilmiş, veya kakılmış, veya horlanmış, veya uygulanmamış...
“—Hocam, işte İslâm var ya...” “—Bizde bile İslâm tam değil.”
Biz tam müslüman olsak, yâni biz müslümanlar tam müslüman olsak; toplum güzel olur zaten.
Türkiye’nin yüzde doksan küsürü, küsüratını bilemiyorum, eskiden %99’du, biraz azalmış olabilir. Yüzde on fire olmuş olabilir... Yüzde doksanı müslüman... Hah, gülesim geldi; ama televizyon beni kamerayla takip ettiği için gülmüyorum, ciddiyetimi korumam lâzım!.. Neyse dudağımı ısırayım da gülmeyeyim. Yüzde doksanı müslümanmış?.. Değil!.. İslâmca yaşamıyor, İslâmca davranmıyor, güzel huylu değil.
Hepimizi sil süpür, Mevlâna Hazretleri gelsin, Yunus Emre gelsin.
“—Yâ mübarekler, gelin bakalım!” Burası değişir yâhu... Avrupalılar gelir, müslüman olur. Yunanlı düşmanlığı bırakır. Bulgar bırakır, Rus bırakır. Neden?.. O Mevlâna, onun öyle yüksek fikirleri var ki... Bu Yunus, bu öyle güzel ahlâklı bir insan ki... Fetheder, gönülleri fetheder. Gönül kalelerini fetheder. Biz Türkiye’de birbirimizin gönlünü fethedememişiz. Birbirimize düşmanız. Neden?.. İslam gitmiş, ahlâk gitmiş, bencillikle, İslâmsızlıkla, İslâm’dan yoksunlukla mutluluk olmaz. Benzinsiz araba gitmez. O kadar
“—Hocam, gel bakalım; sen bu işlerden biraz anlıyorsun... Bizim evde elektrikler yanmıyor. Anahtarları çeviriyoruz, tık tık tık hiç yanmıyor. Lamba var, her şey var.” “—Durun bakayım, tutun bakıyım gözümün önüne mumu. Yâhu sigortayı bağlamamışsınız. Şebekeden buraya cereyan gelmiyor ki... Cereyan gelmedikten sonra bu evin hiçbir elektrikli aleti çalışmaz. Neden?.. Gelmemiş.” İslâm olmadığı zaman da toplumun hiçbir yeri çalışmaz. Felç olur.
“—Hocam, sen müslüman olduğundan bunları tarafgir olarak söylüyorsun, İslâm’ın reklâmını yapıyorsun. Eline fırsat geçti mi...” Hayır, hayır muhterem kardeşim... Bî taraf olarak söylüyorum,
başka içtimaiyat alimleri yâni, batı dilinden sosyologlar da söylüyor: Dinsiz toplum olmaz! Sen yöneldiğin batıyı dinsiz mi sanıyorsun?.. Amerika’yı dinsiz mi sanıyorsun?.. İngiltere’yi dinsiz mi sanıyorsun?.. Almanya’yı dinsiz mi sanıyorsun?.. Vallàhi değil... Ben gittim, gördüm. Her köşede bir kilise, hem de çalışıyor. Hepsi kiliseye gidiyor, hepsi dinlerine bağlı, tarihlerini biliyor, canlarını verecek gibi, keselerini açmışlar, yardımcı oluyorlar. Senden ve bizim toplumdan çok daha dindar... Kendi dinlerine bağlılıklarını ölçebilsek, onların bağlılığı bizden fazla... Onların kendi dinlerine bağlılığı bizimkilerden fazla... Bizim kendi dinimizi uygulamamız onlarınkinden az... Uygulamıyoruz. Müslüman Müslümanlığı uygulamıyor.
“—Nereden belli hocam, bir iki gösterge.” Peygamber Efendimiz ta bin dört yüz yıl önce, dişleri temizleyecek misvak kullanmış.
“—Aç bakayım ağzını, hoh de bakayım. Göster bakayım dişlerini...” sapsarı.
Sen daha diş temizliğini, Peygamber Efendimiz’in yaptığı şeyi yapmamışsın.
“—Kaldır bakayım şu koltuk altını. Kıllar püskül gibi mi, mısır püskülü gibi mi?.. Niye bunları tıraş etmedin? Peygamber Efendimiz bunların tıraşını söylemiş.”
Peygamber Efendimiz yıkanmayı tavsiye buyurmuş, cuma güslü sevap, çok sevap... Günde beş defa abdest almak var.
“—Uzat bakayım şu ayaklarını, göreyim bakayım.” Öf, aman! Kaçacak gibi, çok kokuyor. Neden?
“—E, yıkamıyor. Yıkamak lâzım...” Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:59
59 Müslim, Sahîh, c.II, s.3, no:328; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.342, no:22953; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.284, no:3424; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.38, no:2805; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.42, no:185; Dârimî, Sünen, c.I, s.174, no:653; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.189, no:600; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.I, s.6, no:37; Deylemî, Müsnedül-Firdevs, c.II, s.462, no:3976; İbn-i Asâkir, Târih- i Dimaşk, c.LIV, s.314, no:6794; Ebû Mâlik el-Eş’arî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.276, no:25998; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.156, no:14009.
الط هُورُ شَطْرُ الإِْيمَانِ (حم. م. هب. عن أبي مالك الأشعري)
RE. 221/2 (Et-tuhûru şatru’l-imân) “Temizlik imanın yarısıdır.” Az bir parçası değil, bir yarısı temizliktir imanın. Bir tarafı inanç tarafıysa, bir tarafı da temizliktir. Her şey tertemiz olacak.
Ben şimdi deli divane oluyorum, bir yere gitti mi. Şu hocanız, emekli profesör; vallàhi lavabo siliyorum, billâhi lavabo siliyorum. Dayanamıyorum kirliliğine... Lavaboyu siliyorum, elimi ondan sonra sabunla yıkıyorum. Benden sonra gelen temiz bulsun burayı diye. Vallàhi yapıyorum. Yüznumara temizliyorum. Biraz da bunun tasavvufî yönü var. Hani evliyaullah büyüklerimiz, nefsi kırılsın filan diye böyle süflî işlere sürürlermiş dervişleri biraz; ahlâkı güzel olsun diye.
h. Nefis Terbiyesi Tasavvufla Olur
Ahlâkın güzel olmasının kaynağı nedir?.. Nefsi terbiye etmektir. Nefsin terbiyesi nedir?.. Tasavvuftur. Sen bugün tasavvufu en büyük düşman ilan edersen, insanların nefsi terbiye olur mu?..
Nerede terbiye edeceksin?.. Stadyumda mı terbiye edeceksin? Stadyumda ‘Yuuhh!’ diye bağırıyorlar. Şişe atıyor kafasına, hakem dövüyor. İki takım birbirine giriyor, seyirciler birbirini öldürüyor. Sivas-Kayseri maçı olduğu zaman, facia olabiliyor. Stadyumda mı terbiye edeceksin bu milleti, yoksa okulda mı?..”
Okullarda okuduk biz. Ben bu okulların ne olduğunun hocasıyım ben! İlkokul, ortaokul, lise, üniversite... Bu işin mütehassısı benim, gel benden sor!..
Kızılay’dan, hocamın, profesörümün evinden fakülteye gidiyordum arka sokaktan... Maarif Koleji var orada, Türk Eğitim Vakfı’nın çok meşhur bir koleji... Binlerce talebesi var, güzel, özel okul... İlkokulu var, güzel giyimli küçük kızlar okuyor.
Şimdi ben arka sokakta gidiyorum, arkamdan iki tane bacaksız kız geliyor. Bacaksız dediğim, bacakları var da, yâni benim bacağım kadar... Küçük demek istiyorum yâni. İki karış boyunda, hadi diyelim üç karış... Bir, iki, bir tane de sen koy; beş karış boyunda kızcağız. Şimdi ben böyle yürüyorum, onlar benim arkamdan geldiler. Beni sağladılar, ilerlediler. Ama birbirleriyle konuşmaya
dalmışlar. Küçük kızlar; üç karış dedim ya, sen de koyunca üç karış, küçük kızlar, ilkokul kızı... Belki üçüncü sınıfta, dördüncü sınıfta...
Konuştukları konuya ben muttalî oldum... Kulakların kapakları yok, gözün kapağı var. Kapatırsın görmezsin, meselâ karşıda bir şey olsa, bakılmayacak bir şey olsa; ne yapılır? Gözünü kapatırsın, gözün kapağı var. Kulağın kapağı var mı?.. Benim kulağımın kapağı yok... Duydum; kulağın kapağı olmadığı için, kızların konuşmasını duydum. Bacaksız kızların, bacaklı da üç karış boyundaki kızların konuşmalarını duydum.
Neden bahsediyorlar biliyor musunuz?.. Seksten, evlilikten, bilmem neden... Kıpkırmızı oldum. Bu okullarda mı ahlâk öğrenilecek?.. Öğrenilmez... Sevgilisinden bahsediyor, açayım, daha şeffaf konuşayım, daha görünüşlü konuşayım. Birbirlerine onlardan bahsediyorlar... Olmaz... İslâm olmazsa, olmaz!
Çocuk uyuşturucu kullanıyor. Geçen gün bir tanesi bir tanesini öldürmüş, gazetede; lise öğrencisi, resmi de var altında da yazıyor:
“—Öldürdüğüme de pişman değilim!” diyor.
Efeliği de var. Hem öldürmüş kardeşini, cani; öldürdüğüne de pişman değilmiş. Bu nedir?.. Kötü huy... Hem öldürecek kadar gaddar, hem de öldürdüğünden pişman olmayacak kadar küstah... Küstahlık da kötü huy, gaddarlık da kötü huy, katillik de kötü huy...
Bu okullardan mı öğrenilecek güzel ahlâk?.. Öğrenilmez... Ben hocasıyım bu okulların. Kaç tane benim kolejim var. Ben bu okulları biliyorum, hocaları biliyorum, öğrencileri biliyorum. Siz de biliyorsunuz.
Senin okuduğun gazetelerin dışında ne gazeteler var, neler tarif ediyor!.. Ne müstehcen şeyleri tarif ediyor. Şöyle yaparsan, şöyle olur diye, şu gözlerimle görmüşüm, okumuşum. Anlatamam ki, anlatılmaz... Bu okullarla terbiye olmaz.
Terbiye nerede olur?.. Tasavvufla olur, Allah korkusuyla olur:
Ne buyurmuş Peygamber Efendimiz: 60
60 İbn-i Ebî Şeybe Musannef, c.VII, s.106, no:34552; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.470, no:742-744; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.270, no:3258; Hennâd, Zühd, c.I, s.286, no:497; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
رَأْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ (الديلمي، هب. عن ابن مسعود)
(Re’sü’l-hikmeti mehàfetu’llàh) “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Terbiyenin, filozofluğun; filozofluk değil, bilgeliğin, hakîmliğin, kökü kaynağı esası Allah’a inanmaktır, Allah’ın ceza vermesinden korkmaktır, Allah’ın rızasını kazanmak duygusudur.
Bu olmazsa, bir millet adam olmaz. Bu olmazsa, bir millet istiklalini muhafaza edemez. Bu olmazsa, bir millet İstiklâl Harbi’ni kazanmazdı. Bu olmazsa... Bu aşikâr, bunu herkesin bilmesi lâzım... Biz çok söyledik. Dinlemediler. Ben altmış yaşında bir insanım, kırk beş yıldır bunları söylüyorum ben... Fırsat geldikçe; ben bu işin, bu fikrin adamıyım, söylüyorum. Dinlemediler...
Dinlemediler, ne oldu; üniversiteli çocuklar, yabancı dil bilen çocuklar, Orta Doğu’dan mezun çocuklar, Boğaziçi’nden mezun çocuklar, anarşist oldular. Polise silah çektiler. Doğuda köy bastılar. Adam öldürdüler. Yüksek tahsili de olduğu için, polis kolay kolay baş da edemedi. Hakkından da gelmekte zorluk çekti. Olmaz... Bu tarzda olmaz...
Ben ictimâiyat profesörüyüm. İctimâî şeyleri bilen insanım ben... Başka türlü olmaz. Olmuyor, hatta din olduğu zaman bile kolay olmuyor. Derviş yapıyorsun;
“—Gel bakayım buraya, bak yalan söyleme, Allah’tan kork! Şu zikirleri çek de şu sevapları kazan! Güzel huyları öğren! Güzel huyların listesini yap, kendin öğren, çoluk çocuğuna öğret!” diyorsun...
“—Kötü huyların listesini yapın, kendiniz öğrenin, çocuğunuza öğretin!” filân diye sevaplı şeyleri, günahları yazın demedim mi burada, kaç defa?..
Demekle de olmuyor. Demekle olsaydı, Allah-u Teàlâ Hazretleri gökten bir kitap indirirdi;
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.267, no:5873; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.507, no: 1350; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.56, no:12550.
“—Ey kullarım, ben bir kitap indirdim, bu kitaptan her biriniz edinin, okuyun; öyle iyi kulluk yapın!” derdi Allah.
Öyle yapmadı. Hikmetli, her işi hikmetli... Rabbimiz, alemlerin Rabbi ne yaptı?.. Peygamber gönderdi.
Peygamber ne yaptı, dini nasıl öğretti?.. Yirmi üç senede öğretti. Peygamber nasıl öğretti? Beraber oluşla, sohbet metoduyla; hayır sohbet usulüyle... Metod dedim değil mi, eyvah! Sildim. Sohbet usulüyle öyle yetiştirdi. Yan yana bulunarak. Arkadaşlıkla, ahbaplıkla, komşulukla, bir arada bulunarak...
Bu ne usûlüdür? Tasavvufun insanı terbiye usûlüdür. Yunus’un dervişlerini yetiştirme usulüdür. Mevlâna’nın etrafındaki insanları adam etme usulüdür. Buna ne kızıyorsun?.. İyi bir insan, etrafındakilere hayatın her safhasında, gece de gündüz de güzel şeyleri göstererek öğretiyor. Böyle olur bu iş... Var mı bir başka yolu?.. Yok, olmaz!..
“—Nereden biliyorsun olmadığını?”
Ben sana senden misal vereyim. Teknik tahsil görüyor bir öğrenci, ondan sonra yaz aylarında fabrikalara neye gönderiyorlar?.. Staja gönderiyorlar. Stajın Türkçesi ne bilmiyorum ki... Görgüsünü, bilgisini arttırmaya gönderiyorlar. Staj görüyor...
Tıp fakültesinde hoca dersi anlatıyor, ondan sonra laboratuvar var. Laboratuvara gidiyor, orada gösteriyor. Ondan sonra intörnlük var. Yâni intörn oluyor bir sene; her tıp bölümünde, kulak boğaz burunda, iç hastalıklarında, dış hastalıklarında, zührevî hastalıklarda dolaşıyor; tecrübe görüyor, uygulama görüyor, tecrübe kazanıyor. Uygulama olmadan, kuru bilgiyle işler olmuyor.
Pilot, pilot olacağı zaman, nazarî dersleri görüyor, ondan sonra uygulama derslerine geçiyor. Pilotluğu belki hepimiz bilmeyiz, ama ehliyet alınacağı zaman önce bilgilerden imtihan oluyor. Ondan sonra:
“—Geç bakalım arabanın başına, hadi bakalım arabayı sür!” diyorlar.
Bilemezsen, “Bilemedin, kaldın!” diyorlar. Uygulamadan kalabiliyor. Demek ki, uygulamasız iş olmazmış.
Pekiyi, dünyevi işlerde bunları kullanırsınız da be mübarekler, ey Allah ıslah edesiceler, ahiret işlerinde niye kullanmazsınız? Ahiret işi daha mı az önemli? Bir insanın ahlâklı insan olması, daha mı az önemli, niye kullanmıyorsunuz?.. Hani müessesesi?..
Bakın, ben kardeşiniz, aciz naçiz kardeşiniz, baktım ki kardeşlerimizin ihtiyacı var; ruh sağlığı merkezi kurdurdum. Doktorlar bana teşekkür ettiler, Türkiye’de ilk defa siz böyle bir şey düşündünüz, Allah râzı olsun diye. Bizim karşımızdaki gruplar şaşırdılar.
“—Allah Allah, bu müslümanlar, gericiler, mürteciler ruh sağlığı merkezi diye bir şey kurmuşlar; ne oluyor?” filan dediler.
Geldiler, incelediler, hayran kaldılar. Ben de hayran kaldım. Çünkü insanın ruhsal rahatsızlıklarının da tıbbın bir dalı olarak incelenmesi, öğretilmesi lâzım... Bunlar böyle olur.
Bir hadiste kaldık, Allah Allah... Bir hadiste kaldık; böyle vakit de doldu, şimdi ne yapacağız? Burada keseceğiz mecburen.
Onun için, güzel ahlâka hepimiz sahip olacağız. Herkes istiyor güzel ahlâklı olmayı ama, güzel ahlâklı olmanın yolu imandır,
İslâm’dır. Allah korkusudur. Allah’tan korkmayan bir insan, güzel ahlâklı olamıyor. Nereden belli?.. İşte batılılardan belli... Adamları görüyoruz, medenî gibi görünüyorlar, ne katakulliler yapıyorlar!.. Ne oyunlar oynuyorlar, ne zalimlikler yapıyorlar!.. Harpleri çıkartan bunlar değil mi?..
Mahsustan harp çıkartıyor. Neden çıkartıyormuş?.. Silah satmak için. Bre insafsız, gaddar, zalim, Neron!.. Ne diyorlar onlar, barbar!.. Onların, Roma tabiri olarak: Bre barbar!” Bir barbar bir barbara, konuşuyorlar. Ne oluyor?.. Zulüm...
Öyle şey olur mu? Hani sizin centilmenliğiniz, kibarlığınız, asaletiniz? Kalmadı... Öyle şey olur mu? Olmaz... Olmuyor işte. Bak Avrupa’da olmuyor bu iş. Hepsinin bir dış görünüşü var, yağlı boyası var... Altını kazırsan, içine bakarsan, perdenin öbür tarafına bakarsan olmuyor. İyi insan İslâm’la yetişiyor. Misal: işte Mevlâna, işe Yunus.
“—Niye bu iki ismi çok zikrediyorsun?” Halkımız çok biliyor da ondan, çok seviyor da ondan. Yâni, en tanınmış iki tane misâl... Onlar gibi binlercesi var, milyonlarcası var, isimsizleri var, onların yetiştirdiği insanlar var.
Onlar da, her birisi iyi güzel insanlar olduğu için, bir avuç insanla zafer kazanılmış. Küçücük bir kuvvetle başarı elde edilmiş. Her taraf gül gülistan olmuş. Çok güzel eserler meydana getirmişler. Kesme taştan eserler yapmışlar. Çeşmeler, köprüler, hanlar, hamamlar, hastaneler, her şey... Bütün hayırlar... Onlar işte isimsiz kahramanların eserleri, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Lütfen bunu bilin ve bilmeyenler bildirmek için çok çalışalım!.. Bunun yolu nedir?.. Radyodur, gazetedir, televizyondur, kitle iletişim araçlarıdır. Niye caminin içine bu televizyonu soktuk biz? Bid’at değil mi bu?.. Peygamber Efendimiz’in zamanında var mıydı?.. Yoktu, tamam, doğru... Demek ki, her şey Peygamber Efendimiz’in zamanında yokmuş.
Diyorlar ki:
“—Tarikat tasavvuf Peygamber Efendimiz’in zamanında yoktu!”
Tasavvuf vardı, orada yavaş gel... Ağır ol, hoopp, ağır ol! O kadar
da uzun boylu değil. Vardı da sen bilmiyorsun. Peygamber Efendimiz’in her türlü hali tasavvuftu... Sen dediğim; adam doçent olmuş, profesör olmuş, fetva komisyonunun bilmem nesi olmuş, bilmem hangi dairenin yöneticisi olmuş; o reddediyor. Arapça da biliyor. Anlayamıyor. Allah akıl, fikir versin... Allah iz’an versin... Allah irfan versin...
Allah insanın basiretini bağladı mı, bu gözlerle gerçekler görülmez. Basiretle görülür, kalp gözü ile görülür. Kalp gözü olmadı mı, olmaz, Allah insana evliyalık vermez ki... Odun gibi gelir, odun gibi gider. Âmâ gelir, âmâ gider. Ahirette de âmâ olarak haşrolur.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi àrif, edip, zarif, kâmil, velî, mahbub, makbul kul eylesin... Güzel ahlâklı eylesin... Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin... Peygamber-i Zîşânımız’a komşu eylesin... Allah hepinizden râzı olsun...
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!..
(Ak-Tv yayını burada sona erdi.)
...................................
Şu şadırvanın arka tarafı, duvarın öbür tarafı, şu binanın olduğu yerler çöp, çöplüktü orası... Bu yan tarafta, küçük küçük, külüstür, teneke, tıngır mıngır evler vardı. Onların hepsini bu cemaat birer birer aldı, camiye kattı. Burasını sokaktan sokağa, ada halinde, İskenderpaşa adası yaptık, güzel bir şey oldu. Köşe tarafa Hocamız’ın çeşmesini koyduk, ruhu şad olsun, sular aktıkça, istifade edildikçe sevap kazansın diye... Caddeye de —
Allah râzı olsun— Tayyip kardeşimiz Mehmed Zahid Kotku Caddesi adını verdi. Allah râzı olsun... Güzelleştirdik. Burası o kadar güzelleşti ki...
Buraya bir kadın gelirdi, dışarıda dururdu böyle;
“—Erkekler girsin de, sonra ben yukarı çıkayım da, namaza gireyim!..” diye.
Abdest alacağı yer yoktu. Komşuların kapısını çalardı:
“—Ben camiye geldim, abdest alacağım, alamıyorum; sizde abdest alabilir miyim?” derdi.
Şimdi kadınlar yeri var, erkekler yeri var. Dar geliyor, büyütüyoruz; dar geliyor, büyütüyoruz; dar geliyor, büyütüyoruz; aşağı tarafları bitince, yukarı doğru büyütüyoruz... El-hamdü lillâh; ama bunlar belki hayret edeceksiniz, parayla oluyor. Allah Allah, sübhânallah, gözü kör olmayasıca para her yerde lâzım oluyor, aziz ve muhterem kardeşlerim!..
i. Hatm-i Hàcegân ve Dua
Fâtiha-i Şerife mea’l-besmele!..
.................................
Üç salevât-ı şerife!..
.................................
Bir İnşirah Sûresi, yâni Elem neşrah leke, besmeleyle!...
.................................
On bir Kul huva’llàhu ehad, İhlâs Sûresi, besmeleyle!..
.................................
Fâtiha-i Şerife mea’l-besmele!..
.................................
Üç salevât-ı şerife!..
.................................
Fa’lem ennehû lâ ilàhe illa’llàh...
Lâ ilàhe illallah… (On defa)
Lâ ilàhe illa’llàhu’l-meliku’l-hakku’l-mubîn... Muhammedün rasûlü’llàhi sàdiku’l-va’du’l-emîn... Salla’llàhu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn... Ve selleme ve bâreke aleyhi ve aleyhim kesîran kesîra, ilâ yevmi’d-dîn.
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
وَالْعَصْرِ . إِنَّ الإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ . إِلاَّ الَِّذينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَِّالحَاتِ
وَتَوَاصوا بالْحَقِّ وَتَوَاصَوْاْ بِالصَّبْرِ (العصر:١-٣)
(Ve’l-asri inne’l-insâne lefî husr. İlle’llezîne àmenû ve amilü’s- sâlihàti, ve tevâsav bi’l-hakkı, ve tevâsav bi’s-sabr.) Allàhu ekber, sadaka’llàhu’l-azîm. Subhàne rabbinâ rabbi’l- izzeti ammâ yesifûn, ve selâmün ale’l-murselîn, ve’l-hamdu li’llâhi rabbi’l-àlemîn…
Âmîn... Sübhàne rabbiye’l-aliyyi’l-a’le’l-vehhâb...
El-hamdü li’llâhi hakka hamdihî, nahmedühû bi-cemîi mahàmidih... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmâîne’t-tayyibîne’t- tàhirîn...
Allàhümme yâ rabbenâ, yâ rabbenâ, yâ rabbe’l-àlemîn...
Àcizâne, nâçizâne yapılmış olan ibadetlerimizi, tàatlerimizi, hayrâtımızı, hasenâtımızı; okunmuş olan 12 adet Kur’an-ı Kerim
hatmini, 4 adet yetmiş binlik kelime-i tevhîd hatmini, 333 adet Ayete’l-Kürsî’yi, üç adet 4444’lük Salât-ı Tefrîciye’yi, 72 adet Yâsîn- i Şerîf’i, bütün diğer kardeşlerimizin de yapmış olduğu ibadetlerle, taatlerle beraber, hayrat u hasenâtla, sevaplı işlerle beraber kabul eyle yâ Rabbi!..
Şu àciz, nâçiz eksikli kusurlu ibadetlerimizi, zikirlerimizi, hatimlerimizi, salât ü selâmlarımızı, kelime-i tevhîdlerimizi, rızânı kazanmamıza, rahmetine ermemize vesile eyle yâ Rabbi!..
Bunlardan hasıl olan ucûr-u mesûbâtı ba’de’l-kabûlu min fadli ve’l-ihsân evvelâ, hàsseten Peygamber Efendimiz’e hediye ettik, vasıl eyle yâ Rabbi!.. Peygamber Efendimiz’i bizlerden hoşnud ve râzı eyle ya Rabbi!.. Peygamber Efendimiz’in sevgisine, rızasına, şefaatine, iltifatına, teveccühüne ermeyi cümlemize nasib eyle yâ Rabbi!.. Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılıp, sünnetini ihyâ edip, sünnetini yaşayıp, sünnetini yaşatıp, şu asırda şehîd sevapları kazanmayı cümlemize nasib eyle yâ Rabbi!..
Peygamber Efendimiz’in o mübârek àline, ezvâcına, evlâdına,
ashâbına, ahbâbına, ihvânına, etbàına ve hàsseten makàm-ı irşâdının varisleri olan mürşidîn-i kâmilîn ve ulemâ-ı muhakkıkîn ve meşâyih-i vâsılîn ve sâdât-ı turûk-u aliyyemizin cümlesinin ruhlarına; ve hâsseten Ebû Bekr-i Sıddîk ve Aliyy-i Murtazâ’dan asırlar boyu, yaşayıp, hizmet görüp, gelmiş geçmiş, hocamız Muhammed Zâhid-i Bursevî’ye kadar hizmet görmüş olan mürşid-i kâmillerimizin, pirlerimizin, şeyhlerimizin ruhlarına ayrı ayrı hediyeler eyledik, vâsıl eyle yâ Rabbi!..
O sevgili, mübarek kullarının mânevî yardımına, iltifatlarına, teveccühlerine cümlemizi nâil eyle yâ Rabbi!.. Bizleri de onların zümresinden eyle yâ Rabbi!.. Ahirette onlarla beraber Peygamber Efendimiz’in Livâü’l-hamd’i altında haşreyle yâ Rabbi... Arş-ı A’lâ’nın gölgesinde gölgelendir yâ Rabbi!.. Bi-gayri hisâb cennetine dâhil eyle ya Rabbi!.. Habîb-i Edîbine komşu eyle yâ Rabbi!..
Bu hatimleri indiren, zikirleri yapan, tesbihleri çeken kardeşlerimizin ve şu anda cemaatte hazır bulunan kardeşlerimizin ve bu yayını takip eden kardeşlerimizin de ahirete göçmüş olan bütün müslüman ana, baba, kardeş, evlat, eş, dost, akrabalarının, arkadaşlarının geçmişlerinin ruhlarına da ayrı ayrı hediyeler eyledik; senin hazinelerin sonsuzdur, dilersen hepsine verirsin, hepsinin ruhlarına vâsıl eyle yâ Rabbi!.. Ruhlarını şad eyle yâ Rabbi!.. Kabirlerini pür nûr eyle yâ Rabbi!.. Bu hediyelerimizden hepsini haberdar ve memnûn ve mesrûr eyle yâ Rabbi!..
Bizler de onların haline gelip, kara toprağa gömülüp, onlar gibi olunca, bizi de arkamızdan hayır dualarla anacak, bizim de kabrimize hayırlar gönderecek evlâtlar, dostlar, dervişler nasib eyle yâ Rabbi!..
Ya Rabbi, ömrümüzü rızana uygun, Kur’an-ı Kerim yolunda geçirmeyi nasib eyle... Hayatımız senin ikramın, aklımız senin ikramın, sıhhatimiz senin ikramın, nimetlerimiz senden, bizi daha başka türlü nimetlerine de mazhar eyle yâ Rabbi!.. Nimetlerinden mahrum etme yâ Rabbi!..
Kimsenin önünde hor ve zelil ve hakir düşürme yâ Rabbi!.. Kimseye muhtaç etme yâ Rabbi!.. El açtırma yâ Rabbi!.. Boyun büktürme yâ Rabbi!.. Yüzsuyu döktürme yâ Rabbi!.. Maddeten ve mânen kuvvetli ve ganî eyle yâ Rabbi!..
Helâlinden kazanıp, tertemiz kazançlarımızla ihtiyaçlarımızı
gördüğümüz gibi, evlatlarımızı tertemiz helâl kazançla yetiştirdiğimiz gibi, kazançlarımızın fazlasıyla da hayırlar yapmamızı nasib eyle yâ Rabbi!..
Dünyanın ve ahiretin bildiğimiz, bilmediğimiz her türlü hayırlarına bizi erdir yâ Rabbi!.. Dünyanın ve ahiretin bildiğimiz, bilmediğimiz her türlü şerlerini, tehlikelerini, tehlikeli yerlerini sen biliyorsun; bizi onlardan koru yâ Rabbi!..
Ümmet-i Muhammed’i hor etme yâ Rabbi!.. Zelîl etme yâ Rabbi!.. Esir düşürme yâ Rabbi!.. Pay-i mâl etme yâ Rabbi!.. Düşman çizmesi altında ezdirme yâ Rabbi!.. Müslümanları aziz eyle, din düşmanlarını zelil eyle yâ Rabbi!.. İslâm’ı hakim ve gàlip eyle yâ Rabbi!.. Bizleri mansur ve muzaffer eyle yâ Rabbi!.. Senin dinini dünyanın her yerine yaymamızı nasib eyle yâ Rabbi!..
Rusya’nın kapıları açıldı, Rusya’yı müslüman etmek nasib et yâ Rabbi!.. Avrupa’ya gidip geliş imkânlarımız var, Avrupalıları müslüman etmemizi nasib eyle yâ Rabbi!.. Amerika’yı, Güney Amerika’sıyla, Kuzey Amerika’sıyla, Afrika’sıyla, Asya’sıyla, Avustralya’sıyla dünyaya İslâm’ı götürmeyi, anlatmayı, yaymayı nasib eyle yâ Rabbi!.. Malımız, canımız, her türlü imkân ve müktesebatımızla, din-i mübîn-i İslâm’a güzel hizmetler yapmamızı nasib eyle yâ Rabbi!..
Bize bu televizyonla vaazlarımızı yayınlama imkânını, radyolarla konuşmamızı yayma imkânını bahşettiğin gibi, daha nice nice hayırlı hizmetlere de muvaffak eyle yâ Rabbi!.. Hayırları yapalım diye kurduğumuz vakıflarımızı, derneklerimizi, şirketlerimizi, faaliyetlerimizi, yayınlarımızı faideli eyle yâ Rabbi!.. Ümmet-i Muhammed’i yükseltecek hayırlı, kalıcı, tesirli, büyük hizmetler yapmamızı nasib eyle yâ Rabbi!..
Evlâtlarımızı, ailelerimizi de sevdiğin mü’min-i kâmil kullar olarak yetiştirmeyi nasib eyle yâ Rabbi!.. Kıyamete kadar nesillerimizi müslüman eyle yâ Rabbi!.. Bizim neslimizden fâsık, fâcir, zàlim, zararlı, muzır kul getirme yâ Rabbi!.. Hayırlı kullar getir yâ Rabbi!..
Bizleri imandan sonra gaflete, dalâlete, cehalete düşürme yâ Rabbi!.. İzzetten sonra zillete uğratma yâ Rabbi!.. Yüksek derecelere çıkmışken aşağı düşürme yâ Rabbi!.. Nefse, şeytana
uydurma yâ Rabbi!.. Dünya’ya kandırtma yâ Rabbi!.. Ahireti unutturma yâ Rabbi!.. İmtihanları başarmamızı nasib eyle yâ Rabbi!.. Sıhhat, afiyet üzere yaşamamızı nasib eyle yâ Rabbi!..
Hastalarımıza şifa ver yâ Rabbi!.. Geçmişlerimize rahmeyle yâ Rabbi!.. Yaşayanlarımıza kuvvet ver yâ Rabbi!.. Hidayet ver yâ Rabbi!.. İzzet ver yâ Rabbi!.. Hikmet ver yâ Rabbi!..
Dünyanın ve ahiretin her türlü hayırlarını senden isteriz, bizlere ihsan eyle; dünyanın ve ahiretin her türlü şerlerinden bizi koru yâ Rabbi!.. Cennetinle, cemâlinle müşerref eyle yâ Rabbi!.. Şu gözlerimize cemâlini görmeyi nasib eyle yâ Rabbi!.. Şu kulaklarımıza selâmını duymayı nasib eyle yâ Rabbi!.. Şu nâçiz kullarına, Peygamber Efendimiz’e komşu olmayı nasib eyle yâ Rabbi!..
Bi-hürmet-i hatemâti’l-kur’âni’l-azîm, ve bi-hürmeti zikrike’l- cemîl, ve bi-hürmeti salevâti’ş-şerîfeh, ve bi-hürmet-i süveri’l- kur’âniyyeh, ve bi-hürmeti esrârı sûreti’l-fâtihah!..
........................................
j. Zikir Dersi Tarifi
Ders alacaklar kalsınlar, dersli olanlar gidebilirler. Ders tarifi yapacağım, tasavvufa giriş merasimi. Bunun için beraberce evvelâ tevbe edelim:
Estağfiru’llàh, estağfiru’llàh, estağfiru’llàh, estağfiru’llàhe’l- azîm, el-kerîm, ellezî lâ ilàhe illâ hû, el-hayye’l-kayyûm, ve etûbu ileyh… Allàhümme ente rabbî, lâ ilàhe illâ ente, halaktenî, ve ene abdüke, ve ene alâ ahdike, ve va’dike mesteta’tü, eùzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûuleke bi-ni’metike aleyye, ve ebûu bi-zenbî, fağfirli, feinnehû lâ yağfiru’z-zunûbe illâ ente… Ya Rabbi, tevbelerimizi kabul eyle... Günahlardan bizleri pâk eyle... Kul haklarını ödememizi nasîb eyle... Namaz, oruç borçlarımızı ödememizi nasîb eyle... Maddeten, mânen, ibadeten borçlu durumdan kurtar bizi yâ Rabbi!.. Günahlardan pak eyle yâ Rabbi!.. Bundan sonraki ömrümüzü iyi kul olarak geçirmeyi nasib eyle yâ Rabbi!..
Tevbemizi yaptık, duamızı yaptık muhterem kardeşlerim!
Bu duanın içinde de söylediğim gibi, tevbe yaparken bir daha günah işlememeye karar vermek lâzım; karar verdik. Kullar hakları varsa ödemek lâzım, onları da ödeyin!.. O burada hemen olmaz, buradan çıkınca olacak bir şey. Üzerinizde kul hakları varsa ödeyin!.. Namaz, oruç borçları varsa, onlar da ödenecek. Ödenmeden olmaz. Kul borçlarını ödediğiniz gibi, ibadet borçlarını da ödeyin. Bundan sonra, devamlı abdestli gezin muhterem kardeşlerim!..
Tasavvufun temeli helal lokma yemektir, helal lokma yeyin. O bir manevî temizliktir. İnsan haram lokma yedi mi içi pislenir. Bir de devamlı abdestli gezin, o da zahiri temizliktir. Abdestli olduğunuz zaman şeytan yanınıza sokulamaz, sizi kandıramaz, tesir edemez. Hayırlı olur haliniz, feyizli olursunuz, kuvvetli olursunuz manevî yönden, mahfûz olursunuz, korunmuş olursunuz; devamlı abdestli gezin.
Her gün zikir vazifelerinizi yapın. Zikirlerinizi ihmal ederseniz, tasavvufta ilerleyemezsiniz. Zikir dervişin kolu kanadıdır, gıdasıdır, yükselmesi, yaşaması, kuvvetlenmesi zikirle olur. Zikir vazifelerini yapın. Zikri gününüzün hangi saati müsaitse o saatte oturup yapacaksınız. Kıbleye doğru oturun, abdestliyken oturun, gözlerinizi yumun, diz çökerek oturun...
Evvelâ yirmi beş defa Estağfiru’llàh çekin. Tevbe edin öyle başlayın... Sonra bir Fâtiha, üç Kul huva’llah okuyun bunları Peygamber Efendimiz’e, evliyâullah büyüklerimize, mürşid-i kâmillerimize, ruhaniyetlerine hediye edin! O mübareklerden mânevî yönden yardım talep eyleyin. Onlar size himmet eylesinler, sevsinler, mânevî bakımdan; rüyalarınıza girsinler, iltifat etsinler diye siz de onlara böyle hediyeler gönderin!
Sonra, gözünüz kapalı, bu dünyanın fanî olduğunu düşünün, ölümü düşünün, ölümden sonra başınıza gelecekleri düşünün, mahkeme-i kübrâyı düşünün, cehennemi düşünün, sıratı düşünün, hesabı düşünün, teraziyi, mizânı düşünün... Şu zalim nefislerinize deyin ki:
“—Ey nefsim, sen ne yapıyorsun? Aklını başına topla, günahlardan, haramlardan uzak dur, ahireti unutma, cenneti kazanmaya çalış, yoksa sonradan ahirette pişman olmanın faydası olmaz. Aman, aman ölümü unutma, hesabı unutma! Ona göre
hayatını tanzim et, ayağını denk al!” diyeceksiniz.
Buna ne deniyor? Tasavvufta bu bir çalışma, zikre oturduğunuz zaman. Ölümü düşünmek, rabıta-i mevt, tefekkür-ü mevt, tezekkür-ü mevt deniliyor. Bunu yapacaksınız; bu bir... Ölüm hepinizin başında, ne zaman geleceği belli olmaz, Azrail kime gelecek, kimin canını alacak, belli olmaz. Akşam yatarsın, sabah kalkamazsın.
إِنَّا ِللهِ وَ إِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ (البقرة:٦٥١)
(İnnâ li’llâhi ve innâ ileyhi râciûn) “Biz Allah’ın kullarıyız, Allah’ın mülküyüz, Allah’ınız; biz ona döneceğiz.” (Bakara, 2/156)
Buradan arabana binersin, şurada iki adım ötede bir şey olur. Hacca gittiler, Arafat’a çıkarken, Mina’ya gidenler; bir yangın çıktı dört yüz kişi kadar öldü. Bin kişi kadar yaralandı. Şu kadar otomobil, yetmiş bin çadır; telef oldu. Biz de hazırlanıyorduk Mina’ya gitmeye, biz de hazırlanıyorduk. Hazırlanıyorken haber geldi
“—Yangın çıktı!” diye.
Erken gitseydik, İnnâ li’llâhi ve innâ ileyhi râciûn, belli olmaz. Ecel ne zaman bitecek? Ecel müddet demek, insanın müddeti...
فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
(الأعراف:4)
(Feizâ câe ecelühüm lâ yesta’hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn) [Onların eceli geldi mi ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler.] (A’raf, 7/34)
Ecel geldi mi anında ölüm olur; ileri de gitmez, geri de kalmaz. O bakımdan ölüme hazırlıklı olmak lâzım! Bu dervişlik nedir? Ölüme hazırlıklı olmak yoludur. Derviş ölüme hazırdır. Hemen şu anda Azrail gelse,
“—Ver bakayım şu emaneti…” dese; “—Pekiyi!” deyip, hazır olmak lâzım.
Borçları ödemek lâzım, tevbeli olmak lâzım, abdestli olmak
lâzım, gusüllü olmak lâzım, haramdan, borçtan ve sâireden kendisini kurtarmış olmak lâzım! Çok dikkat edin, ölümü düşünmek; bir...
İkincisi; yapacağınız şeylerden birisi, zikri beraber yapıyoruz diye göz önüne getireceksiniz. Bizi göz önüne getireceksiniz, bize rabıta yapacaksınız. Bunun çok faydası vardır, manevî bakımdan. Bir manevî irtibat da kurulur. Mürşid-i kâmile rabıta yapan, onun ruhuyla irtibatı kurar. Bizi hocalarımızla beraber düşünün. Böyle bir grup halinde oturmuşuz diye. Mehmed Zahid Hocamız, Gümüşhaneli Hocamız, böyle evliyâullah büyüklerimizle... Ben de onların arasına oturmuşum diye... Gönlünüzü gönlümüze bağlayın, gelecek olan feyzi ilâhîye muntazır olun.
Böyle yapa yapa ilerlersiniz, sonunda Peygamber Efendimiz’i görecek hale gelebilirsiniz. Bu rabıta-i mürşidi de güzel yapın. Bazıları vardır, buna itiraz ederler: “—Şirktir, mirktir!” filan diye.
“—Nereden çıkarttın şirk olduğunu? Şirk Allah’a şerik koşmaktır.”
“—Ben gözümü kapatıyorum, Peygamber Efendimiz’i görsem fena mı? Fena mı?” “—Değil!..” “—Şirk mi?” “—Değil!..” “—Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyaret etmek şirk mi? Salât ü selâm getirmek şirk mi?” Ne biçim laf...
“—Hocasını düşünmek şirk, rabıta etmek şirk!..” Nereden çıkardın be uyuz adam!.. Nereden çıkarttın...
“—Tamam, sen hocaya kızıyorsun da anladım, gözümü kapatsam, rahmetli annemi düşünsem şirk mi?”
“—Değil!” “—Dedemi düşünsem şirk mi?” “—Değil!” Şimdi tamam, bu değil, bu değil hocamı getirdim koydum...
“—Hocamı düşünsem şirk mi?” “—Hık mık…” “—Ya söylesene şirk mi, değil mi? Değil, niye hık mık ediyorsun?
Sevgiden oluyor. Rabıta ne demek, rabıta-i mürşid? Sevgi bağı demek... Öyle yaparsan ne olur? O zaman, bir zaman gelir, Rasûlüllah’ı görecek hale gelir. Fena mı? Değil...
“—Onun için ukâla adam, bilmediğin için karışma!.. Ey aziz kardeşim, sen de onun sözüne kulak asma, işine devam... O bu işi bilmiyor...”
Şirk mirk değil... Lâ ilâhe illa’llàh, Muhammedün rasûlü’llah... Şirkin gizlisinden, âşikâresinden Allah’a sığınırız. Şirkle en büyük mücadeleyi veren tasavvuf erbabıdır. “Lâ ilâhe illa’llàh, Lâ ilâhe illa’llàh, Lâ ilàhe illa’llàh…” diye diye şirkin canına okuyor, mahvediyor. Şirkin kafasını kesiyor Lâ ilàhe illa’llàh kılıcıyla.
“—Lâ ilàhe illa’llàh!” “—Kırt…” Kafa uçtu, kelle gitti... Ne oluyorsun, şirki nereden çıkarttın, iftiracı!.. Bir de bize şey demiş:
“—Mahmud Es’ad Hoca’nın kafası kopsun!” demiş. Es’ad Hoca’nın kafası kopsa ne geçecek eline? Tavuk muyum
ben horoz muyum? Kafası kopacak bir sürü insan varken, bula bula beni mi buldun? Es’ad Hoca’yı mı buldun? Bu da şey, adam... Adam diye geziyor ortada. Hocayım diye geziyor... Böyle diyen... Boynu kopsun demiş. E, beddua etmek var mı İslâm’da... Es’ad Hoca ne yaptı sana?.. “—Bir şey yapmadı da işte bilmem, dervişlik mervişlik, hık mık...”
E, ne oluyor? Burada hadis-i şerif okutuyoruz, insanları Allah’ın dinine, Kur’an-ı Kerim’e çağırıyoruz.
Eğri bir şey görürseniz, söyleyin. Şurası ayete, burası hadise aykırı deyin. Bu kadar yüksek tahsilli insan var, profesör var, şey var... Görürseniz söyleyin, ne var bunda?.. Peygamber Efendimiz’in tavsiyelerini size söylüyoruz. Bak şimdi zikir vereceğim size, hepsi Peygamber Efendimiz’in tavsiyeleri. Kendimden bir şey söylemiyorum ki, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesini naklediyorum. Daha ne istiyor? Adam ne istiyor daha?..
“—1992’de İskenderpaşa’yı karıştırdım!” demiş...
İyi halt etmişsin. Karıştırmak iyi bir şey mi İslâm’da... Fitne demek, fitne karıştırmak... Nasıl karıştırdı onu da bilmiyorum. Kendi kendine herhalde rüya mı gördü ne yaptı? Burası karışmadı el-hamdü lillâh kale gibi sağlam... İslâm’ın kalesi. Uluslararası şöhreti var buranın. Amerika’dan davet geliyor, Avrupa’dan davet geliyor. Niye arada sırada kayboluyoruz? Davet geliyor, gidiyoruz. Uluslararası filanca toplantıya çağırıyorlar, el-hamdü lillâh. Kaç tane, masamın üstünde böyle dosya var; çağırıyor.
“—Amerika’da filanca zamanda şöyle bir ilmi toplantı olacak hocam, gelin!” burada öyle; el-hamdü lillâh...
Ne olmuş yâni. Gayet güzel gidiyor, kale gibi gidiyor. Suları yara yara, Yavuz Zırhlısı gibi gidiyor, daha ne... El-hamdü lillâh...
Âb-ı pâke ne zarar vakvaka-i kurbağadan
Bu ne demek? Tertemiz suya, kurbağanın “Vırak, vırak” demesinden ne zarar gelir. “Vırak vırak, vırak vırak...” Kurbağa vıraklıyor, su akıp gidiyor. Suya zarar gelmez... El-hamdü lillâh...
Bu bir…
Rasûlüllah’ı görmek, güzel; onun emrini tutmak, o da güzel! Güzel bir şeye götüren şey de güzeldir.
“—Abdest almak güzel mi?” “—Güzel...” “—Neden?” “—Namaza götürüyor. Namaz abdestsiz olmuyor da ondan...” “—E hocam ağzımı yıkıyorum, burnumu sümkürüyorum, bilmem ne filan, temizlik memizlik, musluk bilmem ne...” “—Olsun, namaza hazırlanıyorsun güzel...” Güzel şeye götüren şeyler de güzeldir. Kötü şeye götüren şeyler de fenadır...
“—İçki fena!” “—Neden?” “—İçki bütün kötülüklerin anasıdır da ondan.” Adam içki içiyor, can ciğer kuzu sarması kardeşini bıçaklıyor. Ondan sonra da hàkimin önüne çıktığı zaman diyor ki:
“—Çok sarhoştum, ne yaptığımı bilmiyordum...” “—Bre mendebur, ne diye zıkkımlandın?.. Allah haram kılmıştı, ne diye içtin onu?.. Bak işte şimdi katil oldun, o canından oldu, sen de hapiste çürüyeceksin. Belki idam olacaksın.” Suudî Arabistan’da olsa idam ederler, biz de hafifletici sebep oluyor sarhoş olmak... Ne diye hafifletiyorsun, içki içmeseydi... Ne diye hafifletiyorsun?.. Suudî Arabistan’da birisini öldürdü mü, öyle hafifletici sebep filan tanımıyorlar.
“—Adamın canı gitmiş, öyle şey mi olur yahu?” diye düşünüyorlar yâni.
Sarhoşmuş, sarhoş hafifletici sebep sayılmamalı. Hafifletici sebep şu olabilir, o ona saldırmıştır. Pat küt, pat küt vururken bu da kendisini savunmak istemiştir; tamam... Savunma hakkından o hafifletici sebeptir tabii.
İkincisi demek ki, rabıta-i mürşid yapmak. Birincisi ölümü düşünmek, bu hayatın faniliği; ikincisi, rabıta-i mürşid, mürşidini düşünmek...
Üçüncüsü de Allah’ın huzurunda olduğunu düşünmek; rabıta-i huzur bunun adı.
“—Siz neredesiniz şimdi?” “—Allah’ın huzurunda...”
“—Dışarı çıkınca...” “—E, orada da Allah’ın huzurunda...” “—Eve gidince?” “—E, orada da Allah’ın huzurunda...” “—Niye?” Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَاكُنْتُمْ (الحديد:4)
(Ve hüve meaküm, eyne mâ küntüm) “Siz ey kullar, ey insanlar! Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir, sizin yanınızdadır.” (Hadîd, 57/4)
Allah her yerde hàzır ve nâzır olduğundan, sen her yerde Allah’ın huzurundasın.
“—Hocam, o zaman ben hep edepli bir kul olayım, hep Allah’ın huzurunda olduğuma göre edepli hareket edeyim.” “—Hah, işte bak, şimdi imanı anladın. İşte iman, İslâm bu...”
İmanın en kuvvetli derecesi, nerede olursan ol; Allah’ın huzurunda olduğunu idrak etmek.
“—Aferin bak, şimdi aklın başına geldi işte, aferin bak, sohbetin bereketiyle iyi müslüman oldun.”
İşte bunu düşüneceksiniz. Allah’ın sizi gördüğünü...
وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيِرٌ (البقرة٥٦٢، آل عمران:٦٥١، الأنفال:٢٧)
(Va’llàhu bimâ ta’melûne basîr) “Allah her yaptığınızı görüyor.” (Bakara, 2/265; Âl-i İmran, 3/156; Enfal, 8/72)
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَليمٌ (البقرة:٩٢، الحديد:٣)
(Ve hüve bi-külli şey’in alîm.) “Allah her şeyi biliyor.” (Bakara, 2/29)
وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَديرٌ (البقرة:4،الحديد:٢)
(Va’llàhu alâ külli şey’in kadîr) “Allah her şeye hakkıyla kàdirdir.” (Bakara, 2/284, Hadîd, 57/2)
وَهُوَ السمِيعُ الْبَصِيرُ (لشورى:١١)
(Ve hüve’s-semîu’l-basîr) “Allah işitendir, görendir.” (Şûra, 42/11) Daha ne istiyorsun? Başka delil mi istiyorsun?
وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ (ق:٦١)
(Ve nahnu akrabu ileyhi min habli’l-verîd) “Biz kulumuza şu kalbinden, kalbinden çıkan şah damarından bile daha yakınız.” (Kaf, 50/16) Daha ne istiyorsun? İçini dışını Allah biliyor, ona layık kulluk etmeye çalışacağız. Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunu bileceksin, düşüneceksiniz
“—Allah beni şu anda görüyor!” diye. Çünkü, düşünmeyince insan başka şeylerle meşgul olmak bu düşünceden uzaklaştırıyor insanı...
“—Aaa, şurada şu var, a adam şunu yaptı. Aç bakayım televizyonu Fenerbahçe Galatasaray’a kaç tane gol atmış, bilmem ne...”
Golle, topla oynarken unutuyor. Başka düşüncelerle asıl düşünceyi unutuyor. Asıl düşünce ne? Allah’ın huzurunda olduğu.
Öyle edepli insanlar var ki ömründe yatarken bile ayağını uzatıp uyumamış. Allah’ın huzurunda ayağımı uzatmayayım diye. Uzatmak caiz de yâni o edebinden öyle düşünmüş, uzatmamış. Uyurken uzatırım belki diye buraya çember geçirenler var, dizine... Onu göstermek istedim, elimdekiler döküldü şimdi... Dizine kuşak geçirenler var, uyurken ayaklarımı uzatmayayım diye. Bu kadar edepli insanlar, kimler geçmiş buradan. Evliyalar, enbiyalar bu dünyadan neler gelmiş, neler geçmiş. Biz de gelip geçeceğiz de Allah bizi de edepli kul eylesin... Edepli kul olacaksınız.
Ahireti düşüneceksiniz, ölümü düşüneceksiniz; bir... Mürşidle bağlantı kuracaksınız, gözünüzü kapayıp; iki... Kalbinize de bir şeyler, feyizler gelecek o zaman göreceksiniz yapınca... Üçüncüsü de Allah’ın huzurunda olduğunuzu düşüneceksiniz... Bu güzel hazırlıklarla, böyle lokum gibi hale gelince tesbihleri çekmeye başlayacaksınız.
Peygamber Efendimiz’in şu kitapta da olan, hadis kitabı yâni bu, Râmûzü’l-Ehàdîs, bu kitapta da olan tavsiyelerini söylüyorum. Kendi kafamdan bir şey söylemekten Allah’a sığınırım. Rasûlüllah’ın tercümanlığını yapıyorum. Dellâllığını yapıyorum, meddahlığını yapıyorum.
1. Rasûlüllah Efendimiz tavsiye ediyor. Günde yüz defa Estağfiru’llah deyin. Bilenler vardır içinizde bu hadis-i şerifi... Günde yüz Estağfiru’llah çekeceksiniz; vazife, Rasûlüllah’tan...
2. Yüz defa Lâ ilàhe illa’llàh çekeceksiniz... Hadis var, müjde var, sevabını bildiren tatlı tatlı hadisler var...
3. Bin defa Allah, Allah, Allah diyeceksiniz.
Bir kez Allah dîse aşk ile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân
Adam çağdaş bir insan oluyor, zengin bir insan oluyor, çok müreffeh oluyor, köşklerde, saraylarda yaşıyor; ama yakın bir akrabası öldüğü zaman Mevlid okutuyor ona... Akrabalarını çağırıyor, başına örtü örtüyor; Tansu Çiller bile örtüyor, başına örtüyü cenazede, şeyde falan olunca,
“—E, demek ki örtülüyor, yâni başörtü düşmanlığı niye o zaman? Yeri gelince örtülen bir şey demek ki, güzel bir şey, yanlış bir şey değil... O zaman baş örtenlere, üniversitede baş örtüyor diye niye kızıyorsun?” Mantıksız... Yanıt, mantık dışı... Bilgisayara sorsan ne der? Saçma der... Absurd, saçma; olmaz böyle şey, yanlış...
Yüz estağfirullah, yüz lâ ilàhe illallàh, bin defa Allah, Allah, Allah diyeceksin... Niye? Bir defa deyince günahların dökülüyor, bin defa dersen derecen yüksek olur. Her yüz defada bir şu sözü söyleyeceksin; dur bakayım, unutmayayım, neymiş (Hocaefendi burada yakasındaki İlâhî ente maksùdî rozetine baktı)
İyi ki burada var bu. O zaman unutulmuyor, yoksa unutulacak:
إِلٰهِي أَنْتَ مَقْصُودِي، وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي
(İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi, amacım sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum. Amacım dünya değil, menfaat değil, oy değil, ay değil, vay değil, hay değil... Amacım, senin rızanı kazanmak...” 4. Yüz defa salât ü selâm, Peygamber Efendimiz’e, salâvât-ı şerîfe...
“—Hocam, bir sürü salât ü selâm var hangisi söyleyeyim?” “—Hangisini biliyorsan onu söyle, serbest... Al sana serbest.” Yüz defa salât ü selâm.
5. Yüz defa da Kul hüva’llàhu ehad…
Günlük vazifeler bunlar, bunları çekersin, sevapları kazanırsın, müsterih oturursun. Bundan sonraki zamanında da vaktini boş geçirmeyip de kalbinden Allah Allah dersen, sevabın daha çok olur.
Şimdi ben size, hepinize zikir telkin edeyim:
Lâ ilàhe illa’llàh… Lâ ilàhe illa’llàh, Lâ ilàhe illa’llàh!..
Siz de buyurun: “—Lâ ilàhe illa’llàh… Lâ ilàhe illa’llàh, Lâ ilàhe illa’llàh!..”
Allah… “—Allah…” Allah… “—Allah…” Allah…
“—Allah…” Şimdi ağzınızı kapatın, gözünüzü de yumun; Allah demeye içinizden devam edin...
.................................
Allah mübarek etsin... İşte böyle, kimse duymadan, dil dudak kıpırdamadan, içinden Allah demek, çok sevaplı bir zikirdir. Buna da devam edin. Meselâ el işi yapıyorsunuz, kalbiniz Allah diyor. Meselâ sokakta yürüyorsunuz, kalbiniz Allah diyor. Meselâ bir
yerde oturuyorsunuz, kalbiniz Allah diyor. Çünkü her Allah dedikçe, mükâfatınız artacak.
Bizim yolumuz, çok kesin olarak söylüyorum, Peygamber Efendimiz’in sünnetine uymak yoludur. Hadis kitapları bizim ders kitaplarımızdır. Kur’an-ı Kerim bizim ders kitabımızdır. Biz Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin çizdiği çizgide gitmek istiyoruz. Bizim tarikatimiz bu... Tarikat-ı Muhammediyye-i Nakşiyye… Tarikat-ı Muhammediyye-i Nakşiyye-i Kàdiriyye-i Halvetiyye-i Hàlidiyye-i Sühreverdiyye-i Çestiyye-i Bayramiyye-i Mevleviyye…
El-hamdü lillah. Kur’an-ı Kerim’in yolundayız, Kur’an-ı Kerim’in hizmetindeyiz, Kur’an-ı Kerim’e bağlıyız, Rasûlüllah Efendimiz’e bağlıyız. O halde, her türlü bid’attan, saçmalıktan, sapıklıktan uzağız. Ana prensibimiz bu... Bu ana prensibe aykırı ne varsa hepsinden uzağız. Hiçbir kanun, yönetmelik ve resmi emir, anayasaya aykırı olamaz! Bizim de tasavvufta hiçbir şeyimiz Kur’an-ı Kerim’e, hadis-i şerife aykırı olamaz. Aykırı bir şey varsa, biz o işte yokuz. Biz ondan uzağız. Biz Kur’an yolundayız, hadis-i şerif yolundayız. Çok kesin...
Hangi kitabı okuyalım? Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin
Efendimiz, kutbu’l-aktab, gavsü’l-vâsılîn mübârek Râmûzü’l- Ehàdîs’i yazmış, tercümesi var, bunu okuyun! Bunun içinde başka çeşitli hadis-i şerifler var, bazıları itiraz ediyor, tabii bu büyük hadis âlimi, uygun görmüş, almış.
İmam Nevevî’nin Riyâzü’s-Sâlihîn’i var, onu okuyun. Ona kimse gık diyemez. Bazıları buna gık diyorlar, gak diyorlar, cuk diyorlar, cık diyorlar... Ona diyemez. Tamam, sen onu oku!..
Buhàrî’yi oku mübarek... Sahîh-i Buhàrî’yi oku, tamam, onu oku da ne diyorsa yap bakalım, hangi çizgiye geleceksin!.. Arkamızdan yetişebilirsen gelirsin, bizim yolumuza geleceksin; yetişebilirsen...
Yolumuz sünnet-i seniyye yoludur. Bid’atlardan uzak duracağız, camiyi, cemaati, cumayı, Kur’an’ı, hadisi, sünneti bırakmayacağız. Sünnet-i seniyyeye uygun yaşayacağız, namazlarımızın sünnetlerini kılacağız. Durumumuz müsaitse, sünnet diye sakal bırakacağız, İşrak namazı kılacağız, Duha namazı kılacağız, Evvabin namazı, Tecdîd-i vudù namazı, gece yatarken namaz, Teheccüd namazı, Pazartesi Perşembe orucu vs.
“—Ne bunlar? Bu teferruat nereden çıktı?”
Hadis-i şeriflerde Efendimiz tavsiye ediyor, onları tutacağız. Çünkü biz Efendimiz’in yolundayız. Biz Peygamber SAS Efendimiz’in yolundayız. Her şeyimiz ondan...
“—Niye bu sarığı sardın?” Sarığı sardığı zaman, bir insanın namazı yetmiş kat daha sevaplı olurmuş da onun için, sarığı sarıp öyle geliyorum.
“—E, niye cübbeyi giydin?”
Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“—İnsan secde ettiği zaman, arkası örtülü olmaz da orası burası belli olursa; kendisinin de, arkasındakinin de namazı bozulur. Kot pantolonla, dar pantolonla, şunuyla, bunuyla olmadığı için cübbeyi giyiyoruz.” En iyisi uzun bir pardösü gibi rahat bir şeyle gezmek... Şöyle aşağı doğru örtülü... En iyisi o... Ceketini uzun tutturursun, uzun ceket olur, bu da bizim usûlümüz olur veya böyle bir şey giyersin. Böyle bir şeye Millî Güvenlik Kurulu kızıyor, tamam... O zaman bir güzel, sade pardösü alırsın, onu giyersin. Çünkü maksat namazda huşûyu, hudùyu bozmamak, kaçırtmamak...
Adam “Allah-u Ekber!” diyor, öndeki secdede, budu belli, eti belli, girintisi belli, çıkıntısı belli... olmuyor. Olmaz... Niye Maraşlılar, Adanalılar şalvar giyiyor? Tesettür için... Niye hocaefendi cübbe giyiyor? Tesettür için... Niye pardösü giyiyoruz? Tesettür için...
“—Yâni, bu darlık nereden çıkmış?” Sen bu Avrupalıların işine bakma, onların işi şeytanlıktır. Onlarda şimdi kadınlara şey giydirmeye başladılar; hep unutuyorum adını, çorap gibi; tayt, tayt... It is tayt... Tayt giydiriyorlar, kara böcek gibi... Bana çok acayip geliyor. E, zevkler ve renkler tartışılmazmış. “—Giyim mi sence?” “—Giyim...” “—Yemin et! Şahit getir...” Giyim mi bu ya hu? Böyle giyim mi olur? Bol olacak, belli olmayacak... Öyle şey mi olur? Ben biraz böyle şaka yollu anlatıyorum ki anlaşılsın. Kadın kılık kıyafet giyiyor, şurası belli
oluyor, olmaz... Beline kuşak sarıyor, belli oluyor; olmaz... Daracık bir pantolon giyiyor; şurası göbeği, şurası çıkıntısı, burası girintisi; olmaz... Giyim nasıl olacak? Serbest olacak, bol olacak, tesettür olacak yâni, görünmeyecek, belli olmayacak...
“—Hocam, iyi tamam, kadınlar öyle yapsın!” Erkekler de öyle yapacak. Erkeklerin kadınlardan farkı yok. Erkekler öyle dolaşabilir mi? Onlar da dolaşamaz... O da ecdad nasıl yapmışsa öyle yapacak. Fatih Sultan Mehmed’e bakacaksın. Nasıl giyinmiş, niye giyinmiş; tahlilini yapacaksın. Tefekkür edeceksiniz üzerinde...
“—Yahu niye öyle giyinmiş, Amerikalı niye böyle giyiniyor, o niye öyle giyiniyor?” Yırtık şeyle dolaşıyor. Taşlanmış, eskitilmiş kot giyiyor...
“—Yahu bunu yeni giysene be adam!” “—Bu Amerikan mantığı, ona karışma hocam. Onlar sığır çobanıydı karışma onların işlerine…” Tabancalı, sakız çiğneyen, sağa tüküren, çifte tabanca çeken adam...
Ben Peygamber SAS Efendimiz’in izinden gideceğim, sünnetine uyacağım; giyimde kuşamda her şeyde öyle hareket edeceğim. Sen de öyle yapacaksın. Çünkü Peygamber Efendimiz’e uymayı Allah emrediyor. Eğer Allah’ı seviyorsanız, Allah’ın sevdiği kul olmak istiyorsanız; Rasûlü’ne tàbî olun diye emir var Kur’an-ı Kerim’de:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِب ونَ اللهََّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللهُ (اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe fe’ttebiûni yuhbibkümu’llàh) [Rasûlüm de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin!] (Âl-i İmran, 3/31)
وَأَطِيعُوا اللهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ (النساء:٩٥، المائدة:٢٩، التغابن:٢١)
(Etîu’llàhe ve etîu’r-rasûl) [Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin!] (Nisâ, 4/59, Mâide, 5/92, Tegàbun, 64/12)
Yolumuz o... Onun için bunları yapacaksınız. Sevap kazanmak
için sünnet olan ibadetleri kaçırmayacaksınız. Oruçlardan, namazlardan sevaplı şeyleri...
Sonra günahlardan kaçınmaya çok dikkat edeceksiniz. Haram lokma yemeyeceksiniz. Her türlü haramdan, günahtan kaçınacaksınız, gözünüzü sakınacaksınız. Şimdi ben gözümü sakınacağım, karşı taraf da beni zorla günaha sokmayacak şekilde olacak. Ben sakınacağım; ama o da açık saçık olmayacak. Açık saçık olursa o da günaha girer. Evet benim bakmamam lâzım; ama o da açık saçık gezmeyecek. İslâm’da mantık bu... İslâm’da kötülüğü engellemek için herkese görev düşüyor. İçki içmek de yasak, içkiyi satmak da yasak...
“—Ben içmiyorum, satıyorum.” Satamazsın! Taşımak da yasak...
“—Hocam şuradan işte alacağım, şu kamyondan bakkala...” Yapamazsın, taşıyamazsın. Çünkü hiçbir nokta da yardımcı olmamak lâzım!..
Emr-i ma’ruf, nehy-i münker yapacaksın. İyiliği yaptırmaya çalışacaksın, kötülüğü de çelmelemeğe... Bir çelme takacaksın,
tepetaklak gidecek. Dokuz takla atacak, yıkılacak; tamam. Kötülüğü yaptırmayacaksın. Nehy-i münker ne demek? Aklın ve şeriatın uygun görmediği şeyi yaptırmamak... Sevaplı işleri yapın, özeti hadis kitaplarından alın, çıkartın, çalışın; özet çıkartın. Günahlı işlerden kaçın, ahlakınızı güzelleştirin!
Bugün bir hadis okuduk, neydi? Güzelliklerin en güzeli, güzel huydur. Güzel huy... Bir hadis okuduk bugün. O kadar vakit oldu. Kâğıt geldi, hocam bir saat oldu kes artık diye, ben de kestim; ama çok güzel bir konu geldi. Ahlâkımızı güzelleştireceğiz. Sen mânevî bakımdan, derviş olarak feyzin, derecen, merteben çok olması için ne yapacaksın?.. Huyunu güzelleştireceksin.
“—Huyu güzel değil!” “—Olmaz...” “—Hocam, hangi huylar güzel?” Diyoruz ya sana, iyi huyların listesini yapacaksın, kötü huyların listesini yapacaksın. Evinde olacak bunlar.
“—Hocam hangi kitaptan liste yapayım?” “—Hocamızın Tasavvufî Ahlâk kitabını oku! İyi huylar, kötü huylar orada yazılı, kısaca, kolayca...” “—Hocam, zaten benim kütüphanemde var.” “ “—Evet herkesin kütüphanesinde oluyor da kimse okumuyor.” Okuyacaksın, tekrar tekrar okuyacaksın. Çoluk çocuğunla okuyacaksın, bileceksin. Çocuk da ezberleyecek: “—Say bakalım kötü huyları!” Tıkır tıkır tıkır tıkır sayacak. Neden? İşlememek için öğrenmesi lâzım...
“—Say bakalım iyi huyları!” Tıkır tıkır tıkır sayacak.
“—Hanım sen de say! Aferin, yarın sana bir bilezik alacağım.”
Teşvik de olacak, güzel şeyler de yapacaksınız, iyi huyları öğrenip uygulayacaksınız, iyi huylu insan olacaksınız. Yâni, insan- ı kâmil olacaksınız. Kâmil, olgun insan, derya gibi insan...
“—Olamıyorum hocam!” E, olamıyorsan, sevapları da alamazsın. Olamıyorsan, mükâfatı da alamazsın. Olacaksın ki alabilesin.
Hepiniz birer Fâtiha, üçer Kul huva’llah okuyun, duanızı
yapayım! …………………………………
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm:
إِن الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللهَ، يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَنْ
نَكَثَ فَإِنَّمَا يَنْكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللهَ
فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا (الفتح:٠١)
(İnne’llezîne yübâyiùneke innemâ yübâyiùna’llàh... Yedu’llàhi fevka eydîhim... Ve men nekese ve innemâ yenküsü alâ nefsihî... Ve men evfâ bimâ àhede aleyhu’llàhe feseyü’tîhi ecran azîmâ.) Sadaka’llàhu’l-azîm.
[Muhakkak ki sana bey’at edenler, gerçekte Allah-u Teàlâ’ya bey’at etmişlerdir. Allah’ın kuvvet ve yardımı bey’at edenlerin üstündedir. Şu halde kim bu bağı çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur. Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefâ, onun hükmünü îfâ ederse, Allah da ona büyük bir ecir verecektir.] (Fetih, 48/10)
Bu anlattıklarım sizinle aramızdaki mukavelenin şartlarıdır. Zikirlerinizi yapacaksınız, ibadetlerinizi yapacaksınız, günah- lardan kaçacaksınız, huylarınızı güzelleştireceksiniz... Böyle olursanız, cennetlik olursunuz, Allah’ın sevdiği kul olursunuz...
Ahdinize sadık olun, sıràt-ı müstakîmden ayrılmayın, nefse şeytana uymayın!
Allah yardımcınız olsun, yolunuz açık olsun… Sevginiz çok olsun, kalbiniz nurlu olsun, gözünüz, basiretiniz açık olsun… Allah sizi yolunda daim, zikrinde kàim, ibâdetine müdâvim, sevdiği kul eylesin… Uzun ömür versin, güzel işler yapmanızı nasib etsin… Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin… El-fâtiha!
04. 05. 1997 – İskenderpaşa Camii