16. PEYGAMBER SAS’E UYMANIN ÖNEMİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Seyyidinâ ve senedinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn… Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d- dîn…
Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu teàlâ aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesetin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
أَبَى اللهُ أَنْ يَقْبَلَ عَمَلَ صَاحِبِ بِدْعَةٍ، حَتَّى يَدَعَ بِدْعَتَهُ
(ه. وابن عاصم في السنة عن ابن عباس)
RE. 6/5 (Eba’llàhü en yakbele amele sahibi bid’atin, hattâ yedea bid’atehû.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Aziz ve çok muhterem kardeşlerim!
Allah cümlenizden razı olsun... Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi, ihsanı ve ikramı dünyada ve ahirette üzerinize olsun…
Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri’nin yolu, bu yolların en mükemmeli olduğu için hadis-i şerifini okuyoruz, anlatıyoruz, ona uymaya gayret ediyoruz. Hayatımızın çizgisini Rasûlüllah Efendimizin sünnet-i seniyyesine göre ayarlamaya çalışıyoruz. Çünkü ümmetin fesada uğradığı zamanda Efendimiz’in sünnetini ihya edenlere yüz şehid sevabı verilecek diye müjdelenmiş. Rabbimiz cümlemizi o sevaplara erişenlerden eylesin… Efendimizin sünnetine uyalım!
Bu hadis-i şeriflerin okunmasına başlamadan önce kendilerine şükran borcumuz olan, vefa borcumuz olan kimselerin ruhlarına Fatihalar, İhlaslar hediye edelim diye düşünüyorum. Kendisine en
borçlu olduğumuz kişi, zât-ı muhterem Peygamber SAS Efendimiz’dir ki, bize Allah’ın emirlerini getirip öğretmiş ve bize cennetin yolunu göstermiş, (Ümmetî… Ümmetî…) diye hayatı boyunca bizim için gayret göstermiş, bizim için elem çekmiş, bizim için tasalanmış bir kimsedir. Ayrıca onun âlinin, ashabının, etbâının, ahbabının, cümlesinin ruhlarına;
Peygamber Efendimiz’den sonra bu ümmetin hakiki mürebbileri, Peygamber Efendimiz’in hakiki varisleri olan ulemâ-i izâm ve meşâyih-ı kiramımızın, evliyaullah u mukarrabînin ve ülema-i vâsılînin, sâdat-ı turuk-u âliyyemizin ruhlarına ayrı ayrı ve hâsseten kendisinden feyz aldığımız hocamız Muhammed Zahid- i Bursevi Hazretleri’nin ruhuna hediye olmak üzere;
Bu beldeyi mallarını, canlarını Allah yoluna feda ederek yollara düşüp, cihadlar eyleyip fethetmiş olan fatihlerin, şehidlerin, gazilerin, hâssaten Fatih Sultan Mehmed Han cennet mekânın mübarek ordusunun mensuplarının ve ondan sonra da düşmanları buralara sokmamak için Çanakkale’de şehidlik mertebesine ermiş, İstiklal Harbi’nde çarpışmış, buraya hileyle girmiş olan düşmanları buradan def etmiş olan o mücahid, muvahhid askerlerin, mücahidlerin ruhlarına hediye olsun diye;
Hâssaten içinde ibadet ettiğimiz şu İskenderpaşa Camii’ni yaptıran İskender Paşa merhumun ve bu caminin tekrar tekrar tamirine, tevsiine, tecdîdine hizmet etmiş olanların ki, bunların arasında sizler de varsınız. Çünkü bu camiyi sekiz misli siz büyüttünüz. Allah hepinizden razı olsun… Kadınların namaz kılacağı yerleri hazırladınız, yandaki evleri aldınız ve camiyi çok daha geniş bir şekilde istifade edilecek hale getirdiniz. Ve bu caminin içinden güzerân etmiş olan mübarek imamların, hatiplerin, vaizlerin, müezzinlerin, cemaatlerin ruhlarına hediye olsun diye;
Uzaktan yakından bu dersi dinlemek üzere nice mesafeler kat edip, zahmetler çekip, masraflar edip, Pazar gününde herkes pikniğe giderken, rahatına keyfine bakarken aşk ile, şevk ile Rasûlüllah Efendimiz’in hadis-i şeriflerini dinleyeceğiz diye buraya gelmiş olan siz kardeşlerimizin dünya ve ahiret saadetine ermeniz için, geçmişlerinizin ruhlarının şad olması için, bir Fâtiha üç İhlâs- ı Şerif okuyup hediye edelim, öyle başlayalım!
………………..
a. Hadis Okumanın Önemi
Okumuş olduğum hadis-i şerif Gümüşhaneli Hocamız cennet mekânın hadis-i şerif kitaplarından derleyip cem ve telif eylemiş olduğu Ramûz el-Ehàdis kitabının 6. sayfasında ve bu sayfanın 5. hadisinden itibarendir. Hadis-i şeriflerin kaynaklarını, metinlerini merak edenler bilsinler. Banda alındığı zaman da bandı dinleyenler nereden alındığına muttali olsunlar diye söylüyorum.
Gümüşhaneli Hocamız, geçen asrın en büyük hadis alimlerinden birisidir, cennet mekân. O devrin en büyük hadis alimlerinden birisiydi ve hadis kitaplarının içine kendisinin ismi girmiştir. Alimler kendisinden, Arap alimleri, İslâm alimleri, büyük alim diye bahsederler.
Yeni yetişme gençlerimiz vardır; birazcık mürekkep yalamışlar, biraz da bir şeyler okumuşlardır. Onlar da bizim bu Râmûz el- Ehàdis kitabını okumamıza sağdan soldan pür hiddet bağırır, çağırır, çatarlar. Ne diye bu kitabı okuyor diye. Bunun içinde zayıf hadisler var filan diye. Halbuki ahlaki konulardaki zayıf hadislerle amel olunur. Hadisin senedinde zaaf olabilir, kendisinde zayıflık bulunabilir ama, zayıf hadis demek ille uydurma hadis demek değildir, yalan demek değildir. Senedinde bir eksiklik vardır.
Sonra Hocamız büyük hadis alimidir. İtimada şayan bir insandır. Ayrıca hocamız zayıf bir hadis-i şerifi yahut da mevzu denmiş olan bir hadis-i şerifi, mevzu demek yani vaz edilmiş, uydurulmuş, hadis diye ortaya atılmış veya karıştırılmış demek oluyor. Mesela diyor ki: İbnü’l-Cevzi isimli alim bu hadise mevzudur, hadis değildir, uydurmadır demiş. Fakat Hocamız böyle bir hadisi kaydediyor. Ondan sonra o mevzuya ait arkasına iki tane hadis daha ekliyor. Demek istiyor ki:
“—Bak o alim, İbnü’l-Cevzi, bu hadise mevzu demiş ama ben buna alim olarak katılmıyorum. Yani bu mesleğin mütehassıslarından birisi olarak, ben kendi öz görüşüm olarak buna katılmıyorum. Bak, arkasındaki bu hadis-i şerif de bu mânâyı te’yid ediyor. Binâen aleyh, “Bu mânâ yanlış değil. Bu alimin tenkiti yerinde değil.” demiş oluyor.
Alimler arasında böyle fikir ayrılıkları olabilir, normaldir. Mezhepler arasında da farklar var. Biliyorsunuz, namaz
kılınmasında ve diğer ibadetlerde, hayratta, hasenatta fikir
farkları olabiliyor. Ben itimad ediyorum. Evliyaullahtan bir mübarek zat bu hadis kitaplarını toplamış, okunsun diye bize tertip etmiş, biz dervişiz. Biz ehl-i tasavvufuz, tarikat ehliyiz. Bizim terbiyemiz için, yetişmemiz için; dini öğrenmemiz için başka
kitaplar okumayın, hadis okuyun diye bize bu kitabı yadigâr bırakmış.
Kendisi 1311 hicri yılında vefat etmiş, Süleymaniye’de Kanuni Hazretleri’nin türbesinin yanında medfun… Vâlide Hatunla beraber kabr-i şerifi orada. Nur içinde yatsın…
Biz sapıtmayalım, şaşırmayalım, yanlış bid’atlara saplan- mayalım; hurafelere, bâtıllara düşmeyelim diye bizi hadisle terbiye etmiş. Ne kadar yüksek! Yani bir derviş dinini Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden öğreniyor. Ne kadar kıymetli! Çünkü Allah bid’at ehlinin ibadetlerini, taatlerini kabul etmez. Onu bildiği için, ibadetlerimiz makbul olsun diye, Allah’ın indinde makbul kul olalım diye bizi hadis-i şerifle terbiye ediyor; kendi sözleriyle terbiye etmiyor.
Bazı evliyaullah vardır, şiir söylemişlerdir. Nutuk
söylemişlerdir. Yani nutuk dediği, manzume söylemişlerdir. Kimisi eline saz almış, sazla söylemiştir. Kimisi ilahi söylemiştir. Kimisi nefes söylemiştir. Yani dini hakikatleri öyle anlatmıştır. Onlar da, dikkatli okuduğunuz zaman, bakıyorsunuz ki hadis-i şerifin mealini güzelce izah etmiş gibi oluyor bazıları ama, ne de olsa beşer sözünün kullandığı kelimelerde eksiklik, fazlalık, hata olabilir diye bizim Hocamız öyle yapmamış.
Bizim Hocamız bizi götürmüş, hadis-i şerif kaynağına bağlamış. Deryadan faydalandırıyor bizi, musluktan değil. Koca deryadan, asıl kaynağından. Tertemiz yerden, suyun büngül büngül büngüldeyerek çıktığı, hiçbir şeyin karışmadığı; asıl safi, tatlı, lezzetli yerinden, “Alın buradan için, aşağılarda belki tozlanmıştır, belki içine bir şeyler sızmış, karışmıştır.” demek istiyor yani.
Mekânı cennet olsun, Allah şefaatine nail eylesin...
Bu ilk hadis-i şerif de burada gelen…
b. Allah Bid’at Sahibinin Amelini Kabul Etmez
İbn-i Mâce’nin Abdullah ibn-i Abbas RA’dan rivayet ettiğine göre Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuşlar:188
أَبَى اللهُ أَنْ يَقْبَلَ عَمَلَ صَاحِبِ بِدْعَةٍ، حَتَّى يَدَعَ بِدْعَتَهُ (ه. وابن أبي عاصم في السنة عن ابن عباس)
RE. 6/5 (Eba’llàhü en yakbele amele sahibi bid’atin, hattâ yedea bid’atehû.) (Eba’llàhu en yakbele amele sàhibi bid’atin) “Allah-u Teàla Hazretleri bid’at sahibinin yaptığı işleri kabul etmekten ibâ eder, yâni razı olmaz.” İbâ etmek; ebâ-ibâen kabul etmemek, böyle bir şeye yanaşmamak, yapmamak demek.
“—Gel evlâdım, şu yemeği ye!” “—Hayır, yemem…” diyor, ibâ ediyor.
“—Gel şu işi yap!” “—Hayır yapmam…” diyor, ibâ ediyor.
Bir şeyi yap dediğin zaman, yapmamaya ibâ etmek derler. Ebâ - yebâ – ibâen; yâni çekinmek, kabul etmemek, yanaşmamak, yapmamak mânâsına geliyor. Razı olmamak, o işi yapmaya yanaşmamak mânâsına geliyor.
(Eba’llàhu) Allah razı olmaz, Allah yapmaz, Allah yanaşmaz, Allah kabul etmez. Neyi kabul etmez? Amele sahibin bidatin. Bidat sahibinin amelini kabul etmeye yanaşmaz Allah. Kabul etmez! Halbuki kabul edilsin diye yapıyor adam ibadeti, taati, değil mi? Namazı niye kılıyoruz, orucu niye tutuyoruz, sadakayı niye veriyoruz? Cihadı niye yapıyoruz?
Peygamber Efendimiz diyor ki: “Allah yolunda cihad eden… Kimin Allah yolunda cihad ettiğini Allah bilir.” diyor. Yani bir şey yapıyorsun ama doğru mu yapıyorsun? Fi sebili’llâh mı cihad
188 İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.57, no:49; İbn-i Ebî Âsım, es-Sünneh, c.I, s.45, no:32; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XIII, s.185, no:7164; Mizzî, Tehzîbü’l- Kemâl, c.IV, s.154, no:709; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.219, no:1103; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.153, no:246.
ediyorsun, fi gayri sebîli’llah mı cihad ediyorsun? Zararın kâfirlere mi geliyor, Müslümanlara mı geliyor? Hepsi “Allah rızası için cihad yapıyoruz!” filan diyerek, “Allah-u ekber!” diyerek, “Yâ Allah!” diyerek kılıcı kuşanıp, saldırıp gidiyorlar ama kiminle çarpışıyorlar?
İşte buyur İran’ın, buyur Irak’ın durumu… Sekiz sene çarpıştı, şimdi Amerika körfeze gelince, kendisini tepeleyecek diye, bu sefer barıştı. Utanmaz adam neden çarpıştın sekiz sene? Niye bu kadar insanın kanını döktün. Vicdanın sızlamadı mı? Yani o da İran’a karşı Allah yolunda cihat ediyordum diyordu. Ne Allah yolu! Ne Allah yolu! Allah kimin kendi yolunda cihad ettiğini çok daha iyi bilir.
Bid’at sahibi amel işliyor. Yani namaz kılıyor, oruç tutuyor, sadaka veriyor, hayır yapıyor, hasenat yapıyor. Allah iba eder, onun amelini kabul etmeye. Yani yanaşmaz, razı olmaz, kabul etmez bir türlü. O yalvarır “Kabul et ya rabbi!” diye, Allah kabul etmez. Ne zamana kadar? (Hattâ yedea bid’atehû) bidatini bırakıncaya kadar. Bidati üzerindeyken amelini kabule etmez. Bak, hiç kabul etmez de demiyor. Erhame’r-râhimîn olduğundan, rabbimiz merhametlilerin en merhametlisi olduğundan dönerse kabul ederim demek gene. Islah olursa gene kabul ederim demek, ıslah olmazsa kabul etmem. Yanlış yolda olursa kabul etmem.
Bid’at ne demek? Hep bid’at sözünü duyuyoruz, bidat ne demek, biraz izah edelim. Bid’at sözü, beda, bir şeyi yoktan ortaya koymak demek. Ortaya koymak, pattadanak ortaya bir şey koymak… Hatta onun için, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sıfatlarından bir tanesi:
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَْرْضِ، وَإِذَا قَضَىٰ أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُن فَيَكُونُ
(البقرة:٧١١)
(Bedîü’s-semâvâti ve’l-ard) “O semâların ve ardın bed’ edicisi, yani göklerin ve yerin yaratıcısıdır.” Yoktan ortaya koydu. Yoktan var edicisi. Şu gökleri, şu yerleri Allah-u Teàlâ Hazretleri yoktan pattadak ortaya koydu. (Ve izâ kadà emren feinnemâ yekùlü lehû kün feyekûn) “Bir şeyi dilediğinde ona sadece ‘Ol!’ der, o da hemen oluverir.” (Bakara, 2/117)
Nedir bunun malzemesi, neredeydi bunun malzemesi? Hangi fabrikadan çıktı bunun tuğlası, çimentosu, kumu, kireci? Yok öyle bir şey, (Bedîü’s-semâvâti ve’l-ard) Yeri göğü Allah bed’ eyledi, yani hop, yoktan var eyledi. Kudretiyle halk eyledi demek bedi, ayın ile; yoktan var eden demek. Hàlik demek, ama yoktan var ettiği için bedi manasına…
Şimdi bid’at da ne demek? Dinde yeri olmayan, aslı olmayan bir şeyi adamın birisinin pattadak ortaya çıkartması demek.
“—Yahu, bu işi neden yapıyorsun?”
“—Valla bilmem, aklıma esti, kafama geldi, işkembe-i kübradan pattadak ortaya koydum.” Buna bid’at derler. Bu, itikadda olur, amelde olur.
Yâni Kuran’da olmayan, hadis-i şerifte olmayan bir şey çıkartıyor adam, bir şey söylüyor. Buna itikadda bid’at, inançta bid’at derler. Bazen de amelde bidat olur. Yani Rasûlüllah’ın yapmadığı, Sahabe- i Kiram’ın yapmadığı, Kuran’ın yazmadığı, Sünnet-i Seniyye’de bulunmayan bir şeyi yapmaya kalkışıyor insan, ona da amelde bidat derler.
Bunun en tehlikelisi itikadda olan bidattir. Yani inanç yanlış oluyor, yanlış bir inanç ortaya konulmuş oluyor. En tehlikelisi odur. Ameldeki bid’at da gene tehlikelidir. Yani zahmet çeker insan, boşuna zahmet çeker. Ter döker, boşuna ter döker. Cihad eder, haybeye gider.
Hani bir tekerleme vardır, söz vardır, derler ki:
Ne şehid oldu ne gazi;
Haybeye gitti Niyazi…
Çocuklar söyler bunu mahallede, kendi aralarında böyle konuşurlar. Haybe boş demek. Haybeye gider, yani zarara… Haybeye gitti Niyazi. Ne şehid oldu, ne gazi oldu, ne bir işe yaradı; haybeye gitti. Neden? Bid’atla olunca öyle olur. Meselâ bu tekerleme hatırınızda kalsın.
c. Peygamber Efendimiz’e Tâbî Olmak
Onun için her şeyimizi bir asla, esasa dayalı yapmamız lazım. Esasa uydurarak yapmamız lazım. Şimdi ben Peygamber
Efendimiz’in hadis-i şerifini okuyorum.
“—Neden okuyorsun hoca efendi, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifini?” Çünkü Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàla Hazretleri buyurur ki:
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهََّ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللهَُّ وَيَغْفِرْ لَكُمْذُنُوبَكُمْ
(اۤل عمران:١٣)
(Kul in küntüm tuhibbûna’llàhe) “Rasûlüm, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, (fettebiùnî) bana tâbi olun, bana uyun ki, (yuhbibkümü’llàhu ve yağfirleküm zünûbeküm) Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, afv u mağfiret eylesin.” (Âl-i İmrân, 3/31)
Demek ki Allah’ın bizi sevmesinin şartı nedir? Rasûlüllah’a uymaktır. Rasûlüllah’a uymadın mı Allah sevmez.
“—Amerika’da adam, evini çok güzel yapmış hocam! Bahçesini çok güzel tanzim etmiş hocam! Bir sabahleyin yıkanıyor hocam, bir akşamleyin yıkanıyor. Pis gavur değil, temiz gavur. Deterjanlarla temizliyor evini hocam! Şampuanlarla saçını yıkıyor hocam, tarıyor, tellendiriyor, rüzgâr da üfürdüğü zaman…”
Hepsi sıfır. Yol Rasûlüllah’ın yolu. Rasûlüllah’a uyacak.
“—Hocam dinsiz değil, bir dine sahip!” Onun dini başına çalınsın… Allah’ın kabul etmediğin dinle Allah’a ibadet edilmez. Uydurma, sapık, yanlış, bozuk, eksik, kusurlu bir dinle Allah’ın yoluna varılmaz. Bozuk pusulayla, bozuk aletle, doğru yola gidilmez. Ne diyor büyüklerimiz:
“—Kem alât ile kemâlât olmaz!” Yâni kem, kötü aletler ile büyük, kâmil, olgun sanat eserleri ortaya konulmaz. Sen alırsın eline testereyi, keseceksin; testere yamuktur, bozuktur, birisi bozmuştur, kalitesiz testeredir; gırç gırç kesersin, bakarsın böyle dalgalı kesilmiş. Neden? Kem alet ile kemâlât olmadığı için.
Ama asıl ustanın çırağına bile hiç el sürdürmediği bir testere vardır, gözü gibi baktığı testeresi vardır. “Getir benim o testeremi!” deyip onu getirttiği zaman, baş tarafından gırç gırç biraz yuvasını
yapıp da harç hurç, harç hurç bir kestin mi, bakarsın cetvelle kesilmiş gibi çıkmış. Çentik cetvelle bir güzel çizgi çizemezsin, olmaz. Bozuk pergelle düzgün daire çizemezsin. Yarısına kadar çizilir, bir kayar, ondan sonra bozulur, hay Allah, sil, yeniden yap, bilmem ne…
Kem alet ile kemâlât olmaz. Yanlış yol ile, yanlış bilgiyle, yanlış din ile Allah’ın yolu bulunmaz. Allah’ın yolunun delili kimdir, kılavuzu kimdir? Rasûlüllah SAS Efendimizdir. Rasûlüllah’ı bulacaksın, Rasûlüllah’ın eteğine yapışacaksın;
“—Medet yâ Rasûlallah, aman yâ Rasûlallah!” diyeceksin, Rasûlüllah’a tabi olacaksın, o zaman olur.
Rasûlüllah’a tabi olmadığın zaman yolu şaşırırsın.
Hocam, Amerikalıların dini yanlış; bak füze atıyorlar, havalara gidiyorlar, Venüs’e kadar füze fırlattılar. Japonlar onlarla yarışıyor, dinleri çok komik. İmparatorları güneşin oğluymuş. Bak, komikliğe bak. Güneşin oğlu olur mu? Yeryüzünde senin benim gibi beni Adem, güneşin oğluymuş imparatorları. Öyle saçma şey mi olur? Bak, ne kadar bozuk şeylere inanıyorlar. Ne kadar saçma şeylere inanıyorlar.
Hindistan’da öküze tapıyorlar, şu möö diyen öküze tapıyorlar. Neye tapıyorlar, nasıl tapıyorlar, nasıl oluyor? Mısır’da da tapmışlar, eski Mısır’da da tapmışlar. Hatta Hz. Musa’nın firavundan kurtardığı, Mısır’dan çıkarıp halas eylediği kavim, yolda bıldırcın etiyle beslenen, bulutlarla gölgelenen, kudret helvasıyla taamlandırılan kavim, ondan sonra dediler ki:
يَامُوسَى اجْعَل لَنَا إِلٰهًا كَمَا لَهُمْ آلِهَةٌ (الاعراف٨٣١)
(Yâ mûsâ ic’al lenâ ilâhen kemâ lehüm âliheh) “Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap!” (A’raf, 7/138)
Putlara tapan bir kavmin yanlarından geçiyorlardı, onları gördüler; “Oh ne güzel, putlara tapılıyor.” dediler. Cahillik çok fena… “Ya Mûsa, bize de bir ilah yap da, biz de tapınalım!” dediler. Bak ne kadar saçma şey.
Mûsâ AS, Tur Dağı’na münâcaata çıktı, vahiyleri almaya çıktı,
Allah’ın emirlerini telakki etmeye çıktı. Samirî isimli şahıs onların altınlarını, bileziklerini, kolyelerini, gerdanlıklarını topladı, eritti; bir buzağı yaptı.
فَأَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلاً جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ (طه٨٨)
(Ve ahrece lehüm iclen ceseden lehû huvâr) Hem de böğüren bir buzağı yaptı. İçini boşluk yapmış, bir yerinden hava girip öbür tarafından çıkarken böüü diye de böğürüyormuş yani, altından bir buzağı.
Huvâr, böğürmek demek. Böğürme sesi çıkartabilecek kadar sanatkarane bir şey yaptı yani. E şimdi tapılır mıydı yani böyle bir şeye? Mûsa AS’yi görmüş bir ümmet tapmalı mıydı öyle bir şeye? Taptı. İnsanların aklı çok kıt...
Yani bunu her zaman söylüyorum, Allah yardım etmezse şu insanın akıl dediği şey var ya şu kafasında, sarhoşun da aklı var. Sarhoş da kendine göre bir mantıkla meyhaneye gidiyor, bir de meth ediyor. Oh, sen edebiyat kitaplarını aç da içki hakkındaki medhiyeleri bir topla bakalım!
“—Sàkî getir ol şarabı!” bilmem ne filan.
Erguvan renkli şarapmış, bilmem neymiş filan; şöyleymiş sefası, böyleymiş meyhanenin keyfi, bilmem nesi… Methiyeler yazıyorlar utanmadan arlanmadan. Sarhoşluk veren şeyi, sıhhati bozan şeyi, karaciğeri siroz eden şeyi, insanın midesini delen şeyi…
Bizim böyle geçen gün söylediler; ayyaş oluyor insan, alkolik oluyor, bizim ayyaş dediğimize alkolik diyorlar şimdi, sonra kolonya içmeye başlamış. Saklamışlar içmesin bu mereti diye, kolonyayı bulamayınca boyalı ispirto içmeye başlamış. Onu saklayınca gaz yağı içmeye başlamış. Deli divane adam.
“—Neden?” Delirtiyor bu! Bu alkoliklik, delilik! Bir çeşit delilik…
“—Hocam, bira?” Bira da alkolikliğin kapısı, başlangıcı. Buradan girersen öbür taraftan çıkar.
“—Hocam biranın alkol miktarı çok azmış.” Gel ben seni Münih’e götüreyim, Münih’te kilisenin düşkünlere
yardım ettiği binanın önüne götüreyim, orada şarap tulumu gibi şişmiş Alman’ları gör. Böyle kaldırımlarda yatıyorlar. Sabahleyin gelecek papaz, bunlara biraz harçlık verecek. O harçlıkları gene alacaklar, gene gidecekler, biraz şarap içecekler, biraz bira içecekler. Gör bakalım bira insanı alkolik yapar mıymış, yapmaz mıymış? Git de gör orada; bakalım yapar mıymış, yapmaz mıymış?
Bunu Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde bir toplantıda bir general profesör söylemiş; yani, biranın nasıl insanı alkolik yaptığını. Tabii biz söylesek gerici derler bize. “Seni sakallı gerici seni…” filan derler ama, omuzu kalabalık paşa söyleyince kimsenin bir şey diyecek hâli kalmıyor. Hadi bakalım erkeksen ona da bir şey de! O zaman şaşırıyorlar. Paşaya da gerici de diyemiyorlar.
Müslümanlık, el-hamdü lillâh neyi söylemişse o doğru çıktı. 1400 yıl önce söyledi, 1400 yıl sonra anladı bazı ahmaklar. Biz el- hamdü lillâh kabul ettik. (Amennâ bi’llâh, ve bimâ câe min indi’llâh) Allah’a inandık, Allah bize ne gönderdiyse hepsine inanmışız biz; toptan, temiz. İmzamızı attık biz.
(Amennâ bi-rasûli’llâh) Peygamber Efendimize de inandık, ne getirdiyse ona da imzamızı attık. Rasûlüllahın sözü de haktır, gerçektir.
Peygamber Efendimiz’e birisi geldi:
“—Aman midem ağrıyor, bağırsaklarım bozuk, kıvranıyorum, fena hastayım.”
“—Bal şerbeti iç!” dedi.
Fena bir ishal olmuş, gidecek adam yani. fena durumda. Bal şerbeti iç dedi Peygamber Efendimiz.
İçti, geldi, dedi ki:
“—Ya Rasûlüllah içtim, geçmedi hastalık.”
“—Git bir daha iç, Allah yalan söylemez.” dedi.
فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ (النحل9)
(Fîhi şifâün li’n-nâs) [Onda insanlar için şifa vardır.] (Nahl, 16/69) demedi mi Kur’an-ı Kerim’de asel için, bal için?
Kur’an-ı Kerim’de arının yaptığı balı anlatırken onun bir ilaç olduğunu, arıya nasıl ilham verdiğini Allah’ın, nasıl böyle çiçekleri
dolaşıp balı topladığını anlatırken, (Fîhi şifâun li’n-nâs) diye balı medh etmedi mi? Medhetti. Amenna ve saddakna.... Balın içinde şifa var.
“—Git, bir daha iç.” dedi. “Bir daha iç, Allah yalan söylemez.” dedi.
Bir daha içti, gene geldi:
“—Gene geçmedi yâ Rasûlüllah!”
“—Git bir daha iç…” dedi.
Üçüncüde geldi;
“—Geçti.” dedi.
Tabii ya, dur bakalım, bir tesir müddeti var. Elbette, bir tesir müddeti var. Ama nasıl söylüyor Peygamber Efendimiz:
“—Allah yalan söylemez. Vaadi haktır, (Fîhi şifâun li’n-nâs) ‘İçinde şifa var bunun!’ demişse, şifa vardır.” diyor.
Çünkü biz öyle inanmışız da, kimileri 1400 yıl sonra anlıyor bu işi. İslam gelmiş şu senede, zaman erişmiş 20. Yüzyıl’a, 1400 yıl sonra anlıyor.
Fransalı bir profesör öyle diyor: ilim dediğimiz şey bile yanılıyor, sonra yanlışını düzeltiyor. Bir yanlış teori ortaya çıkıyor, bir başka alim “Hayır, bu doğru değil, şurasında hata var.” diye tashih ediyor, düzeltiyor. Bunu biliyoruz ilim kitaplarında, bunun böyle olduğunu biliyoruz. Diyor ki:
“—20. Yüzyıl’da öğrendiğimiz şeyleri bu mübarek kitap 14 asır önce söylemiş. O halde bu kitaba nasıl inanmayız?” diyor. “Nasıl yalan diyebiliriz, nasıl yanlış diyebiliriz, inanmamız lazım!” diyor.
Fransız kendisi. Fransız, öteki Fransızlara böyle anlatıyor:
“—Siz bu Kuran’a dil uzatıyorsunuz, bu Kuran’ı uydurma diyorsunuz, bu Peygambere dil uzatıyorsunuz. Bakın 1400 yıl önceden söylediği şeyi ilim şimdi anlıyor. İlmin bile yeni öğrendiği şeyi önceden söylüyor diye inanmamız lâzım!” diyor.
Kendisi Müslüman oluyor, başkalarına da Müslüman olmayı anlatıyor. El-hamdü lillâh bizim dinimiz böyle… Allah-u Teàlâ Hazretleri demek ki bize Rasûlüllah’ı göndermiş ve Rasûlüllah’a da vahiy indirmiş ki:
اَلْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ
لَكُمُاْلإِسْلاَمَ دِينًا (المائدة: ٣)
(El-yevme ekmeltü leküm dineküm) “İşte bugün size dininizi ikmal ettim, kemâle erdirdim. (Ve etmemtü aleyküm ni’metî) Size olan nimetimi tamamladım, eksiksiz hepsini verdim. (Ve radîtü lekümü’l-islâme dînen) Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim, ancak müslüman olmanıza razı geliyorum.” (Mâide, 5/3) dedi. İmzasını Kur’an-ı Kerim attı, Peygamber Efendimiz’i tasdik etti.
Peygamber Efendimiz de bütün bu şeyleri bize anlattı, anlatılmayan bir şey kalmadı. Dinin gerçekleri anlatıldı. Onun için Rasûlüllah’a uyan felâh bulur, kurtulur. Kendi kafasına giden çok şaşırır. Bu insanlar kendi kafasına hula hulpu buldular, çeşitli dansları buldular, mariuhanayı buldular, ayyaşlığı buldular, esrarkeşliği buldular, berduşluğu buldular, hippiliği buldular.
Bu insanları kendi keyfine bırakırsan, elleri kınalı Zeyneb’i koyuversen kuyuya kaçacak. Kuyuya kaçar. Bunları kendi hâline
bırakırsan böyle olur. İslâm böyle yapmadı, gerçekleri öğretti. Onun için biz Rasûlüllah’ın sünnetine tabiyiz. Dervişiz, mutasavvıfız ama Rasûlüllah’ın sünnetine tabi olduğumuz için mutasavvıfız. Rasûlüllah Efendimiz erbabı tasavvufun şahı olduğundan, hayatı dervişliğin en a’lâsı olduğundan öyleyiz.
Yani biz Rasûlüllah’a ittibâ hevesindeyiz, gayretindeyiz. Karınca kararınca, onu yapmaya çalışıyoruz. Tam yapamıyoruz; eksiğimiz, kusurumuz çok ama yolumuz o, gayemiz o... Bu da onun isbatı...
“—E başka tarikatlar var hocam, şöyleymiş, böyleymiş.” Ona karışmam. Kimseye dil uzatmam, kimseye karışmam ama aşikâr, dine aykırı bir şey görürsem onu da söylerim.
“—Bazı tarikatlar varmış hocam; aşkullah, muhabbetullah galebe çalsın, gelsin diye iki kadeh atıştırırlarmış.”
Ha, öyle yağma yok. Öyle saçma şey olmaz. O, şeytanın oyunu. Öyle şey olmaz.
“—Efendim büyük bir hoca varmış, çok büyük bir şeyhmiş, şöyle yaparmış, böyle yaparmış. İsterse gökten yağmur yağdırırmış, isterse şöyle yaparmış ama namaz kılmıyormuş. ‘Bizim işimiz aşkullah, muhabbetullah yolu; namaz kılmak ham sofuluk!’ diyormuş.
O kâfir, açıkça kâfir! Namazı inkâr eden kâfir olur. Çünkü Allah namazı kılın diyor Kur’an-ı Kerim’de; bu da kılmayın diyor. Kâfir bu! Bunun büyüklüğü şeytanlık bakımından büyük… Şeytanlıkta, kâfirlikte en büyük; azılı kâfir bu… Hem kendisi kâfir, hem de başkasını aldattığı için azılı kâfir bu...
Onun için, bir ayeti inkâr etse bir insan, hatta ayet değil bak üstüne bastıra bastıra hepinizin karşısında söylüyorum, Rasûlüllah’tan geldiği sabit olan, yani senedinde filan bir şek şüphe olmayan bir sünneti, bir hadisi, “Benim aklım öyle şeye ermez, bu asırda böyle şey olmaz!” diye inkâr etse, o zaman da kâfir olur! O zaman da kâfir olur, bak kesin olarak söylüyorum.
Hz. Ömer’e iki kişi geldiler, dediler ki:
“—Ya Ömer, ihtilafımız var, sen hakem ol, anlatalım, sen bizim hakkımızda hükmet!” dediler.
Birisi Müslüman, birisi gayri müslim. Yahudi veya Hristiyan,
neyse yani, o zaman oralarda yaşayanlardan birisi. Şimdi gayri müslim dedi ki:
“—Ya Ömer, biz bu meseleyi sana gelmeden önce Ebu’l-Kasım Muhammed’e de anlattık.” Yani peygamber efendimizin adını söylüyor. “Ona da anlattık, o beni haklı çıkartmıştı, sen haklısın demişti yani davamızı dinlediği için ama bu gene razı olmadı, bir de sana anlatmaya geldik.” deyince Hz. Ömer’in gözleri açıldı, döndü Müslümana:
“—Rasûlüllah bu haklı dedi, sen razı olmadın, bir de bana geldin, öyle mi?” “—He, evet, öyle...”
“—Peki, bekle, şimdi ben senin hakkında hükmedeceğim.” dedi.
İçeri gitti kılıcını aldı, geldi, kafasını kesti adamın. Neye dayanarak kesti? Hz. Ömer sinirli bir adamdı da, kızdı da ondan mı kesti? Hayır.
وَمَا كَانَ لمِـُؤْمِنٍ وَلاَ مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ
يَـكُونَ لـَهُمُ الـْخِـيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ (الأحـزاب:٦٣)
(Ve mâ kâne li-mü’minin ve lâ mü’minetin izâ kada’llàhu ve rasûluhû emren en yekùne lehümü’l-hıyeratü min emrihim) “Allah ve Rasûlü bir şeye hükmetsin de, şu şöyle olsun desin de, müslüman ondan sonra, ‘Hele bir düşüneyim dur bakayım, kafama uyarsa yapayım!’ desin; böyle şey olmaz!” (Ahzâb, 33/36)
Rasûlüllah’ın hükmüne razı olmayan imanda kalamaz. Çıkar, kovulur, kafir olur gider. Ayağı kayar gider. Rasûlüllah’ı kabul etmediği zaman kâfir olduğu için; kâfir olmak da, anadan kâfir olmak başka, önce Müslümanken sonra kâfir oldu mu ona mürted
derler, irtidat etmiş derler. Yani doğrusunu öğrendi, gene çıktı dinden. O daha fena…
Öyle söyleyeyim, mürtedin kafası kesilir. İrtidat etmiş olan kimsenin kafası kesilir. Onun için Rasûlüllah’ın sünneti belliyken, yani şeksiz şüphesiz kesinken, onu bile inkâr etse kâfir olur insan.
Mü’minin ana vazifesi nedir? Rasûlüllah’a uymaktır.
“—Hocam, ben Kuran’a uyarım, başka şey tanımam!”
Olmaz. Kuran’ı da Rasûlüllah getirdi. Kuran’a uysan bile, başka şey tanımam desen bile gelirsin gelirsin gelirsin, bir ayet okursun, “Rasûlüllah’a tabi ol!” der sana, Kuran’ın emri, mecbursun o zaman gene Rasûlüllah’a tabi olmaya.
Yani sırf Kuran’a tabi olsan, tamam kabul. Sen sırf Kuran’ı kabul edecek misin? Edeceğim. Hiçbir ayetine itiraz etmeyecek misin? Etmeyeceğim. Tamam, kabul o zaman. Sırf Kuran’a tâbî ol, kâfi… Kuran’a inan, kâfi… Çünkü Kur’an-ı Kerim seni Rasûlüllah’a da götürür, tasavvufa da getirir, zikre de getirir, ta benim yanıma getirir. Başka hiç çaren kalmaz. Sen sadece Kuran’ı kabul et, kâfi... Tam bizim çizgimize gelirsin, çünkü biz el-hamdü lillah o yoldayız.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi Peygamber Efendimiz’in sünneti yolundan ayırmasın... Bid’atlara düşürmesin… Uydurma şeylerin peşine takmasın... Her şeyin özüne, aslına, esasına vakıf olup onu öğrenip onu yapmayı nasib etsin…
Onun için hepinize diyorum ki, teklif ediyorum; küçük çocuklara, gençlere de teklif ediyorum: Bir şeyi öğrendiğiniz zaman senediyle, deliliyle öğrenin! Namaz kılıyoruz, neden? Kuran’da ayet var. Hadis okuyoruz, neden? Neden diye sorun hep: Kendinize sorun, alimlerinize sorun. Neden şu şöyle, neden bu böyle diye hep sorun, her şey hadise dayansın, her şey ayete dayansın, her hüküm bir esasa dayansın.
O zaman her şey güzel olur, çünkü Allah için veren, Allah için alan, Allah için seven, Allah için buğz eden kimse imanı tamamlamıştır, o cennete gider. Her şeyi Allah için yapma durumu böyle kolaylanmış olur. Ezberleyin, öğrenin! Her şeyin kaynağını öğrenin, delilini öğrenin.
Biz biraz bedavacı bir nesiliz çünkü her şeyi hazır bulduk kitaplarda, halbuki Peygamber Efendimiz’in sahabesi ve ondan sonra gelen tabiin ve ondan sonra gelen alimler her şeyin aslını sorarlardı. Bid’at olmasın diye, uydurma olmasın, yanlış olmasın diye her şeyin aslını, esasını sorup, öğrenip, belleyip öyle ezberlerlerdi.
Kuran’ı ezberlerlerdi, hadisi ezberlerlerdi. Şunu şöyle yapıyorum çünkü Rasûlüllah şöyle buyurdu derlerdi. Peygamber Efendimiz’in bir hadisini duydukları an bir daha bırakmazlardı.
d. Vâkıa Sûresi’nin Fazîleti
Abdullah ibn-i Mes’ud ölüm döşeğinde yatmış, hasta, perişan, Hz. Osman RA ziyaretine geliyor, diyor ki:189 “—Es-selamü aleyküm!” Soruyor hâlini. (Mâ teştekî) “Şikâyetin nedir; derdin, hastalığın nedir?”
O da, “Kulağım ağrıyor, karnım sancıyor, kalbim çarpıyor.” filan demiyor. Neden? İslâm o kadar ince bir din, o kadar yüce bir din ki her şeyi Allah takdir ettiği için, şikâyet olmasın diye söylemiyor. (Kitmânü’l-musîbet) yani musibeti saklamak da bir mertliktir, sevaplı bir şeydir. Söylemiyor yani, şuram ağrıyor filan demiyor da diyor ki, şikâyetin nedir diye sorunca:
(Zünûbî) “Günahlarım, günahlarımdan şikayetçiyim.” diyor.
Oradan istediğin kadar şikâyet et:
“—Nefsimden şikayetçiyim ya Rabbi, günahımdan şikayetçiyim ya Rabbi. Hatalarımdan şikayetçiyim, ömrümü yolunda geçiremedim ya rabbi, el aman bu nefsin elinden, illallah bu nefisten, bu şeytandan bıktım…” O şikâyeti yapabilirsin, o serbest ama Allah’ın takdirine rızası olacak, ona karşı şikâyeti olmayacak. Böyle cevap verdi.
“—Şikâyetin ne?” “—Günahlarım...”
(Vemâ teştehî) “Ne arzu ediyor, canın ne çekiyor? Hani alıvereyim sana, kebap istiyorsan kebap getireyim. Tatlı istiyorsan tatlı getireyim.” Hastanın canı bir şey çeker ya… Ne istiyorsun diye sorunca, canın ne çekiyor diye sorunca, dedi ki:
(Rahmete rabbî) “Rabbimin rahmetini canım çekiyor, onu istiyorum.” dedi. Yani maddi bir şey istemiyor. Baklava, börek, hacı baba baklavası filan demiyor. Ne diyor? Allah’ın rahmetini istiyorum diyor.
“—Pekiyi, (Hel âmuru leke bi-tabîb) Sana bir doktor emredeyim,
189 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.491, no:2497; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.674; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXIII, s.188; Hz. Osman RA’dan.
getirteyim mi?” Herhalde halife o zaman Hz. Osman, sana bir doktor getirteyim mi, gelsin, baksın?
(Lâ hâcete lî fihi) “Benim ona ihtiyacım yok! (Ve’t-tabîbü emradanî) Beni tabipler tabibi hastalandırdı. Benim doktora ihtiyacım yok, benim doktorum bana bu hastalığı verdi.” dedi.
Hastalık da bir şifadır. Hastalık da bir sevap kazanma vesilesidir. Hastalığın sonunda ölecek ama cennete gideceği için o da onu seviyor yani, az kaldı cennete gitmeme diye hevesleniyor. Allah gözünden perdeleri kaldırıyor, gösteriyor. Onun için şey yapmadı yani, doktora ihtiyaç yok dedi. Asıl benim doktorum beni hastalandırdı; benim hastalığımı, keyfimi, hâlimi biliyor. Benim bu hastalığım sonu şifa demek istiyor yani. Asıl büyük bayram demek istiyor yani çünkü bir insan hakkının rahmetine kavuştu mu asıl bayramı o zaman yapacak. Bayramların bayramı olacak o.
“—Pekiyi, sana biraz para vereyim mi?” dedi.
“—Ona da ihtiyacım yok!” dedi.
Ölen adam parayı ne yapsın? Ehl-i dünya paranın peşinde koşuyor ama o para peşinde değil. İstemem dedi.
“—Pekiyi, senden sonra çoluk çocuğuna kalır, kızlarına kalır. “ “—Sen, benim kızlarım ben öldükten sonra fakir mi kalacak sanıyorsun yâ Osman?” dedi. Fakir mi kalacak sanıyorsun sen benim kızlarım?” Bunlar para biriktirmezler, bankada hesapları yok, malları yok, mülkleri yok yani fakir kalabileceğini düşünebilir ama;
“—Sen benim kızlarımı fakir kalacak mı sandın ya Osman? Ben kendi kızlarıma Vàkıa Sûresi’ni ezberlettim.” dedi.
Bak nereye bağlıyor lafı. Yani Sûre-i Vâkıa’yı kızlarıma ezberlettim dedi. Neden ezberletmiş:
“—Kim Sûre-i Vâkıa’yı ezbere bilirse asla fakirlik ve yoksulluk çekmez!” buyurmuş Peygamber Efendimiz.
Yani paraya ihtiyacım yok diyor. Hz. Osman para vermek istiyor, o almıyor. Neden?
“—Ben kızlarıma Sûre-i Vâkıa’yı ezberlettim. Nasıl olsa fakir olmayacaklar!” diyor.
İmana bak, cevaba bak yani. Hiç bizim mantıklarımıza uyuyor
mu? Hiç uymuyor ama iman o. Ben onlara Sûre-i Vâkıa’yı ezberlettim, onun için onlar fakirlik çekmez diyor. Neden öyle diyor? Rasûlüllah yalan söylemez, onu biliyor da ondan. Madem
Rasûlüllah hadis-i şerifinde öyle buyurmuş, madem o da kendi kulağıyla duymuş Rasûlüllah’tan, tamam. Kızına Sûre-i Vakıa’yı ezberletmiş, şey yapmıyor. Tasa çekmiyor yani. Ben öldükten sonra kızlarım açıkta kalacak, öksüz kalacak, malsız mülksüz kalacak diye korkmuyor yani.
Şimdi asıl benim söylemek istediğim noktaya geliyor iş. Diyor ki râvi:
“—Ben Abdullah ibn-i Mes’ud’la Hz. Osman bu meseleleri konuşurken onların yanındaydım, bunları duydum ya, duyduğum günden itibaren ben de Sûre-i Vâkıa’yı ezberledim ve her akşam okumayı hiç ihmal etmedim” diyor.
Buyur, işte bak. Müminin hâli nasılmış. Duyduğu şeyi uygulamak, tatbik etmekmiş. Biz de öğrendiğimiz hadis-i şerifleri tatbik edeceğiz. Dinimizin aslını, özünü bozmayacağız ve Efendimizin hadis-i şeriflerine öylece tabi olacağız.
e. Hadis Kitaplarını Okuyalım!
Evimizde hadis kitabı var mı, yok mu? Vardır. Belki siz bilmezsiniz, belki isimlerini bilmezsiniz. Hepinizin evinde Buhari’nin hadisi vardır, muhakkak. Sahihi Buhari mutlaka vardır. Okudunuz mu? Hiçbiriniz okumamışsınızdır, biliyorum. Hiçbiriniz okumamışsınızdır. O yaldızlı yaldızlı ciltler orada durur.
Bir güzel kitaplık almışsınızdır, kitaplık ama alengirli böyle süslü, işlemeli, oymalı filan. Düz kitaplık değil, camekânlı mamekanlı, misafir odasının şeyi almışsınızdır, kocaman. İçine yaldızlı kitap verin bana demişsinizdir kitapçıya gidip, ciltleri çok yaldızlı olsun böyle, pırıl pırıl parlasın diye onları oraya koymuşsunuzdur, kilitlemişsinizdir. Okumazsınız. Okumayız, millet olarak yani.
Millet olarak maalesef okumayız. Maalesef hadis-i şerifler kütüphanemizde durur. Tefsir kitapları kütüphanemizde durur. Biz de televizyonun başına geçer, halkımız, onunla vakit geçirir. Oturur, gazete okur, onunla vakit geçirir. Malayani sohbetle vakit geçirir. Oyunla vakit geçirir. Kahvede vakit geçirir. O kitaplar
orada durur, o Kur’an-ı Kerim çivide asılı durur, o çocuklar kendi hâline, o kadınlar kendi bildiğine; aile perişan, çocuk perişan, cemiyet perişan, adam perişan; vebal altında böyle bir şey geçer gider.
Okuyacağız bunları… Rasûlüllah’ın hadislerini okuyacağız. Kur’an-ı Kerim’in tefsirini okuyacağız ve kendimizi tehlikelerden koruyacağız, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışacağız.
Bid’atlardan uzak olacağız. Kendi bildiğine bir şey yapıyorum sanırsın.
“—Ramazan’da da kırk bir tane mum aldım, götürdüm, Eyüp Sultan kabristanında her mezarın üzerine bir mum diktim.” Ne olacak? Kim söyledi sana mum dik diye? Mum dikme adeti var mı İslam’da? İstediğin kadar mum dik.
“—Efendim Helvacı Baba’nın kabri etrafında yedi defa dolaştım. Ondan sonra da beş kilo helva dağıttım.” Kim söyledi sana? Mezarın etrafında dönmek diye bir şeyi kim söyledi sana? Kabul değil, bid’at, uydurma… Bid’atı kabul etmez ki Allah? Neye göre yapıyorsun? Olmaz, her şeyi ayete dayandıracaksın, hadise dayandıracaksın. Okuyacaksın, uygulayacaksın. Ha, benim şu işim yanlışmış diyeceksin.
İmam duruyor akşam namazının arkasından mihrapta, Huva’llàhu’llezî’yi okuyor. Neden?
“—Kim Huva’llàhu’llezî’yi üç defa, (Eùzü bi’llâhi’s-semî’l-alîmi mine’ş-şeytàni’r-racîm) dedikten sonra, (Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm) diye okursa, yetmiş bin melek kendisine istiğfar eder sabaha kadar. Sabah okursa, akşama kadar yetmiş bin melek istiğfar eder.” “—E Hocam, bir (Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm. Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm) desem olmaz mı?” Olmaz” Hadis-i şerifte üç defa, (Eùzü bi’llâhi’s-semî’l-alîmi mine’ş-şeytàni’r-racîm) dediği için, üç defa söyleyeceksin.
“—Madem öyleymiş, beş defa söylesem olmaz mı?” Hayır, beş defa da olmaz; üç defa söyleyeceksin! Ne iki defa, ne bir defa, ne dört defa söyleyeceksin; üç defa söyleyeceksin! Yani Rasûlüllah’a uyacaksın. Azsa az, çoksa çok.
“—Hocam o öyle demiş, ben de iki ayet evvelinden alayım!”
İki ayetin evvelinden alma, o zaman beş ayet oku sure-i Haşr’ın sonundan derdi. Öyle demiyor. Sure-i Haşr’ın sonundaki üç ayeti oku diyor.
“—Lev enzelnâ’dan başlayayım?”
“—Lüzum yok...” “—Yâ eyyühe’llezîne âmenû itteku’llahe veltenzur’dan başlayayım?”
“—Hayır, Huva’llàhu’llezî’den başla!” “—Neden?” “—Rasûlüllah’a tam uymuş olmak için.”
Birisi dedi ki:
“—Acaba yarın Ramazan’ın biri mi yoksa Şaban’ın otuzu mu? İhtiyaten oruç tutsak mı?” filan.
Alimlerden birisi ötekine sordu. O alim dedi ki:
“—Vallàhi tutmam! Va’llàhi bi’llahi tutmam!” dedi.
Dinde miktarı değiştirmek yok, ilave yok. İhtiyat, eklemek,
çıkarmak, bir şey yok. Herkes ihtiyat için bir gün eklerse, otuz günlük Ramazan çıkar atmış güne. Her gün ihtiyat olarak veya keyif olarak bir gün kısarsa, otuz günlük Ramazan iner üç güne. Öyle şey olmaz. Her şey Rasûlüllah’ın ağzından çıktığı gibi olacak.
Peygamber SAS Hazretleri müjdeliyor ki:190
مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِي، عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِي، فَلَهُ أَجْرُمِائَةِ شَهِيدٍ (الديلمي، وابن حجر، عد. عن ابن عباس)
(Men temesseke bi-sünnetî, inde fesâdi ümmetî, felehû ecru mieti şehîd) “Ümmetimin bozulduğu, şaşırdığı, bocaladığı; ana zihniyetini kaybettiği devrede, âhir zamanda benim sünnetime sarılan kimselere Allah yüz şehid sevabı verecek!” Onun için onun peşindeyiz, onu yapacağız. Okuyacağız, uygulayacağız. Dinleyeceğiz, uygulayacağız ve inşallah Rasûlüllah’ın şefaatine nail olacağız, Allah’ın rızasına vasıl olacağız. Bunu hiç unutmayın!
Bir de fıkra anlatayım: Bursa’nın valisi emretmiş, yeni açılan bir yolun iki tarafını şuradan şuraya kadar ağaçlandırın diye emretmiş. Adamları, vali paşa emretti diye iki tarafı ağaçlandırmışlar. O da faytonuna binmiş, Osmanlı zamanında, elinde bastonu, başında fesi, kurulmuş faytona, dıgıdık dıgıdık yeni yoldan şöyle faytonla gitmiş türbenin yanına kadar, iki tarafa şöyle bakınarak. Tamam, ağaçlar dikilmiş. İki tarafı ağaçlıklı olmuş yolun.
Bakmış, türbeden öbür tarafa doğru da ağaçlar gene dikilmiş, oraya kadar devam ediyor. Türbeden sonra da dediği yerden öbür tarafa…
“—Bu ağaçları sökün!” demiş.
“—Efendim dikilmiş ağaç sökülür mü?” bilmem ne filan
190 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.198, no:6608; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzan, c.II, s.246, no:1033; İbn-i Adiy, Kâmil fî’d-Duafâ, c.II, s.327; Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.221, no:217: Ebû Abdillah ed-Dekkak, Meclis fî Ru’yetu’llah, c.I, s.218, no:503; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
demişler.
“—Bana bakın!” demiş. “Bugün bir bahane bulup benim sözümden fazlasını yapan, yarın bir başka bahane bulur benim sözümden azını yapar. Ben, sözümü tam tutturmak istiyorum, benim dediğimi tam yapacaksınız.” demiş. “Şuraya kadar dedim, oraya kadar yapın. Yarın öbür gün de türbeye kadar derim, ağaç kalmadı dersiniz, yarı yolda bırakırsınız. Böyle şey yok, tam yapacaksınız!” demiş.
O da hoşuma gidiyor benim. Tam yapmak, her şeyi eksiksiz yapmak, tam sünnete uygun olarak yapmak hatırımızdan hiç çıkmasın. Her şeyi ona göre yapalım! Allah’ın rızasına vasıl olalım; Rasûlüllah’ın sevdiği, razı olduğu ümmet olalım…
Sayfanın ikinci hadis-i şerifine geçiyorum.
f. Kâmil Mü’minin Cesedi Çürümez
Enes RA’dan rivayet edildiğine göre Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurmuş:191
أبَى اللهُ أَنْ يَجْعَلَ لِلْبَلاَءِ، سُلْطَانًا عَلٰى بَدَنِ عَبْدِهِ الْمُؤْمِنِ (الديلمى عن أنس)
RE. 6/6 (Eba’llàhu en yec’ale li’l-belâi, sultànen alâ bedeni abdihi’l-mü’min)
“Allah-u Teàlâ Hazretleri mü’min kulunun bedenine belânın musallat olmasına razı gelmez, müsaade etmez. Mümin kulunun bedenine belânın musallat olmasına, hakim olmasına, onu istilâ etmesine müsaade etmez, razı gelmez, yanaşmaz. Yaptırtmaz öyle. Yani sıhhatte, afiyette. saadet ve selâmet üzere eyler, belâyı üzerinde tutmaz.” Şimdi bu sözün izahı hakkında iki şey not alınmış. Ya benim, Mehmed Zahid Hocamız Rh.A, okuduğumuz kitap onun kitabı yani, saklıyorum. Böyle yazıları var, gördükçe yüreğim ağzıma geliyor.
191 Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.422, no:1715; Enes ibn-i Malik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.144, no:698; Camiü’l-Ehàdis, c.I, s.152, no:243.
Ya o yazmış ya ondan önce, o da hocasından aldıysa onun notu.
Şimdi buradaki maksat, “Mümin kul kabre konulduğu zaman, Allah onun bedenini çürütmez yani bedenine belâyı musallat etmez. Kabrin içinde olduğu gibi kalır.” demek, onu kasdediyor demiş.
Bir ihtimal bu, bu hadis-i şerifteki ihtimallerden birisi bu. Hakikaten başka hadis-i şerif vardır, Peygamber SAS Efendimiz
buyurmuşlar ki:
ان الأمير العادل، والعلم العامل، لا تأكل الأرض لحومهما
(İnne’l-emîre’l-âdile, ve’l-àlime’l-àmile, lâ te’külü’l-ardu lühûmehümâ) “Adaletli emîr, yani hükümdar, idareci, başkan, âmir ile, ilmi ile âmil olan alim kimsenin etlerini toprak yiyemez. Yani çürütmez, yani taaffün etmez, olduğu gibi kalır.’’ Elazığ’da Arap Baba varmış, kabrini açıyorlar, gösteriyorlarmış yani. Bedeni olduğu gibi duruyor öyle, çürümemiş. Kastamonu’da bilmem hangi evliya varmış, kabrinde gösterdiler, kenarını açıyorlar, bedeni olduğu gibi duruyor. Yani çürümüyor gerçekten.
Hatta hükümdarlardan birisi, bu İranlıların meşhur bir hükümdarı vardı, eski Sasaniler zamanında adaletli bir hükümdarları vardı, Enûşirvan veya Nûşirevan derlerdi, duymuşsunuzdur ismini. Bu Nuşirevân-ı Adil denilen kişinin kabrinin başında oturuyorlarmış böyle; halifelerden, alimlerden bir grup. Demişler ki:
“—Şunun kabrini açalım, nasıl olsa mümin değil. Peygamber Efendimiz adaletli hükümdarın bedenini toprak çürütmez dedi ya, bakalım bu adaletli mi, değil mi? Açalım, görelim bakalım!”
Yani Enûşirvan’ın kabrini açacaklar; bakalım, adil mi, değil mi, anlayacaklar. Çürümemişse adil, çürümüşse adaletli değilmiş diyecekler. Açmışlar, bakmışlar ki, olduğu gibi duruyor, çürümemiş. Demek ki adaletliymiş.
Duydum ki avlanmaya gitmiş. Avlanmışlar, geyik veya bir şey vurmuşlar, dağ keçisi, neyse… Kızartmışlar, yiyecekler. Tuz yokmuş.
“—Gitsin bir atlı, karşı köyden tuz alsın, gelsin; ama parasını versin!” demiş.
“—Efendim…” demişler, gülmüşler. “Tuz, dağda taşta her yerde bulunan bir şey. Tuzdan bol ne var? Yağmur yağdıkça eriyip eriyip denizleri bile tuzlandırıyor bu tuz dediğimiz şey. Yeryüzünde en bol olan maddelerden birisi tuz. Bunun da parası mı olurmuş?” Çok güzel bir cevap vermiş:
“—Hükümdar, teb’asından parasız tuz alırsa, hükümdarın memurları hükümdar yokken halkın derisini yüzer.” demiş.
Derisini yüzer. Oradan bir cesaret aldı mı, “Hadi verin bana parasız tuz!” diye, bir kapı açıldı mı öteki ondan sonra, padişahın olmadığı zamanda, hükümdarın olmadığı zamanda o adamlar neler yaparlar, halka kan kustururlar. “Adaletli olun, parasını verin!” demiş yani.
Bu manada diyorlar veyahut da bazı kereler Allah-u Teàlâ Hazretleri mümin, kâmil kulunun bedenine hastalık verince o, günahlardan temizlensin ve onun bedeni de fazla yağlardan, ve sairelerden kurtulsun, yeniden sıhhat kazansın diye Allah bazen böyle de verir. Bu da mümkün. Yani arada sırada, birazcık olması bu hadis-i şerife mâni değildir diye izah edenler de olmuş.
Hayır, o kabirde, kabire konduğu zaman o mümin-i kâmilse toprak onun bedenini yemez manasına gelir diye de, böyle bir izah da var.
Hocamızı çağırmışlar. Süleymaniye’de Hocamızın hocalarının kabirleri vardı, meydandaydı, çeşmenin arkasındaydı. Orayı bahçe yapacaklarmış. Oradaki kabirleri duvarın şu tarafına, asıl kabirlerin arasına almak istemişler. Kabir nakli yapılacak. Hocasının nakli nakledilecek diye, bizim de Hocamız onun talebesi olduğundan, ondan feyiz aldığından, halveti ondan çıkarttığı için onu da çağırmışlar.
Hocamız kendisi anlatırdı: Açtık, mübarek sanki bugün ölmüş gibi olduğu gibi duruyor, dedi. Neden? İlmiyle amil. Tesbih çeken, arif-i billah olan, evliya olan kimse işte... Açmışlar kabrini. Kaç sene geçmiş aradan? Elli sene geçmiş, daha fazla geçmiş. Hemen bugün gömülmüş gibi gidiyorlar.
Bazılarının öyle oluyor ki, öyle rivayetler duyuyoruz ki biraz fazla debelesen kanı damlıyor, akıyor diyorlar yani. O kadar
koruyor Allah koruduğu kulunu... Allah-u Teàlâ Hazretleri bizim de bedenimizi kabirde çürümeyenlerden eylesin... Bize kabirde öteki varlıkları musallat edip de azab çektirmesin...
g. Allah’tan Afiyet İsteyin!
Gelelim bu sayfadaki üçüncü hadis-i şerifi okumaya. Bu hadis-i şerifte şunu hatırlatayım ki günahlar hastalıklarla eriyor, affoluyor. Hastanın uykusu ibadet, iniltisi tesbih, ameli makbul, yapamadığı ameller yapılmış gibi yazılıyor, duası makbul ve hastalıktan berî olduğu zaman, kalktığı zaman anasından doğduğu gün gibi defteri amali temiz oluyor.
O bakımdan hastalık da Allah’ın bir başka nimeti yani. Bir çeşit nimet o da. “İnsanlar hastalara verilen mükafatları bilselerdi hep hasta olmayı isterlerdi.” denilmiş. Ama o tavsiye edilmiyor. Tavsiye edilen şey o değil.
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:
“—Allah’tan bir şey istediğiniz zaman afiyet isteyin. Hem
bedeniniz salim olsun hastalıklardan, turp gibi sağlam olun; hem de ruhunuz asude olsun, sıkıntısız olsun, rahat içinde olun, huzur içinde olun.” Allah’ın lütfu çoktur, rahmeti çoktur. Allah size hem belâ, hastalık vermez, hem de gene afv u mağfiret edebilir. Tabii hastalanınca affediyor, günahları sildirtiyor ama hasta etmeden affetsin diye isteyin demek yani o. Bir şey isteyeceğiniz zaman Allah’tan afiyeti isteyin deniliyor. Dua da şöyle:192
اللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلـُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْمُعَافَاتِ الدَّائِمَةَ، فِي الدِّينِ
وَالدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ .
(Allàhümme innâ nes’elüke’l-afve ve’l-àfiyeh, ve’l-muàfâte’d- dâimeh, fi’d-dîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireh) “Yâ Rabbi! Bize dinde, dünyada, ahirette afiyet ver ve dâimî bir esenlik ihsân eyle...” mânâsına.
Bak dinde afiyet istiyor, ne demek? Dinde afiyet sahibi olmak ne demek? Dinine bir musibet gelmemesi yani imanına bir gölge düşmemesi, aklının karışmaması, kalbinin karışmaması demek yani. Günahlara düşmemek demek, yanlış itikatlara saplanmamak demek. Dinde afiyet istiyor.
Dinde afiyet, en önemlisi o. Çünkü insanın itikadı bozuk oldu mu mahvolur.
Belki makbul ola noksan-ı amel;
Olmasın lâkin akîdende halel.
Az ibadet etmek gene makbul olur, insanı kurtarır ama akidesi bozuk oldu mu, çok ibadet etse de kurtulmaz. Akidenin sağlam
192 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.738, no:5074; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1273, no:3871; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.25, no:4785; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.241, no:961; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.243, no:698; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.343, no:13296; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.35, no:29278; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.145, no:10401; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.264, no:837; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
olmasının çok önemli olduğunu bildirmiş oluyor Peygamber Efendimiz. Dinde afiyet istiyoruz, yani, “Yâ Rabbi bizim dinimizi şaşırttırma, aklımızı bozdurma…”
Çeşit çeşit insanlar var, çeşit çeşit mezhepler var. Hatta çeşit çeşit tarikatlar var, hatta çeşit çeşit hocalar var. Sağlamını Allah bize nasib etsin, çürüğünden bizi korusun… Çünkü yanlış yolun yolcuları olan veyahut o yola çağıran insanlar, insanları yanlış yola çağıran kimseler, ahiret yolunun haramileridir diyor büyüklerimiz. Ahiret yolunun haramileridir.
Dünya yolunun haramisi, yol kesicisi yani eşkıyası insanın yolunu keser, silahını doğrultur, “Ver paranı… Çıkart keseni… Çık paraları!” der. Parayı verirsin, gider.
Ahiret yolunun haramisi insanı imandan eder, ahiretini mahveder, cehenneme düşmesine sebep olur, orada artık cehennemde birbirleriyle kavga edecekler:
إِنَّ ذَٰلِكَ لَحَقٌّ تَخَاصُمُ أَهْلِ النَّارِ (ص٤٦)
(İnne zâlike lehakkun tehàsumu ehli’n-nâr) [İşte bu, cehennem ehlinin birbiriyle kavga etmesi haktır.] (Sàd, 38/64)
Azabı görecek ve yaka paça birbirleriyle kavga edecekler.
“—Sizin yüzünüzden buraya düştük, siz olmasaydınız aklımız sapıtmazdı. Şaşırmazdık, bu duruma gelmezdik.” diye kavga edecekler.
O bakımdan Allah hiç kimseyi dinde bozukluğa uğratmasın. Dininde felâkete, musibete uğratmasın. O, en fenası…
Allah dünyada da afiyet sahibi eylesin… Afiyet sahibi olmak ne demek? Vücudunun sıhhatli olması, ruhunun huzurlu olması demek. Kalbi şen, içi şen, vücudu sıhhatli, el-hamdü lillah nimet içinde…
Dinde afiyet, dünyada afiyet, üçüncüsü de ahirette afiyet. Ahirette afiyet nedir? Azaba uğramamak. Bak şurada hava sıcak olduğu için ben mendilleri siliyorum, sıksam şıpır şıpır damlayacak. Ter içindeyim. Sizi de görüyorum, siz de ter içindesiniz. Nihayet burada kırk dakika, elli dakikadır konuşma yapıyoruz, terliyoruz.
Mahşer yerinde iğne atsan yere düşmeyecek. İnsanlar böyle sıkışacaklar. Lâ teşbih ve lâ temsil, tünel hadisesinde sıkışan insanlar aklıma geliyor yani. Sıkışacaklar, su yok, güneş tepelerinde, elli bin yıl bekleşecekler. Burada kırk dakika, elli dakika. Orada elli bin yıl bekleşecekler.
Allah mahşer gününde Arş-ı A’lâ’nın gölgesinde gölgelenenlerden eylesin bizi… Ahirette afiyet nedir? Azap görmemektir, sıkıntı çekmemektir, cennete girmektir, lütuflara ermektir.
Ne güzel bir dua:
اللَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلـُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْمُعَافَاتِ الدَّائِمَةَ، فِي الدِّينِ
وَالدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ .
(Allàhümme innâ nes’elüke’l-afve ve’l-àfiyeh, ve’l-muàfâte’d- dâimeh, fi’d-dîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireh) “Yâ Rabbi! Bize dinde, dünyada, ahirette afiyet ver ve dâimî bir esenlik ihsân eyle...” Bunu yazın! Bu duayı yaptı mı her şeyi istemiş oluyor Allah’tan. Her şeyi istemiş oluyor kestirmeden. Soruyorlar:
“—Hocam, Kâbe’yi görünce dua makbulmüş, ne dua edelim?” diye soruyorlar.
İşte böyle şeyleri yazın. Bugünlerden yazın. Lazım oldukça istifade eder, kullanırsınız.
h. Cuma Saatini İkindi ile Akşam Arasında Arayın!
Üçüncü hadis-i şerif Enes RA’dan. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:193
“ابْتَغُوا السَّاعَةَ الَّتِي تُرْجَى فِي الْجُمُعَةِ، مَا بَيْنَ صَلاَةِ الْعَصْرِ إِلَى
غَيْبُوبَةِ الشَّمْسِ، وَهِيَ قَدْرُ هَذَا، يَقُولُ: قًبْضَةٌ (طب. عن أنس)
193 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.I, s.49, no:136; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
RE. 6/7 (İbtegu’s-sâate’lletî türcâ fi’l-cumati, mâ beyne’s-salâti’l- asri ilâ gaybûbeti’ş-şemsi, vehiye kadrü hâzâ yekùlu kabdatün) “Duaların kabul olması umulan saati, Cuma gününde ikindiyle güneşin batması arasında arayın, orada bulmaya çalışın! O da şu kadarcık bir zamandır, elini şöyle yapmış. Yani bir tıkımcık diyoruz ya, az, kısa bir zamandır.” Cuma gününün içinde bir saat vardır ki, bu saatten maksat zaman demek yani, atmış dakika manasında değil, bir zaman vardır ki Cuma gününün içerisinde, o vakitte kim dua ederse Allah onun duasını kabul eder. O duayı reddetmez. Yani duanın kabul olduğu bir saat vardır cumada...
Şimdi bu saat acaba ne zaman? Allah saklamış. Belli değil hani Kadir gecesini sakladığı gibi, Ramazan’ın içinde bir yerde saklı… İşte i’tikâfa girecek insan, onu bulmaya çalışacak, gayret edecek.
Cuma’nın da duaların kabul olduğu saati hangi saat? Saklı, belli değil... Gayret edecek, cumaya dikkat edecek Müslüman. Cuma’dan istifade etmeye çalışacak.
Perşembe günü akşam ezanı okununca Cuma başlıyor, Cuma gecesi başlıyor. Ondan sonra Cuma gecesi geçiyor, ertesi gün sabah oluyor, Cuma namazı kılınıyor, ondan sonra ikindi oluyor, ikindiyle güneş batması arasında, tam yani cumanın sonu bu… Cuma gününün artık son saatleri oluyor, çünkü ezan okundu mu cumartesi girecek artık. İşte o arada en çok arayın buyuruyor.
Muhterem kardeşlerim!
Duaların kabul olduğu esrarengiz, feyizli saatler vardır. İnsan böyle rastlarsa, tüyleri diken diken olur. Hakikaten böyle bir şey sezinleyebilir.
Bu saatlerden bir grubu, güneşin doğmasıyla İşrak vakti arasıdır. Hani sabahleyin güneşin doğma zamanına kadar burada oturuluyor. İşrak vaktine kadar cemaatle Yâsinler okunuyor, Evradlar okunuyor ya, işte o zaman… Tam güneşin doğduğu zamandan İşrak vaktine kadar Evrad okuduğumuz o zaman, kıymetli bir saattir.
İkincisi de ikindi ile akşam arasındaki saattir. Biz de şu anda ikindi ile akşam arasındaki saatteyiz.
“—Hocam, şimdi dua etmiyoruz.”
Dua etmiyoruz ama ilimle meşgul oluyoruz. Bu da en kıymetli çalışma, bu da kıymetli… Bu da kıymetlilerin kıymetlisi bir çalışmadır.
Güneşin batışına yakın olan bu zaman da çok kıymetlidir.
Bir de herkesin uyuduğu zaman, Teheccüd zamanı çok kıymetlidir. O zaman da Allah-u Teàlâ Hazretleri kullarına seslenir ki:
“—Yok mu benden bir şey isteyen? Haydi istesin, istediğini vereceğim!”
Millet mışıl mışıl uyuyor, horul horul uyuyor. Uyanık olanlar, ibadet edenler, teheccüde kalkanlar, zikredenler, tesbih edenler, o vakitten istifade etmesini bilenler kalkmıştır, onlar istifade ederler. Tadına varan da bırakamaz. Geceleyin o vakitte kalkıp ibadet etmek, zikretmek sàlihlerin itiyadıdır.
Allah-u Teàlâ bizleri de o güzel vakitlerden istifade edenlerden eylesin… Her ne şekilde olsa, rahmetini kazanmayı dinde, dünyada, ahirette afiyet ehlinden olmayı nasib eylesin… Cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin…
Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!
19. 08. 1990 – İskenderpaşa Camii