11. KÜÇÜK BİR İYİLİĞİN KARŞILIĞI
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… El-hamdü li’llâhi’llezî esbağa aleynâ niamehû zâhireten ve bâtıneh… Ve’s-salâtu ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ şefîi’l-ümmeti nebiyyi’r-rahmeti muhammedini’l-mustafâ… Ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ’… Emmâ ba’d: Fa’lemû eyyühe’l-ihvân, feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem, ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesetin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fî’n-nâr… Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
يَا حُمَيْرَاءُ، مَنْ أَعْطَى نَارًا ، فَكَأَنَّمَا تَصَدَّقَ بِجَمِيعِ مَا أَنْضَجَتْ تِلْكَ
النَّارُ؛ وَمَنْ أَعْطَى مِلْحًا، فَكَأَنَّمَا تَصَدَّقَ بِجَمِيعِ مَا طَيَّبَ ذٰلِكَ الْمِلْحُ؛
وَمَنْ سَقَى مُسْلِمًا شَرْبَةً مِنْ مَاءٍ، حَيْثُ يُوجَدُ الْمَاءُ ، فَكَأَنَّمَا أَعْتَقَ
رَقَبَةً؛ وَمَنْ سَقَى مُسْلِمًا شَرْبَةً مِنْ مَاءٍ، حَيْثُ لاَ يُوجَدُ الْمَاءُ،
فَكَأَنَّمَا أَحْيَاهَا (ه. عن عائشة)
RE. 497/1 (Yâ humeyrâ’, men a’tà nâren, fekennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ endacat tilke’n-nâr; ve men a’tà milhan, fekeennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ tayyebe zâlike’l-milh; ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü yûcedü’l-mâü, fekennemâ a’teka rakabeten; ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü lâ yûcedü’l-mâü, fekennemâ ahyâhâ.)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Çok aziz ve muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı ve ikramı dünyada ve ahirette üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin…
Şu mübârek mescidde Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini teallüm eylemek, tefeyyüz eylemek maksadıyla toplanmış bulunuyoruz.
Hadîs-i şerîflerin okunmasına ve izahına başlamazdan önce, Peygamber Efendimiz SAS’e sevgimizin, saygımızın, bağlılığımızın, ümmetliğimizin bir nişanesi olmak üzere, ruh-u pâkine hediye edelim diye, ve onun cümle ashab-ı kirâmının, âlinin, etbâının, ahbâbının ruhlarına dereceleri üzereayrı ayrı hediye olsun diye; sâir enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah u mukarrabînin ruhlarına ve bilhassa Ümmet-i Muhammed’in mürşidleri ulemâ-i muhakkıkîn, verese-i Nebî SAS, sâdât ve meşâyih-i turuk-u aliyyemizin ruhlarına hediye olsun diye;
Uzaktan yakından bu hadîs-i şerîfleri dinlemek üzere şu mescide toplanmış bulunan siz kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan bütün sevdiklerinin ve yakınlarının ruhlarına hediye olsun diye; Şu beldeleri Allah yolunda cihad ederek canlarıyla, mallarıyla, her türlü müktesebatlarıyla fedâkârâne çalışarak fethetmiş olan Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ve ordusunun ve sâir şehidlerin, gazilerin, mücahidlerin, fâtihlerin ruhlarına; Cümle hayrât u hasenât sahiplerinin ve bilhassa içinde ibadet yapıp şu hadisleri okuyabildiğimiz İskenderpaş Camii’nin bânîsinin ve tekrar tekrar tâmir ve tecdîd ve tevsi eylemiş olanların kendilerinin ve yakınlarının ruhlarına hediye olsun diye;
Okuduğumuz Râmûzü’l-Ehàdîs isimli hadis kitabını cem ve telif eylemiş olan Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddîn Efendi Hocamız Hazretleri’nin, kendisinden feyz aldığımız Mehmed Zâhid-i Bursevî Hocamız’ın ruhlarına hediye olsun diye; hadis-i şerifleri bize kadar nakil ve rivayet etmiş olan hadis alimlerinin, râvîlerin ruhları şad olsun diye;
Biz yaşayan Müslümanlar da Rabbimiz’in rızasına uygun yaşayalım, Kur’an-ı Kerim’in yolunda yürüyelim, Peygamber Efendimiz’in sünnetini tutalım, sünnet-i seniyyesini ihyâ eyleyip şehid sevaplarına nâil olalım diye; azaba uğramadan ilk giren bahtiyarlarla beraber cennete girelim diye, buyurun bir Fâtiha, üç İhlâs-ı şerîf okuyup öyle başlayalım: …………………………………..
a. İyiliğin Karşılığı
İbn-i Mâce, Hz. Aişe-i Sıddîka RA’dan rivayet etmiş.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:77
يَا حُمَيْرَاءُ، مَنْ أَعْطَى نَارًا ، فَكَأَنَّمَا تَصَدَّقَ بِجَمِيعِ مَا أَنْضَجَتْ تِلْكَ
النَّارُ؛ وَمَنْ أَعْطَى مِلْحًا، فَكَأَنَّمَا تَصَدَّقَ بِجَمِيعِ مَا طَيَّبَ ذٰلِكَ الْمِلْحُ؛
وَمَنْ سَقَى مُسْلِمًا شَرْبَةً مِنْ مَاءٍ، حَيْثُ يُوجَدُ الْمَاءُ ، فَكَأَنَّمَا أَعْتَقَ
رَقَبَةً؛ وَمَنْ سَقَى مُسْلِمًا شَرْبَةً مِنْ مَاءٍ، حَيْثُ لاَ يُوجَدُ الْمَاءُ،
فَكَأَنَّمَا أَحْيَاهَا (ه. عن عائشة)
RE. 497/1 (Yâ humeyrâ’, men a’tà nâren, fekennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ endacat tilke’n-nâr; ve men a’tà milhan, fekeennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ tayyebe zâlike’l-milh; ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü yûcedü’l-mâü, fekennemâ a’teka rakabeten; ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü lâ yûcedü’l-mâü, fekennemâ ahyâhâ.) (Yâ humeyrâ’) “Ey Hümeyrâ, (men a’tà nâren) bir kimse birisine
77 İbn-i Mâce, Sünen, c.VII, s.337, no:2465; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.349, no:6592; Hz. Aişe RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.419, no:16343; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.230, no:25907.
ateş verirse, (fekennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ endacat tilke’n-nâr) sanki bu ateşin pişirdiği her şeyi tasadduk etmiş gibi sevap kazanır.”
(Ve men a’tà milhan) Kim birisine bir miktar tuz verirse, (fekeennemâ tesaddaka bi-cemîi mâ tayyebe zâlike’l-milh) sanki bu tuzun lezzetlendirdiği şeylerin hepsini sadaka etmiş gibi sevap kazanır.” (Ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü yûcedü’l-mâü) “Kim su bulunan bir yerde, su bulunan bir zamanda bir Müslüman kula bir içimlik su ikram ederse, (fekennemâ a’teka rakabeten) sanki bir köle azad etmiş gibi sevap kazanır.”
(Ve men saka müslimen şerbeten min mâin, haysü lâ yûcedü’l- mâü) “Kim suyun bulunmadığı zamanda, kıt olduğu, kıymetli olduğu bir yerde bir Müslümana bir içimlik su ikram ederse,
(fekennemâ ahyâhâ) sanki onu ihyâ etmiş gibi olur. Ölmüşken diriltmiş gibi, can vermiş gibi sevap kazanır.” diyor Peygamber Efendimiz.
Muhterem kardeşlerim!
Bu hadis-i şeriften anlaşılan, küçük veya büyük hayırların insana çok sevap kazandırdığıdır. Çok sevap kazanır insan… Kendisi belki çok mühim değil, bir ateş vermek… Şimdi kibrit var, kibriti çakıyoruz; veyahut çakmak var, tüp gazı açıyoruz, çakmağı çakıyoruz, ateş yanıyor.
Eskiden gaz ocakları vardı; pompalayacaksın, iğneleyeceksin, söner vs. biraz daha zordu. Şimdi bu tüpler biraz kolay oldu.
Ondan önce kav ve çakmak vardı. Çakmak taşını demire vurduğun zaman bir kıvılcım çıkar kavı tutuştururdu. Kav gevşek, tül gibi bir malzeme idi. Kıvılcım üzerine düştüğü zaman üflersin, o ateş olur. Oradan yanacak malzemeyi, çırpıları tutuşturursun.
Suudi Arabistan’da bunları bulmak, o devir için oldukça zor bir şeydi. Birisi bir kimseye bir ateş verdi mi, bayağı bir sevindirici bir şeydi.
Eskiden birbirlerinden ateş almaya giderlerdi.
“—Birazcık bana ateş verir misiniz?” diye komşuya gidilirdi.
Şimdi bizim farkına varmadan ne kadar konfora erdiğimiz anlaşılıyor.
Hanımın birisi çeşme başında kavga etmiş: “Sıra benim, sıra senin… Sen önce gelmiştin, ben önce gelmiştim…” diye. Eve gelmiş kadıncağız, üzgün, yapılan hakareti hazmedememiş. Efendisi diyor ki: “—Üzülme, inşallah, Allah sana daha iyisini verir. İster miydin evinde iğne kadar bir su aksaydı?”
“—Aman, dünyalar benim olurdu.” demiş. Şimdi bizim evlerimizde şaldır şaldır sular akıyor. Çakmağı çaktığımız zaman ateş yanıyor, üç dakikada, beş dakikada çayı kaynatıyor, yemeği ısıtıyor. Düğmeyi çevirdiğimiz zaman, şıp, her taraf aydınlanıyor.
Eskiden çıra vardı, ondan sonra kandil vardı. Kandilin fitili temizlenecek, kesilecek, tanzim edilecek. Fener vardı, yağ kandilleri vardı. Yâni çok nimetlere mazharız. Eski insanlara göre çok konfora sahibiz.
Eskiden böyle bunlar zor olduğundan, olmadığı zaman nasıl sağlayacaktınız? Onu düşünürseniz, anlarsınız kıymetini…
Demek ki, bir kimse bir insana birazcık bir ateş verse, o ateşin pişirdiği yemekleri tasadduk etmiş gibi sevap kazanır. Olur mu?
Olur. Çünkü İbn-i Mâce rivayet etmiş hadis-i şerifi… Sıhhatli kaynaklardan birisidir.
Başka bir hadis-i şerifte buyuruyor ki:78
اتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ (خ. م. حم. عن عدي بن حاتم)
(İtteku’n-nâr velev bi-şıkkı temretin) “Yarım hurmayla bile olsa ateşten, cehennemden kendinizi koruyun! Tasadduk edin!” diye emrediyor.
Demek ki hurma da veriverse, bir içim su da ikram ediverse, birazcık bir ateş de verse, hepsinin sevabı var. Bunlar bazen büyü miktarlarda sevaplar olabilir.
Birazcık ateş verse, o ateşte pişen bütün yemekleri tasadduk etmiş gibi sevap kazanıyor. Birazcık tuz verse, o tuzla lezzetlendirilmiş bütün yemekleri tasadduk etmiş gibi sevap kazanıyor. Yemeğin tuzu olmadı mı tadı olmaz. Ekmeğin içinde bir miktar tuz var… Tuzu olmayan bir ekmek aldığınız zaman,
78 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.230, no:1328; Müslim, Sahîh, c.V, s.196, no:1689; Neseî, Sünen, c.VIII, s.326, no:2505; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.256, no:18279; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.43, no:2804; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.176, no:7532; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.39, no:2333; Dârimî, Sünen, c.I, s.478, no:1657; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.110, no:9900; Adiy ibn-i Hàtim RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.137, no:25101; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.395, no:678; Hz. Aişe RA’dan.
Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.125, no:10; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.97, no:85; Câbir RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.26, no:82; Câbir RA’dan, o da Hz. Ebû Bekir RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.86, no:2707; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.163, no:12771; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.II, s.299, no:6619; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.73, no:3644; Enes RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.483, no:3226; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.398, no:683; Nu’man ibn-i Beşir RA’dan.
Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.396, no:679; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.161, no:354; Umran ibn-i Husayn RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.339, no:15938; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.325, no:515.
görüyorsunuz ne kadar fark varmış arada… Bu tuzlu, bu tuzsuz; farkı derhal anlaşılıyor.
Su bulunan yerde birazcık su ikram etse, sanki bir köle azad
etmiş gibi sevap kazanıyor. Suyun kıt olduğu yerde ikram ederse çok daha büyük sevaplar kazanıyor. Demek ki Allah-u Teàlâ Hazretleri, bizim yaptığımız küçük küçük hayırları rahmetine vesile ediyor, bahane ediyor. O bahane ile bize rahmetini ihsan ediyor, küçük bir bahane ile…
Allah-u Teàlâ Hazretleri rahmetine bahâ istemiyor, rahmetine bahane arıyor diye bir şairin Farsça güzel bir sözü var:
رحمتش را بها نمى حويد بلكه او را بهانه مى جويد
Rahmeteş râ bahâ nemi hùyed,
Belki û râ bahâne mi cûyed.
“Allah-u Teâlâ Hazretleri rahmetine para, karşılık, bahâ istemiyor. Rahmet etmek için bahane arıyor!” Bahane arıyor. “Bir bahane olsa da kuluma ikram etsem!” diye Rabbimiz bahane arıyor. Biz birazcık bir su ikram edince, “Ben de seni şu sevaba mazhar ettim.” diye büyük sevaplar veriyor.
İyilik yapalım, sevap işleyelim, hayır yapalım, gönül kazanmağa çalışalım! İkramcı olalım, cömert olalım, eli açık olalım! Şu fani dünyada işte geldik, işte gidiyoruz. Bir göz yumup açıncaya kadar zamanı geçiveriyor.
b. Fitne Zamanında Ne Yapılacağı
Hàlid ibn-i Urfuta RA’dan rivayet edilmiş.
Peygamber SAS Efendimiz Hàlid isimli bir sahabiye hitâben buyurmuşlar ki:79
79 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.292, no:22552; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.562, no:8578; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.590, no:12334; İbn-i Ebî Şeybe,
يَا خَالِدُ، إِنَّهَا سَتَكُونُ بَعْدِي أَحْدَاثٌ، وَفِتَنٌ ، وَفِرْقةٌ، وَاخْتِلاَفٌ؛ فَإِذَا
كَانَ ذٰلِكَ، فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَكُونَ عَبْدَ اللهَِّ الْمَقْتُولَ، لاَ الْقَاتِلَ فَافْعَلْ
(ش . حم . طب . ك . والبغوى، وابن قانع، وأبو نعيم، ونعيم بن
حماد، عن خالدبن عرفطة)
RE. 497/2 (Yâ hàlid, innehâ setekûnü ba’dî ehdâsün, ve fitenün, ve firkatün, va’htilâfün; feizâ kâne zâlike, feini’steta’te en tekûne abda’llàhi’l-maktûl, le’l-kàtile fe’f’al) (Yâ hàlid) “Ey Hàlid, (innehâ setekûnü ba’dî ehdâsün) benden sonra, yakın bir zamanda hoşa gitmeyen bazı olaylar, (ve fitenün, ve firkatün, va’htilâfün) fitneler, tefrikalar ve ihtilaflar zuhur edecek, ortaya çıkacak. (Feini’steta’te en tekûne abda’llàhi’l-maktûl) Bunlar olduğu zaman, gücün yeterse Allah’ın öldürülen kulu ol; (le’l-kàtile fe’f’al) katil kulu olma!”
Peygamber SAS Efendimiz’e Allah-u Teàlâ Hazretleri nice ilimler, bilgiler, ma’rifetler bahşeyledi. Kendisi ümmî bir kavmin içinden ümmî bir peygamber olarak zuhur etti ama, ulûmü’l evvel ve’l-âhirîni, eskilerin ve yenilerin ilimlerini Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine bahşeyledi.
Eski ümmetlerden nice nice kıssalar nakletti ki, dünyayı tarasanız bulamazsınız. Geleceğe ait nice nice bilgiler verdi ki, her birisi bizim için pırlantalar kadar kıymetli mâlumat, ikaz ve sâire… Her şeyi Allah-u Teàlâ Hazretleri ona göstermiş, hayattayken Mi’rac nasib eylemiş, cennetleri, cehennemleri göstermiş. Öyle bir mübarek Peygamberin ümmetiyiz, Allah şefaatinden mahrum etmesin… Yolundan ayırmasın…
Diyor ki:
“—Ey Hàlid, benden sonra birtakım ihtilaflar, karışıklıklar
Musannef, c.XV, s.309, no:39051; Sehàvî, el-Makàsîdü’l-Hasene, c.IV, s.228, no:1811; Hàlid ibn-i Urfuta RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.153, no:31005; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.231, no:25908.
olacak…”
Maalesef, Ümmet-i Muhammed’in içinde Peygamber Efendimiz’den sonra birçok karışıklıklar oldu. Peygamber Efendimiz’in zamanında da Efendimiz’in ne kadar zahmetler çektiğini sîret-i nebeviyyeden biliyoruz.
Nice harpler oldu, nice üzüntüler çekti Efendimiz. nice zahmetlere uğradı. Mübarek dişi kırıldı. Tâif’te kendisine ne kadar zulüm ettiler, ne kadar kötü muamele ettiler. Ne sıkıntılardan geçti. Sahabe-i kiramın hafızlarını, alimlerini bir kabile çağırıp, pusuya düşürüp yetmiş tanesini şehid ettiler.
Peygamber Efendimiz’den sonra da fitneler eksik olmadı. Öteki kabile isyan etti, beriki kabile zekât vermem dedi. Çeşit çeşit hadiseler oldu. İçteki düşmanlar, dıştaki düşmanlar… Hz. Osman Efendimiz’i şehid ettiler. Hz. Ömer Efendimiz’in, Hz. Ali Efendimiz’in hayatları şehadetle son buldu. Bu dünyada insanların hırsları, fitneleri, dalâletleri, mücadeleleri, kavgaları bitmiyor.
“—Pekiyi, Müslümanlar arasında böyle bir ihtilaf çıkarsa, ne olacak?”
Bir kere her Müslümanın vazifesi, Müslümanların arasındaki muhabbeti kuvvetlendirmektir. Hepimizin vazifesi, Müslümanlar arasında fitne çıkartmamak, ihtilaf çıkartmamak, muhabbeti kuvvetlendirmek, dostluğu kuvvetli yapmak, candan yapmaktır. İlk vazifemiz budur.
Bir istemediğimiz olay başımıza gelirse, öteki de Müslüman kardeşimiz bize çatıyor, bizi düşman biliyor. Halbuki yok öyle bir durum… Yanlış kanaate saplanmış, bize hırs ve kin ile ağzını açmış, gözünü yummuş bağırıyor, çağırıyor.
Sabredeceğiz, yumuşak davranacağız, affedeceğiz. Bizden alâkayı kesene biz ziyaretimizi yapacağız. Vermeyip bizi mahrum edene, esirgeyene biz vereceğiz. Bize zulmedeni biz affedeceğiz. Kötülüğe iyilikle muamele edeceğiz.
Birinci vazifemiz, kendimiz fitneye sebep olmamak… İkincisi, çıkmış olan bir fitnede rol almamak, payımızın olmaması ve ihtilafları söndürmek…
Haklı olduğumuz halde münakaşadan kaçacağız:
“—Tamam kardeşim, pekiyi, tamam tamam…” diyeceğiz, münakaşadan kaçacağız.
Haklı iken münakaşadan çekinen, kavgayı terk eden kimseye Peygamber Efendimiz cennetin avlusunda köşk vâdediyor. Yâni ihtilaf çıkmasın diye, gürültü patırtı olmasın diye…
İş daha da ilerleyip kavga gürültüye varırsa ne olacak?
O zaman biz yumruk vuran olmayacağız, yumruk yiyen olacağız. Biz öldüren olmayacağız, öldürülen olacağız. Bak, Peygamber Efendimiz:
“—Allah’ın öldürülen kulu olmaya gücün yeterse, öyle yap; öldüren kul olma!” diyor.
Hàlid isimli sahabiye öyle emrediyor Peygamber Efendimiz.
Demek ki, Müslüman Müslümana el kaldırmaz. Müslüman Müslümana silah çekmez. Silah çeker de, karşılıklı çarpışırlarsa, Peygamber Efendimiz SAS buyurdu ki:
“—Öldüren de cehenneme girer, ölen de cehenneme girer.”
Diyorlar ki:
“—Yâ Rasûlallah, öldürenin cehenneme girmesini anladık da, öldürülen neden cehenneme giriyor?”
“—O da kılıç çekmedi mi, o da kardeşini öldürmeye heveslenmedi mi? Fırsat bulsaydı o onu öldürmeyecek miydi?”
Öldürecekti. Ötekisine fırsat geçmiş, o bunu öldürmüş. İkisi de cehennemde… Müslüman Müslümanı öldürmeğe kalkışmayacak! Elini kaldırmayacak, tamam diyecek. Pekiyi pekiyi diyecek.
“—Şimdi bu ölçüler böyle iken, Müslümanların arasındaki bu ihtilaflar nasıl olur?”
Dini bilmemekten olur, İslâm’ı yaşamamaktan olur. Peygamber SAS Efendimiz’i tanımamaktan olur. Allah’tan korkmamaktan olur. Nefse uymaktan olur, şeytana uymaktan olur.
Müslüman Müslümanla ihtilaf etmemeli! Boynunu büküvermeli, sabredivermeli! İnsanın canını, malını koruması kendi hakkıdır ama, “Öldüren kul olmaktansa, öldürülen kul olmak daha iyi!” diyor Peygamber Efendimiz. Yâni ne demek:
“—Hiç ihtilafa buluşma, hiç taraf olma! Zâlim olma, kendini geri çek!” demek istiyor.
Fitne zamanında, ayakta durandan oturan daha hayırlıdır. Koşturandan sakin duran daha hayırlıdır. Aktif rol alan daha tehlikededir, günahtadır; pasif duran daha sevaptadır.
İhtilaf oldu mu ortalıktan kaybolacaksın, Müslümanların ihtilafında taraf olmayacaksın! Kavga gürültü çıkartmayacaksın, fitne fesat çıkartmayacaksın! Dostlukları bozdurmayacaksın. Allah’ın sevdiği gibi hareket edeceksin! Allah’ın sevmediği düşmanlıktan, çekişmeden, çatışmadan, savaştan uzak duracaksın!
Keşke bütün Müslümanlar şu şuura sahip olsalar da, hiç harb
olmasa, hiç sıkıntı olmasa; memleketlerimiz gül gülistan olsa…
Keşke öyle olsa ama, görüyorsunuz, İslâm ne diyor, Müslümanlar ne yapıyor? Sübhànallàh, Allah cümlesini islah eylesin…
c. Rızık Kapısı Açıktır
Üçüncüi hadis-i şerif.
Hz. Zübeyr ibn-i Avvâm RA’dan rivayet edilmiş. Aşere-i Mübeşşere’dendir, Allah şefaatlerine nâil eylesin…
Zübeyr ibn-i Avvâm RA’a Peygamber SAS Efendimiz
buyurmuşlar ki:80
يَا زُبَيْرُ، إِنَّ بَابَ الرِّزْقِ مَفْتُوحٌ، مِنْ لَدُنِ الْعَرْشِ إِلَى قَرَارِ بَطْنِ
اْلأَرْضِ، يَرْزُقُ اللهُ كُلَّ عَبْدٍ، عَلَى قدْرِ نَهْمَتِهِ وَ هِمِِّتهِ (حل.
عن الزبير)
RE. 497/3 (Yâ zübeyru, inne bâbe’r-rizkı meftûhun, min ledüni’l- arşi ilâ karâri batni’l-ardı, yerzuku’llàhu külle abdin, alâ kadri nehmetihî ve himmetihî.) (Yâ zübeyru, inne bâbe’r-rizkı meftûhun) “Yâ Zübeyr, muhakkak ki rızık kapısı açılmıştır. (Min ledüni’l-arşi ilâ karâri batni’l-ardı,) Ta Arş-A’la’dan yerin derinliklerine kadar açıktır. (Yerzuku’llàhu külle abdin, alâ kadri nehmetihî ve himmetihî) Allah-u Teàlâ her kulu himmetine ve hacetine göre, ihtiyacına ve sarf ettiği gayrete göre rızıklandırır. O geniş rızık kapısından, Allah-u Teàlâ Hazretleri rızıkları kullarına ihsan eder.”
Muhterem Kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi yarattı, halikımız o… Şu dünyada gördüğümüz şeyleri de bize musahhar eyledi. Bizim emrimize tahsis eyledi, bizim hizmetimize verdi.
Şeyh Sa’dî’nin çok güzel bir şiiri vardır Gülistan’da, fevkalâde güzel… Diyor ki:
ابر و باد و مه و خورشيد و فلك در کارند
تا تو نانی به کف آری و به غفلت نخوری
Ebr u bâd u meh u hurşîd u felek der kârend,
Tâ tû nâni be kef âriy u be gaflet ne-hàri
80 İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.IV, s.185; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.X, s.73; Zübeyr ibn-i Avvâm RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.349, no:16004; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.238, no:25923.
“Bulut, rüzgâr, ay, güneş, gökler hepsi harıl harıl çalışıyorlar, sen bir lokma ekmek eline geçiresin de onu yiyesin diye, gaflete düşmeden yaşayasın diye…” Rüzgâr esiyor, bulutları getiriyor, tarlalara bulutlar yağmurları döküyor, Güneş çıkıyor, toprak besliyor, aylar, mevsimler geçiyor, taneler meydana geliyor, buğday oluyor… Hepsi Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin takdiri, sanatı… Tebâreke’llàhu ahsenü’l-hàlikîn… Ne san’at, ne kudret ki, neler neler yaratmış, ne çeşitler yaratmış, hepsini bize musahhar kılmış. Bizim emrimize vermiş, bize tahsis eylemiş.
Hayvanları, çeşitli mahlûkları binek olarak bizler için yaratmış. Binebiliriz, kesebiliriz. Kesmemizde bir vebal yoktur, çünkü Allah müsaade etmiş. Bizim emrimize tahsis etmiş, bizim rızkımız için… Meyvaları yiyebiliriz. Şükredelim diye…
Şimdi bütün bunların hepsi tıkır tıkır saat gibi çalışır; Güneş çalışır, rüzgâr çalışır, yağmur çalışır, bitki çalışır, toprak çalışır, hepsi çalışır. Hepsi bize rızık temin eder, imkân bahşeder, nimet bahşeder… Hepsi tıkır tıkır çalışırlar, vazifelerini bilirler, emirleri tutarlar, kat’iyyen intizamsızlık yapmazlar, asi gelmezler.
Bütün bunların senin için çalışmasına rağmen ey insanoğlu, sen niye söz dinlemiyorsun? Sen ne biçim insansın ki, Allah sana bunca ikramda bulunuyor, sen niye kulluk etmiyorsun?
Ne güzel bir mânâyı dile getirmiş. Allah rahmet eylesin, ne güzel söylemiş!
Her şey bizim emrimize musahhar… Koyunlar bizim, kuzular bizim, balıklar bizim, kuşlar bizim, otlar bizim, meyvalar bizim, sebzeler bizim, tatlılar bizim, tuzlular bizim… Güneş bizim, bulut bizim, rüzgâr bizim, su bizim…
Dağın tepesinde su ihsan etmiş. Taşları çatlatıp pınarlardan şırıl şırıl sular çıkartmış. Her şey bizim emrimizde dönüyor, çalışıyor; biz söz dinlemiyoruz. Çok büyük bir gaflet, çok büyük bir dalâlet, çok büyük bir küstahlık… Çok büyük bir saygısızlık, çok büyük bir şükürsüzlük… Çok yanlış bir yol…
Allah kendisinin Rabliğini bilen, mün’imliğini, nimetleri ikram edici, in’am edici olduğunu bilip de kendisine şükür duygusuyla dolu olarak, hàlisâne kulluk eden kimselerden eylesin cümlemizi…
Şimdi bunları Allah-u Teàlâ Hazretleri bize nasib etmiş, kendisi veriyor. Ayet-i kerimede buyuruyor ki, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm:
مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ (الذاريات: 57)
(Mâ ürîdü minhüm min rizkın ve mâ ürîdü en yut’imûn) “Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (Zâriyât, 51/57)
إِن اللهََّ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ (الذاريات:٨)
(İnna’llàhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn) “Hiç şüphe yok ki, cümle mahlûkatın rızkını veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zâriyât, 51/58)
Allah-u Teâlâ Hazretleri kendisi Rezzâk-ı âlem’dir, rızıkları dağıtır. Kuvvet sahibidir, kudret-i külliye sahibidir.
Allah-u Teâlâ Hazretleri kullardan rızık istemiyor, maaş istemiyor, kendisine ziyafet çekilmesini istemiyor; kendisi rızıklandırıyor.
Kullarından kulluk istiyor, ibadet istiyor, kendisine inkıyad istiyor, kendisine itaat edilmesini istiyor; rızkı kendisi veriyor. Maaşımız ondan, hayatımız ondan, rızıklarımız ondan, gıdamız ondan; bizden itaat istiyor.
“—Biz ne yapıyoruz?”
Biz, maaşımız garantili olduğu halde, rızkımız hazır olduğu halde, Allah bizden ibadet istediği halde, ibadeti terk ediyoruz, rızkın peşinde koşuyoruz.
Sübhànallàh! İkinci bir tezat, ikinci bir şaşılacak şey ki, Allah’ın garanti ettiği şeyin peşinde koşuyoruz. Bir adamın zaten kendisinin olan bir şeyi elde etmek için günler, aylar, yıllar boyu koşturmasına ne lüzum var? Zaten senin…
“—Ne yapacaksın?”
“—Maaş alacağım!”
Zâten maaşın hazır, gelmiş. Şaşkın adam, Allah’a ibadet etsene!
Bir insan rızkın peşinde koşacağım diye eğer Allah’a ibadeti terk ediyorsa, orada kusur yapıyorsa, gözü kördür. Bakıyor ama, bakar kör derler öylelerine…
Öteki a’mâ, Allah’ın cennetiyle müjdelenmiş bir kimse… Allah gözünü almış, o da sabrederse, cennetine girecek. Bu beriki gözü var, görmüyor; daha kör bu… Allah’ın istediği ibadeti yapmıyor; verdiği rızkı yeniden alacağım diye uğraşıyor. Fethedilen yeri yeniden fethedecek. Kazanılmışı yeniden kazanacağım diye uğraşıyor, vakit harcıyor. Allah akıl fikir versin…
“—Pekiyi, insan Allah yolunda gider, çalışırsa ne olur?”
Rızkı insanı takip eder, rızkı insana ulaşır. İnsan ölümden kaçar gibi rızkından kaçsa bile, rızkı kendisini arar, bulur. Ölüm nasıl gelip kendisini arar, bulursa… Azrail AS nerede olsa, Hint’te olsa, Yemen’de olsa, Fizan’da olsa gelir kendisini bulursa, rızkı da kendisini bulur. Kırk tane demir kapının arkasına saklansa, Allah rızkını oraya gönderir.
Meryem Vâlidemiz ne kadar saklı, müstesna bir odada ibadet ediyordu ama, önünde çeşit çeşit rızıklar oluyordu. Allah’a hakkıyla kulluk etse, tevekkül etse insan, nice rızıklara mazhar olur.
Çeşit çeşit şaşkınlıklarımız vardır, yanlış kararlarımız vardır, yanlış istikametlere yönelmişizdir. Onun için, Allah dünya hırsını içimizden alsın, ahirete rağbeti içimize doldursun… Kendisine kulluğu, ibadeti esas gaye edinmeyi nasib eylesin… Dünyaya meyledip de ahireti unutan gafil ve cahillerden eylemesin… Bizleri, çocuklarımızı, zürriyetlerimizi hep sàlih, uyanık, has, hàlis mü’minler eylesin… Bizi de müttakîlere imam eylesin…
d. Yemeğin İçine Böcek Düşerse…
Dördüncü hadis-i şerif.
Selmân-ı Fârisî RA’dan rivayet edilmiş.
Peygamber SAS Efendimiz Selmân-ı Fârisî RA’a hitaben
buyurmuşlar ki:81
يَا سَلْمَانُ، كُلُُّ طَعَامٍ وَشَرَابٍ وَقَعَتْ فِيهِ دَابَّةٌ لَيْسَ لَهَا دَمٌ، فَهُوَ
الْحَلالُ أَكْلُهُ وَشُرْبُهُ وَوُضُوءُهُ (قط. خط. عن سلمان)
RE. 497/4 (Yâ selmânü, küllü taàmin ve şerâbin vekaat fîhi dâbbetün leyse lehâ demün, fehüve’l-halâlü eklühû ve şürbuhû ve vudùuhû.) (Yâ selmânü) “Ey Selmân! (Küllü taàmin ve şerâbin vekaat fîhi dâbbetün leyse lehâ demün) Her yenen bir yemeğin, içilen bir meşrubatın içine kanı olmayan bir böcek, bir hayvan düşerse,
(fehüve’l-halâlü eklühû ve şürbuhû ve vudùuhû) onu necis hale getirmez, o yemek yenilebilir, o su içilebilir. O su ile abdest alınabilir.”
Selman RA, meşhur Selmân-ı Fârisî Hazretleridir. Efendimiz SAS:82
سَلْمَانُ مِنَّا أَهْلَ الْبَيْتِ (ابن سعد، والحسن بن سفيان، طب. ك. كر عن كثير بن عبد الله بن عمرو بن عوف المزني عن أبيه عن جده)
81 Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.253, no:1125; Dâra Kutnî, Sünen, c.I, s.37, no:1; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.257, no:4763; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.III, s.406; Hatîb-i Bağdâdî, el-Müttefik ve’l-Müfterik, c.I, s.96, no:Selmân- ı Fârisî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.375. no:26541; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.245, no:25946.
82Hàkim, Müstedrek, c.III, s.691, no:6541; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VI, s.212, no:6040; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VI, s.189, no:10137; İbn-i Sa’d, Tabâkàt, c.IV, s.83; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXI, s.408; Mizzî, Tehzîbü’l- Kelâm, c.XI, s.251; Ebû nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.I, s.136, no:125; Küseyr ibn-i Abdullah el-Müzenî babasından, o da dedesinden.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.337, no:3522; Bezzâr, Müsned, c.II, s.293,
no:6534; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IX, s.154, no:14688; Hz. Ali RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.690, no:33340; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.284, no:13125.
(Selmânü minnâ ehle’l-beyt) “Selmân bizdendir, bizim ehl-i beytimizdendir.” diye iltifat buyurmuştur.
Selman RA’ın macerası başlı başına bizim için bir ibrettir. Uzun uzun hayatını anlatıp, ondan ibret almak lâzım! Hayatında birçok safhalardan geçerek Peygamber Efendimiz’in sahabeliği ile
nurlanmıştır.
Kendisi ateşperest bir kavmin içinden bir köy ağasının, bir reisin, bir başkanın, bir kavmin ulusu olan bir şahsın çocuğu olarak dünyaya gelmiş. O kavim ateşe tapıyorlar, ateşperest, yâni mecûsî inancına sahipler.
O bir rahibin yanından geçerken hak dini öğrenmiş ve hak dine kendisi tâbî olmuş, yerini yurdunu terk etmiş. Hatta bizim bu Anadolu’ya gelmiş. Anadolu’da muhtelif yerleri gezmiş, Bursa civarında kalmış, Suriye’ye gitmiş. İyi insan aramış, takvâ ehli insan aramış, hakiki alim insan aramış. Allah’tan korkan, ahiretini satıp dünyalık toplamaya çalışmayan, halis dindar arayıp mâneviyatını takviye etmek istemiş.
Böyle bir zatı bulunca ona hizmet etmiş. O vefat ederken, onun
tavsiyesi ile başka bir kimsenin yanına gitmiş. En sonuncu şahıs da demiş ki:
“—Sen mümkünse Hicaz taraflarına git! Oradan yeni peygamber çıkacak…” Bunun üzerine, Hicaz’a gidecek bir kafileye katılmış. Yolda bunu köle diye satmışlar. Köle olarak Medine-i Münevvere’ye ulaşmış. Orada bir yahudinin kölesi iken, Peygamber Efendimiz Medine’ye teşrif buyurmuş. Sonunda Peygamber Efendimiz’i ziyaret edip, iman ile müşerref olmuş. Allah şefaatlerine nail eylesin…
e. Bana Secde Etme!
Selmân-ı Fârisî RA’dan rivayet edilmiş diğer bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz ona hitâben buyurmuşlar ki:83
يَا سَلْمَانُ، لاَ تَسْجُدْ لِى ، أَ رَأَيْتَ لَوْ مِتَّ أَكُنْتُ ساَجدًا لِ قَبْرِي؟ لاَ
تَسْجُدْ لِى ، وَاسْجُدْ لِلْحَىِّ الَّذِى لاَ يَمُوتْ (الديلمي عن سلمان)
RE. 497/5 (Yâ selmân, lâ tescüd lî, e raeyte lev mittü e küntü sâciden li-kabrî? Lâ tescüd lî, ve’scüd li’l-hayyi’llezî lâ yemût.) “Ey Selman, bana secde etme!” Çünkü eski ümmetlerde hürmetin nişanesi olarak secde ederlerdi. Siz de tarih kitaplarında görmüşsünüzdür ki bazı hükümdarlara köleler veya bazı tebea secde ederlerdi. Eski tarihî filmlerde filân görmüşsünüzdür. Secde etmek bir hürmet nişânesi oluyor.
Kur’an-ı Kerim’de de Yusuf AS’ın hayat hikâyesi anlatılırken, anne ve babasının öbür kardeşleriyle beraber kendisine secde ettikleri anlatılıyor. Demek ki o devirde öyle hürmet ifadesi olarak secde etmek olmuş. Yusuf AS peygamber iken, onun yanına gelen annesi, babası ve kardeşleri on secdeye kapanmışlar, sevgilerinden, hürmetlerinden dolayı…
83 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.387, no:8510 (2); Selmân-ı Fârisî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.476, no:19860; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.246, no:25948.
Rüyasını daha önce görmüş olduğu hadise tahakkuk etmiş.
Daha küçükken babasına diyor ki:
“—Babacığım 11 tane yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i bana secde ederken gördüm rüyamda…” diyor, anlatıyor.
Babası diyor ki:
“—Aman evlâdım, rüyanı kardeşlerine anlatma; kıskanırlar, sana bir oyun ederler. Sana kasdederler.”
Tabii uzun maceralardan sonra, Mısır’a yerleşiyor; kölelikten Mısır azizi olma durumuna geliyor. Kendisine peygamberlik verilmiş, cemâl sahibi, kemal sahibi mübarek bir kimse… Sonradan annesini, babasını da Kenan diyarından kendisinin bulunduğu, vazife gördüğü beldeye getirtiyor.
Onların hepsi gelince, kendisine bir ara kötülük yapmış kardeşleri de mahcuplar tabii… Üzülüyorlar yaptıkları kusurlardan dolayı… Özürler diliyorlar.
O da o zaman;
لاَ تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهَُّ لَكُمْ، وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
(يوسف:92)
(Lâ tesrîbe aleykümü’l-yevme yağfiru’llâhu leküm ve hüve erhamü’r-râhimîn) ‘‘Bugün artık kendi kendinizi kınayıp mahcup olmanıza lüzum yok. Ben affettim, Allah da sizi affeder, O Erhamü’r-râhimîn’dir.’’ (Yusuf, 12/92) diye teselli ediyor onları.
Hepsi kendisine secde ediyorlar. O zaman 11 tane yıldızın secde etmesi, Ay’ın ve Güneş’in secde etmesi rüyası gerçekleşmiş oluyor. Annesi babası Ay ve Güneş; 11 yıldız da kardeşleri… Rüyasını önceden gördüğü hadise sonradan tahakkuk ediyor Yusuf AS’ın…
Tabii bu hikâyede nice ibretler vardır. Rüyanın bir kısmının ileriye doğru olacak hadiselerde birer hakiki şahit ve haber olması durumu vardır.
Sonra sabredenlerin, takvâ ile hareket edenlerin, Allah’ın rızası yolunda yürüyenlerin birtakım meşakkatlere uğrasalar bile sonunda yine nimetlere, lütuflara erecekleri; zulüm yapanların,
haksızlık yapanların da sonunda bir gün üzüleceği bildirilmiş oluyor.
Onun için şairin birisi diyor ki:
Zâlimlere bir gün dedirir Hazret-i Mevlâ;
Tallàhi lekad âsereke’llàhu aleynâ…
Zalimler bir gün yaptıklarına pişman olurlar da, “Allah seni bizden üstün kıldı. Bak sana nimet verdi, biz haksızlık etmişiz, hata bizdeymiş. Hatamızı anladık.” (Yusuf, 12/91) dedirtir Allah. Bir gün o noktaya getirtir.
Allah bizi zulmetmekten korusun… Zulme uğramaktan da korusun… Dünya ve ahiretin hayırlarına erdirsin…
Eskiden secde varmış. Selman RA da tabii İran’dan yetişti, Anadolu’ya geldi, Hristiyan rahiplerin yanında bulundu. Onların adetlerini gördü. Demek ki Efendimize sevgisinden, muhabbetinden, ona hürmetini ifade etmek için secde etmeye kalktı.
Secde etmeye kalkınca, Peygamber Efendimiz secde etmesini yasaklıyor. Diyor ki:
“—Yâ Selman, (lâ tescüd lî) bana secde etme! (E raeyte lev mittü e küntü sâciden li-kabrî) Ben ölsem, benim kabrime secde eder miydin? (Lâ tescüd lî) Bana secde etme; (ve’scüd li’l-hayyi’llezî lâ yemût) hiç ölmeyen, Hayy ü Kayyûm olan, lâ yemût olan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne secde et!” diye Allah’a secde etmenin doğru olacağını bildiriyor. Kula secde etmenin doğru olmadığını bildiriyor.
Başka bir hadis-i şerif vardır, secde mevzuunda…
“—Bir kimsenin bir kimseye secde etmesi doğru olmaz. Eğer böyle bir secde etmek doğru olsaydı da ben secde edin diye emredecek olsaydım, kadınlara kocalarına secde etmelerini emrederdim. Ama secde etmek yok...” buyuruyor Peygamber Efendimiz…
Buradan da anlıyoruz ki, Müslüman sàliha hatunlar beylerine çok hürmetkâr olacaklar. Tabii, beyler de sàliha hatunlarına karşı son derece saygılı, himâyekâr olacaklar. Onların hukuklarına
riayetkâr olacaklar. Ev bir muhabbet ocağı halinde olacak. Ama hanım efendisine saygılı olacak.
Saygının bir çeşidi de ismiyle hitab etmemektir. Eskiden buna
çok dikkat ederlermiş. “Ahmed bey, Mehmed bey, Hasan bey, Hüseyin bey…” diye ismiyle hitap etmezlermiş. Hatta doğrudan doğruya, “Ahmed, Mehmed, Ali, Veli…” demezlermiş. Bunlar bizim eski töremizde yok…
“Efendi!” derlermiş, “Yâ hu!” derlermiş. “Yâ hu” ne demek, “Ey o!” demek. İsmini söylemiyor, “Bakar mısın?” diyor.
Eskileri bir anlasak çok iyi olacak. Çünkü çok güzel edepleri öğrenmişler, hazmetmişler, hayatlarını o güzel edeple yaşamışlar. Evde bir yemek olsa komşulara da vermişler. Onun için tekerleme
var: “—Komşuda pişer, bize de düşer!” derler.
Çünkü komşuda oldu mu, kaç komşuya dağıtırlarmış.
“—İşte biraz mantı yaptık, tatlı yaptık, tuzlu yaptık, siz de buyurun!” derlermiş.
Şimdi hiç öyle şeyler kalmadı. Bir apartmandaki insan komşusunu tanımıyor. Alt kattakini, üst kattakini tanımıyor. Kimse kimseye gitmiyor. Gitse bir türlü, gitmese bir türlü…
Gittiğin zaman beraber oturtuyorlar. Hanım geliyor, elini sıkmağa kalkıyor. Sıkmayınca, bu sefer tepki gösteriyorlar.
Yâhu benim adetim değil… İslâm’a uygun değil. Peygamber Efendimiz kadınların elini sıkmamış. Bey’at ederken, erkeklerle musafaha yapmış da kadınların eline hiç dokunmamış. Peygamber Efendimiz’in yaptığını yapıyorum.
“—Vay gerici, vay yobaz! Kravat da bağlamıyorsun ah seni seni… Anladım, sen gericisin!”
Ne anladın sen? Hiçbir şey anlamadın… Hayatı da anlamamışın, karşındaki insana saygıyı da anlayamamışın. Dünyanın hangi ülkesine gitsen, herkesin bir başka türlü örfü, adeti olduğunu görüyorsun.
Görmüyor musun Japonların halini? Nasıl kimonoları giyiyorlar, kuşakları sarıyorlar. Diz üstünde sürüne sürüne gidiyorlar, konuşuyorlar. Evlerinde koltuk görüyor musun? Kendi törelerine göre perdeleri başka türlü, giyimleri başka türlü…
Çinliyi ayıplıyor musun, iki tane çubukla pilav yiyor diye? Kaşık yok işte, buyur bakalım! Bizim pilav kaşıkla yenir. Pilav geldi mi, “Kaşık nerede?” deriz hemen. Ama Çinliler kaşıkla yemiyor, iki tane çubukla yiyor.
İtalyanlar da bizim eriştemizi makarna diye isimlendirmişler. Onlar da makarnayı bütün kaynatıyorlar. Böyle yukarıya kadar kaldırıp, ağzını altına tutup, solucan yutar gibi öyle yiyorlar. Onların adeti de öyle… Bizdekiler güzel güzel kesilmiş, kıyılmış. Herkesin bir töresi var…
Bizim pantolonlarımız geniş. Neden? Biz namaz kılacağız, secde edeceğiz. Dar olursa, secdeye varırken yukarı çekmek gerekir. Dar olursa, biraz zorlandı mı arkadan yırtılır.
O oranın modası… Sımsıkı sarıyorlar paket sarar gibi, kasabın kıymayı kâğıda sardığı gibi…
Bir blue-jean pantolon giyiyor bizim gençler, sımsıkı, kasabın eti sardığı gibi… O bir başka moda, bizimki başka moda…
“—Haa, sen şalvar giydin, ayıp!”
Niye ayıp olsun. Eskiden gülerlerdi bize ama şimdi gülemiyorlar. Çünkü şalvar modası Avrupa’dan geliyor. Avrupalılar gördüler şalvarın zevkli olduğunu, rahat olduğunu, sıhhî olduğunu, onlar şalvar giymeye başladı. Şimdi Avrupa’dan şalvar geldi mi, giyiyor millet…
Şalvar giyiyor, abâye giyiyor, harmâne giyiyor. Niye? Avrupa’dan geldi.
Sübhànallàh, bizim şahsiyetimiz ne oldu, töremiz ne oldu?
Bizim halimiz başka… Avrupalı sakallarını kazır, bıyıklarını da kazır. Bazısı daha ileri gidiyor kaşlarını da kazıyor. Jül Brainer diye birisi vardı, cascavlaktı, hiç tüy yoktu kafasında…
Allah bu kılları bir sebeple yaratmış. Bu kaşın kılları, alnı terlediği zaman insanın, terlerin göze girmemesi için, terleri kenara akıtmak için… Ağzın üstündeki kılların, altındaki kılların bir sebebi var… Kışın sakalın biraz uzun oldu mu, boğazın hiç ağrımaz, hiç hasta olmazsın.
Ama sen bunu kesiyorsun cascavlak, ondan sonra boğazına kaşkol sarıp öyle dolaşıyorsun. Sakalın olsaydı hiç üşümeyecektin.
Her milletin kendine göre bir örfü var, ayrı… Ama İslâm milletinin kendi örfü tamamen ayrı… Ne diye onu ayıplıyorsun? Ayıplarsan, sen kültürsüzsün demek, medeniyeti tanıyamamışsın.
İngiltere’ye gidiyoruz, Almanya’ya gidiyoruz. Herkes istediği gibi giyiniyor. Afrika’dan gelenler var, Suudi Arabistan’dan gelenler var, başka yerlerden gelenler var; kimse kimseye karışmıyor.
O bakımdan Allah bizi kendi özümüze, kendi inancımıza bağlı eylesin… Kimseden korkmadan, endişe etmeden, “Arkadaş benim halim böyle! Ben böyleyim.” dersin, olur biter.
Demek ki kulun kula secdesi yok… Secde Allah’a yapılır. Kabre secde etmek de yok… Onu da öğreniyoruz bu hadis-i şeriften… Herhangi bir başka şeye de secde etmek yok…
Ne güzel söylüyor Mehmet Akif Rh.A:
O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar!
Mü’minin başı rükûda eğiliyor, secdede yere geliyor. Öyle
olmasa, başka zaman bu bel eğilmez; dimdik, sapasağlam durur. Çünkü Allah’a inanmış insanın bir izzeti vardır ki, hiçbir kimse ona erişemez Müslüman olmayanlardan…
f. Hastanın Duaları Makbuldür
Altıncı hadis-i şerif.
Bu da yine Selmân-ı Fârisî RA’dan rivayet edilmiş. Selmânü’l- Fârisî Hazretleri İranlıların cennete en önde gideni olacak. Hastalanmış anlaşılan… Peygamber SAS Efendimiz ona buyurmuşlar ki:84
يَا سَلْمَانُ، إِنَّ الْمُبْتَلَى مُسْتَجَابٌ دَعَوَاتُهُ؛ فَادْعُ وَتَخَيَّرْ مِنَ الدَّعَاء،
اُدْعُ أَنْتَ وَأُؤَمِّنُ أَنَا (الديلم ي عن سلمان)
RE. 497/6 (Yâ selmân, inne’l-mübtelâ müstecâbün deavatühû; fe’d’u ve tehayyer mine’d-duài, üd’u ente ve üemmminü ene.) (Yâ selmân ) “Ey Selman, (inne’l-mübtelâ müstecâbün deavatühû) bir derde uğrayan, hastalanan bir kimsenin duaları makbuldür. Allah dualarını kabul eder.” O Allah’ın artık nazlı, kıymetli, müstesna bir kulu oluyor. Hastalandı ya, o hastalığının hatırına Allah dualarını kabul ediyor.
“Hasta kulun duaları makbuldür. ( Fed’u) Sen dua et, (ve tehayyer mine’d-duài) seç duadan, hangi duayı etmek istiyorsan et! (Üd’u ente ve üemminü ene) Sen dua et, ben de sana amîn diyeyim.” diyor.
Bundan çıkan ders şudur: Hastalık Allah’ın takdiri ile insanın başına geliyor. Evet hastalık istenmez.
“—Allah’tan istediğinizde afiyet isteyin!” buyruluyor.
Neden afiyeti isteyeceğiz? Afiyetin iki taraflı mânâsı var: Bir tarafı hastalıklardan uzak olmak mânâsına geliyor, öbür tarafı da belâlardan uzak olmak mânâsına geliyor. Yâni hem sıhhatli, hem de başı dinç ve esen olmak mânâsına geliyor.
84 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.387, no:8510; Selmân-ı Fârisî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.107, no:3368; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.245, no:25944.
Yâni Allah insana afiyeti verdi mi, bu ne demek? Hem vücudu sıhhatli olacak, hem de gönlü şen olacak demek. Çünkü bazen insan turp gibi sıhhatli olur, Allah başına bir dert verir, dünya başına yıkılır. Dünya başına dar gelir. Sıhhatli ama dertli adam…
Yar yüreğim yar,
Gör ki neler var?
Ne dertler var… Bir ah çeker derinden, yer oynar yerinden… Neden? Dertli…
Demek ki, “Yâ Rabbi, sen bana sağlık ver!” dese insan, yetmez. Ne diyecek? “Afiyet ver yâ Rabbi!” diyecek ki, afiyet hem sağlığı ihtiva ediyor, hem de belâlardan mahfuz olmayı ifade ediyor.
Demek ki afiyeti isteyeceğiz. İsteyeceğiz ama Allah’ın takdiri… Bir sebepten hasta olursak ne yapacağız? Hastalığımıza bir bakıma sevineceğiz. Çünkü dualar kabul…
Hastanın iniltisi teşbihtir, uykusu ibadettir. Duaları makbuldür. Günahları mağfurdur. Defter-i a’mâlindeki bütün günahlar silinir, anasından doğduğu gündeki gibi tertemiz olur. Hayat yeniden başlar. “Defterin tertemiz oldu, işe yeniden başla!” denilir.
O bakımdan hastalık bir nevi ikramdır. Allah’ın bir çeşit ikramıdır ki, sevap kazanma vesilesi oluyor; bir.
İkincisi, işin bizim tarafımızdan açıkgözlülük, kârlılık tarafına gelecek olursak, muhterem kardeşlerim, hasta ziyaretini çok yapalım!
“—Neden?”
Duası makbul mübareğin… Gideriz elini tutarız, alnını tutarız, “Nasılsın?” deriz.
“—Hoş geldin, Allah senden razı olsun!” dedi mi yaşadık.
O zaman ne mutlu bize…
Onun için, hastayı ziyaret edelim ve kendisinden dua isteyelim! Diyelim ki:
“—Sen bir çeşit hastasın, biz senden beter durumdayız. Sen bize dua et, biz de âmin diyelim!” diyelim.
Biz sıhhatliyiz ama, sıhhatli olmak daha tehlikeli… Sıhhatli olduğu zaman insan, karnı tok sırtı pek olduğu zaman çeşitli
günahlara dalıyor. Hasta olsa Allah’ı anar, tesbih çeker, dua eder. Sıhhatli olduğu zaman neler neler yapıyor! Allah’ı unutuyor, nice hatalı işler yapıyor.
Demek ki, mümkün olduğu kadar hasta ziyaretini yapacağız. Cuma günü yapmanızı tavsiye ederim. Cuma günü hasta ziyaret etmek, sadaka vermek, Cuma namazı kılmakla beraber, bir de oruçlu olursa insan, bir de cenaze namazı kılarsa, onlar hakkında çok mükâfatlar var. Cuma günü böyle hayırları çokça yapmağa gayret edin!
Bir de muhterem kardeşlerim, hasta ziyareti hastaya ilaç gibi fayda verir. Bir keresinde ben bir hata işledim. Lise talebesiydim. Rahmetli anam üzülmesin diye, ev halkından kimseye haber vermeden hastaneye gittim, ameliyat oldum. Meğer ziyaretçisiz olmak ne zor şeymiş. Herkesin ziyaretçisi geliyor, ben yatakta yatıyorum, benim ziyaretçim yok… Herkes bana bakıyor, acıyorlar. Ben de ona sinirleniyorum. Ben söylemedim, ondan gelmiyorlar. Yoksa söylesem, bir sürü insan gelecekti ama, anam üzülmesin diye söylemedim. Zor oluyor. İnsan ziyaretçi bekliyor.
Böyle hastanedeki, askerdeki, hapisteki çeşitli yerlerdeki kardeşlerinizi ziyaret edin! Onun da çok sevabı var…
Sonuncu bir tavsiye: Hastanın ziyareti kısa olacak. Başına oturup da iki saat durulmayacak. Çünkü sıkışır, daha başka bir sıkıntısı olur. Gözleri kapanır, uyku uyumak ihtiyacı olur vs. Biraz halini hatırını sorarsın, ondan sonra, “Bana müsaade…” dersin.
Hastanın yanından süratle kalkmak, insanın akıllı, fikirli, ciddî, iyi bir Müslüman olduğunun alâmetidir. Bu konuda Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:85
أَفْضَلُ الْعِيَ ادَةِ أَ جْرًا، سُرْعَةُ الْقِيَامِ مِنْ عِنْدِ الْمَرِيضِ (الديلمي عن
85 Sehàvî, Mekàsîdü’l-Hasene, c.I, s.131; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Marîd ve’l-Keffarât, c.I, s.131; Said ibn-i Müseyyeb Rh.A’ten mürsel olarak.
Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.97, no:25153; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.155, no:459; Câmiü’l- Ehàdîs, c.V, s.230, no:4037.
جابر؛ ابن أبى الدنيا، هب. عن سعيد بن المسيب مرسلاً)
RE. 77/9 (Efdalü’l-iyâdeti ecran, sür’atü’l-kıyâmi min indi’l- marîd)
(Efdalü’l-iyâdeti ecran) “Hasta ziyaretinin sevap bakımından en faziletlisi, en üstünü, en sevaplısı, en güzeli, en yerinde olanı, (sür’atü’l-kıyâmi min indi’l-marîd) hastanın yanından çabuk kalkıp gitmektir.”
g. Peygamber Efendimiz’e Buğz Etmek
Sonuncu hadis-i şerif.
Selmân-ı Fârisî RA’dan rivayet edilmiş. Tirmizî’de var, hasen
hadis-i şerif diye bildirmiş, daha başka kaynaklarda da var.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:86
يَا سَلْمَانُ، لاَ تُبْغِضْنِي فَتُفَارِقَ دِينَكَ. قَالَ: كَيْفَ؟ قَالَ : تُبْغِضُ الْعَرَبَ
فَتُبْغِضُنِي (ط. حم . ع. طب. ك . هب . ت . حسن عن سلمان)
RE. 497/7 (Yâ selmân, lâ tübgıdnî fetüfârıka dînüke. Kàle: Keyfe? Kàle: Tübgıdu’l-arabe fetübgıdunî.) (Yâ selmân) “Ey Selmân, (lâ tübgıdnî) bana buğz etme, bana kızma; ( fetüfârık a dînüke) böyle yaparsan dininden kopar, ayrılır gidersin. Müslümanlıktan çıkarsın. Müslüman Peygamber Efendimiz’e kızabilir mi?
Kızmasa, hükmüne razı olmasa bile Müslümanlığa sığmaz, İslâm’dan çıkmış olur.
Peygamber Efendimiz’i insanların hepsinden daha çok sevmesi
86 Tirmizî, Sünen, c.XII, s.437, no:3862; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.440, no:23782; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.96, no:6995; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.VI, s.238, no:6093; Bezzâr, Müsned, c.I, s.389, no:2513; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.91, no:658; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.229, no:1607; Selmân-ı Fârisî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.44, no:33921; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.246, no:25947.
lâzım bütün Müslümanların… Bizim de öyle… Çocuklarımıza da Peygamber Efendimiz’in sevgisini aşılayarak yetiştirmemiz lâzım! Bizim de Peygamber Efendimiz dediğimiz zaman, yüreğimiz ağzımıza gelmeli! Heyecandan, sevgiden bir hal olmalıyız. SAS Efendimiz’e en güzel tarzda, sevgi ve muhabbet duygularıyla bağlı olmalıyız.
“—Ey Selman, sakın bana kızma, yoksa dininden kopar gidersin!”
(Kàle) Selman RA hayretle sordu: (Keyfe) “Yâ Rasûlallah, sana nasıl buğz edebilirim, nasıl kızabilirim?”
(Kàle) Buyurdu ki: (Tübgıdu’l-arabe fetübgıdunî) “Araba buğz edersen, Arap kavmine kızarsan, bana kızmış olursun!” Bu devirde biraz hafifledi ama, Araplara çatan çoktur bizim memlekette, moda gibidir. Hatta pis filân derler, şöyle derler, böyle derler.
Canım dünyada pislik-temizlik zenginlikle, görgü ile ilgili bir şeydir. Hindistan’a gitsen mahvolursun. Çin’e gitsen beter olursun. Belki bir hristiyan Güney Amerika ülkesine gitsen, ne kadar pislikler görürsün.
Avrupalılar da pistir. Ben sokaklarını filân anlatmaktan utanırım yâni. Evlerinde köpekle beraber otururlar, kalkarlar. Bir kendileri ısırırlar, bir köpeğe ısırtırlar. Sonra kendilerini temizlemezler, cünüplükten yıkanmazlar, taharetlenmezler. Çeşitli pislikleri vardır.
“—Hacca gittim de şöyle oldu da, böyle oldu da…”
“—Bırak bu gevezelikleri, dedikodu etmeyi… Güzel şeylerden bahset!”
Kimisi çok aleyhte bulunuyor, ileri geri söyleniyor:
“—Bize Cihan Harbinde şöyle yaptılar da, böyle yaptılar da…”
Canım, yapanlar hesabını verir. Sen şimdi bu zamana gel! Komşumuzdur, Suriye’dir; komşumuzdur, Irak’tır; komşumuzdur, Kuveyt’tir; komşumuzdur, falancadır… Biz şimdi iyi komşuluk münasebetleri içinde eskiyi tamir edip düzeltmeye bakalım!
Daha önceden, hepsi aynı ülkenin vatandaşları durumunda idi. Sonra devletimiz parçalandı, dağıldılar. Şimdi toparlanmaya bakalım! Zaten adamların başı sıkışık, bize ihtiyaçları var, biz de onları dışlamayalım!
Arab’a ters bakıyorlar. Allah’ın hiçbir kulunu hor görmemek lâzım! İmanlı kulun derecesi çok yüksektir. Allah’ın sevdiği kullara düşmanlık besleyen iflah olmaz. Onun için bu sözleri bırakalım!
Araplardan birisi ile Libya’da karşılaştım.
“—Müslümanlık iyi değil Türkiye’de,” dedi.
“—Neden?” dedim.
“—Cuma namazında cami aradım, bulamadım!” dedi.
“—Hangi şehirde?” dedim.
“—İstanbul’da…” dedi.
“—Sübhànallàh…” dedim.
Sonra aklıma geldi:
“—Nerede misafir kaldın?” dedim.
“—Ataköy’de…” dedi. “—Orası mâbetsiz şehir, orada bulamazsın!” dedim.
Sonra dedi ki:
“—Siz Arapları çok hor görüyorsunuz.” dedi.
“—Yok yâ, hor görmeyiz, severiz. Araplar bizim kardeşimiz.” dedim.
“—Yok!” dedi. “Ben bir manavdan alışveriş yapıyordum, meyva alıyordum. Oradan bir köpek geçiyordu. ‘Arap… Arap… Arap…’ dediler ona.” dedi.
Sübhànallàh, o zaman aklım başıma geldi. Hiç o zamana kadar düşünmemiştim. Adamcağızın yüreğine işlemiş, köpeğe “Arap… Arap…” denmesi.
Dedim ki:
“—Bizim Türkçede Arap iki mânâya gelir. Bir siyah mânâsına gelir; bir de bir kavmin adı mânâsına gelir.”
O zamana kadar düşünmemiştim. Düşündüm ki, doğru demiyoruz. Köpeğe, kediye Arap demek doğru değil. Çünkü Peygamber Efendimiz Arap kavminden… Renginden dolayı diyoruz biz onu ama, yine demememiz lâzım!
Sözümüze dikkat edelim! Bazen yanlış bir söz söyleriz, bilmeden başkalarının kalbini kırabiliriz.
Araplar bizim Müslüman kardeşlerimizdir, kızmayacağız. Hatalı olanların Allah cezasını verir. Bizim de hatalı olanlarımızın
cezasını verir Allah… Biz hatalı olmamaya gayret edelim. Müslümanlar kardeştir, birbirimizi sevelim!
“—Filanca kardeşimiz Kürt…”
“—Müslüman mı?”
“—Müslüman…”
“—Tamam, yeter.”
“—Filanca kardeşimiz Çerkeş…”
“—Müslüman mı?”
“—Müslüman…”
“—Tamam, yeter.”
“—Filanca kardeşimiz Boşnak…”
“—Müslüman mı?”
“—Müslüman…”
“—Tamam, yeter.”
“—Filanca kardeşimiz Rum…”
“—Müslüman mı?”
“—Müslüman…”
“—Canım kardeşim, ne olacak. Müslüman olduktan sonra bir mesele yok…”
Müslüman değilse bile, bizim ecdadımız komşuluk münasebetlerinde çok yumuşak davranmışlar. Güzel ahlâkları ile onları büyülemişler, teshir etmişler, kendilerini sevdirmişler, İslâm’ı tebliğ etmişler; gönül hoşluğu ile onlar Müslüman olmuşlar. O da mümkün…
Birisi şu anda henüz Müslüman değil diye hemen dışlamamalı, çalışmalı üzerinde… Bakarsın, bir zaman gelir Müslüman olur. Müslüman olduktan sonra kardeşimiz olur. Kelime-i şehadet getirdi mi, Allah geçmiş günahların hepsini siler, tertemiz olur. Ondan sonra durumuna dikkat etti mi, yaşadı.
Bizim burada bir Ermeni Barsam Usta vardı. Müslüman oldu, Hocamız rahmetli ona Zâhid adını verdi. Zâhid Barsam, Ermeni… Olsun, Müslüman…
Papazlar geliyormuş:
“—Yâhu sen niye dininden döndün? Niye Hristiyanlığı bırakıp Müslüman oldun? Zamane Müslümanları şöyle kötü, böyle kötü…” diye kötü misaller anlatıyorlarmış.
O diyormuş ki onlara:
“—Siz suyun kanalizasyonlardaki akışına bakıyorsunuz, bu su pis diyorsunuz. Gidin suyun dağdan çıktığı pınarına bakın, o zaman anlarsınız.” diyormuş.
İslâm’ın aslı, özü, pınarı neresi? Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler, Peygamber Efendimizin asr-ı saadeti… Oraya bakarsa insan, İslâm’ın ne kadar güzel olduğunu görür. 20. Yüzyıl’ın Türkiye Müslümanlarına bakarsa, o zaman bizim kusurumuz çok, Allah affetsin…
Pakistanlı bir kimse ile tanıştım, Güney Afrika’da vazife görüyormuş. Sakallı, Müslüman, mütedeyyin bir insan…
“—Benim babam, Türkler için kasideler yazardı. Türkleri anarken hüngür hüngür ağlardı, göz yaşı dökerdi. Onlar evliyadır, onlar mübarek insanlardır. Onlar bizim gibi insanlar değillerdir diye bahsederdi.” dedi. “Geldim İstanbul’a, Türkleri gördüm.” dedi.
“—Eyvah, keşke uzaktan duysaydı da gelip görmeseydi.” dedim.
Gelmiş, Eminönü’nü, Beyoğlu’nu, Sirkeci’yi görünce kim bilir ne kadar üzülmüştür. “Nerede kaldı Müslümanlık?” diye.
Bizde kusur çok, beldelerimizde İslâm’ı iyi koruyamamışız. Camilerimizi bile koruyamamışız da yıkılmış, harabe olmuş. Medreselerimiz yıkılmış, taşı bile kalmamış. İlim kalmamış, bilgi kalmamış, İslâm’dan uzaklaşmışız.
Allah bize tekrar ilim, irfan, edep, erkân nasib eylesin… Has, halis, hakiki Müslüman olmayı, rızasına ermeyi, cennetine girmeyi nasib eylesin…
Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!
15. 11. 1987 – İskenderpaşa Camii