09. MAZLUMA YARDIM EDİN!
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn... Muhammedini’l-mustafâ... Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin zevi’s-sıdki ve’l-vefâ... Emma ba’dü fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtihâ, ve külle muhdesetin bid’ah, ve külle bid’atün dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
يَقُولُ اللََُّّ عَزََّ وَجَلَّ: وعزََّتي وجَلالِي، لأَنْتَقِمَنَّ مِنَ الظَّالِمِ فِي عَاجِلِهِ
وَآجِلِهِ، وَلأَنْتَقِمَنَّ مِمَّنْ رَأَى مَظْلُومًا، فَقَدَ رَ أَنْ يَنْصُرَهُ، فَلَمْ يَنْصُرْهُ (ك. فى الكنى، والشيرازي فى الألقاب، طب. والخرائطى فى
مساوئ الأخلاق، كر. عن ابن عباس)
RE. 516/2 (Yekùlü’llàhu azze ve celle: Ve izzetî ve celâlî, leentakimenne mine’z-zàlimî fî àcilihî ve âcilihî, ve leentakımenne mimmen raâ mazlumen. fekadere en yensurahû, felem yensurhu.)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl…
Çok aziz ve değerli kardeşlerim.
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikrâmı; dünya ve ahirette üzerinize olsun. Rabbimiz rahmetiyle muamele eylesin, sizlere ve bizlere…
Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerîflerinden bir miktar okumak üzere toplanmış bulunuyoruz. Bu hadîs-i şerîfleri okumazdan önce, Peygamber SAS Efendimiz’in rûh-u pâkine hediye olsun diye; ve onun cümle âlinin, ashâbının, etbâının, ahbabının ruhlarına ve sâir enbiyâ ve mürselînin ervahına hediye
olsun diye;
Üzerimizde büyük hakları olan sâdât ve meşâyih-ı turûk-u aliyyemizin ruhlarına hediye olsun diye; bu beldeleri feth etmiş olan fâtih ecdadımızın, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın, şehidlerin, gazilerin, mücâhidlerin ruhlarına hediye olsun diye;
Cümle hayrât u hasenât sahiplerinin, hassaten şu caminin bânîsi İskender Paşa’nın ve bu camiyi tekrar tekrar tamir, tecdîd ve tevsî etmiş, genişletmiş, ayakta tutmuş, hizmette devamını sağlamış olanların ruhlarına hediye olsun diye;
Uzaktan ve yakından bu hadîs-i şerîfleri dinlemek üzere gelmiş olan siz kardeşlerimizin de âhirete göçmüş olan bütün yakınlarının ve sevdiklerinin ruhlarına hediye olsun diye;
Şu okuduğumuz hadîs-i şerîfleri bize kadar nakil ve rivayet etmiş olan alimlerin, râvîlerin; kitabın yazarı Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin Hocaefendimiz’in ve kendisinden feyz aldığımız Mehmed Zahid Kotku Hocamız’ın ruhuna hediye olsun diye;
Biz yaşayan hâl-i hayattaki mü’minlerin de Rabbimiz’in rızasına uygun yaşayıp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmamıza vesile olun diye bir Fâtihâ, üç İhlâs-ı Şerîf okuyalım, öyle başlayalım!
……………………..
a. Allah Zàlimden İntikam Alır
Hadîs-i şerîfler Râmûzu’l-Ehàdis kitabının, 516. sayfasında 2. hadîs-i şerîf ve devamıdır. Kaynaklarını, metnini merak etmiş olanlar bunu da kaydetsinler
Demin metnini okumuş olduğumuz hadis-i şerif, İbn-i Abbâs RA’dan rivayet edilmiş bir hadîs-i şeriftir. Kaynakları burada yazılı: Taberânî, İbn-i Asâkir, Şirâzî ve Harâitî kaydetmişler.
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:60
60 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.278, no:10652; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.I, s.15, no:36; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.186, no:4510; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.526, no:12135; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXIV, s.340, no:7021; Temmâmü’r-Râzî, Fevâid, c.II, s.417, no:917; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.VI, s.45, no:40185; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.216, no:27007.
يَقُولُ اللََُّّ عَزََّ وَجَلَّ: وعزََّتي وجَلالِي، لأَنْتَقِمَنَّ مِنَ الظَّالِمِ فِي عَاجِلِهِ
وَآجِلِهِ، وَلأَنْتَقِمَنَّ مِمَّنْ رَأَى مَظْلُومًا، فَقَدَ رَ أَنْ يَنْصُرَهُ، فَلَمْ يَنْصُرْهُ (ك. فى الكنى، والشيرازي فى الألقاب، طب. والخرائطى فى
مساوئ الأخلاق، كر. عن ابن عباس)
RE. 516/2 (Yekùlü’llàhu azze ve celle: Ve izzetî ve celâlî, leentakimenne mine’z-zàlimî fî àcilihî ve âcilihî, ve leentakımenne mimmen raâ mazlumen, fekadere en yensurahû felem yensurhu.) (Yekùlü’llàhu azze ve celle) “Azîz ve celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyuruyor: (Ve izzetî ve celâlî) Kendi izzet ve celâlime andolsun ki, (leentakimenne mine’z-zàlimî) mutlaka, muhakkak zalimden intikamımı alacağım. (Fî àcilihî ve âcilihî) Hal-i hazırda yaşadığı dünyada da, varıp gideceği ahirette de… Her ikisinde de mutlaka ve mutlaka, muhakkak ki zalimden intikamımı alacağım. İzzetime celâlime andolsun ki böyle yapacağım.” buyurur Allah-u Teàlâ Hazretleri.
(Ve lentakımenne) “Muhakkak ve muhakkak, mutlaka ve mutlaka, (mimmen raâ mazlumen) bir mazlumu zalimlerin elinde ızdırab, işkence çekerken, zulme uğrarken gördüğü halde, (fekadere en yensurahû felem yensurhu) ve onu yardımıyla ondan kurtarmaya gücü yettiği halde ona yardım etmeyenden de vallàhi, mutlaka intikamımı alacağım.”
Hadîs-i şerifin korkunç ifadesi, müthiş ifadesi bu tarzda…
Muhterem kardeşlerim!
Bu hadîs-i şerifi duydunuz, ben de okudum. Şu dünya hayatında yaşıyoruz. Görüyorsunuz caminin içi bir yığın insan, kalabalık. Oturacak yer bulamıyoruz, terliyoruz, dizlerimizi büküyoruz. Dışarıda da bir yığın insan var. Şehirler dolusu insanlar, çarşılar, pazarlar…
Geçen gün Beyazıt’a gittim, bir alışveriş yapayım diye; korktum. Kenarda, köşede durmaya alışmışım. Kalabalıklardan korktum. Bir yığın insan… Bu insanlar bir arada yaşıyorlar. Kimisi ayakkabıcı, kimisi elbiseci, kimisi kumaşçı, kimisi lokantacı, kimisi
kasap, kimisi bakkal; işçi, köylü, çiftçi filan… Herkes bir iş yapıyor ve yaşıyor. Bu yaşayışın ve hatta özel yaşayışın; toplu yaşayışın ve özel yaşayışın temel prensibi adalettir. Ana prensibi.
Sen benim hakkımı çiğnersen, ben senin hakkını çiğnersem, benim hakkımı birileri zorbalıkla alırsa, ötekisinin hakkını birileri zorbalıkla alırsa dünya hayatı olmaz, cemiyet hayatı olmaz, insanlar hayatlarını sürdüremez.
İnsanlar ta ilk çağlardan beri bakmışlar ki pabuç pahalı. Bir araya gelmişler, yardımlaşmışlar. Şehirler kurmuşlar, etrafına surlar çevirmişler. İlk önce yabancı, vahşi hayvanlardan kendilerini korumak için yapmışlar bunu, ondan sonra kendi hemcinslerinin mütecavizlerinden korunmak için… Tek başına yaşamanın mümkün olmadığını, bir kenarda, köşede kaldığı zaman gelip birisinin zulmen kendisine zulmedip, bir şeyler yaptığını gördükleri için yardımlaşmışlar.
Şehirler kurmuşlar, kaideler koymuşlar. Bu kaidelerin en güzellerini Allah-u Teàlâ Hazretleri, insanlara peygamberler vasıtasıyla bildirmiş. En güzel prensipleri öğretmiş.
“—Zulmetmeyin, haksızlık etmeyin, merhametli olun, iyilik yapın, karşınızdakini kendiniz gibi düşünün! Kendiniz için istediğinizi karşınızdaki için de isteyin!” gibi şahane prensibler koymuş Allah-u Teàlâ Hazretleri bize.
Dünya hayatının yaşam kurallarını da öğretmiş. Eğer o kurallar olmasa, mümkün değil bizim böyle toplum halinde yaşamamız.
Demek ki, bu kurallara uymamız lazım. Uymalıyız… Bu kuralların, bu kaidelerin hepsi, bizim Yaradanımız, her şeyi bilen, her şeyi gören Rabbimiz tarafından bize öğretildiği için; aslı, esası ilâhî olduğu için… Hele hele bizim dinimizin kâideleri, bu ilâhî kaidelerin bozulmamış, aynen muhafaza edilmiş olarak bize gelmiş olanları olduğundan… Mutlaka bunlara uymalıyız.
Öteki milletlerde de gördüğümüz ahlak kırpıntıları, ufak tefek kırıntılar, pırıltılar; onlar da eski peygamberlerin onlara öğrettikleri ilâhî bilgilerin kırıntılarıdır. Onlar onları kırmışlar, dökmüşler, parçalamışlar, ufak kırpıntılar kalmış. Ama bizim dinimizde el-hamdü lillah, Allah-u Teàlâ Hazretleri nasib etmiş, hiçbir şeyi zâyî etmeden bize kadar intikal ettirmişler.
Râvîden râvîye, alimden alime… Rasûlullah şöyle yaptı, böyle buyurdu. Kur’an şöyle yazdı, böyle bildiriyor diye bugüne kadar gelmiş. Bugün cümle cihan halkı biliyor.
Dünya üzerinde Peygamber Efendimiz’in hayatı kadar detaylı tespit edilmiş hiçbir beşer hayatı yok. Hiçbir beşer hayatı yok. Hiç kimsenin hayatı yok. Fatihler, kahramanlar, komutanlar, reisler, devlet kurucuları, reis-i cumhurlar vs. hiçbirinin hayatı, hâl-i hazırdakiler dahil hiç birisinin hayatı, Peygamber Efendimiz’in hayatı kadar detaylı tespit edilmiş değil.
Evren Paşa’nın her sözü tesbit ediliyor mu? Sanmam… Neler konuşuyordur günlük hayatında sabahtan akşama da belli değil ama Peygamber Efendimiz’in oturması, kalkması, yemesi, uyuması, uyanması; aile hayatı, ticaret hayatı, seyahati ve sairesi… En ince teferruatına kadar tesbit edilmiş. Allah’a hamd u senâlar olsun. Allah’a hamd u senâlar olsun. El-hamdü lillâhi alâ ni’meti’l-islâm. Allah bizi müslüman etmiş.
Öküze tapmıyoruz, Hintliler öküze tapıyorlar. Geçiyorlar
öküzün karşısına tapınıyorlar. Aya, güneşe, yıldıza, puta tapmıyoruz. Şu beğendiğimiz Japonlar gidiyorlar, güneşe tapınıyorlar. Başlarındaki devlet reislerinin güneşin oğlu olduğunu söylüyorlar. Güneşin oğlu olsaydı çatır çatır yanardı be adam! O kadar da mı aklın yok? Güneşin oğluymuş… Güneşin kucağına gitti mi o ne olur? Buhar gibi olur. Buhar bile olmaz, buharı bile kalmaz.
Şu mantığa bakın, şu akla bakın… Yirminci Yüzyıl’da neler neler var.
Ama el-hamdü lillâh bizim dinimiz hak din ve bizim prensiblerimiz… Her şeyi bir tarafa bırakalım, kitaplar dolusu güzel ahlâkı, prensipleri… Şu prensibe bakın! Bak ne buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri:
“—İzzetime, celâlîme andolsun ki ben Azîzim, yani beni hiç kimse yenemez. Ben ne dersem o olur. Kainatın sahibi benim. İşte o benim izzetime and olsun ki, celâlime, azametime, ululuğuma and olsun ki zalimden hem dünyada, hem ahirette intikamımı mutlaka alacağım.”
Şu prensibe bak! Müslüman bir zalimlik yapabilir mi? Bunu bilen bir müslüman, İslam’ı biracık bilen müslüman, zalimlik yapabilir mi? Yapamaz!.. Ondan yapmadık. Bir anarşi devresi geçti. Şu memleketin yüzde doksan dokuzu Müslüman, cümle cihan bunu biliyor. Bu anarşik hadiselerin içine girenlerin karşısında olduğumuz da gün gibi aşikar…
Komünizme karşıyız diyoruz. Dobra dobra söylüyoruz, farklı bir şey yok. Kapitalizme de karşıyız. Batılıların kokmuş nizamlarına da karşıyız. Hepsine karşıyız. Dobra dobra söylüyoruz. Çerçevemiz belli. Ama elimizi kana bulamadık. Neden? Zulümden korktuğumuzdan...
Bulamasını bilmez miydik? Vallahi âlâsını biliriz. Vallahi âlâsını biliriz. Damla bırakmayız. İp ucu bırakmayız, iplik bırakmayız ortada. Yapmak istesek yaparız. Ama biz Allah’a inanmışız. Biz Allah’a inanmışız, zulümden korkuyoruz. Polisten korkmuyoruz, hükümetten korkmuyoruz, mahkemeden korkmuyoruz, hapisten korkmuyoruz, ölümden korkmuyoruz.
Dedelerimiz de korkmamış, biz de korkmuyoruz. Vallahi korkmuyoruz. Ölüm bizim için Rabbimiz’e kavuşma vesilesi...
Asker terhis olmaktan korkar mı? Günlerini sayıyor. Yirmi dokuz gün kaldı, yirmi sekiz gün kaldı, yirmi yedi gün kaldı, yirmi altı gün kaldı. Takvimin kenarındaki şeylere çarpı koyuyor, çarpı koyuyor. Az kaldı diye seviniyor. Mü’min ahirete gideceği zamanı düğün günü bilir.
“—Rabbimin huzuruna varacağım. Ebedi nimetlerine ereceğim. Sevdiklerime kavuşacağım. Rasûlüllah’ın huzuruna varacağım…”
“—Dayanılır şey mi… İnsan hayata bakmaz mı?”
Bakmayız, ölümden korkmayız. Dedelerimiz korkmamış. Savaş girmiş, ölmüş, şehid olmuş. Biz de oluruz. Ama imanımız kalmışsa oluruz. İmanı gitmişse, şortlu, açık, saçık, terbiyesiz, yüzsüz, arsız, kösele gibi olmuş yüzü… Ben şöyle biraz bir bakıyorum, deniz kenarlarına gidenlerin haline bakıyorum, nuru gitmiş. Yüzünün nuru gitmiş. Neden? Harama baktı. Kötü duygular içini doldurdu.
Bir yaz mevsimi, bir ailenin ahlâkî manzarasının harabeye dönmesine sebep olmaya yetiyor. Tamam.
“—Yazın bir Marmaris’e gittik, iyi bir yaz geçirdik.”
Görürsün sen başına neler gelecek. Ne çocuğunda hayır kaldı, ne kızında hayır kaldı, ne karında hayır kaldı, ne sende hayır kaldı; ne gönlünde hayır kaldı, ne yüzünde hayır kaldı.
Yüzünden bile belli oluyor.
Hz. Osman-ı Zinnûreyn’in yanına sahabeden birisi geldi de şöyle bir baktı yüzüne Osman-ı Zinnûreyn. Osman ibn-i Afvan, o hayâ sahibi mübarek sahabe…
“—Kaç tane kızım olsa, and olsun hepsini gene sana verirdim bir bir, peş peşe!” diye Peygamber Efendimiz’in kendisine “Ağlama!” diye söylediği Hz. Osman, o gelen kimsenin yüzüne baktı da dedi ki:
“—Senin gözlerinde zinâ izleri görüyorum!”
Adam çarpılmış gibi oldu, şaşırdı karşısındaki. Dedi ki:
“—Peygamberlik kesilmedi mi yâ Osman!”
Yâni Peygamber Efendimiz’e Allah gizli şeyleri bildiriyordu, SAS biliyordu.
“—Sen nereden bildin? Peygamberlik kesilmedi mi yoksa?” dedi, şaşırdı.
Ona keramet derler, o onu bilemedi. Peygamberin yaptığına
mucize derler, evliyaullahın yaptığına keramet derler. En üstünü olan sahabe, sahabe de evliyaullah, onların yaptığına keramet derler.
Yolda gelirken bir kadına bakmış. Hz. Osman’ın yanına gelirken bir kadına bakmış, Hz. Osman:
“—Senin gözünde zina izleri görüyorum!” dedi.
Bu zamanın insanının hali nedir? Bu zamane insanının hali nedir? Ben Beyazıt’a gittim, vallahi korktum. Korktum, dağlara kaçacağım geldi benim. Beyazıt turistler tarafından istilaya uğramış, çıkartma yapmışlar turistler. Beyazıt gitmiş elden.
Çıplak, şortlu, üstsüz, altsız, başsız, yüzsüz, arsız… Cıvıl cıvıl, kıyır kıyır, solucan gibi, yılan gibi bir sürü insan. Korktum…
“—Beyazıt ne hocam? Vah zavallı hocam vah! Dünyadan haberin yok senin. Vah!.. Sen bir gel bakalım Antalya’ya, gel bakalım bir Marmaris’e, bir Bodrum’a…”
Oralardan hicret ediyor Müslümanlar, “Artık burada yaşanmaz!” diye evlerini satıp geliyorlar.
Sokaklarda adam yere yatıyormuş, bira şişesini yukarıdan aşağıya, “Bakalım isabet ettirebilecek miyim?” diye lıkır lıkır döküyormuş. Artık kediler gibi, köpekler gibi; ahlak, edep, ar, namus kalmamış.
Gazeteler de utanmadan yazıyor: “Yaz gününün aşkları, bilmem neleri, bilmem neleri…” diye, yaz gününde kaçamaklarmış, bilmem nelermiş… Kendisi yaptığı için, onu tatlı tatlı anlatıyor. Kendisi edepsiz olduğundan, edepsizliği ballandırıyor. Bir fahişenin, bir zînâkârın, bilmem hangi günahkârın şeyini tatlı tatlı anlatıyor. Özendirici bir üslupla anlatıyor. Ötekisi de okuyacak, özenecek. O evdeki kız, o gazetenin o makalesini okursa, tamam onun gibi şey yapar.
Kadının birisi, “Benim cennetim yatak!” demiş. Yani kötü kadının birisi… Cennet kelimesini sen öyle bir zina fiiline nasıl yakıştırıp, nasıl yazabildin be adam? Alçak!.. Nasıl yazabildin onu ona? Nasıl utanmadın zinayı öyle resmetmeye. Ne biçim gazetecisin! O fahişenin o resmini koyup da “Hürriyet kadar tatlı şey yoktur!” edepsizliği hürriyet diye nasıl takdim ettin sen? Bunu böyle yapıyorlar. Bugünün manzarası bu.
Şimdi söz sözü açtı da böyle çok uzaklara dağıldık. “Vallahi, izzetime, celâlime and olsun ki zalimden intikamımı alacağım!” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Zalimin zulmü en sonunda kendisini helâk eder.
“—Ama askeri var, mafyası var, tabancalı fedaileri var, gücü var, kuvveti var.”
Görürüz, görürüz… O onun imtihanı. Şu sırada Allah onun ipini salıveriyor da ondan var. Ondan kendisini bir şey yapabiliyorum sanıyor. O zalimin sonuna bak sen. Göreceğiz… Bekle o zalimin sonunu, bak ne diyor… Arapça’da bir elifin bile mânâyı nasıl değiştirdiğini görün: (Leentakimenne mine’z-zâlimî) “Zalimden mutlaka ve mutlaka intikamımı alacağım; (fî àcilihî ve âcilihî.) hem dünyasında alacağım, hem ahirette…”
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, zalimin dünyası da perişan. Sadece ahireti değil, sadece Allah ahirette onu günahından dolayı cehennemde kütük gibi, çatır çatır yakacak değil. Bu dünyada da belâsını bulacak. Bu hadis-i şerif ona şahit... Zalim bu dünyada da belsını bulacak.
Zalim kimdir? Zalim genel manasıyla başkanının hukukunu çiğneyendir. Başkasının hukukunu çiğnedi mi bir insan… Allah hukuk koymuş ortaya.
“—Şu tarla senin, bu tarla benim. Benim tarlamda işin ne?”
Küçükken ters yetiştiriyoruz çocukları. Çocuk gelmiş bizim odaya, paldır küldür merdivenleri, kapıyı açık görmüş,
“—Buradan kütüphaneye geçebilir miyim?”
Elinde üç tane, dört tane yiyecek. Kırıklarını yerlere döküyor. Bir elinde oyuncak. Kazık kadar… Pantolonu şort gibi kısa… Karşıda, şu bizim caminin müştemilatında. Merdivenlerden çıkmış. Ben de orada misafirlerle konuşuyorum.
“—Buradan kütüphaneye geçebilir miyim?”
Kütüphaneye geçsen ne yapacaksın sen. Sen orada kütüphanede ne yapacaksın? Bu elinde bisküviler kırılmış, dökülmüş malzeme ile. Alışmış, bilmediği kapıdan girmeye alışmış. Geçmemesi gereken yerden geçmeye alışmış. Almaması gereken şeyi almaya alışmış. Yememesi gereken şeyi yemeye alışmış.
“—E canım küçüktür hocam, bu kadar da sert olma!”
O küçük büyüdüğü zaman, solucan büyüyüp ejderha oldu mu,
padişahın ordusu onu yenemez. Yedi başlı ejderha oldu mu, padişahın ordusu gelse, o yedi başlı canavarı yenemez. Küçükken ayağınla üstünü bastın mı solucanı, akrebi ezersin. Ama büyüdüğü zaman olmaz.
O çocuğa annesi, babası da bir zaman sonra söz dinletemez. Söz dinletemez.
“—Ama evladım iyi, yumurta mı getirdin. Aferin, maşallah!”
Nereden aldın diye sorsana yumurtayı. Komşunun tavuğunun yumurtladığı yeri gördü, oradan, folluktan yumurtayı aldı. Kadın da “İyi evladım!” diyor. Hırsızlığa küçükken teşvik ediyor. Küçükken “Olmaz evladım! Senin olmayan bir şeye elini uzatamazsın!” diye öğretecek.
Sonra şu elindeki şeyleri sen yiyorsun, ya bir çocuğun parası yoksa, o senin yediğin şeyleri yiyemiyorsa, onun canı çekerse, yutkunursa, sen öyle olsan ister misin? İstemezsin. Hadi bakalım ona da ver. Vermeyi öğretecek, almayı değil… Veremiyorsa, tenhada yemeyi öğretecek.
Hıristiyanlar kadar olamadınız mı? Adam Hıristiyan, Ermeni veya Yahudi; Müslümanın ramazan günü çocuklarını sokaklara salmazlarmış. Bu beldenin bir zaman gayr-i müslimleri, Müslümanlar oruç tutuyor diye çocuklarını döverlermiş, sokakta meyve falan yediğini görseler…
“—Müslümanların önünde sen nasıl böyle çatır çutur yersin, onları imrendirecek şeyi yaparsın!” diye döverlermiş. “Gir bakayım içeri! İçeride ye!” derlermiş.
Gayr-i müslimler kadar da olamıyor mu? Bu zamane insanı küçükten zalim yetişiyor, başkasının hukukunu çiğnemeye yetişiyor.
Kıkır kıkır, kıkır kıkır gülüyor; hepsi birden kaçıyor; mahallenin çocukları. Canım burası cami, oyuncak değil, oyun yeri değil. Bu senin pabucunla girdiğin yer, namaz kılınan yer. Olmaz…
Arabamı şurada bir yere park etmiştim birkaç sene önce. Gözümden kıskanırdım, metalik boyalı, güzel bir arabaydı. Böyle boncuk gibi. Evin önünde yer bulamadım, ileride bıraktım. Sonra şu arabaya ne oluyor diye bir bakayım dedim. Beş altı sene oluyor, belki daha fazla oluyor. Bir de baktım ki, benim arabanın üstüne –
şekere karıncaların üşüştüğü gibi– mahallenin çocukları hepsi üşüşmüş. Hepsi… Üstünde bakalit yeri var, oraya da çıkmışlar, orası manzaralı olduğu için. Manzaralı yer, oraya çıkmışlar. Volkswagen olduğu için de arkasından tamponuna bakıyorlar. Ondan sonra böyle kavuk gibi büyük stop lambaları var. O da bir merdiven teşkil ediyor, bir ona basıyorlar.
Üst tarafa ellerini uzattılar mı, üst tarafın bagaj şeyini elini tuttu mu, hop yukarıya çıkıyor. Kademe kademe mahallenin bütün çocukları, hepsi toplaşmış.
Peki, ben bunun boyası çizildiği zaman, yüzlerce, binlerce lira verip onun boyasını öyle tamir ettirebiliyorum. Bu çocukların annesi nerede, babası nerede. Kendi arabalarına böyle olsa, razı gelirler mi? Yani bir arabanın çamurluyken silindiği zaman, çamuru çiziyor diye de uygun görmüyorlar. Güderiyle silinecek, bilmem şöyle olacak, böyle olacak. Pabucuyla çoluk çocuk kayarak, kopartarak, aynasını çıkartarak, orasını kırarak, burasını kırarak olmuyor. Pekiyi bunların annesi nerede, babası nerede? Camdan görüyor da ses çıkartmıyor. Olmaz!..
Zulüm küçükken başlıyor, onu anlatmak istiyorum muhterem kardeşlerim. Zulüm küçükken başlıyor. Okulda arkadaşının beğendiği silgisini, kalemini almaktan başlıyor. Sıra dinlememekten başlıyor. Söz dinlememekten başlıyor. Yalnız benim keyfim yerine gelsin, başkası ne yaparsa yapsın…
Biz burada kuyruk olmuşuz, yılışık yılışık geliyor kuyruğun en önüne, oraya giriyor.
“—Canım, kuyruk var burada!” diyoruz, aldırmıyor.
İşini bir an önce bitirmeye bakıyor, orada uyanıklık yapıyor. Zulme öyle küçük şeylerden alışıyor, alışıyor. Ama zulmün burada küçüğünü, büyüğünü demiyor ki Allah; “İster küçük olsun, ister büyük olsun, intikamımı alacağım!” diyor, mutlaka alacağım diyor. İster küçük zulüm olsun, ister büyük zulüm olsun.
Başkasının hukukuna tecavüz etmemeyi öğreneceğiz öğreteceğiz, bir… Kendi hukukumuzu korumayı öğreneceğiz öğreteceğiz, iki… İki kanatlı bu iş. Ne sen aldan, ne de aldat. Kaide bu. “—Efendim ben aldanayım!”
Evet, aldatmaya göre aldanmak nisbeten biraz iyi ama gözünü
de açacaksın, aldanmayacaksın. Ne hukukunu çiğnettireceksin, ne de başkasının hukukuna el uzatacaksın. Asıl kaide bu…
“—Efendim, işte ses çıkartma!”
Olmaz!... Adam orada şortla geziyor, üstsüz geziyor, içki içiyor, kumar oynuyor, haksızlık yapıyor, bilmem ne yapıyor… Ondan sonra geliyor, benim başörtüme karışıyor. Hakkı yok. Benim imanıma, benim inancıma karışmaya hakkın yok senin. Edebini bil.
“—Benim çocuğumu okutmuyor.”
Okutmamaya hakkı yok. İçeri sokmuyor,
“—İçeriye sokmuyor!”
Sokmamaya hakkı yok. Hem hakkını korumayı öğreneceksin, hem de hakka riayet etmeyi öğreneceksin. Hem küçük çocuğuna öğreteceksin, hem büyüğüne…
Çocuk bütün oyuncakları topluyor, başkasına oynatmıyor. Şimdiden başladı ters duygu. Çünkü müşterek oynamayı beceremiyor. Hepsi benim olsun diyor. Önüne bir kutu şeker koysan, kutuyu kapıyor, kimseye vermiyor. Göğsüne böyle bastırıyor:
“—Vermem!”
“—Niye vermiyorsun? Onun da canı istiyor.”
Onu oradan yetiştiremezsen, büyüdü mü hiç yetiştiremezsin. O çocuk bir büyüdü mü, delikanlı oldu mu ne babasını dinler, ne anasını dinler. Ne polisi dinler, ne mahkemeyi dinler… Fırsatı buldu mu yapacağını yapar.
Bizim arkadaşların, kendilerinin olmayan çadırlarına girmişler kamp yerinde, yaz tatilinde, oturmuşlar. Bir kere senin olmayan bir çadıra nasıl girersin. Yemişler içmişler, zıkkımlanmışlar, içki içmişler. Ondan sonra da tabancaları çıkartmışlar, atış talimi yapmışlar. Göz dağı veriyorlar. Yani “Biz bu edepsizlikleri yaparız!” filan diye atış talimi yapmışlar. Ondan sonra da yıkılıp, defolup gitmişler.
Başka bir yerde olsa, polis helikopterle yetişir. Bizimkiler haber mi veremedi, muhabere zorluğu mu var ne olduysa. O edepsizlikleri o kadar yapmışlar, devam etmişler de bizim arkadaşlar da gidip haber verememişler.
Küçüklü, büyüklü zulüm. İrili ufaklı zulüm. Yani cemiyete
baktığın zaman vicdanlı bir insan olarak, elini kalbine koyduğu zaman, Allah’tan korkarak, vicdanına dayanarak konuşan bir insan olarak; her şey zulüm.
Yeşil ışık yanıyor, karşı taraf devam ediyor.
“—E benim hakkıma tecavüz ediyorsun. Ben yeşil ışıkta geçecektim.”
Bana yeşil ışık yanıyor, yayalar önümden geçiyor.
“—Babam kırmızı ben zaten duruyorum, sen geçiyorsun. Yeşil ışıkta da sen geçiyorsun. Ben ne zaman gideceğim? Buradan karşı tarafa ben nasıl gideceğim yani?”
Kimsenin kimseye aldırdığı yok. Neden? Bunlar bize azdır bile, revadır hepsi. Dinden uzaklaştın mı, şu prensibe sahip olan dini hor gördün mü, gericilik gördün mü, o cemiyetten hayır gelmez. Daha beterini bekle…
Biz bu hadis-i şerife göre yaşıyoruz. Dedelerimiz harbe gittikleri zaman, gittikleri yollarda, bağlardan koparttıkları üzümlerin parasını, üzümün salkımının olduğu yere bağlamışlar. Tarih kitapları yazıyor. Dedelerimiz vergi aldıkları hristiyanlardan, o ülkeden geri çekildikleri zaman vergilerini iade etmişler. Demişler ki: “—Biz vergi aldığımız zaman, sizi himayemize de almış oluyoruz. Devletimiz var diye. Şimdi düşman geldiği için, mecburuz çekilmeye. Paralarınızı geri alın.” demişler. Bizim adalet anlayışımız bu.
Kumların ortasında bir torba hazine bulmuş asker. Teslim etmiş. Halife diyor ki:
“—Bu adamı mükafatlandırın!”
Adamı sıkıştırıyorlar, arıyorlar, tarıyorlar, ismini istiyorlar. Mükafat vereceğiz.
“—Ben mükafatı kendim dünya ehlinden bekleseydim, torbayı vermezdim. Torbanın içinde hazine var. Ben mükafatı Allah’tan beklerim.”
Ama kendisinin üstü yırtık, lime lime.
Bu Anadolu’da bir tanesi çıkmış, düşmandan er dilemiş. Çıkan
adamı yenmiş… Bir tanesi daha, bir tanesi daha, bir tanesi daha…. Büyük kahraman. Ordu coşmuş, etrafına almış. Adam …lu. Yüzünü kapatıyor, göstermiyor. Saklıyor kendisini…
“—Kimsin yâ mübarek! Nesin? Kahraman, etrafında pervane gibi dönüyorlar. Yüzü peçeli adamın, saklıyor. Bir tanesi gelip de peçeyi açmak istemiş, açmış, bakmış ki: Abdullah ibn-i Mübarek! Meşhur alim, meşhur fakih, meşhur hadisçi, meşhur mutasavvıf, meşhur kimse. Hem din ilminde derin, hem kahramanlıkta eşsiz, her şeyi güzel. Peçesini zorla açınca diyor ki:
“—Sen de bana gadredenlerden oldun!” diyor. “Ne diye açtın peçemi, benim şöhretimi niye yaydın? Şöhretlendirdin beni!” diyor. Arkadaşına sitem ediyor yani.
Bulunduğu beldeden hacca gidermiş mübarek –Allah şefaatine erdirsin– Abdullah ibn-i Mübarek hacca gidecek diye yayıldı mı:
“—Aman hocam, biz de senin peşinde hacca gelelim!” diye takılanlar olurmuş.
“—Peki! Verin paraları. Hac paralarını bana verin!” dermiş. Onlar da getirip keseleri teslim ederlermiş. Yolda beraber, grup halinde gittikleri için, bir elde toplansın paralar diye keseleri teslim ederlermiş. Horasan’dan yola çıkarlarmış, menzil menzil. Abdullah ibn-i Mübarek,
“—Ne yemek istersiniz, canınız neyi çekiyor?” sofralar kurdururmuş, yemekler yenilirmiş, merhaleler geçilirmiş. Merhale merhale hac yollarında, ilahiler okuyarak, Kur’anlar okuyarak, salât u selamlar çekilerek, lebbeykler çekilerek Medîne-i Münevvere’ye gelinirmiş. Oradan sorarmış “Neler istiyorsunuz?” diye. “Ailenize ne vaad ettiniz hediye?” diye sorarmış. Hediyelerini hepsinin alıverirmiş. Keseler kendisinde ya, hediyelerini alırmış. Ondan sonra Mekke-i Mükerreme’ye gelirlermiş, haccı yaparlarmış.
“—Mekke’den aileniz size ne ısmarladı?”
“—Şunu ısmarladı, bunu ısmarladı…”
Onları alırmış. Ondan sonra safa ile dönerlermiş beldelerine, Horasan’a dönerlermiş. Horasan’da sandığı açarmış. Herkesten aldığı üstüne ismi yazılı, mühürlü keseleri kendilerine iade ederlermiş. Ne oldu? Yol boyunca bütün masraflar Abdullah ibn-i Mübarek’ten çıktı. Yanında herkesin kesesi olsa, bir kısmını da
kendisi masraf yapacak. Keseyi ondan alıyor, parasız bırakıyor adamları. Bütün hayırları kendisi yapıyor. Ondan sonra da dönüşte hepsine paralarını iade ediyor. Hediyeler, gezmeler, yiyecekler, içecekler, zevkler, safalar, ibadetler, taatler, hepsi…
Öyle insanlar imiş onlar. Allah bizi bu güzel dinin güzelliklerini görmeyen körlerden etmesin... Vallahi bu din gibi güzel, kıymetli bir şey yok insanın elinde. Ne para, ne pul. Hazinelerin en kıymetlisi bu ama, onun kıymetini bilmiyorlar da insanlara bu dini bıraktırıp, başka yüzsüzlükleri utanmadan öğretiyorlar. Basını takip ediyorum. Mecmua çıkartıyoruz, bin bir türlü dert. Çıkartacağız diye yırtınıyoruz, adamların paraları var, pulları var, en güzel kağıtlara basıyorlar en müstehcen resimleri…
Picasso’nun tablosu. Geçen gün baktım bir gazetede, meşhur Picasso. Fransız bir ressam mı, İtalyan mı ne karın ağrısıysa… Onun tablosu. Bakalım bu adam meşhur bir ressam… İki tane çıplak kadın yapmış, avret yerlerinin resimleri dahil. İki tane çıplak erkek yapmış, avret yerlerinin resimleri dahil. Ve onu basmış. O gazete basmış.
Şimdi senin kızın, senin çocuğun alacak bu resmi, “Baba bu ne?” diyecek, ne olacak? Sanat olacak, sanat… Yirminci Yüzyıl’ın ince sanatı olacak.
Kendi mecmuamızı kurmalıyız, kendi gazetemizi kurmalıyız. Kendi kültürümüzü korumalıyız. Kendi eğitimimizi yapmalıyız. Kendi değerlerimize sahip olmalıyız. Kendi dinimize girmeliyiz, yaşamalıyız. Nerede müslümanlık, nerede din… Nerede? Camide… Birazcık… Birazcık, caminin kubbesi altında, bozulmamış, kavrulmamış birazcık müslümanlık var. Çık dışarıya. Çarşıda müslümanlık var mı? Senin evinde, benim evimde müslümanlık var mı? Konuşmamızda müslümanlık var mı? Ahlâkımızda müslümanlık var mı? Allah bilir… İnşaallah vardır. Temenni ederiz ki vardır, ama yoksa…
Biliyor musunuz ki insanın günah işlemesi de zulümdür. Neden? Çünkü Allah’ın hukukuna tecavüz ediyorsun orada da. Allah şu günahı işlemeyin diyor, sen onu işliyorsun. Allah bir yasak koymuş, sen o çizgiyi geçiyorsun. Günah işlemek de zulümdür. O da bu yeminin altına girerse yandın:
“—Vallahi zalimden intikamımı dünyada da ahirette de alacağım!”
“—Hocam benim başıma şu felâket geldi, şu üzüntü geldi, şu sıkıntı geldi, bu dert geldi, bu belâ geldi…”
Gelir tabii. Günahların içine dalıp gidiyorsun. Allah ondan sonra onu ceza olarak veriyor. Bak dünyada da cezalandıracağım diyor Allah… Zalimi dünyada da cezalandıracağım, ahirette de cezalandıracağım diyor. Uyansana!.. Dünyada rahat etmeyeceksin ki… Dünyada da cezayı bulacaksın, ahirette de bulacaksın. Allah saklasın. Onun için günahtan titrememiz lazım, zulümden titrememiz lazım.
İkinci cümlesini İslâm düşmanlarına anlat! Bak birisinden İslâm’ın nasıl bir din olduğunu… “Elinde gücü, kudreti yettiği halde bir mazluma zulmedildiğini görüp de ona yardım etmeyen insandan da vallahi intikamımı alacağım!” diyor Allah,,. Bir de o tarafını düşünün.!
“—Ben çok iyi bir insanım, etliye sütlüye hiç karışmam hocam! Bizim mahallede ne dolaplar döner, aldırmam. Bizim memlekette ne dolaplar döner, hiç bakmam. Nice suiistimaller oluyor bizim dairede, bana ne? Gözümü kapatırım, vazifemi yaparım!”
Olmaz!.. Zulmü engelleyeceksin, zalimi engelleyeceksin. Zulme mani olacaksın. Mazluma yardım edeceksin. Mazlum bazen bütün bir halk olur. Halkın bütün hukuku gider. Vakıflar yağmalanır.
Caminin içine gecekondu yapmış, içki içiyor adam. Masal değil, Ayvansaray’da… İsterseniz adresini vereyim, isterseniz bir mecmuada fotoğrafını çıkartayım. Caminin duvarı duruyor, kemerli kapısı duruyor. Kapısının üstünde Osmanlı yazısı duruyor. Ayet-i kerime duruyor. O kapıdan içeri girdiğiniz zaman avlu. Avlunun içinde caminin kubbesi yıkılmış, duvarı yıkılmış, temel duvarları duruyor. Temel duvarlarının içinde şimdi sizin şu oturduğunuz yer gibi –-Allah etmesin— caminin iç kısmına bir alçak gecekondu yapmış.
Sen engellememişsin, ben engellememişim, belediyeci engellememiş… Caminin içine birisi gecekondu yapmış. Herkesin hukukuna tecavüzdür bu, ibadethaneye tecavüzdür. Oraya gecekondu yapmış,
“—Her akşam da içer hocam bu herif!” diyorlar.
Zaten içmeyen bir insan oraya gecekondu yapar mı, edepsiz istilacı!.. Edepli yapmaz. Sen de o edepsizi engellemiyorsun. Kanun, nizam, usul, belediye, istimlak, vs. nerede?.. Cami orada duruyor, duvarı orada duruyor, kitabesi orada duruyor. Gecekondu da orada bir kanser yarası gibi duruyor, engellemiyor.
Sahabe kabri, İstanbul’u fethe gelen Arap ordularının içinde Peygamber Efendimiz’i görmüş mübarek gözlere sahip sahabeden bazı kimseler burada şehid olmuş, kalmış. Onların kabirlerinden birisi bu.
Ve kabrin başına geldik, böyle kitabesine bakıyorum, penceresine bakıyorum. İçeriden bir farfaracı kadın çıktı:
“—Ne bakıyorsun!..”
“—Çok konuşma!” dedim.
Kendisi suçlu. Sen o kabri nasıl kendine mesken edinmişsin. Dedelerimiz oraya türbe yapmış, sen orayı mesken etmiş, girmişsin. O kabrin içinde kim bilir ne halılar vardı, ne çalınanlar vardı. Kim bilir ne yaptın sen onları. Tabii kontrol ediyor diye korkuyor. Ben oraya kontrole gelmişim, bağırmaya kalkıyor.
Zulmün âlâsı, envâı, çeşitleri, türleri… Etrafımızda tümen tümen ve biz de oh, dünyanın en rahat insanları, Dâru’r-rahat
müslümanları… Hiç tasamız yok, hiç gamımız yok, hiç kederimiz yok… Para oradan geliyor, buradan doluyor. Buradan böyle doldurursun, dolar aşağı tarafı… Şuradan doluyor. Uyku geldiği zaman yatak var… Daha ne?
Daha nesi işte o. Eğer mazluma yardım etmezsen, zalimi engellemezsen, Allah senden intikam alacak. Allah senin hasmın olacak. Allah saklasın. Allah cümlemizi bu duruma düşmekten korusun… Hakkı tutan, hakkı destekleyen, hak müslüman olanlardan eylesin cümlemizi Rabbimiz…
Bu hadis-i şerifi hepiniz yazın! Bu hadis-i şerifi hiçbiriniz unutmayın! Bu hadis-i şerifi evlerinizde öğretin çoluk çocuğunuza, hanımınıza… Kimse kimseye zulmetmesin. Kardeşler de kardeşlere zulmetmesin. Kadın da kocasına zulmetmesin, koca da karısına zulmetmesin. Komşu da komşuya zulmetmesin. Allah intikam alacak deyin, öğretin.
Azîz ve celîl olan Allah buyuruyor ki:
“—İzzetime, celâlime andolsun ki, mutlaka ve mutlaka, muhakkak ve muhakkak zalimden hem bu dünyada, hem ahirette intikamımı alacağım! Ve mutlaka ve mutlaka mazlumu, ona yardım etmeye gücü yeterken yardımsız bırakandan da intikamımı alacağım!” buyuruyor Allah.
Bu iki cümleyi aklınızda tutun, hayatınızı buna göre tanzim edin! Allah’ın sizden intikam almasını istemiyorsanız, Allah’ın rahmetine ermeyi istiyorsanız zulme destek olmayın! Zalimi hoş görmeyin, mazlumu yardımsız bırakmayın, zulme razı olmayın!
Afganistan’da kaç milyon insan öldü? Bir buçuk milyon insan öldü. Afganistan’da şehid oldular. Şehid oldular ama ceza olarak şehid oldular. Kaç yıl, elli yıl Afganistan’da –-benim bildiğim zamanlarda–- çalışılmadı. Çocuklarını Rus kültürüne göre yetiştirdiler, münevverleri yetişti. Rus kültürüyle yetişmiş münevverler, vatana en büyük ihaneti işlediler. Ondan sonra da bunu kan temizledi. Ama bir buçuk milyon insanın kanı... Bir buçuk milyon insanın kanı, baraj yapsan barajı doldurur. Bir buçuk milyon insanın kanı, orayı temizlemeye çalışıyor şimdi.
Yıkılan evler, harcanan paralar; onlar ayrı… Ama bir buçuk bilyon insanın kanı gitti. Küçükken bir hayrı yapmazsan, iş zorlaşır. Serbest zamanda Allah’ın emrettiği tarzda yaşamazsın, Allah sıkıştırır. Daha zor duruma düşürür.
Çocuğunu müslüman yetiştir diyoruz, herkes çocuğunu müslüman yetiştirir. Bunda bir zorluk var mı? Yok… Yetiştirmiyor. Ondan sonra büyüdüğü zaman çocuk ayyaş oluyor, sarhoş oluyor, babasını dövüyor, anasını merdivenden yuvarlıyor.
“—Parayı vermedin, bileziği vermedin, ben onu satacaktım, esrar çekecektim, içki içecektim!” diye merdivenden yuvarlıyor.
Küçükken yapmadığı vazifesinin sonucu olarak, ceza olarak yuvarlanıyor. Evet insan acıyor bir yaşlı ninenin merdivenden aşağı yuvarlanmasına ama Allah ona öyle cezalandırıyor.
Afganistan’da acıyoruz bu olanlara ama, vaktinde vazife yapılmadığı için oluyor. Suriye’dekilere acıyoruz ama vaktinde yapılmadığı için. Şimdi bizim memlekette de güneş var. Millet güneşi plajda yanmakta kullanıyor. Güneş var, meyveler,
karpuzlar bol, ektiğin zaman kıpkırmızı içi… Ucuz, ye yiyebildiğin kadar. Üzümler salkım salkım, meyveler çeşit çeşit… İnsanın gözü gönlü açılıyor. Meyve bol, güneş bol, memleket münbit, bereketli, herkesin gözü bizim memleketin üzerinde…
Ama vazifeleri yapmıyoruz. Allah saklasın, sonra büyük bela gelir. Sonra büyük belâ gelir, aklımızı başımıza toplayalım, çevremizde olan olaylardan ibret alalım. Allah’ın dinine dönelim. Allah’ın sevgili kulu olmaya çalışalım. Allah’ın rızasını kazanmaya çalışalım. Çünkü bu iş her zaman böyle el bebek, gül bebek gitmez. Allah-u Teàlâ Hazretleri rahmetlidir, Erhamü’r-râhimîn’dir; bir de Azîzün zü’ntikam’dır, intikam sahibidir, zalimden zulmünün hesabını sorar, ondan alır.
Bir ara hatırlıyorsunuz muhterem kardeşlerim, Beyrut orta şarkın Paris’i değil miydi? Beyrut… Lübnan’nın baş şehri Beyrut, orta şarkın Paris’e değil miydi? Oryantalist dansözler, zevkler, safalar. Arapların bütün hovardaları, uçakla oraya gelmez miydi eğlenmeye? Şimdi?.. Şimdi harabe. Gruplar arasında çarpışmalardan harabe.
Pekiyi Arapların hovardaları şimdi nereye geliyor? Maalesef, İstanbul’a geliyor. İpini koparan buraya geliyor. Eğlence var, keyif var, manzara var, zevk var, bolluk var, para var, pul var, her şey var... Allah Azîzün zü’ntikam’dır. Etrafınızda olan hadiselerden ibret alalım,
Beyazıt’ı turistler istila etmiş. Beyazıt senin değil artık. Beyazıt elden gitmiş. “Deniz kenarları?..” oralar da gitmiş. Bakalım neresi bize kaldı bu memkelette? Bu müslümanlar yarın öbür gün ne yapacak? Bu müslümanların hali ne olacak?
Allah uyanık müslüman etsin, gafil olmaktan korusun, gafletten uyandırsın…
b. Dünya ve Ahiret Korkusu
Üçüncü hadis-i şerife geçiyorum:
Bu da demin adı geçen o mübarek kahramanın rivayet ettiği bir hadis-i şerif. Abdullah ibn-i Mübarek var ya, onun hayatını inşaallah mecmuada yazacağım. Onun rivayet ettiği bir hadis-i şerif. Hasan-ı Basrî’den mürsel olarak. İbn-i Hibban’da var, daha
başka kaynaklarda var. Sahabeden Ebû Hureyre RA râvîsi.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:61
يَقُولُ اللَُّ: وَعِزَّتِي لاَ أَجْمَعُ عَلَى عَبْدِي خَوْفَيْنِ، وَلاَ أَجْمَعُ لَهُ أَمْنَيْنِ؛
إِذَا أَمِنَنِي فِي الدُّنْيَا أَخَفْتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَإِذَا خَافَنِي فِي الدُّنْيَا آمَنْتُهُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ (ابن المبارك، ك. عن أنس وابن عباس مرسلاً؛ ابن
المبارك، هب. حب. عن أبى هريرة)
RE.516/3 (Yekùlu’llàh; Ve izzetî lâ ecmau alâ abdî haffeyni, velâ ecmau lehû emneynî; izâ eminenî fi’d-dünyâ, ehaftuhù yevme’l- kıyâmeh; ve izâ ehafenî fi’d-dünyâ âmentuhû yevme’l-kıyâmeh.) (Yekùlu’llàh) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki diyor Peygamber Efendimiz naklediyor bize: (Ve izzeti) “İzzetime andolsun ki, izzetime yemin olsun ki…”
Bir bir yemin edeceğimiz zaman ne deriz? Vallahi deriz, Allah’a yemin ederiz. Çünkü en kıymetli bildiğimiz şey Allah olduğu için… Allah-u Teàlâ da önemli olan şeylere yemin eder. O da bak izzetine yemin ediyor. “Benim izzetime, celâlime yemin olsun ki” diye Allah öyle yemin ediyor. Çünkü Allah’ın izzeti önemlidir. Önemli olan şeye öyle yemin ediyor.
(Lâ ecmau alâ abdî haffeyni) “İzzetime and olsun ki kulumun üzerinde iki tane korkuyu bir araya getirmem, toplamam; (velâ ecmau lehû emneynî) ve iki tane emniyeti bir araya getirmem, toplamam.” Yani ona iki emniyet, iki korku vermem, bir tane veririm. Bir korku, bir emniyet… Öyle iki iki olmaz.
61 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.I, s.482, no:777; İbn-i Hibbân, Sahih, c.II, s.405, no:640; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.169, no:1428; Ebu Hüreyre RA’dan.
Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.X, s.553, no:18200; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.51, no:157; Bezzâr, Müsned, c.II, s.403, no:8028; Hasan-ı Basri Rh.A’ten.
İbn-iAsâkir, Târih-i Dimaşk, c.LIV, s.267; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummal, c.III, s.150, no:5920; Camiü’l-Ehadis, c.XXIV, s.215, no:27006.
Nedir bu iki korku, iki emniyet… “Dünya ve ahiret emniyeti.” Yani dünyada emin olmak, ahirette emin olmak. İki korku nedir? Dünyada korkmak, ahirette korkmak. Allah “İki korku vermem!” diyor. Ne demek?
(İzâ eminenî fi’d-dünyâ) “Kulum eğer dünyada benden emin olursa, rahat, keyifli, tatlı bir yaşam içinde, (ehaftuhù yevme’l- kıyâmeti) ona ahirette rahatlık, huzur vermem, ahirette onu korkuturum.”
Çünkü bu dünya keyfince yaşadı, ooh… Eğlence yerleri, kumar yerleri, hepsini ondan sor. Her şeyi biliyor. Neresi keyifli, neresi safalı, orada vur patlasın, çal oynasın ömür geçirdi.
Türkiye’nin rezaletleri yetmediği gibi, şimdi yatları, gemileri kotralarıyla Yunanistan’ın bilmem hangi adalarına filan gezmelere giderlermiş.
Tanıdığımız bir kaptan vardı da istifa etti:
“—Bu alçaklıkları yapmaya vasıta olmayayım!” diye, oradan biliyorum.
Dünyada insan böyle keyifte, eğlencede oldukça, ahirette keyifli ve emin olmaz. Allah orada onu korkutur.
“—Nasıl korkutur?”
Verir cezayı, verir belayı, atar cehenneme, yakar ateşlere… O zaman görür.
(Ve izâ ehafenî fi’d-dünyâ) “Eğer kulum dünyada benden korkarsa…”
“—Aman Rabbim benden intikam almasın, aman Rabbim beni cezalara uğratmasın, aman Rabbimin rızasına aykırı bir iş yapmayayım!” diye böyle korkarak, titreyerek yaşarsa; (âmentühû yevme’l-kıyâmeti) ben de onu kıyamet gününde huzura, emniyete kavuştururum. Ahirette korkutmam, hiç korku çektirtmem. Orada, ahirette rahat eder, huzura kavuşur, ahiretin saadetine nail olur, cennetin nimetlerine mazhar olur!” diyor.
Muhterem kardeşlerim, gelin birbirimize söz verelim: Allah’ın istediği gibi bir kul olalım bundan sonra… Bakın bugün yeni bir yılın ilk günüdür. Muharrem’in 1’idir bugün. 1409 hicri yılının ilk günündeyiz. Yeni, taptaze, yıpranmamış bir yıl. Allah geçmiş yıllarda yaptığımız günahlarımızı affetsin…
Çok gafletle vakit geçirdik, çok kusurlar işledik, çok kabahatler yaptık, haramlara battık, haramlar yedik. Tembellikler yaptık, yapmamız gereken vazifeleri yapmadık. Yapmamamız gereken rezaletleri yaptık. Yapmamız gereken faziletleri ihmal ettik. Böyle ters ters işler yaptık. Allah bizim eski hesaplarımızı silsin, bizi affetsin…
Önümüzde pırıl pırıl yeni bir sene, yeni bir yıl. Mübarek olsun bu 1409 yılı, bu ay mübarek Muharrem ayı, hepimiz hakkında hayırlı olsun… Şimdi bu Muharrem ayında, bu muhterem ay, dört muhterem aydan bir tanesi…
Bu ay, muharrem ayı, Allah eski ümmetlere, eski peygamberlere hep sevindirici şeyler lütfetmiş Muharrem ayında. Nuh AS tufandan kurtulmuş filan… Böyle yani, güzel şeyler. Rabbimiz bu muharrem ayını bizler için de mübarek eylesin, hayırlı eylesin, müjdeli eylesin. Güzel hallere kavuştursun. …… Hakiki bir tevbe ile tevbe edelim. Bundan sonra Rabbimizin istediği kul olalım. Rabbimizin istediği şekilde hareket edelim, şu andan itibaren…
“—Ya Rabbi, sen bize yardım eyle. Bu yeni seneyi, senin rızana uygun, bundan sonraki seneleri senin rızana uygun geçirmeye niyetleyiz. Tevfîkıni bize refîk eyle. Sevdiğin kul olmayı bize nasib eyle…”
c. Gözü İçin Sabreden Kimse
Üçüncü hadis-i şerif… Tirmizi hasen ve sahih hadis diye rivayet etmiş. Ebû Hureyre RA’dan… Başka kaynaklardan da biliyoruz muhterem kardeşlerim!
Bu hadis-i şerifte, şöyle buyuruyor Peygamber Efendimiz:62
يَقُولُ اللََُّّ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ أَذْهَبْتُ حَبِيبَتَيْهِ، فَصَبَرَ وَاحْتَسَبَ، لَمْ أَرْضَ
62 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.421, no:2325; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.205, no:7587; Dârimî, Sünen, c.II, s.417, no:2795; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.277, no:6533; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.209, no:2695.
لَهُ ثَوَابًا دُونَ الْجَنَّةِ (هناد، ت. حسن صحيح عن أبي هريرة)
RE. 516/4 (Yekùlü’llàhu azze ve celle: Men ezhebtü habibeteyhi fesabare, va’htesebe, lem erda lehû sevâben dûne’l-cenneh)
(Yekùlü’llàhu azze ve celle) “Aziz ve celil olan Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki: (Men ezhebtü habibeteyhi fesabare) Kim iki sevgili gözünü giderdiğim zaman sabrederse, (va’htesebe) sevabı benden beklerse, (lem erda lehû sevâben dûne’l-cenneh) ben ona cennetten başka bir mükâfat vermeye razı gelmem! Mükâfatı cennet olur.” diyor.
Biliyorsunuz muhterem kardeşlerim, Allah bize çeşit çeşit âzâ vermiş. Bunların en kıymetlilerinden iki tanesi gözdür. Bir tanesi gitse bile insanın keyfi kaçar. Çünkü Allah’ın böyle birbirinden mesafeli iki tane göz koymasının da faydası var. Fizik okuyanlar bilir ki, iki gözle baktığımız zaman derinlik duygusunu algılıyoruz. Bir gözle baktığımız zaman iğnenin deliğine ipliği geçiremeyiz. Çünkü derinlik, mesafe mefhumu kaybolur. İki ayrı yerden aynı maddeye baktığımız zaman onun ötekisinin gerisinde mi, evvelinde mi olduğunu, üçüncü … meydana geliyor. Üç … oluyor. Yani o zaman
“—Hah şu, şundan daha geride, bu daha önce!” diye sezebiliyoruz. Bir gözü bile olsa insanın, bir mahrumiyettir ama iki gözü de giderse. Hele gördükten sonra giderse… Görmekteyken bir kaza oluyor, görmez oluyor. Çok büyük üzüntü tabii, çok büyük felaket.
Ama Allah kulları çeşitli şekillerde imtihan ediyor, bazen de hastalıklarla imtihan eder, günahlarını affettirir. Eğer bir insanın gözleri kör olursa, o da sabrederse ve sevabı Allah’tan beklerse, mutlaka cennetlik olur.
Bunun bir misali sahabe-i kiramdan, Aşere-i Mübeşşere’den mübarek bir zatın [Sa’d ibn-i Ebî Vakkas RA] son zamanlarda gözleri görmez olmuş. Ama tecrübeyle sabit ki, kim kendisine gelse dua istese, birisine dua etse, duası kabul olurmuş. Kime ne dua etse elini açıp, Allah onun hatırını kırmıyor, o öyle oluyor. Allah’ın öyle sevgili kulları var, hadis-i şeriflerden biliyoruz, rivayetlerden biliyoruz. Duası makbul bir kul. Yani körün birisi gelse,
“—Ne olur dua et, bıktım bu körlükten. Gözümü Allah bana versin!” diye… O da elini açsa;
“—Ya Rabbî şuna gözünü ver!” dese gözü iyi oluyor.
Hastalık geçsin dese, hastalığı geçiyor. Şu muradıma ereyim dese, dua etse, istediği oluyor.
Şimdi bu mübarek sahabenin gözü kör olmuş. İki gözü görmez olmuş. Geliyorlar, diyorlar ki:
“—Mübarek! Sen bize dua ettiğin zaman, ne dua etsen Allah kabul ediyordu. Duan makbul… Allah’ın hoş, sevgili bir kulusun. Kendine dua etsene Allah gözünü sana geri versin.” Diyor ki:
“—Ben Allah’ın takdirini, gözümün nurundan daha çok severim. O öyle takdir etmiş, ben ona kalkıp da başka bir şey istemem!” diyor yani.
Öyle mübarek insanlara, Allah öyle mertebeler veriyor. Allah bir âzâ noksanlığı vermesin. Sıhhat, afiyette daim etsin. Hem maddeten bedenimiz sıhhatli olsun, kendisine güzel kulluk edelim. Hem de mânen başımız dinç olsun. Elemlerden, üzüntülerden, kederlerden, sıkıntılardan Allah bizi hıfz eylesin, korusun…
Eğer öyle sabırlı, Allah’tan sevap bekleyen. Edepli, boynu bükük, has bir kul olursak; Allah o zaman büyük mükâfatlar veriyor. Bu hadis-i şerif onun misalidir.
d. Kur’an ve Zikirle Meşgul Olmak
Bir hadis-i şerif daha okuyacağım arkasından. Tirmizî hasen hadis-i şerif diye Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan rivayet etmiş, Hakîm rivayet etmiş, Dârimî rivayet etmiş:63
يَقُولُ الرَّبُّ تَبَارَكَ وَتَعَالَى: مَنْ شَغَلَهُ الْقُرْآنُ وَذِكْرِي عَنْ مَسْأَلَتِي،
63 Tirmizî, Sünen, c.X s.169, no:2850; Dârimî, Sünen, c.II, s.533, no:3356; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.353, no:2015; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.520, no:2332; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.188, no:26944.
أَعْطَيْتُهُ أَفْضَلَ مَا أُعْطِي السَّائِلِينَ؛ وَ فَضْلُ كَلاَمِ اللََِّّ عَلَى سَائِرِ
الْكَلاَمِ،كَفَضْلِ اللََِّّ عَلَى جَمِيعِ خَلْقِهِ (الدارمي، والحكيم، هب.
ت. حسن غريب عن أبي سعيد)
RE. 516/ 5 (Yekùlu’r-rabbu tebâreke ve teàlâ: Men şeğalehu’l- kur’ânu ve zikrî an mes’eletî, a’taytühû efdale mâ u’tiye’s-sâilîn; ve fadlu kelâmi’llâhi alâ sâiri’l-kelâmi, kefadli’llâhi alâ cemîi halkihi)
Bu hadis-i şerif Kur’an ve zikir hakkında. Allah-u Teàlâ Hazretleri şöyle buyurur: (tebâreke ve teàlâ) sıfatlarıyla anmış bu sefer. (Yekùlu’r-rabbu tebâreke ve teàlâ) “Rab Tebâreke ve Teàlâ şöyle buyurur!” diye anlatmış Peygamber Efendimiz . Tebâreke, mübarek olmak demek. Teàlâ da yüce olmak demek. Yani, “Mübarek ve yüce Rabbimiz şöyle buyurur.” diyor.
(Men şeğalehü’l-kur’ânu ve zikrî an mes’eleti) “Herhangi bir kul ki, Kur’an okumak ve beni zikretmek, benden bir şeyler istemesine mâni oluyor, dua edemiyor, Kur’an okuduğu için, zikrettiği için duaya vakit kalmıyor.
“—Aman Kur’an’ı tamamlayım, aman şu zikrimin sayıları tamam olsun!” filan diye onunla meşgul. Dua etmeye vakti kalmıyor. Zikirle ve Kur’an’la meşgul.
(A’taytühû) “Ben o kuluma veririm, (efdale ma u’tiye’s-sâilîn) dua edip isteyen kullara verilenlerden daha faziletlisini, daha çoğunu veririm.” buyuruyor.
Neden? “Benim Kur’an’ımı okuyordu benim zikrimi yapıyordu, isteyemedi. Ben ona ne lazım olduğunu bilmiyor muyum? Öteki isteyenlere verilenlerden daha fazlasını, daha faziletlisini veririm!” diyor.
Bu neyi gösteriyor? Kur’an okumanın sevabımı gösteriyor, zikretmenin faziletini gösteriyor. Kur’an okumak herkesin harcı değil. Kur’an’ı herkes öğrenemiyor. Ama zikir herkesin harcı. Herkes Allah diyebilir, Lâ ilâhe illa’llah diyebilir. Ümmîsi de der, alimi de der. Yaşlısı da der, genci de der. Onun için zikirden kesilmeyin. Vaktinizi boşa geçirmeyin. Her zamanınızı Allah’ın zikriyle, sevapla değerlendirin. Bir şey istemeseniz bile Allah isteyenlere verilenlerden fazlasını veriyor; onu bilin!
Bir de muhterem kardeşlerim, lütfen şu Allah’ın kelamına saygı duyalım. Lütfen şu Allah’ın kelamına sevgi duyalım, şu Kur’an’ı öğrenelim. Ayıptır, seneler geçiyor, ömürler bitiyor. Kur’an okumayı bilmiyoruz, tefsir okumamışız, Kur’an’dan haberimiz yok, ahkâmından haberimiz yok. Kur’an bize ne demişse onun aksini yapmaktayız. Bilerek, bilmeyerek yanlış yollarda yürümekteyiz. Lütfen kendimize gelelim, Allah’ın kelamına saygı duyalım.
Bakın, hadis-i şerifin devamında buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
(Ve fadlu kelâmi’llâhi alâ sâiri’l-kelâmi) “Allah’ın kelamının, sair kelam üzerine fazileti, başka sözler üzerine Allah’ın kelamının fazileti, (kefadli’llâhi alâ cemîi halkihî) Allah’ın diğer mahlukatın üzerine fazileti gibidir.”
Yani bir Kur’an var, bir de okuduğun bir edebiyat kitabı var; onu mu okuyayım, onu mu okuyayım? Bir Kur’an var, bir de şurada okuduğun bir gazete var; onu mu okuyayım, onu mu okuyayım? Bir Kur’an-ı Kerîm var, bir de filancanın sözleri var; onu mu okuyayım, onu mu okuyayım?
Nerede o, nerede o? Allah’ın kelâmı ötekilerle kıyas kabul eder mi? Allah’ın üstünlüğü, kullarına, fazileti, üstünlüğü ne kadar tarif edilmeyecek gibiyle, kelâmının da üstünlüğü o kadar fazladır. Onun için Allah’ın kelâmına sarılalım, öğrenelim, belleyelim, ezberleyelim, her cümlesine dikkat edelim!
Bakın demin dedim ki, bir elif mânâyı değiştiriyor. àcilihî ev âcilihî deseydi bir önceki hadis-i şerifte, “Ya dünyada veririm cezasını, ya ahirette veririm!” demek olurdu. Ev demeyip de ve deyince “Hem dünyada veririm, hem ahirette veririm!” demek oluyor.
Kur’an-ı Kerîm’de öyle ince mânâlar var ki… Yani bir harften nice mânâlar çıkıyor. Kur’an-ı Kerîm’i böyle sindire sindire okumak lazım. Roman okur gibi hızlı okunmaz Kur’an-ı Kerîm. Her kelimesi üzerinde dura dura okunur.
“—Niye Rabbimiz böyle demiş. Niye şöyle dememiş de böyle demiş. Niye şu kelimeyi kullanmış, niye şu ifadeyi kullanmış…” diye Kur’an-ı Kerîm’i öyle okuyalım. Kur’an-ı Kerîm’in ehli olalım.
Kur’an-ı Kerîm’in hasmı olmayalım. Kur’an-ı Kerîm bizden davacı olmasın. Kur’an-ı Kerîm biliyorsunuz, şefaat edecek, Kur’an-ı Kerîm yine biliyorsunuz davacı olacak.
“—Ya Rabbî, ben bu adamın evinde duvara asılı durdum yıllar yılı… Beni açıp okumadı.” diye davacı olmasın.
Kur’an’ın ehli olalım, Kur’an-ı Kerîm bize dünyada, ahirette yoldaş olsun. Kabirde arkadaş olsun, kıyamette şefaatçi olsun. Cennete girmemize kılavuz olsun...
e. Zayıfa Yapılan İyiliğin Karşılığı
Enes ibn-i Mâlik RA’dan rivayet edilmiş, Hatîb-i Bağdâdî kitabına yazmış.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:64
يَقُولُ اللَُّ تَعَالٰى: مَنْ بَرَّ أَحَدًا مِنْ خَلْقِي ضَعِيفًا، فَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ مَا
يُكَافِئُهُ عَلَيْهِ كَافَيْتُ ه ُأَنَا عَلَيْهِ (خط. عن دينار عن أنس)
RE. 516/6 (Yekùlü’llàhu teàlâ: Men berre ehaden min halkî daîfen, felem yekün meahû mâ yukâfiühû aleyhi, kâfeytühû ene aleyhi.)
(Yekùlü’llàhu teàlâ) Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurur ki:
(Men berre ehaden min halkî daîfen) “Kim benim kullarımdan, yaratıklarımdan zayıf bir kimseye, bir iyilik yaparsa, bir ikramda bulunursa, bir bağışta bulunursa… Zayıf, yoksul bir kimseye bir bağışta bulunursa… (Felem yekün meahû mâ yukâfiühû aleyhi) O kimsede de o yapılan iyiliğe karşılık verecek bir güç, imkân yoksa; (kâfe’tühû) ben onun yerine, onun karşılığını veririm!” buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Biraz açıklamam gereken bir nokta var. Peygamber Efendimiz
SAS’in terbiyesi, bize öğrettiği: bize biri bir iyilik yaparsa, bizim de
64 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.175, no:5883; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.378, no:16139; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIV, s.211, no:26998.
hemen ona bir iyilik yapmamız. Yani iyiliği iyilikle karşılamamız, karşılıksız bırakmamamız gerekiyor. Buna mükâfaa deniyor, yani onun emsali olan bir şey yapmak.
Meselâ:
“—Selâmün aleyküm!” diyor,
“—Aleyküm selâm!” diyoruz, “Ve aleyküm selâm ve rahmetu’llah!” diyoruz.
Yani bir karşılık veriyoruz. O bize geliyor, bir hediye veriyor; biz de ona, evine gittiğimiz zaman bir kutu baklava götürüyoruz. O bize bir sıkıntılı zamanımızda yardımımıza koşuyor, biz de onun sıkıntılı bir zamanında yardımına koşuyoruz. Hani her şey karşılıklı oluyor ya, işte buna mükâfeet deniliyor, karşılık verme...
İslam ahlâkı yapılan bir iyiliği karşılıksız bırakmamaktır. Ama sen bir kimseye bir iyilik yapıyorsun, adam yoksul, zayıf, perişan, parasız, pulsuz bir kimse, sana hiç mukabelesinde bulunamıyor. Bulunamazsa, Allah bulunuyor. Allah CC onun yerine karşılığında hayırlar ihsan ediyor.
Onun için bu hadis-i şerifi bildiklerinden, bu mânâya vakıf olduklarından, dedelerimiz karşıdaki adamdan karşılık beklememişler. Yaptıkları iyiliği Allah rızası için yapmışlar, hatta ne demişler:
İyilik yap, denize at; balık bilmezse bile Hàlık bilir.
İyiliği istersen denize at, denizin dibi engin. Bir gitti mi kim çıkaracak bir daha Allah bilir. Allah çıkartır. Allah hiçbir şeyi unutmaz, her şeyi yazıyor, her şeyi biliyor.
Senin yaptığın iyilik, hiçbir zaman karşılıksız kalmaz. Karşılık da bekleme, karşılık bekleyerek de yapma! Sen Allah rızası için yap! Bil ki yalnız, Allah’ın kanunu budur, iyilik yapan mahrum kalmaz. Mutlaka onun karşılığına erer.
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi has müslümanlar eylesin… Kendisine has kul eylesin… Habibine has ümmet eylesin...
Fâtiha-i şerife mea’l-besmele!
14. 08. 1988 – İskenderpaşa Camii