07. TEVBEDE ACELE EDİN!

08. HİDAYET ALLAH’TANDIR



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, alâ külli hâlin ve fî külli hîn.,, Kemâ yenbağî li- celâli vechihî ve li-azîmi sultânih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn muhammedini’l-mustafâ ve âlihî ve sahbihî ecmaîn… Ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ… Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu teàlâ aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesetin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n- nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


إِن اللَََّّ تَعَالٰى خَلَقَ خَلْقَهُ فِى ظُلْمَةٍ، ثُمَّ أَلْقَى عَلَيْهِمْ مِنْ نُورِهِ؛ فَمَنْ


أَصَابَهُ مِنْ ذَلِكَ النُّورِ، اهْتَدَى؛ وَمَنْ أَخْطَأَهُ، ضَلَّ؛ فَلِذَلِكَ أَقُولُ:


جَفَّ الْقَلَمُ عَلَى عِلْمِ اللََِّّ (حم. ت. حسن، وابن جرير، طب. ك.

ق. عن ابن عمر)


RE. 87/14 (İnna’llàhe teàlâ haleka halkahû fî zulümâtin, sümme elkà aleyhim min nûrihî; femen esàbehû min zâlike’n-nûri

ni’htedâ; ve men ahtaahû dalle, felizâlike ekùlü: Ceffe’l-kalemü alâ ilmi’llâhi.) Sadaka rasulullah fi ma kal ev kema kal.


Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramatı üzerinize olsun. Allah-u Teàlâ Hazretleri dünyanın ve ahiretin, iki

256

cihanın saadetlerine, hayırlarına, lütuflarına, iyiliklerine cümlenizi nail eylesin… Cennetiyle cemaliyle cümlenizi taltif eylesin… Peygamberimiz Muhammed-i Mustafa SAS Hazretleri’nin mübarek hadis-i şeriflerinden bir miktar okumak üzere, burada ictima etmiş bulunuyoruz. Her pazar bu ders imkân nisbetinde devam ettiriliyor.

Bu hadis-i şeriflerin okunmasına ve izahına başlamadan önce, evvela Peygamber SAS Efendimiz’e sevgimizin, saygımızın, bağlılığımızın bir nişanesi olsun diye ruh-u pakine hediye etmek üzere; sonra onun alinin, ashabının, ezvacının, evladının, ahbabının, hulefasının ve verese-i nebî olan mürşidin-i kâmilin ve evliyaullah u mukarrabîn hazretlerinin sadât ve meşâyih-ı turuk-u aliyyemizin ruhları için, ayrı ayrı her birisinin ruhları için;

Bu beldeleri fetheden fatihlerin, şehidlerin, gazilerin, mücahidlerin; cümle hayır hasenat sahiplerinin ruhları için. Başta Fâtih Sultan Muhammed Han olmak üzere, şu caminin banisi İskender Paşa olmak üzere;

Uzaktan yakından bu dersi dinlemeye gelen siz değerli, sevgili, kıymetli kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan müslüman bütün ecdad u ceddat, akraba u taallûkat, ahbab u ihvan, evlâd u zürriyat geçmişlerinin ruhlarına hediye olsun diye; Allah-u Teàlâ Hazretleri onlara rahmet eylesin, kabirleri nur dolsun, ruhları şad olsun, makamları yüksek olsun diye;

Bize de dünya ve ahiretin hayırlarını ihsan eylesin, hem bu dünyada, hem ahirette bizleri de lütfuna erdirsin, bahtiyar eylesin diye bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım, ruhlarına bağışlayalım, öyle başlayalım! …………………………..


a. Hidâyet ve Dalâlet


Râmûzü’l-Ehàdis kitabımızın 87 sayfasının, 14. hadis-i şerifinin devamını okuyacağız.

Az önce metnini okuduğumuz hadis-i şerif Ahmed ibn-i

257

Hanbel’de, Tirmizî’de, Taberânî’de, Hàkim’in Müstedrek’inde ve Beyhakî’de Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan rivayet edilmiş.

Dört meşhur Abdullah’tan birisi…

Peygamber Efendimiz bu rivayete göre buyuruyor ki:40


إِن اللََّ تَعَالٰى خَلَقَ خَلْقَهُ فِى ظُلْمَةٍ، ثُمَّ أَلْقَى عَلَيْهِمْ مِنْ نُورِهِ؛ فَمَنْ


أَصَابَهُ مِنْ ذَلِكَ النُّورِ، اهْتَدَى؛ وَمَنْ أَخْطَأَهُ، ضَلَّ؛ فَلِذَلِكَ أَقُولُ:


جَفَّ الْقَلَمُ عَلَى عِلْمِ اللََِّّ (حم. ت. حسن، وابن جرير، طب. ك.

ق. عن ابن عمرو)


RE. 87/14 (İnna’llàhe teàlâ haleka halkahû fî zulümâtin, sümme elkà aleyhim min nûrihî; femen esàbehû min zâlike’n-nûrini’htedâ; ve men ahtaahû dalle, felizâlike ekùlü: Ceffe’l-kalemü alâ ilmi’llâhi.) (İnna’llàhe teàlâ haleka halkahû fî zulümâtin) “Allah-u Teàlâ Hazretleri mahlûkatını karanlıklar içinde yarattı. (Sümme elkà aleyhim min nûrihî) Sonra da mahlûkatının üzerine nurunu saçtı, attı, nurunu sevk eyledi.” (Femen esàbehû min zâlike’n-nûri.) “Allah’ın o nuru, o yaydığı, gönderdiği, attığı, ilkà ettiği nur mahlûkattan kimin üzerine düşmüşse, (ihtedâ) o hidayete erdi. O mühtedi oldu, sırat-ı müstakimi, doğru yolu bulanlardan oldu, hidayet buldu. (Ve men ahtaahû) Kime de bu nur isabet etmediyse, Allah’ın saçtığı,



40 Tirmizî, Sünen, c.IX, s.236, no:2566; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.176, no:6644; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.84, no:83; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IX, s.4, no:17488; Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, c.I, s.245, no:228; İbn-i Ebî Âsım, Sünneh, c.I, s.241, no:196; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.304, no:532; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXI, s.403; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.302, no:2291; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.170, no:43; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.IV, s.199; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.123, no:584; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.40, no:6830.

258

gönderdiği ilkà ettiği nur kime gelmediyse, (dalle) o da sapıttı, dalalete düşmüş insan olarak kaldı. Nur kendisine gelen, hidayet buldu; nur kendisine gelmeyen, sapıklıkta kaldı.

(Felizâlike ekùlü) “İşte bu sebepten derim ki: (Ceffe’l-kalemü alâ ilmi’llâhi) Allah’ın ilmi üzerine kalemin mürekkebi kurudu.”

Bunların hepsini izah etmek gerekir. Bilmeyen bu sözlerin altında yatan mânâyı kavrayamaz, anlayamaz.


Ceffe kurumak demek… Eskiden yazıyı nasıl yazarlardı? Kamışın ucunu yontarlardı, uç yaparlardı. Ondan sonra onu mürekkebe banarlardı, batırırlardı. Ondan sonra yazıyı o mürekkeple yazarlardı. Bizim de o zamanlarda bir mürekkep hokkamız vardı, batıra batıra yazardık yazıyı.

Sonra dolma kalem çıktı, bize büyük, lüks bir şey gibi geldi, batırmaya ihtiyaç olmadan yazan bir şey. Sonra tükenmez kalem çıktı, şaşırdık. Allah Allah, bizim mürekkepli kalemlerimiz biraz kâğıt adi kâğıtsa, üçüncü hamur kağıtsa, saçılır dağılırdı. Mürekkep dağılınca hiç tadı tuzu kalmaz, defter berbat olurdu.

Ama o tükenmez kalem çıktı, ilk önce babası mühendis olan bir arkadaşın elinde gördük biz. Allah Allah yazıyor, hiç dağılmıyor. Amma da bize büyük bir icad gibi geldi o zaman. Çok büyük bir şeymiş gibi geldi. Sonra işte bildiğiniz gibi her şey arttı. Bizim memlekete de bollaştı ama hala bazı yerlerde bol değil.

Sineler önce Bulgaristan’dan Almanya’ya gidiyorduk. Yugoslav

Harbi yoktu o zaman. Almanya’ya karayoluyla giderken yolda askerler yolumuzu kesiyorlardı, bizden kalem diye tükenmez kalem istiyordu. Demek ki onlarda yokmuş. Bizim için çok basit bir şeydi.

Her firma eşantiyon olarak veriyor, reklam olarak veriyor. Ama onlarda yok demek ki. Onlar bizim eski günlerimizi yaşıyorlardı


Şimdi evet eskiden böyle yazarlardı. Hokkaya batırırlardı, ucunu sıyırırlardı, yazarlardı. Ondan sonra o yazıyı bazen kurutmak gerekirdi. Yazıyı kurutmak lazım, kurutmazsa eli değer; eyvah! Mürekkep dağıldı, o da bir çirkinlik olur filan. Bazen kurutma kâğıdı denilen bir kâğıdı şöyle üzerine basarlardı,

259

mürekkebi dağılmasın diye. Eskiler de rih denilen ince kum

dökerlermiş, mürekkeplerin üstüne... O Mürekkebi emer, dağılmayı engellermiş. Neticede yazdığın zaman, yazının mürekkebi bir zaman sonra kurur. İşte (ceffe’l-kalem) demek kalemin mürekkebi kurudu demek.

Kalem de kamış demek aslında. Kalemus, Kalamış var ya burada… Kalemus, kamış demek. Kalem kamıştan yapılırdı, mürekkebe banılır yazılırdı. O mürekkep kururdu. Yâni yazıyı yazardı, üzerinden biraz zaman geçti mi kalem kururdu.

(Ceffe’l-kalem) “Kalem kurudu, (alâ ilmi’llâhi) Allah’ın ilmi üzere, mukadderat, Allah’ın ilmi neyi gerektiriyorsa kalem yazdı bunu.” Nereye yazdı? Levh-i Mahfuz’a yazdı. Kalem de kurudu.

Tabii biliyorsunuz bir Levh-i Mahfuz var, duyuyorsunuz yâni. Peygamber SAS Efendimiz Mi’rac’da o kadar yükseklere ulaşmış, böyle manevi makamlara erişmiş, öyle yerlere gelmiş ki mukadderatın kalemlerinin, kalem cızırtılarını duyacak yere geldiğine dair rivayetler var.

Levh-i Mahfuz diye bir şey var. Levh levha demek. Mahfuz da korunmuş demek. Allah-u Teàlâ Hazretleri bu kâinatta ve bizler hakkında olacak şeyleri Levh-i Mahfuz’a, kalem-i ezel ile yazmış. Kalem de kurumuş. Yâni işi bitmiş, kesinleşmiş demek yâni. Kalem kurudu ne demek? Kararlaştırılmış iş, kesin, itiraz yok, değişme bahis konusu değil. Tamam, iş bitti demek.


Şimdi Allah-u Teàlâ Hazretleri tabii farklı farklı yaratırken böyle Levh-i Mahfuzuna böyle yazılar yazmış. Mukadderat dediğimiz. Alın yazısı diyoruz biz. Alnımıza yazılmış diyoruz, alın yazısı diyoruz. Halbuki alnımızda bir yazı falan yok. Allah’ın takdiri. Alın yazısı deniliyor, kader deniliyor. Tabii elbette akıl da mantık da bunu kabul ediyor.

Elbette şu koca kâinatın bir planı olması lazım, bir tasavvuru olması lazım. O plana göre yürümesi lazım her şeyin, elbette mukadderat var. Olması lazım yâni, olması lazım elbette. Hem inanıyoruz; (ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi mina’llàhi teàlâ) hayır ve şerrin, kaderin hepsi Allah’ın takdiriyle oluyor. Ezel kaleminin

260

yazmasıyla oluyor. Biliyoruz. Hem kadere inanıyoruz, hem de mantıklı olduğunu biliyoruz.

Her şey başı boş olsaydı, kâinatta hiç nizam olmazdı. Mukadderat var, plan var, proje var, program var, kesinleşmiş kararlar var da işler böyle o istikamette, o çizgide, o kader çizgisinde devam ediyor. Kader bu.

Binaen aleyh insanın başına gelen olaylar Allah’ın takdiriyle oluyor. Neler oluyor? Doğumlar, ölümler, olaylar, olanlar, olmayanlar, olacak gibi görünüp olmayanlar, olmayacak gibi görünüp olanlar… Her şey Allah’ın takdiriyle oluyor. Tüm kâinatı yöneten, kâinatın sahibi, hàlikı, maliki, işleri olduran:


إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (يس:2)


(İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekùle lehû kün feyekûn) “O bir şeyin olmasını istediği zaman ol der, onun planladığı şekilde o iş öyle olur.” (Yâsin, 36/82)

Ol dediği zaman işleri olduran, kudret sahibi, hikmet sahibi yâni. Her şeyi yerli yerinde, her şeyi güzel, her şeyi muazzam hikmetlerle, hesaplarla, ibretlerle dolu, sonsuz hikmet sahibi, sonsuz kudret sahibi, sonsuz acaip sanata malik, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin işi… Her şey…


“—Nereden bildin hocam?” Ben bedava yaşıyorum. Ne çiçekleri ben açtırıyorum, ne meyvaları ben olduruyorum, ne rüzgarı ben estiriyorum, ne yağmuru ben yağdırıyorum; her şey beleş, bedava… Neyimiz var yâni yaptığımız ne var?

Sekiz saat günde mesaisi var memur, onun da yarısını kaytarır, yarısını spor-toto doldurmakla geçirir. Ne yapar? Memurluğunu bile doğru düzgün yapmıyor. Bu kâinatın bütün işleri her an oluş içinde. (Külle yevmin hüve fi şe’n) Kâinat fabrika gibi çalışıyor. Fabrikaya da benzemez. Vızır vızır, cıvıl cıvıl… Düşünün ki sayılamayacak kadar zerrelerden müteşekkiliz. Her varlık öyle. Yâni bir toplu iğnenin başında

261

milyonlarca zerre var. O zerrenin her birisinde atomlar hareket halinde, cıvıl cıvıl dolaşıyor. Gökyüzü hareket halinde. Yıldızlar, dünya, ay, güneş, rüzgar, vs. Muazzam bir oluş, hareket, bereket… Bizim işimiz bunların arasında beleşçilik…

Rüzgâr esiyor, rüzgârdan istifade ediyoruz. Sular akıyor, sulardan istifa ediyoruz. Yağmur yağıyor, yağmurdan istifade edip bir şey yapıyoruz. Biliyoruz ki toprağı ekersek… Allah’ın yarattığı tohum. Tohuma bizim de bir şeyimiz yok. Kendimiz tohum yapma kabiliyetimiz filan yok yâni. Tohum ekersek, oradan bitki bitiyor. Her şeyin beleşçiliğindeyiz, nimet yiyicisiyiz yâni yiyiciyiz. Bedavadan yiyiciyiz. Her şeyi Allah yapıyor.


Kainattaki olayları olduran Allah-u Teàlâ Hazretleri. Yâni Hàlik Teàlâ. El-hàlik yaratan demek. El-bari yoktan var eden, ortaya koyan demek. Yâni emsali yokken, ön malzemesi yokken, pattadak ortaya koyan demek. Sonra el-musavvir, teşkilini tasavvur eden demek, planlayan demek. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sıfatları bunlar.

İnsanların bir nefes yaşaması için bile… Şöyle bir kesit alalım zaman kesiti. Bir insan bir nefes yaşayacak. Ne lazım kalbin atması lazım, karaciğerin çalışması lazım, beynin felç olmaması lazım, gözün görmesi lazım, kulağın duyması lazım, midenin çalışması lazım, bağırsakların çalışması lazım, kanın dolaşması lazım, akciğerlerin havayı alması vermesi lazım, hücrelerin kendine gelen gıdaları yakması lazım, fazlalıkları atması lazım, böbreklerin çalışması lâzım!

Bunlar bizim tıptan bildiğimiz artık ilkokuldan, ortaokuldan, liseden geçen bütün çocuklara öğrettiğimiz faaliyetler. Bir anlık, bir kesite baktığımız zaman, bir insan için bile, bir basit canlı için bile milyonlarca faaliyet bir araya geliyor da biz bir anlık hayat sürüyoruz. Bir de bu kâinat çapında oluyor. Yâni her an, her yerde, her zerrede bir oluş, bir hareket. Tamam… Elleri kaldırıyoruz, teslim oluyoruz yâni. Kâinatın sahibi, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudreti karşısında, muazzam kudreti karşısında ve yaptığı işleri şayan-ı hayret büyüklüğü, genişliği karşısında hayran kalıyor

262

insan. şırak diye düşüp bayılacağı geliyor. Her şeyi olduran Allah- u Teàlâ Hazretleri ve yaratan, öldüren o.

Başka? Başka ne? insana hidayet veren de Allah, insanı saptıran da Allah. Yâni hidayeti veren de Allah, dalâlete düşüren de Allah. Neden? Cezası var, ötesinin bir edepsizliği var ondan. Berikisinin bir edebe uygun hareketi var, ondan…


İşte İmam Tirmizi rivayet etmiş, hasen hadis diyor. Ondan sonra, Ahmed ibn-i Hanbel rivayet etmiş, Hanbeli mezhebinin kurucusu, Müsned’in sahibi: “—Allah-u Teàlâ Hazretleri halkını zulmette yarattı, karanlık yâni. Her şeyi görmüyor. Karanlık nedir? Karanlık kimsenin kimseyi görmediği, gözün gözü görmediği, meçhullerle dolu bir şey demek, ortam demek. Karanlıkta yarattı da bazılarını aydınlattı. Evet insanların bir kısmı hakikaten bu biraz mecazi gibi geliyor ifade… İnsanların gönlü aydınlanırsa, aklı aydınlanırsa hidayet buluyor, hakkı görüyor. Aydınlanmazsa, o zaman hakkı göremiyor, inat ediyor. Kafirlikte inat ediyor, ateistlikte inat ediyor, günahta inat ediyor, ısrar ediyor.

Allah’ın nasib ettiği de gerçekleri görüyor, Cenab-ı Hakkın yolunda yürüyor. Bak dünyanın üzerinde altı milyar insan var. Tabii bu altı milyarın ne ifade ettiğini, ne kadar büyük bir rakam olduğunu insanlar anlayamaz ama işte etrafımız, kıtalar, ülkeler insan dolu. Herkes de bir tahsil görüyor. Yâni artık Afrika’da bile, dünyanın her yerinde okullar açılmış, üniversiteler var. Herkes birbirinden haberdar, radyo var, televizyon var. Haberleşme var. Az çok herkes bir şeyler biliyor.


Biliyor ama yine Allah’ın varlığını anlayamayan, kabul edemeyen bir sürü insan var. Allah ona nur vermemiş, gönlü nurlanmamış, kafası nurlanmamış, kabul etmiyor.

Yâhu bak! Kendi kendine olur mu bu kainattaki bu kadar intizam, bu kadar teşkilat, bu kadar çalışma, bu kadar mükemmel, güzel sanat… Her biri bir sanat eseri.

Emin olun ben sivrisineğe bile hayran oluyorum. Ne kadarcık

263

boyu var, ne kadar akıllı mahluk. İnsanın canını burnundan getiriyor. Odanın içine saklanıyor. Senin nefesini sayıyor. Sen uykuya daldığın zaman senin kanını emiyor. Ondan sonra da gündüz yok ortada. Ya karyolanın altında, ya duvarın arkasında, ya dolabın bilmem neresinde, en görünmeyen yerinde. Küçücük ama muazzam aklı var, hilesi var, ustalığı var. Birçok mahlukat öyle. Çok zeki.


b. Allah Zalimlere Hidayet Vermez


İşte Allah-u Teàlâ Hazretleri nur vermişse, nasib etmişse bazıları gerçeği görüyor, bazıları da tahsile rağmen, diplomaya rağmen, doktoraya rağmen, hatta profesörlüğe rağmen, hatta birkaç fakülte bitirmesine rağmen, görmeyen görmüyor. Allah nasib etmeyince görmüyor. Nedir? Hidayet bir nasiptir ve büyük bir nimettir. Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki:


وَاللََُّّ لَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (البقرة:٨٥)


(Va’llàhu lâ yehdi’l-kavme’z-zàlimîn.) “Allah zàlimlere hidayet vermez.” (Bakara, 2/258) Haa! Adamda zalimlik varsa, Allah onun gözüne gerçekleri göstertmiyor. “Seni zalim seni, sana gerçekleri göstertmiyorum!” diyor. Adam zalim olduğundan gerçekleri göremiyor. Hatta söylense bile göremiyor.


Anlattım, burada geçtiğimiz haftalarda: Bizim bir hâkim arkadaşımız var, Müslüman, eli tesbihli, yüreği Allah korkusuyla dolu… Bir hakim akrabasının ziyaretine gitmiş. Demiş ki:

“—Ağabey geçen gün tesbih çekiyordum, ibadet ediyordum. Gözüme Allah bir şey gösterdi. Aklıma bir şey geldi. O sorumluluk duygusuyla bugün sana geldim. Müsaade et de anlatayım!

“—E anlat yeğenim!” demiş. “Anlat nedir, ne düşündün bakalım?” Demiş ki:

264

“—Ağabey sen de hâkimsin, ben de hâkimim. Senin halini ben biliyorum; inancın yok, zulmün çok, haksızlıkları yapan bir kimsesin... Düşünürken gözümün önüne geldi ki, kıyamet kopmuş, insanlar ayrılıyor cennetlikler, cehennemlikler... Cehennemlikleri zebâniler önlerine katmışlar cehenneme sürüyorlar. Onların içinde sen de varsın. Önümden geçerken şöyle başını kaldırdın, bana baktın. Şöyle bir bakışla baktın ki:

‘—Yeğenim, böyle akrabalık, ahbaplık, arkadaşlık, dostluk olur mu? Mâdem işin aslı böyleydi, dünyadayken haber verseydin de ben bu duruma düşmeseydim ya! Yâni, yapılır mı böyle vefasızlık?’ gibilerinden yüzüme baktın.

Tabii seni sürüklediler, götürdüler. Ben böyle bir şey düşününce, görür gibi olunca, ürperdim, haklı gördüm bu durumu. Onun için sana geldim.

Ağabey Allah’a inan, Allah’ın yoluna gir, zulmü bırak, Allah’ın istediği kul olmaya bak! Hak yola gel, müslüman ol ağabey...” demiş.

265

Adam etkilenmiş bu sözden: “—Yeğenim doğru söylüyorsun! Doğru söylüyorsun ama, şuram

imanı kabul etmiyor, kalbim kabul etmiyor.” demiş.


Söyleyen hâkim, söylenen de hâkim. Yâni tecrübeli, bilgili insanlar. Hukuk fakültesini insan kolayca bitirmiyor. Hukuk fakültesini bitirmek için neler öğreniyorlar.

Ben bir gün hukuk fakültesine gitmiştim bir arkadaşı ziyarete. Baktım orada tahtada biyolojik birtakım şeyler, hücreler, hücrelerin bölünmesine dair bilmem ne.

“—Ya hu bu ne hal!” dedim, “Burası hukuk fakültesi mi, nedir bu?” dediler ki:

“—Adli tıpla ilgili bir konu var da onun için bu anlatılıyor…” Yâni birçok şey öğreniyorlar amma ne demiş yeğenine:

“—Doğru söylüyorsun yeğenim, doğru söylüyorsun amma şuram inanmıyor!” demiş.

Ya!.. Orayı kapatınca Allah, şurası inanmıyor işte. Doğru söylediğini aklı kabul ediyor ama gönlüne iman girmiyor. Allah mühürlemiş.


Meselâ, üç cuma cuma namazına gelmeyenin gönlünü mühürler Allah, kalbini mühürler deniliyor. Ya!.. Tehlikeli!..

“—Nasıl mühürler ya, kaçarım. Kimseyi yanıma sokmam, mühürletmem...” Ama işte kalbi bir mühürlendi mi insan, inanamaz. İnanmak ister, inancın doğru olduğunu bilir, tamam inanç doğru. Doğru olduğunu bilir, inanamaz. İkna edersin, anlatırsın, evet haklısın der, gene inanamaz. Neden? Allah zalimlere hidayet vermiyor.

Başka?..


وَاللَُّ لَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (التوبة:٤)


(Va’llàhu lâ yehdi’l-kavme’l-fâsikîn) [Allah fâsık kavimleri doğru yola çıkartmaz, hidayet eylemez.] (Tevbe, 9/24)

266

“—Seni fısk u fücur sahibi, seni günahkâr kepaze seni, vermiyorum sana hidayeti!”

Vermiyor o zaman, dalâlette kalıyor. Hidayeti vermedi mi Allah, ne olur insan? sapık kalır, gerçekleri göremez. Profesör olsa gerçekleri göremez. Allâme olsa, ağzıyla kuş tutsa havada…

“—Allah Allah, bak sen, adam elini kullanmadan havada kuşu yakaladı…” Yakaladı ama gerçeği yakalayamıyor. Gerçekleri göremiyor. Ağzıyla kuş tutsa, allâme-i cihan olsa, gerçeği göremiyor. Göstertmeyince Allah, göremiyor.

Ama gören bir insan da dağda çoban olsa, Allah onun bir güzel halinden dolayı, edebinden dolayı ona hidayeti veriyor, kalbi nurlanıyor, evliya oluyor. Hadii, dağdaki çoban, şehirdeki profesörü geçiyor. Tahsilli, koca kavuklu, sarıklı, koca kafalı adamı geçiyor dağdaki adam. Neden?

Onun kalbi temiz, Allah onu seviyor. Berikisinin gönlü kirli. Fasık veya zalim veya daha başka bir kusuru var. Allah hidayeti vermiyor.


Neden vermiyor Allah hidayeti?

Sen sevmediğin insana hediye verir misin? Kızdığın bir insana verir misin? Adam sana gelse, sabahtan akşama sana hakaret etse, ağır sözler söylese, ondan sonra da senden bir şey istese verir misin? Vermezsin? Neden? Adam seni kızdırdı, çirkin sözler söyledi, haksız sözler söyledi. Vermiyorum işte. Yâni bir bardak su vermek istemezsin. Bir lokma vermek istemezsin. Neden? Kızdırdı. Kötü diye.

E Allah-u Teàlâ Hazretleri de hidayeti sevmediği kula vermiyor. Neden vermiyor? Hidayeti verirse o adam cennete gidecek, verir mi? Cennete gidecek, cennete gidecek şeyi vermiyor. Neden? Edebini takınsın, öyle… Benim buyruğumu tutsun, öyle… Kur’ân-ı Kerim’i okusun, inansın, uygulasın, kimseye zulmetmesin, günahlardan elini eteğini çeksin, benim yolumda yürüsün, bir göreyim bakayım.

Ondan şöyle bir işaret göreyim, ben de ona beşaret vereyim.

267

Ondan bir işaret, benden beşaret. Ondan bir hamle, benden daha büyük bir ikram. Ondan bir adım, benden daha büyük bir şey buyuruyor yâni. Bu gibi bilgiler, hadis-i kudsilerde var: “—Kulum bana bir karış gelirse, ben ona bir arşın gelirim, yâni daha büyük teveccühle gelirim. Kulum bana dönerse ben ona dönerim. Hele bir kul dönsün, hele bir gelmeye başlasın. Kulum bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim. Bunlar ne demek? Yâni hele kulum bir gayret göstersin, ben kuluma o zaman vereceğim ikramı yaparım demek yâni.


Tabii layık olmadığı için de yapmıyor. Edepsizliğinden dolayı…

Bir insan neden mahrum olur? Edepsizliğinden mahrum olur. Şeytanı Allah lanetlemiş. Niye lanetlemiş? Buyuruyor ki:

“—Ben Adem’i yarattım, secde et buna!”

Şeytan ne söylemiş Allah’ın o buyruğuna karşı: (Ene hayrun minhu) “Ben ondan daha hayırlıyım, niye ona secde edeceğim? Sen onu topraktan yarattın, beni ateşten yarattın…”

Bak ne yaptı? Edepsizlik etti, bir. Söz dinlemedi. İkincisi kibirlilik gösterdi. Ben ondan daha üstünüm. Yâhu kimin daha üstün olduğunu Allah bilir. Toprak mı daha üstün, ateş mi daha üstün. İşte Allah, ona secde et dedi sana. Etmesi lazım. Söz dinlemedi.

Dinlemeyince Allah da onu huzurundan kovdu. Defol dedi. Matrud ve mel’un ve kovulmuş şeytan oldu, taşlanmış şeytan oldu. Yâni buradan anlıyoruz ki edepsizlik oradan oluyor, ceza onun üzerine geliyor. O bakımdan insanın…


Bizim Hocamız’ın baş ucunda asılı dururdu güzel bir hattatın elinde çıkma yazı, diyor ki:


En geridedir ilim,

İlla edeb, illa edeb…


Yâni ilim falan şöyle biraz kenarda kalır. İnsanı Allah katında sevgili kul yapacak nedir? İlk önde gelen şey nedir? Edeb… Kul

268

edepli kul olacak, edebe riayet edecek. Konuşması edebe uygun olacak; oturması, kalkması, girmesi, çıkması edebe uygun olacak. Her şeyi edebe uygun olacak. Edebe uygun oldu mu, Allah sever, mükafatlandırır. Edebe aykırı oldu mu, Allah cezalandırır.

Şimdi imtihanları var mesela, peygamberlerin bile imtihanları var. Yusuf AS… Yusuf AS’ı çok güzel yaratmış Allah, gören hayran kalıyor. Kur’an-ı Kerim bildiriyor ki:


وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُن(يوسف: 31)


(Ve katta’ne eydiyehünne) “Kadınlar ellerini kestiler, doğradılar. Akılları başlarından gitti. ‘Güneş mi doğuyor, ne oluyor evin içine?’ diye hayran kaldılar. Elma keseceklerine ellerini kestiler.”


وَقُلْنَ حَاشَ للَِّ مَا هَذَا بَشَرًا، إِنْ هَذَا إِلَّ مَلَكٌ كَرِيمٌ (يوسف:31)


(Ve kulne hâşe li’llâhi mâ hâzâ beşeren, in hâzâ illâ melekün kerîm) “Bu insan değil, bir melek! İnsan soyuna benzemiyor, bu ne güzellik!” dediler. (Yûsuf 12/31) Çok güzel. Şimdi çok güzel olunca, ona sahip olmak istiyor. Gel diyor, teklifte bulunuyor ama Yusuf AS’ın da içi biraz kayıyor ama Yusuf AS kabul etmiyor. “Yok diyor, ben bunların tekliflerini kabul edemem.” “—Hapse atarız!”

Hapse atsalar da kabul edemem diyor. Bak ne oldu şimdi? Bir tercih yaptı. Önüne imkân çıktı, ama o imkânı kullanmadı. Kendisini tuttu. Bir tercih yaptı. Neyi tercih etti?

Tehlikeli, üzüntülü, karanlık, açlık, susuzluk olan tarafı tercih etti. Neden? Allah’ın emrine aykırı iş yapmamayım diye. Fasık olmayayım, günah işlemeyelim diye tuttu kendisini. İşte onun için

Allah ondan sonra mükafatlandırıyor. Hem de gene o canının çektiği hanımla evlendiriyor. Aradan zaman geçiyor, imtihan bittikten sonra gene evlendiriyor. Demek ki, kaderde evlenmek var, ya helâlden evlenecek, ya haramdan… İlk teklife evet deseydi

269

haramdan olacaktı, ona hayır diyor, Allah rızası için. Allah sonunda gene yazmış, kader, helâlden oluyor.


Buralardan anlıyoruz ki muhterem kardeşlerim, Allah’ın rızasını kazanmak için insanın edepli olması lazım. Edebe riayet etmesi lazım. Meşakkatli de olsa, sıkıntılı da olsa, zor da olsa, masraflı da olsa, tehlikeli de olsa, doğru olan tarafı tercih etmesi lazım, eğri olan tarafa kaymaması lazım, gönlünün akmaması lazım.

“—E kayarsa ne olur?” O tarafa aktığı, o tarafa kaydığı zaman cezasını, belâsını da bulur. Çünkü Allah adil olduğundan, günah işleyeni cezalandırıyor, fedakârlık yapanı mükafatlandırıyor. Bu kadar basit… Mekanizma bu kadar basit… Müslüman olmak, müslümanlığı anlamak, Allah’ın rızasının yolunu anlamak çok kolay, gayet kolay. Mekanizma gayet aşikâr. Çoban da anlar, ümmi de anlar, köylü de anlar, cahil de anlar. Herkes anlar. Ve cahil anladığını uygularsa alimden daha ileriye gidebilir.

İşte İslâm’ın güzelliği burada. Cahil İslâm’ı böyle safi haliyle, güzelce anlayıp yaparsa evliya olur. Öteki kaç tane kitabı yutmuş, kaç tane yüksek yer bitirmiş, kaç tane diploma almış insan, Allah’ın emrini tutmayınca ne olur? Mahrum kalır. Ayrılış noktası orası… Edebe riayet eden paçayı kurtarıyor, edepsizlik yapan cezayı buluyor.


“—E hocam yâni, ben bu sözü duymadan önce bir edepsizlik yapmıştım!” Haa, Allah’ın lütfu çok olduğundan eskiden bir edepsizlik, bir cahillik yapmışsa bir insan, pişman olanı da seviyor Allah. Hatasından döneni de seviyor. İşte al, Allah’ın bir lütfu daha karşında sana. Artık sen onu yaptın, seni mutlaka çiğ çiğ yiyeceğim, kebap edeceğim, kızartacağım, kömür yapacağım demiyor Allah. Pişman olursan gene affediyor. Güzel değil mi? El-hamdü lillah…

Allah-u Teàlâ Hazretleri Erhamü’r-rahimîn olduğundan hatalı da olsa, günahkâr da olsa:

270

“—Pişman oldum yâ Rabbi! Keşke yapmasaydım, niye yaptım ben onu, affet beni ya Rabbi!” deyince, pişman olunca Allah affediyor.

İşte al sana ikinci güzellik. Al sana bir imkân daha. Hem de bir tane değil, kaç defa. İnsan kaç defa hata etse, kaç defa tevbe etse Allah tevbesini kabul ediyor. Bin defa tevbesini bozsa, bin defa tevbe etse kabul ediyor.


Tabii bu yapın günahı mânâsına değil. Ama insanoğlu bilerek- bilmeyerek hata yapıyor. Yâni bir defa hata yapmıyor ki insanoğlu, ömrü boyunca çok hatalar yapıyor. Sabahtan akşama hata yapıyor. Sabahleyin kalkıyor, hatta namazın içinde hata yapıyor. Hatta camide hata işliyor. Hatta hacda hata işliyor. Onun için tevbe var, tevbe imkânı var. Tevbe edince, öyle de affediyor Allah. Edepsizlik yapmış bile olsa;

“—Ya Rabbi, ben bu edepsizliğimi anladım, pişman oldum, yapmamaya söz veriyorum, azmediyorum, karar verdim, yapmayacağım. İyi kulun olacağım!” diyeni de affediyor. Demek ki imkânlar çokmuş.

Bu imkânları kullanmayanlar da tabii cezasını çekiyor. O da Allah’ın adaletinin icabı, normal. O da öyle olması lazım. Allah’ın adaleti şaşmaz, çünkü suçlu cezayı çekecek, iyilik yapan da mükafatı görecek. Kanun böyle.

Yâni Allah’ın nurunun insana isabet etmesi, gerçeği görme kabiliyeti. İnsan gerçeği görürse, doğruyu görürse, hatta kendisinin hatasını, yanlışını görürse, tedbir alırsa kurtuluyor. Ama onu görmezse, o zaman cezasını çekecek.

O halde bizim elimizde ne var şu anda? Bizim elimizde tevbe imkânımız var. Allah’a çok şükür akıl vermiş Allah bize, aklımızı kullanıp, günaha sapmamak için kendimize sahip olma yolunu tercih etmemiz lazım.


Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri bir şeyleri kararlaştırdığı zaman mukadderat olarak, onun önünde de durulmaz. Musa AS, Adem AS ile karşılaşmış. Peygamber Efendimiz naklediyor. Mi’rac’da gördü

271

ya hepsini ayrı ayrı. Musa AS asabi biraz, sinirli. Harun AS’ın da yakasına yapışmış ya, sakalına: “—Sen niye ben Tur Dağı’ndayken bunlara buzağıyı yapıp da tapınmalarına müsaade ettin?” diye…

Asabi yâni. Yakalamış yakasından.

Şimdi Hz. Adem’in de karşısına gelince ne diyor Musa AS, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifinden biliyoruz:

“—Sen değil misin bizi, hatayı işleyip cennetten çıkartan?” diyor. Adem Atamız’a ta’rizde bulunuyor yâni. “Sen değil misin bizi cennetten çıkartan. Yapmasaydın o işi, o Allah’ın yasakladığı ağaca yaklaşmasaydın.” Allah-u Teàlâ Hazretleri:


يَا آدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلاَ مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَ تَقْرَبَا


هٰـذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِ ينَ (الأعراف:٩١)


(Yâ âdemü’skün ente ve zevcüke’l-cenneh) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin! (Fekülâ min haysü şi’tümâ) Orada dilediğiniz gibi, bol bol yeyin! (Ve lâ takrabâ hazîhi’ş-şecerete fetekûnâ mine’z- zàlimîn) Ama sakın şu ağaca yaklaşmayın, sonra günahkârlardan, zalimlerden olursunuz!” (A’raf, 7/19) diye yasak koydu.

“—Ne diye yaklaştın oraya?..” diyor Adem AS’a.

Adem AS’ın da cevabı şu olmuş:

“—Sen beni, kalemin yazısını yazıp da mürekkebinin kuruduğu bir şeyden dolayı ayıplamaya mı kalkıyorsun?” Haa, bu ne demek? Yâni Allah-u Teàlâ Hazretleri mukadderatı öyle yapmış ki Adem AS cennetten çıkacak, yeryüzüne inecek, nesiller yeryüzünde yaşayacak. Kader böyle. Kader böyle olduğundan, o şeyi yapıyor. Yâni onu yapmış. Allah’ın kaderi icabı oldu bu demiş oluyor. Ve Musa AS’ı susturmuş. Allah’ın bir takdiri.


Tabii olaylar… Kul bir şey yapmak ister muhterem kardeşlerim. Ama bir türlü yapamaz böyle kaderin duvarlarına kafası tos tos

272

toslar. Adeta tosluyor gibi hisseder insan, yapamaz yâhu! O kadar ister, sabah kalkar, akşam kalkar, yapamaz. Neden? Kader fetva vermiyor da ondan. Müsaade yok. Kader müsaadesi yok. Eh tabii kader ona onu yaptırttı, ondan sonra ama çok pişman oldu

Adem AS. Binlerce yıl ağladı. Havva AS’da ağladı binlerce yıl. Tüh ya hu biz bunu niye yaptık diye… Tevbe etti, tevbe edince, ağlayınca, Allah’tan affını isteyince Allah-u Teàlâ Hazretleri de onu ve Havva Anamızı afv u mağfiret eyledi.

Kur’ân-ı Kerim’de de buyurmuş:


يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللََِّّ تَوْبَةً نَصُوحًا (التحريم: ٨)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû!) “Ey iman edenler! (Tûbû ila’llàhi tevbeten nasûhâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne tevbe-i nasûh ile tevbe edin!” (Tahrîm, 66/8)

Tevbe etmeyi Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş. Sonra ümit kesmemeyi buyurmuş:


قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَ تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَِّ،


اِنَّ اللََّ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا، إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (الزمر:3)


(Kul yâ ibâdiye’llezîne esrefû alâ enfüsihim) “Kullarıma bildir, günah işleyen kullarıma bildir; (Lâ taknetù min rahmeti’llâh) ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz!’ de, onlara ‘Allah’ın lütfundan ümit kesmeyin! (İnna’llàhe yağfiru’z-zünûbe cemîà) Bak, Allah günahları toptan affediverir. (İnnehû hüve’l-gafûru’r-rahîm) O Gafur’dur, çok mağfiret edicidir.” (Zümer, 39/53) diye bildiriyor.

Demek ki hata işlese bile bazen bu hatası günahı, istediği halde, yapmayayım dediği halde oluyor yâni. Adem AS: “Ne yapayım yâni kader yazmış.” diyor. “Kaderin benim hakkımda yazmış olduğu şeyden dolayı mı beni ayıplıyorsun?” diyor.

273

Burada da aynı konuyu işliyor, kader… Allah-u Teàlâ Hazretleri nurunu kimin üstüne göndermişse o hidayet bulur; kimin üstüne düşmemişse o nurdan, yâni o akıldan, o mantıktan nasibi yoksa, o da dalâlette kalır. O da Allah’ın bir kaderi olmuş oluyor.

Pekiyi kader değişir mi, değişmez mi? hadis-i şeriflere göre kader değişir. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:41


اَلدُّعَاءُ يَرُدُّ الْ قَضَاءَ بَعْدَ أَ نْ يُبْرَمَ (كر. عن نمير بن أوس مرسلاً)


(Ed-duàü yeruddu’l-kadàe ba’de en yübreme) “Dua, Allah’ın



41 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXII, s.158; İbn-i Hacer, el-İsâbe, c.VI, s.511, no:8911; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1077; Nümeyr ibn-i Evs el-Eş’arî Rh.A’ten.]

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.63, no:3119; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XII, s.499, no:12407; RE. 207/12.

274

kesinleşmiş hükmünü bile değiştirir.”

Yine buyurmuşlar ki:42


الدُّعَاءُ يَنْفَعُ مِمَّا نَزَلَ، ومِمَّا لَمْ يَنْزِلْ، فَعَلَيْكُمْ عِبَادَ اللَّ بِالدُّعَاءِ

(ك. عن ابن عمر)


RE. 207/14 (Ed-duàu yenfeu mimmâ nezele, ve mimmâ lem yenzil) [Dua etmek, inmiş olana (belâ ve musibetlere) karşı da henüz inmemiş olana (bela ve musibetlere) karşı da fayda verir. (Fealeyküm ibâda’llàhi bi’d-duài) Öyleyse ey Allah’ın kulları, size dua etmenizi tavsiye ederim!]

“Dua gelmiş belayı kaldırmaya da yarar, gelmekte olan belayı durdurmaya da yarar.” Demek ki duanın bir şeyi var. O nasıl oluyor? Allah’ın bir kaderi duayı kabul etmesiyle, ikinci kaderiyle değişebiliyor. O da işin müjde tarafı yâni. Hadis-i şeriflerde bu var. Allah-u Teàlâ Hazretleri duaları kabul ediyor. Mücîbu’d-daevat, duaları kabul edici.

Bu kaderle ilgili esrarengiz işlerdendir. Yâni insan dua ederse, pişman olursa, tevbe ederse, yapmış olduğu hatasını da Allah affediyor.


c. Levh-i Mahfuz


İkinci hadis-i şerife gelelim. Sayfanın 15. hadis-i şerifi. Bizim ikinci hadis-i şerifimiz. İbn-i Abbas RA’dan bu da… Bu ikinci hadis- i şerif de öteki Abdullah’tan.

Dört Abdullah’tan ikincisi Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah’tır. O da genç, o da büyük alim bir kimse oldu. Radıya’llàhu anhümâ…



42 Tirmizî, Sünen, c.XI, s.459, no:3471; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.670, no:1815; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.234, no:22097; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.X, s.219, no:17191; Muaz ibn-i Cebel RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.63, no:3122; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.5, no:12420.

275

Babası Peygamber Efendimiz’in amcası, kendisi de amcazadesi, genç bir kimse. Bu ikinci hadis-i şerif de ondan. O da Abdullah.

Bu hadis-i şerifte ne buyuruyor Peygamber Efendimiz:43


إِن اللَََّّ خَلَقَ لَوْحًا مَحْفُوظًا مِ نْ دُرَّة بَيْضَاءَ، صَفَحَاتُهَا مِنْ يَاقُوتَةٍ


حَمْرَاءَ، قَلَمُهُ نُورٌ، وَكِتَابُهُ نُورٌ، للََِِّّ فِي كُلَّ يَوْمٍ سِتُّونَ وَثَلاَثُمِائَةُ


لَحْظَةٍ، يَخْلُقُ وَيَرْزُقُ، وَيُمِيتُ وَيُحْيِي، ويُعِزُّ ويُذِلُّ، وَيَفْعَلُ مَا


يَشَاءُ (طب. وابن مردويه، ك. ض. عن ابن عباس)


RE. 87/15 (İnna’llàhe haleka levhan mahfuzan min dürretin beydàe, safahatuhâ min yâkùtetin hamrâe, kalemuhu nûrun, ve kitabuhû nûrun, li’llâhi fi külli yevmin sittûne ve selâsemieti lahzatin, yahlüku ve yerzuku, ve yümîtü ve yuhyi, ve yuizzu ve yüzillu, ve yef’alu mâ yeşâ’) (İnna’llàhe haleka) “Hiç şüphe yok ki Allah-u Teàlâ Hazretleri yarattı (levhan) bir levha yarattı; (mahfuzan) korunmuş bir levha yarattı.” Yâni herhangi bir tesir altında kalıp bozulup, değişmeyen bir levha yarattı. Hıfz edilmiş, korunmuş bir levha. Levh-i Mahfuz

diyoruz biz buna. Levh-i Mahfuz’u yarattı. Neden? (Min dürretin beydae) “Beyaz inciden yarattı.” Levh-i Mahfuz’u beyaz inciden yarattı. (Safahàtuhâ min yâkùtetin hamrâe) “Sayfaları kırmızı yakuttan, (kalemuhû nûrun) üstüne yazı yazan kalem de nurdan, kalem-i ezel de nurdan, (ve kitâbuhû nûr) yazıları da nurdan.” Kalem nurdan, bu beyaz inci, yakut sayfalı Levh-i Mahfuz’un üzerine yazılan


43Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.72, no:12511; Hàkim, Müstedrek, c.II, s.516, no:3771; Ziyâü’l-Makdîsî, el-Ehàdîsü’l-Muhtâre, c.IV, s.101, no:63; Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, c.III, s.40, no:951; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.I, s.325; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.151, no:15194; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.46, no:6836.

276

yazılar da nurdan.

(Li’llâhi fi külli yevmin sittûne ve selâsemieti lahzatin) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin her gün oraya üç yüz altmış lahzası vardır, bakışı vardır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin Levh-i Mahfuz’a ilgisi, irtibatı, emri vardır. (Yahlüku) Yaratır, (ve merzuku) yaratmış olduğu kullarına rızkı verir; (ve yumîtü ve yuhyî) öldürür, diriltir. (Ve yuizzü ve yuzillü) Kimini aziz kılar, kimisini zelil eder.” Kimisini basit bir insanken, yüksek mevkilere çıkartır. Kimisini en yükseklerden aşağı indirir, zelil kılar. (Ve yef’alu mâ yeşâ’) “Dilediğini yapar.”

Allah-u Teàlâ Hazretleri dilediğini yapar. (Yef’alu’llàhu mâ yeşâ’) “Allah-u Teàlâ Hazretleri neyi dilerse onu yapar.”


İşte bu demin bahsi geçen Levh-i Mahfuz’la ilgili bir hadis-i şerif. Hemen aşağıda karşımıza geldi.

Demek ki ak inciden imiş. Yaprakları kırmızı yakuttanmış. Kalemi nurdanmış, yazıları da nurdanmış Levh-i Mahvuz’un. Allah-u Teàlâ Hazretleri bir günde nice nice defa oraya nazar eyler ve yeni mahlûklar yaratırmış. Yaratmış olduğu eski mahlûkların rızıklarını tayin edermiş. Kimisini öldürür, kimisine yeniden hayat verir, dünyaya getirirmiş. Kimisini aziz kılarmış, kimisini zelil kılarmış. Onun için Rezzak Allah’tır. Yaratan Allah’tır. Öldüren Allah’tır. Hayat veren Allah’tır. Dilediğini yapar. Aziz kılan Allah’tır, zelil kılan Allah’tır.

Bunlar tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin işleridir, kullar bu işleri tam anlayamazlar işin doğrusu. Tam kavraması kulların bu işleri mümkün değildir. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin zatını, şanını insan aklı tartamaz, ölçemez, tam kavrayamaz.


İdrâki maàli bu küçük akla gerekmez,

Zirâ bu terazi o kadar sıkleti çekmez.


Bu terazi o kadar ağırlığı tartacak bir terazi değil. Allah’ın işleri muazzam işler olduğundan, büyük işler olduğundan böyle bunları herkes anlayamaz. Esrarını bilemez.

277

Yâni nasıl bilemez? Levh-i Mahfuz nedir, nasıl bir şeydir? Bilemez ki, bilemeyiz ki… Allah nasıl emir veriyor, nasıl yazılıyor, nasıl siliniyor?..


يَمْحُو اللَُّ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ (الرعد:٩)


(Yemhu’llàhu mâ yeşâü ve yüsbitü ve indehû ümmü’l-kitâb) “Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Bütün kitapların aslı, ana kitap onun yanındadır.” (Ra’d, 13/39)

Dilediğini yazıyor, dilediğini çiziyor. Kalem ne demek, vs.? Bunları anlayamaz ama biraz kompüter bilenlere, biraz bildiği bir şey söylendiği zaman anlıyor. Bak kompüter var diyorsun, şöyle yapıyorsun, böyle yapıyorsun. Ondan sonra ekranda şu oluyor, bu oluyor, vs. filan. Plan diyorsun, program diyorsun. Millet kendisinin yaptığı, kendisinin bildiği şeylerden, “Haa, ona mı benziyor?” diye biraz bir şeyler anlıyor ama gene de anlaması

278

benzetme yoluyladır, tam anlayamaz.

Allah’ın işlerini Allah’ın kendisini görmeyen mahluklarının tam anlaması mümkün değildir. Ne Levh-i Mahfuz’u anlayabilir, ne kalem-i ezeli anlayabilir, ne kaderi anlayabilir, ne Allah’ın işlerini anlayabilir.


Bu insanın aklı ancak toplama, çıkartma, küçültme, büyütmeyle çalışır. Ne demek? İnsan muhayyilesi ekleyerek, toplayarak, yeni bir şeyi tasavvur eder.

Mesela yedi başlı dev der. Neden? Bir başlı insanı biliyor, yedi başlı dev der. Bu toplama yâni çoğaltmak suretiyle. Veya azaltarak düşünür yeni bir mahluk düşüneceği zaman. Tepegöz der, tek gözlü. Yâni iki gözlü mahluk görmeye alışmış. Halbuki sineğin bir sürü gözü var. Daha başka böyle çeşitli gözleri olan mahluklar var. Yâni tek gözlü. Ya azaltır, ya çoğaltır.

Ya büyültür, ya küçültür. Dev der, yâni çok büyük bir mahluk düşünür. Cüce der, küçük bir mahluk düşünür. Hiç aklının, gözünün, kulağının sahasına girmemiş bir şeyi anlayamaz. Anlaması mümkün değil, benzetecek, neye benzetsin. Benzetilecek bir şey yoksa, hiç görmediği bir şeyse, nasıl anlatacaksın.

Anadan kör olarak doğmuş bir insan karşında oturuyor. Sen ona diyorsun ki:

“—Aman, karşıma bir kırmızı kiraz geldi, bir sarı kiraz geldi.”

Ne anlasın kırmızıyı, sarıyı. Bir kırmızı gül, bir beyaz gül… Ne anlasın kırmızı, beyazı. Kör, adamın renklerle ilgili tasavvuru yok kafasında. Bu anlamaz, mümkün değil bir şeyi anlaması. Eğer biraz bir görmesi olsa, bak şundan biraz açık, şundan biraz koyu. Şuna benziyor, buna benziyor filan diye benzetmeyle, eklemeyle, çıkartmayla, büyültmeyle, küçültmeyle anlatabilirsin.

İnsanın içi bu kadarcık. Bu kutunun içindeki şu akıl dediğimiz şey, muhayyile, insanın hayal gücü böyle çalışıyor, o kadar. Bazı şeyleri anlayamaz. Neden? Hiç emsalini görmemiştir de ondan.

“—E nasıl olacak bu iş?” Görmedin, anlayamazsın, boşuna sorma! Köre rengi anlatmak gibi bir şey.

279

d. Allah-u Teàlâ’nın Yüz Rahmeti


Üçüncü hadis-i şerif… 88. sayfanın, 1. hadis-i şerifine geldik. Hiç olmazsa üç tane okumuş olalım! Bu da yine ibn-i Abbas RA’dan. Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah’tan bir diğer hadis-i şerif.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:44


إِنَّ اللََّ خَلَقَ مِائَةَ رَحْمَةٍ، رَحَمَةً مِنْهَا قَسَمَهَا بَيْنَ الْخَلاَئِقِ، وَتِسْعَةً


وَتِسْعِينَ إِ لٰى يَوْمِ الْ قِيَامَةِ (طب. عن ابن عباس)


RE. 88/1 (İnna’llàhe teàlâ haleka miete rahmetin, rahmetün



44 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.374, no:12047; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.X, s.360, no:17621;

Kenzü’l-Ummâl, c.IV, s.249, no:10380; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.47, no:6837.

280

minhâ kasemehâ beyne’l-halâik, ve tis’aten ve tis’ine ilâ yevmi’l- kıyâmeh)

(İnna’llàhe teàlâ haleka miete rahmetin) “Allah-u Teàlâ yüz rahmet yarattı. (Rahmetün minhâ) O yüzden sadece bir rahmeti, yâni yüzde biri, (kasemehâ beyne’l-halâik) bütün insanların hepsine dağıttı, taksim etti.”

“—Al sana şu kadar, al sana şu kadar, al sana şu kadar…”

Bu rahmet ne demek burada? Merhamet demek, acıma duygusu. Allah yüz misli acıma duygusu yaratmış, bir tanesini sadece yeryüzündeki bütün mahlukatın arasına taksim etmiş. Al sana şu kadar, al sana şu kadar diye.

Anne çocuğunu ondan seviyor, ondan bağrına basıyor, ondan emziriyor. Hayvan, çocuğu memesini emerken ondan ayağını kaldırıyor, ondan böyle yalıyor yüzünü... Kedi yavrusunu o sevgi ile bağrına basıyor. Neden? İçinde merhamet var, Allah ona taksim etmiş. Evladına karşı merhamet var.


İnsanların da birbirine merhameti var. Acıyoruz, “Komşumuz filanca yazık, hasta olmuş.” falan diyoruz, “Geçmiş olsun!” diyoruz, “Zavallı, başına ne felaketler geldi.” diyoruz. Yâni bütün acıma duygularını, insanların, hayvanların, mahlûkatın birbirlerine karşı merhametlerinin hepsini topla. Bunların hepsi ne? Allah’ın yarattığı yüz rahmetten sadece yüzde biri bunlar.

“—E gerisi, doksan dokuzu nerede?”

Gerisini Allah-u Teàlâ Hazretleri ahirette ihsan edecek. Yâni dünyadaki bütün mahlukatın, bütün yaratıkların birbirlerine merhametleri, hepsi yüzde bir. Onun doksan dokuz misli fazlası, yüzde doksan dokuzu ahirette… Allah-u Teàlâ Hazretleri o zaman rahmetiyle muamele edecek. Nice nice kullarını afv u mağfiret edecek, onları cennetine sokacak, cehennemden azad edecek. Büyük mükafatlar verecek. Layık olmadıkları nimetleri verecek. Doksan dokuzu geride… Yâni yüzde biri daha gördüğümüz. Hepsini de görmüyoruz yâni dünyanın ne kadarını görüyoruz biz? Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi de o engin, o muazzam rahmetine erenlerden eylesin… Hem

281

dünyada hem ahirette…


e. Allah’ın Bir Rahmeti Yeryüzünü Doldurur


Altındaki de o konuyla ilgiliymiş, onu da okuyuverelim. Çünkü mevzu birliği var:

Ebû Hureyre RA’dan deminki hadis-i şerifi biraz daha açıklayan bir hadis-i şerif bu.

Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:45


إِن اللََّ خَلَقَ مِائَةَ رَحْمَةٍ، كُلُّ رَحْمَةٍ مِلْءُ مَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأَْرْضِ،


فَقَسَمَ مِنْهَا رَحْمَةً بَيْنَ الْخَلاَئِقِ، بِهَا تَعْطِفُ الْوَالِدَةُ عَلَى وَلَدِهَا، وَبِهَا


يَشْرَبُ الْوَحْشُ وَالطَّيْرُ الْمَاءَ ، وَبِهَا يَتَرَاحَمُ الْخَلاَئِقُ، فَإِذَا كَان يَوْمُ


الْقِيَامَةِ قَصَرَهَا عَلَى الْمُتَّقِينَ ، وَزَادَهُمْ تِسْعًا وَتِسْعِينَ (ك. أبى

هريرة؛ ك. عن سلمان)


RE. 88/2 (İnna’llàhe teàlâ haleka miete rahmetin, küllü rahmetin mil’u mâ beyne’s-semâi ve’l-ard, kaseme minhâ rahmeten beyne’l-halâikı, bihâ ta’tıfu’l-vâlideti alâ veledihâ, ve bihâ yeşrebü’l- vuhşü ve’t-tayri el-mae, ve bihâ teterâhümü’l-halâiki, feizâ kâne yevmü’l-kıyâmeti kasarahâ ale’l-muttakîne, ve zâdehüm tis’an ve tis’in)

(İnna’llàhe teàlâ haleka miete rahmetin) “Allah-u Teàlâ Hazretleri yüz merhamet yarattı.” Rahmet diyoruz ama merhamet manasına. Yüz merhamet yarattı. (Küllü rahmetin melee mâ beyne’s-semâi ve’l-ard) “Her rahmet yerle göğün arasını doldurur, o



45 Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.276, no:7628; Selman RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.96, no:5667; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VIII, s.48, no:6480.

282

kadar çok.. Muazzam rahmet, miktar, hacim böyle. Muhteşem, muazzam… Yerle göğün arasını dolduracak kadar.”

(Kaseme minhâ rahmeten beyne’l-halâikı) “Sadece bir tanesini, yâni yüzde birini mahlûkatı arasında herkese nasibi kadar verdi.” Al sana şu kadar merhamet, al sana şu kadar merhamet. Sen merhamet sahibi ol, sen merhamet sahibi ol diye bir miktar hepsinin duygusuna, içine merhamet verdi.

(Bihâ ta’tıfu’l-vâlideti alâ veledihâ) “işte o verilen, Allah’ın lütfu olan merhamet sayesinde, anne evladına müşfik davranıyor. (Ve bihâ yeşrebü’l-vuhşü ve’t-tayri el-mae) İşte o merhamet dolayısıyla vahşi mahluklar, kuşlar su bulup içiyorlar. (Ve bihâ teterâhümü’l- halâiki) Bu merhametin kendilerine verilmiş olmasından dolayı yaratıklar birbirlerine merhamet ediyor, acıyorlar.”


“—İki tane balina Karadeniz’e gelmiş, zavallı!” diye herkes ayağa kalkıyor. “Ne olacak, yazık!”

E niye yazık, ne var? İşte acıma geliyor yâni. Bizim malımız değil, bir şey değil; elin balinasına acıyoruz.

Bakıyoruz, yolun kenarında ağaçlar yanmış, vah vah yazık diyoruz. Ne oldu? Acıyoruz. Tarla senin mi? Değil. E acıyoruz yâni. Yangın olmuş, şu kadar şey yanmış falan. Kıbrıs’ta şöyle oldu diye acıyoruz değil mi? İşte bu mahlukat arasındaki merhametleşme hep bundan.

(Ve izâ kâne yevme’l-kıyâmeti) “Kıyamet günü olduğu zaman, (kasarahâ ale’l-müttakin) Allah geriye kalan doksan dokuz rahmeti ve öteki buraya taksim edilmiş rahmetlerin hepsini, merhametlerin hepsini Allah’tan korkan müttaki kullarına tahsis edecek. Sadece onlara, mü’min müttakî kullarına verecek. (Ve zâdehüm tis’an ve tis’în) “Onlara doksan dokuz kat merhamet ihsan edecek.”


Tabii muhterem kardeşlerim. İşte burada bir müttaki kelimesi geçiyor ya… Müttaki kul, takva ehli kul demek bu. Bu çok önemli.

Bakın bizim tasavvuf yoluna ne derler? Takva yolu derler. Fetva yolu var, takva yolu var.

“—Falanca adam çok takva ehli bir insan. Hiç harama

283

yanaşmaz, sözüne dikkat eder, elini harama uzatmaz, haram lokma yemez, kimsenin hakkını çiğnemek istemez!” filan deriz.

Takva ehli, müttaki demek yâni. İşte bu çok kıymetli bir sıfattır. Kimseye haksızlık yapmamak, kimsenin hakkını yememek. Günaha girmemek, zulüm etmemek ve haram yememek. Takva budur. Bizim yolumuz tasavvuf yolu takva yoludur. Gerçek müslümanlık takva yoludur. Bu çok önemlidir.

Allah doksan dokuz rahmeti, merhameti yarın kimlere verecek? Müttaki kullarına verecek, Allah’tan korkan, sakınan, çekinen, günahlardan uzak duran, haramlara yanaşmayan kullarına verecek.

Onun için hepimizin takva ehli kul olmamız lazım. Hepimizin takvayı öğrenmesi lazım. Hepimizin takvaya göre ibadet yapması lazım. Takvaya göre yaşaması lazım. Takvaya göre ticaret yapması lazım. Takvaya göre aile hayatını sürdürmesi lazım. Her işi takvaya uygun olması lazım. Her işin müttakiyâne olması lazım.

Bu takva nedir? Bunu iyice öğrenmek ve hayatında tatbik etmek lazım.

Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!


09. 07. 1995 – İskenderpaşa Camii

284
09. HARAMLA TEDAVİ OLMAZ