04. İYİLİĞİ EMRETMEK, KÖTÜLÜĞÜ ENGELLEMEK

05. HAK DİN İSLÂM



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, şefîi’l-müznibîn muhammedin’il-mustafâ ve âlihi ve sahbihi ecmaîn... Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...

Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân ve eyyühe’l-müslimûn!.. Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sâhibehâ fi’n-nâr, ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:


يَا أَبَا بَكْرٍ، أَ عْطَاكَ اللهُ الرِّضْ وَانَ اْلأَكْبر. قَال :َ ومَ ا رِضْوَانَهُ الأَكْبَرُ؟


قَالَ: إِنَّ اللهَ يَتَجَلَّى لِلْخَلْقِ عَامَّةً، وَيَتَجَلَّي لَكَ خَاصَّةً (ابن مردويه

عن أنس؛ ك. وتعقب عن جابر)


RE. 492/2 (Yâ ebâ bekrin, a’take’llàhu ’r-rıdvâne’l-ekber . Kàle: Vemâ rıdvânuhü’l-ekber? Kàle: İnna’llàhe yetecellâ li’l-halki âmmeten, ve yetecellâ leke hassah.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.


Aziz ve muhterem kardeşlerim!

Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ikramı, ihsanı dünya ve ahirette üzerinize olsun... Allah-u Teàlâ Hazretleri sizleri ve bizleri sevdiği kullarından eylesin... Sevdiğimiz neticelere vâsıl eylesin...

Peygamber SAS Efendimiz’in hadîs-i şerifleri, sünnet-i seniyyesi dinimizin direği, can damarımızdır. O bakımdan yaz kış fırsat buldukça, Allah imkân verdiği kadar bu hadîs-i şerifleri okumak, dinlemek üzere burada toplanıyoruz. Allah cümlemizden razı olsun…

159

Peygamber SAS Efendimiz’in hadîs-i şeriflerinden bir demet okuyup feyizyâb olmaya gayret ediyoruz. Hiç şüphe yok ki bu çalışma, bu tercih ahiret hayrı bakımından insanın pazar günü piknik yerlerine gitmesinden, gezmesinden, eğlenmesinden çok daha önde gelen kıymetli bir çalışma… Allah ecrinizi bol bol ihsan eylesin…


Bu hadîs-i şeriflerin okunmasına ve izahına başlamadan önce, evvelen ve hâsseten Peygamber Efendimiz’e sevgimizin, saygımızın ve bağlılığımızın bir nişânesi, tezâhürü olmak üzere onun ruhuna hediye etmek için, sonra onun cümle âlinin ve pâk ashâbının, etbâının, ahbabının ruhlarına hediye edelim diye; sâir enbiyâ ve mürselîn ve cümle evliyâullah ve mukarrabînin ruhlarına ve bilhassa Ümmet-i Muhammed’in irşadıyla vazifeli olarak çalışmış olan sâdât ve meşâyih-i turuk-u aliyyemizin ve halifelerinin ruhlarına hediye olsun diye;

Uzaktan ve yakından bu hadîs-i şerifleri dinlemek üzere şuraya cem’ olmuş olan siz kardeşlerimizin ahirete göçmüş olan bütün yakınlarının ve sevdiklerinin ruhlarına hediye olsun diye;

Bu beldeleri Allah Allah diye çarpışarak canlarını, mallarını ve bütün gayretlerini ortaya koyarak fethetmiş olan Fatih Sultan Mehmed Han ve askerlerinin ve ecdâdımızın ve sâir mücahidlerin, gâzilerin, şehidlerin ruhlarına hediye olması için;

Camimizin bânisi İskender Paşa merhumun ruhuna hediye olsun diye ve bu camiyi ayakta tutan, tekrar tekrar tamir ve tecdit eyleyenlerin ruhlarına hediye olsun diye; biz yaşayan müslümanların da dünya ve ahiret saadetine ermemize vesile olsun diye bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım, ruhlarına hediye edelim, ondan sonra başlayalım. Buyurun!

………………………….


a. Hazret-i Ebû Bekir’in Fazîleti


Râmuz el-Ehàdis kitabının 492. sayfasına, y harfine geldik. Epeyce sonlara yaklaşmış bulunuyoruz. Demin Arapça metnini okumuş olduğum birinci hadis-i şerif, Câbir RA’dan Hàkim

160

Müstedrek’te, Enes RA’dan İbn-i Merdeveyh’te rivayet edilmiş olan hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz Ebu Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e iltifat ediyor. Buyurmuş ki:36


يَا أَبَا بَكْرٍ، أَ عْطَاكَ اللهُ الرِّضْ وَانَ اْلأَكْبَرُ. قَال :َ ومَ ا رِضْوَانَهُ الأَكْبَرُ؟


قَالَ: إِنَّ اللهَ يَتَجَلَّى لِلْخَلْقِ عَامَّةً، وَيَتَجَلَّي لَكَ خَاصَّةً (ابن مردويه

عن أنس؛ ك. وتعقب عن جابر)


RE. 492/2 (Yâ ebâ bekrin, a’take’llàhu’r-rıdvâne’l-ekber) “Ey Ebû Bekir, sana Allah rıdvân-ı ekber’i verdi. (Kàle: Vemâ rıdvânehü’l- ekber) Ebû Bekr-i Sıddîk merak etti, açıklanması için sordu : Nedir Allah’ın rıdvan-ı ekberi ya rasûlallah?” diye.

(Kàle) Peygamber SAS Hazretleri buyurdu ki:

(İnna’llàhe yetecellâ li’l-halki âmmeten, ve yetecellâ leke hassah) “Allah-u Teàlâ Hazretleri halka kıyamet gününde umumi bir tecelliyle tecelli edecek; sana hususi, sana mahsus, özel, müstesna bir tecelliyle tecelli edecek.”

Muhterem kardeşlerim! Ehl-i sünnet ve’l-cemaat alimlerinin adaletli, takvâ sahibi, derin bilginlerinin vardığı kanaat şudur ki Ümmet-i Muhammed’in tabii bir sıralama yapılırsa, içinde bazısı bazısından üstündür. Ümmet-i Muhammed’in gerçekten en üstün olan ferdi, Peygamber Efendimiz’den sonra Ebu Bekr-i Sıddîk Efendimiz’dir.

Neden? Çünkü daha sonra gelen insanlar Peygamber

Efendimiz’in zamanında yaşayan insanlar kadar üstün olamıyor. Evliya da olsalar, Peygamber Efendimiz’in meclisine ermiş sahabe sıfatını kazanmış olan insanlar herkesten üstün oluyor . Yani Ümmet-i Muhammed’in en üstün tabakası sahabe tabakası oluyor. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurmuşlar ki:37



36 Hàkim, Müstedrek, c.III, s.83, no:4463; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.161; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.V, s.12; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.558, no:32630; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.31, no:25492.

37 İbn-i Hacer, Tahlîsu’l-Hayr, c.IV, s.204, no:2130; İmran ibn-i Husayn RA’dan.

161

خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِي، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ، ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ( خ. م. ت. حم.

حب. ق . حل. خط. كر. عن ابن مسعود؛ ت. حم. حب. ك. طب.

ش . عن عمران بن حصين؛ ت. عن عمر؛ حم . حب . طب . ش.

طح . حل. عن نعمان بن بشير؛ ك. طب. ش. وعبد بن حميد عن

جعدة بن هبيرة؛ طس. عن أبي هريرة)


(Hayru’l-kurûni karnî) “Çağların en hayırlısı benim yaşadığım çağdır. Zamanların, çağların en hayırlısı benim zamanımdır. (Sümme’llezîne yelûnehüm) Benim çağımda yaşayan insanlardan sonra, hemen onun arkasından gelenlerin zamanıdır. (Sümme’llezîne yelûnehüm) Sonra, onların arkasından gelenlerin


Lafız farkıyla: Buhàrî, Sahîh, c.II, s.938, no:2509; Müslim, Sahîh, c.IV, s.1962, no:2533; Tirmizî, Sünen, c.V, s.695, no:3859; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.378, no:3594; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XVI, s.205, no:7222; Bezzâr, Müsned, c.V, s.180, no:1777; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.122, no:20174; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VII, s.126; İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.4; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XII, s.52; Dâra Kutnî, İlel, c.V, s.187; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.IL, s.52; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Tirmizî, Sünen, c.IV, s.500, no:2221; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.426, no:19833; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XVI, s.212, no:7229; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.535, no:5988; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.212, no:526; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.404, no:32410; Umran ibn-i Husayn RA’dan.

Tirmizî, Sünen, c.IV, s.549, no:2303; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.I, s.220, no:352; Hz. Ömer RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.267, no:18374; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XV, s.121, no:6727; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.27, no:1122; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.404, no:32413; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.IV, s.152, no:5673; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.125; Heysemî, Müsnedü’l-Hàris, c.II, s.940, no:1036; Nu’man ibn-i Beşîr RA’dan.

Hàkim, Müstedrek, c.III, s.211, no:4871; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.285, no:2187; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.404, no:32408; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.148, no:383; Şeybânî, el-Âhad ve’l-Mesânî, c.II, s.47, no:726; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.180; Ca’de ibn-i Hübeyre RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.335, no:5475; Ebû Hüreyre RA’dan.

Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.245, no:1265; RE. 280/5.

162

zamanıdır.” Yani, “Zaman dilimlerinin, tabakalarının en hayırlısı benim yaşadığım tabakadır, zamandır.” diye ashabının üstünlüğünü zaten kendisi hadis-i şerifle de bize bildirmiş. Ümmet-i Muhammed’in içinde en üstün tabaka sahabe tabakası oluyor. Ondan sonra Tabiin tabakası, ondan sonra Tebe-i Tabiin… böyle devam ediyor.

Tabii sahabenin içinde de kimin en sevgili insan olduğunu Peygamber Efendimiz bilir. Elbette Allah’ın en sevgili kulunu, en yakınına almıştır, kendisine yakın tutmuştur. İnsan hiçbir şey bilmese, mantığından böyle bir muhakeme çıkar ve anlar bu işi…


Hakikaten de Peygamber Efendimiz SAS’in en yakın sahabesi Ebû Bekir Efendimiz’dir. Onunla hicret etti. İkisi beraber hicret ettiler, Mekke-i Mükerreme’den çıkmadan önce Sevr Mağaras’ında beraber gizlendiler. Çünkü müşrikler, artık Peygamber

Efendimizin hayatına kasdetmeye karar vermişlerdi. Onun üzerine Mekke-i Mükerreme’den çıktılar. Ama doğrudan doğruya Medine yoluna çıksalar olabilirdi, nasıl

163

isterse öyle yapardı ama Peygamber Efendimiz ters istikamete yürüdü. Sevr Dağı denilen bir dağ var, Medine tarafı değil, aşağı taraf… O tarafa gitti ve o tarafta bir mağarada, Sevr Mağarası’nda saklandılar. Ebu Bekr-i Sıddık Efendimiz’in kölesi oralarda hayvan otlatırken, sütlerinden onların gizliden gizliye istifade etmesini sağladı. Birkaç gün böylece beklediler.

Tabii Peygamber Efendimiz’in gittiğini anlayan müşrikler, kafirler deli divane oldular, araştırdılar ortalığı. Evine baskın yaptılar. Baktılar ki karşılarına Hz. Ali RA çıktı, yok Peygamber Efendimiz… Etrafı aradılar, taradılar. Mağaranın ağzına kadar geldiler, ama Allah göstermedi. Yani Allah-u Teàlâ Hazretleri dilerse, gören gözü görmez eder. Duyan kulağı duymaz eder. Kurtaracağını kurtarır.


Firavun Mûsa AS’yi kovaladı, deniz kenarında sıkıştırdı ama Allah denizden yol açtı, onu gene kurtardı. İbrâhim AS’ı putperestler ateşe attılar ama Allah-u Teàlâ Hazretleri ateşi;


يَا نَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلامًا عَلَى إِبْرَاهِيم (الأنبيا:69 )


(Yâ nâru kûnû berden ve selâmen alâ ibrâhîm) [Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” (Enbiya, 21/69) diye gülistan eyledi İbrâhim AS’a, yine sağ sâlim çıktı.

Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisini seven kullarını korur. Korumayı murat ettiğine de, cümle cihan halkı bir araya gelseler zarar veremezler. Mümkün değil, kimsenin zarar vermesi mümkün değil. Peygamber Efendimiz’in hayatından endişe ettiği için Ebû Bekr-i Sıddık Efendimiz telaşlanıyordu. Ya bulurlarsa, ya yakalarlarsa nice olur diye. Çünkü Peygamber Efendimiz’i çok seviyordu. Malını, canını onun yoluna adamıştı.

Hatta orada bir delik görmüş, oradan bir yılan çıkar, bir mağara içi çünkü, bir zararlı bir şey çıkar diye ayağını dayamış. O dayadığı esnada, oradan gerçekten delikten bir yılan çıkmak istiyor da ayağını ısırıyor, fakat acısına rağmen o gene orada öyle ayağını tutuyor. Kendisini o kadar sıkmış ki, gözlerinden sular damlamış, yaşlar akmış. Peygamber Efendimiz istirahatte iken, öyle yüzüne damlamış diye anlatılır.

164

Çok şeylerini biliyorsunuz. Güvercin geldi, örümcek ağ ördü diye. Onun için Peygamber Efendimizin bu sahabesinin adı Yar-ı Gar’dır. Yani mağaradaki samimi yol arkadaşı. Yar dost demek. Gar mağara demek. Yar-ı gar-ı Peygamber Ebubekir-i Sıddık derler yani. Lakabı odur.


b. Hazret-i Ebû Bekir’e Sıddîk Denilmesi


Bir de Sıddîk lakabı vardır.

Onun hakkında ileride, üçüncü hadis-i şerifte buyruluyor ki… Ümm-ü Hânî Hazretleri’nden RA Deylemî rivayet etmiş.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:38


يَا أَبَا بَكْرٍ، إِ نَّ اللهَ سَمَّ اكَ الصِّدِّيقَ (الديلمى عن أ م هانئ)


(Yâ ebâ bekrin, inna’llàhe semmâke es-sıddik) “Ey Ebû Bekir, Allah seni Sıddîk diye isimlendirdi.”

Peygamber Efendimiz, o ismi kendisine verdi, çünkü Allah öyle bildirdi.

Çünkü, Peygamber Efendimizin Mi’rac’a çıktığı gecede, İsrâ ve Mi’raç hadisesi olduğu gecede, Peygamber Efendimiz’e müşrikler inanmadılar. Olmaz böyle şey dediler. Büyük itirazlarda bulundular. Hadi bakalım, gördüysen gördüğün yerleri anlat dediler.

Peygamber Efendimiz dedi ki: “—Giderken filancaların kervanı geçiyordu yoldan, ben onların üstünden geçiyordum. Onların hatta bir hayvanı kaybolmuştu, ben onlara o hayvanın bulunduğu yeri bildirdim. Hayvanı bulmalarına yardımcı oldum.” diye böyle teferruatlı bilgi verdi onlara.

“—Pekiyi, gittin madem Mescid-i Aksa’yı gördün, kaç tane kapısı var? Kaç tane penceresi var?” dediler. İnsan saymamışsa bilemez ki. Şu İskender Paşa Camii’nin kaç tane camı var deseler mesela acaba yan tarafta iki tane miydi, üç



38 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.307, no8271; Ümm-ü Hânî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.556, no:32615; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.33, no:25499.

165

tane miydi? Ön tarafta iki tane miydi, üç tane miydi? İnsan o kadar namaz kıldığı camiyi anlatamaz.

Peygamber Efendimiz o sorulardan çok sıkıldı, bunaldı ama diyor ki:

“—Allah-u Teàlâ Hazretleri benimle Mescid-i Aksa arasındaki mesafeyi kaldırdı, Mescid-i Aksa Kudüs’te. Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de… Aradaki mesafeyi kaldırdı ve bana ayan beyan aşikâr oldu Mescid-i Aksa…” Kaç tane penceresini soruyorsunuz? Bir, iki, üç, dört, beş… Sayısını söyledi. Kaç tane kapı, şu şu şu. Sayı söyledi Peygamber

Efendimiz. Görerek söyledi yani.

İşte o Mi’rac hadisesini ve Mi’rac’dan önce tabii ilk önce Mekke- i Mükerreme’den Kudüs-ü Şerif’e kadar İsrâ hadisesi var yani bir anda gitmesi hadisesi var. Bu, inkârı mümkün olmayan bir gerçek. Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri:


سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنْ ا لْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ


الأَْقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا ، إِنَّه هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

(الاسراء:1)


(Sübhàne’llezî esrâ bi-abdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l- mescidi’l-aksa’llezî bâreknâ havlehû li-nüriyehû min âyâtinâ, innehû hüve’s-semîu’l-basîr.) (İsrâ, 17/1)

“Kulu, Hz. Muhammed-i Mustafa’yı SAS bir gecede Mescid-i Haram’dan, etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren

Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şanı ne yücedir. Her türlü noksandan münezzeh, her şeye kadir Allah-u Teàlâ Hazretlerinin işidir. Muazzam ayetlerimizi göstermek için bunu yaptık.” diye ayet-i kerime ile bildirildiğinden, Rasûlüllah Efendimiz bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kudüs-ü Şerif’e vardı demek, inanmak durumundadır müminler.

Ondan sonra da Mi’rac’a çıktı Kudüs-ü Şerif’ten. Semanın tabakalarını geçip Rabbü’l-Âlemîn’in huzuruna vardı.

166

Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti,

Ahirette öyle görür ümmeti.


Bî hurufu lafz u savt ol padişah,

Mustafâ’ya söyledi bi-iştibah.


Şeş cihetten ol münezzeh zül celâl; Bî kem ü keyf ana gösterdi cemal.


Bu beyitlerin güzelliğini düşünen insan erir. O kadar güzel anlatıyor ki Süleyman Çelebi, öyle arif insan, öyle alim insan, öyle zarif insan, öyle kibar insan ki, yani o Mi’rac hadisesini anlatıyor ama nasıl anlatsın? Çok güzel kelimelerle anlatıyor ki sözsüz, lafızsız, harfsiz bir şekilde Hz. Allah CC, Hz. Muhammed AS ile konuştu. Altı cihetten münezzeh olan Allah; yani önde, arkada, sağda, solda diyemezsin.

Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:


وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَاكُنْتُمْ (الحديد:4)

167

(Ve hüve meaküm, eynemâ küntüm) “Siz ey kullar, ey insanlar! Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir, sizin yanınızdadır.” (Hadîd, 57/4)

Her cihetten münezzehtir. Şuradadır diye bir yön tevcih etmek yakışık almaz. Allah-u Teàlâ Hazretleri için, (Şeş cihetten ol münezzeh zül celâl) altı yönden birine bağlıymış gibi tarif edilmekten münezzeh olan o zül-celal olan Allah-u Teàlâ

Hazretleri, (Bî kem ü keyf ana gösterdi cemâl) Keyfiyeti tarif edilemeyecek tarzda, miktarı anlatılamayacak bir şekilde, sözlere sığmayacak bir tarzda cemalini Peygamber Efendimiz’e gösterdi diyor.

Ne kadar güzel kelimelerle ne kadar saygılı bir anlatım… Ne kadar mükemmel bir edep yani. Çok güzel anlatmış. Şimdi bu hadise haktır, gerçektir, İsrâ oldu, Mi’rac haktır.


Diyorlar ki ulemânın ekseriyeti: Ruh mea’l-cesed… Bu mânevi haller öyle oldu. Yani ruhuyla ve bedeniyle Rasûlüllah Efendimiz gitti, İsra eyledi ve çıktı Mi’rac eyledi. Bazı sahabe ve bazı alimler, (rıdvânu’llahi aleyhim ecmaîn) Onlar da rüyada idi demişler.

Bizim alimlerimiz haklı olarak buna karşı çıkıyorlar, diyorlar ki: Eğer rüyada olsaydı, ben rüyada şöyle bir şey gördüm diyene hiç kimse itiraz edemez. Ben rüyada kendimi havada uçuyorum, gördüm desem ben uçamazsın diyemezsin. Rüya bu. Uçtum gerçekten. Rüyaya itiraz olmaz.

Müşriklerin itiraz etmesinden anlaşılıyor ki bu hadise oldu ve ruh mea’l-cesed oldu ki müşrikler itiraz ediyorlar. Yoksa görmüş, herkes bir rüya görür. Ben de neler görüyorum deyiverir, geçer insan. Ruh mea’l-cesed olduğunun delilini böyle çıkartıyorlar, doğrudur.


Şimdi Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz oralarda değildi, bu münakaşalar oluyor. Mekke müşrikleri gulgule çıkartıyorlar, gürültü patırtı çıkartıyorlar, itirazlar, şamatalar… Bir tanesi o sırada Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz gelirken yolunu kesmiş: “—Gördün mü şu senin çok beğendiğin arkadaşını, bağlandığın arkadaşını? Bak neler söylüyor? Güya bir gecede kalkmış buradan

168

Kudüs’e gitmiş, güya Kudüs’ten yedi kat semayı geçip Arş-ı A’làya varmış, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna kabul olmuş.” filan deyince, Ebû Bekr-i Sıddîk diyor ki: “—Hakikaten bunları söylerken duydunuz mu? Söyledi mi? Bir şey ekleyip çıkartmıyorsunuz değil mi? Hakikaten söyledi mi o?” “—Söyledi.” diyorlar. “—O söylediyse doğrudur.” diyor.

İmana bak! İmana bak, bağlılığa bak. Bir tereddüdü var, acaba söylemeden bu şeyi acaba müşrikler mi uyduruyor? Olabilir ya; iftira, yalan, dolan, laf karıştırma, büyültme, küçültme, çeşitli şeyler yaparlar. Bunları hakikaten söyledi mi? Söyledi. O söylediyse doğrudur! O kadar. İman…


Çünkü tanıyor. Peygamber Efendimiz’i iyi biliyor. Gençliğinden beri biliyor. Muhammed el-Emîn Hz. Muhammed… Peygamber

gelmeden önce emniyetiyle tanınmış bir kimse. Her şeyiyle biliyor. Yalan söylemeyeceğini biliyor. Dürüstlüğünü biliyor. Ahlâkının yüceliğini biliyor. Kendisinin güzelliğini biliyor.

“—Dudaklarından bu söz çıktıysa, tamam, öyledir.” diyor.

Onun için, Allah ona Sıddîk lakabını ihsan eyledi. Yani tasdikte, bağlılıkta, arkadaşlıkta en ileri, samimi mertebede bulunan, hiç tereddütsüz bağlanan, son derece dürüst kimse manasına, eşsiz, güzel bir sıfat kazandı Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz.

Şimdi o Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz hakkında öyle medihler var ki, Peygamber Efendimizin öyle hadis-i şerifleri var ki, anlıyoruz ki Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz, gerçekten çok müstesna bir kimse… İşin rivayetlerini bir tarafa bıraksak, arif olan insan, Peygamber Efendimizin vefatından sonra ümmetin başına Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in geçmesinden anlar zaten işin gidişatını… Oradan anlamasa Peygamber Efendimizin türbe i saadetinde, kabrinin yanında yatma şerefine ermesinden anlar, hiçbir şeyden anlamazsa...


Fakat bazı mezhepler, ehli sünnet dışı mezhepler, Ebu Bekir Efendimiz’e dil uzatmışlardır. Ömer Efendimiz’e dil uzatmışlardır, (rıdvanu’llàhi aleyhim ecmaîn)

Halbuki Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

169

“—Benim ashabıma kötü sözler söyleyip de beni üzmeyin! Beni ezalandırmayın!” dedi.

Onlar Peygamber Efendimizin sözünü dinlemiyorlar, hatta sövmeyi esas alıyorlar. Sövüp saymayı, hakaret etmeyi esas alıyorlar.

Onun için, bu hadis-i şerifi koymuş ki Gümüşhaneli Hocamız; “—Aman siz aşırılığa gitmeyin, Şia mezhebine kaymayın, ehli sünnetten tard olunmayın. İşin aslı böyledir. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in makamı budur!” diye, burada bu hadisleri dercetmiş.

Çünkü bu kitabı te’lif etmesinin sebebi, ihvanın, dervişlerin şeriatı güzelce öğrenip, sünneti seniyyeye tam bağlanıp takvâ yolunda yürümelerini sağlamak. Her türlü kusurdan alıkoymak

için… Büyük şeyh tabii, büyük mürşid... Bu hadis-i şerifi koymuş.


Şimdi mânâsına tekrar dönelim. Diyor ki: “—Ey Ebû Bekir, Allah sana Rıdvan-ı ekberi verdi. Rıdvan-ı ekberin kelime manasından ilk önce ele alalım. Rıdvan, rıza demek, hoşnutluk demek. Ekber de en büyük demek. Rıdvan-ı ekber demek, Allah’ın en üstün derecedeki en üstün hoşnutluğu, rızası...

Biz meselâ birisi bize bir iyilik yaptığı zaman ne diyoruz?

“—Hay Allah senden razı olsun, şu müşkül anımda ne kadar makbule geçti bu yardımın. Allah senden razı olsun!” diyoruz.

Tamam, Allah’ın razı olması var, bir de razı olmasının en yüksek derecesi var. Rıdvan-ı ekber, en yüksek derece…

Ebû Bekir Efendimiz RA sordu:

“—Rıdvan-ı ekberi nedir Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin?”

Efendimiz neticesini anlatıyor. Rıdvan-ı ekberin ne olduğunu onu tatmayan bilmez ki. Yani bazı şeyleri anlatmanın imkânı yoktur ki… Görmeyen bir insana, gözü kör olan bir insana, kırmızıyla yeşilin farkını nasıl anlatırsın? Veyahut bir manzaranın güzelliğini, bir çiçeğin şahaneliğini nasıl anlatırsın? Burnu koku olmayan bir insana, şu kokunun nefisliğini nasıl anlatırsın?

Onun için demişler ki:


من لم يذق لم يعرف


Men lem yezuk lem ya’rif

170

Yani, “Tatmayan bilmez!” demişler.

Köylünün birisine derlermiş;

“—Aman İstanbul çok meşhur bir şehir, çok büyük bir şehir. Aman Efendim padişahlar neler yapmışlar, neler yapmışlar. Hele hele hanları, hamamları çok müstesna, çok güzel!” filan demişler.

O da kalkmış İstanbul’a gelmiş. Taa bilmem nereden çıkmış gelmiş. İstanbul’un hanlarını, hamamlarını yanında methede ede gelen giden gelmiş buraya ama beş parasız, iş bulamamış, aç kalmış, becerememiş karnını doyurmasını…

Çarşıda dolaşırken bir dükkânın önüne gelmiş. Bakmış ki tezgâhta böyle tepsi tepsi tatlılar, yiyecekler, içeride insanlar kaşıklarla bir şeyler yiyorlar falan. Onlara bakarken bir fenalık gelmiş, yığılmış. İçeriden birisi de onu çağırmış: “—Yâhu çağırın şu adamı, benzi sarı, yığıldı.” demiş,

Biraz bir şeyler yedirmişler, içirmişler. Baklavaları, tatlıları yemiş. Karnı doymuş.

Karnı doyduktan sonra soruyorlar:

“—Nereden geldin?” “—Falanca yerden geldim.” “—Ne iş yaparsın?” “—İşsizim.”

Anlıyorlar, saf bir kimse.

“—Pekiyi, söyle bakalım, bu yediğinin ne olduğunu biliyor musun?”

Demiş ki:

“—Vallahi bey bilmiyorum ne olduğunu ama İstanbul’un hanlarını, hamamlarını çok medh ediyorlardı, çok güzel diyorlardı, bu yediklerim olsa olsa ya handır, ya hamam!” demiş.

Yani bilmeyen insan böyle zanneder işte… Han nedir, hamam nedir bilmeyen bir insanda buna benzer karışıklıklar olur.


Biz Rıdvan-ı ekberi nasıl anlayalım, nasıl anlatalım ki herkese nasib olacak bir şey değil. Allah’ın üstün rıza derecesi... Peygamber

Efendimiz’e soruyor Ebu Bekr-i Sıddîk Efendimiz de. O da bilseydi, sormazdı. “Nedir Rıdvan-ı ekberi Allah’ın?” deyince Peygamber

Efendimiz buyuruyor ki: “—Allah halka bir tecelli edecek genel olarak, sana hususî bir

171

tecelliyle tecelli edecek.” Tabii Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin o tecellisinden ne feyizler, ne nimetler, ne hayırlar, ne güzellikler, ne ihsanlar hasıl olacak. Dillerin tarif etmesi mümkün değil. En iyisi Süleyman Çelebi’nin (bî kem u keyf) dediği gibi, (şeş cihetten ol münezzeh zül-celâl) dediği gibi, tarif edilemeyecek bir üstün nimete hasıl olacağı anlaşılıyor Ebu Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in.

Bizim de mâlum, tasavvufi tarikatımızın kökü Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’e dayanır. Oradan müteselsilen böyle an’ane halinde, silsile halinde bugüne kadar gelir. Yani bizim pirlerimizden de, bizim büyüklerimizden de biri oluyor. Zaten emirü’l-müminîn oluyor, Müslümanların emiri, Peygamber Efendimiz’in halifesi oluyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri şefaatine nail eylesin… Onun sahip olduğu o güzel imandan bize de hisse ihsan eylesin… Ahirette komşu eylesin…


c. Hz. Ebû Bekir’in Mükâfâtı


İkinci hadis-i şerifte Peygamber SAS Efendimiz yine Ebû Bekr- i Sıddîk hakkında buyurmuş ki:39


يَا أَبَا بَكْرٍ، إِ نَّ اللهَ أَعْطَانِي ثَوَابَ مَنْ آمَنَ بِى مُنْذِ خَلْقِ آدَمَ إِلَى أَنْ بَعَ ثَنِى ،


وَإِنَّ اللهَ تَعَالَى أَعْطَاكَ يَا أَبَا بَكْرٍ ثَوَابَ مَنْ آمَنَ بِي مُنْذِ بَعَثَنِى إِلَى يوم

القيامة (خط. والديلمى ، وابن الجوزى فى الواهيات عن على )


RE. 492/3 (Yâ ebâ bekrin, inna’llàhe a’tànî sevâbe men âmene bî, münzi halkı âdeme ilâ en beasenî, ve inna’llàhe teàlâ a’tàke yâ ebâ bekrin sevâbe men âmene bî, münzi beasenî ilâ yevmi’l- kıyâmeh.)



39 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.256, no:1993; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.V, s.306, no:8270; Ahmed ibn-i Hanbel, Fadàilü’s-Sahâbe, c.I, s.434, no:689; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXX, s.118; İbnü’l-Cevzî, İlelü’l- Mütenâhiyye, c.I, s.189, no:293; Hz. Ali RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.559, no:32642; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.33, no:25498.

172

Hatîb-i Bağdâdî, Deylemî vs. kaynaklar zikretmişler bu hadis- i şerifi. Şimdi bunun manası şöyle:

(Yâ ebâ bekrin) “Ey Ebû Bekir! (İnna’llàhe a’tànî sevâbe men âmene bî, münzi halkı âdeme ilâ en beasenî) Allah-u Teàlâ

Hazretleri bana Hz. Adem’in yaratıldığı zamandan, Allah’ın beni Peygamber gönderdiği zamana kadar kimler bana inanmışsa, onların sevaplarını bana ikram etti, verdi.”

Peygamber Efendimiz gelmeden evvel de ona inandılar. Çünkü Peygamber Efendimizin methi eski kitaplarda da vardı. Ahir zamanda şöyle bir Peygamber gelecek diye bildiriliyordu ve eski ümmetler ah o zamana yetişsek, ah ona ümmet olsak, hürmet etsek diyorlardı.


Hatta biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz’e ilk defa Cebrâil AS geldiği zaman, Hz. Hatice Vâlidemiz’e meseleyi açtı, bana bir haller oluyor dedi. Bir gayri tabiilik var, olağanüstü durum var. Onun üzerine, o yaşlı bir kimse olan Varaka’nın yanına gitti ve meseleyi anlattılar. Dedi ki: “—Müjdeler olsun ki Mûsa’ya, İsâ’ya gelen (aleyhime’s-selâm) melek ona da geliyor. O kavminin Peygamberi olacak. Keşke ben yaşasam da ona ümmet olsam, kavmi onu çıkarttığı zaman, ona yardımcı olsam.” dedi.

Daha bak, ortada bir şey yokken eski kitaplardan okuduğu bilgiye dayanarak böyle cevap verdi. Eski kitaplarda hep biliniyordu.

Peygamber Efendimize başından beri inananların sevabı verildiği gibi ey Ebû Bekir sana da, benim Peygamber

gönderildiğim zamandan kıyamete kadar inanan insanların sevapları verilmiştir.


Şimdi bunu Hz. Ali Efendimiz’den rivayet etmişler. İbnü’l-Cevzî mevzuatta zikretmiş, fakat başka hadis-i şerifler de var: “—Ümmetin imanı, terazinin bir kefesine konulsa, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in imanı bir kefeye konulsa, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in imanı daha ağır gelirdi.” diye bildiriliyor.

Ameli de öyle, sevabı da öyle... Demek ki, Ümmeti Muhammed içinde Ebû Bekir Efendimiz’in derecesinin, sevabının, mertebesinin yüceliğini gösteren üç tane hadis-i şerif, harf sırası dolayısıyla ilk

173

başta okunmuş oldu.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi Ebu Bekr-i Sıddık Efendimiz’in şefaatine nail eylesin… Madem ona bağlanmışız silsile itibariyle, şefaatine erdirsin… Cennette yanından bizleri de ayırmasın…


d. Ara Düzeltmenin Mükâfatı


Dördüncü hadis-i şerife geliyoruz: Bu da Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri’ne hitaben söylenmiş bir hadistir. Bu Ebû Eyyûb el-Ensârî Hàlid ibn-i Zeyd RA, şu Haliç’te camisi olup da beldemizin medarı iftiharı olan sahabedir. Peygamber SAS Efendimiz Medine-i Münevvere’ye gidince onun evinde misafir oldu. Onun için Peygamber Efendimizin mihmanârıdır o. Ev sahibidir yani… O mübarek zat, dayıları tarafından akraba da olurlar. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri. O rivayet etmiş bu okuduğum hadis-i şerifi.

Ona buyurmuş ki Peygamber Efendimiz:40


يَا أَبَا أَيَّوبَ، أَلاَ أَدُلَّكَ عَلَى صَدَقَةٍ، يَرْضَى اللهَُّ وَرَسُولُهُ مَوْضِعَهَا،


تُصْلِحُ بَيْنَ النَّاسِ إِذَا تَفَاسَدُوا، وَتُقَرِّبُ بَيْنَهُمْ إِذَا تَبَاعَدُوا (ط.

وعبد بن حميد، طب. عن أبى أيوب)


RE. 492/5 (Yâ ebâ eyyûb, elâ edüllüke alâ sadakatin, yarda’llahu ve rasûlühû mevdiahâ, tuslihu beyne’n-nâsi izâ tefâsedû, ve tukarribu beynehüm izâ tebâadû.)

(Yâ ebâ eyyûb) “Ey Ebu Eyyûb, (elâ edüllüke alâ sadakatin, yarda’llahu ve rasûlühû mevdiahâ) ben sana Allah’ın ve Rasulünün derecesine razı geldiği bir çeşit sadakayı haber vereyim mi? Anlatayım, öğreteyim mi?” dedi.



40 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.138, no:3922; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.490, no:11094; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.81, no:598; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c. I, s.105, no:232; Heysemî, Mecmaü’z -Zevâid . c.VIII. s.152, no:13051; Ebû Eyyûb el-Ensârî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.59, no:5488; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.22, no:25473.

174

Bunu ne olduğunu da şöyle ifade etti:

(Tuslihu beyne’n-nasi izâ tefâsedû) “İnsanların arası bozulduğunda sen düzeltirsin, araları açıldığı zaman sen yaklaştırırsın!” dedi.


Şimdi bizim konuşma lisanımızın üslubu içinde söylemek gerekirse:

“—Ey Ebû Eyyûb el-Ensàrî!” diyor Peygamber Efendimiz. “Ben sana bir iş söyleyeceğim ki, o işi sen yaparsan, bu sadaka gibidir. Para vermeden sadaka gibidir. Sadaka veriyorsun fakire, para veriyorsun. Bir şey veriyorsun, sevap kazanıyorsun. Para vermeden sadaka gibi olan, sevap kazandıran ve Allah’ı ve Rasûlünü sevindiren, Allah ve Rasûlünün rızasını kazanmana vesile olacak olan bir iyi işi sana tavsiye edeyim mi?” demiş Peygamber

Efendimiz.

Bu iyi işin ne olduğunu da şöylece belirtmiş:

“—İnsanların arası bozulduğu zaman, sen o arayı düzeltirsin; araları açıldığı zaman, aralarını birleştirirsin. Yani insanların

175

arasındaki kırgınlıkları, dargınlıkları düzeltmeye, barıştırmaya, buluşturmaya, birbirlerini seviştirmeye gayret edersin, cemiyet sıhhatli olsun diye.”


Bu, pek çok hadis-i şeriflerde belirtilmiş çok hayırlı bir iştir muhterem kardeşlerim! O bakımdan bizler de dargınların arasını bulmaya gayret edelim. Dargın olanları birbirleriyle barıştırmaya çalışalım. “İşte olanlar olmuş, kusuruna bakma, hadi sen affediver! Sen onu çağırıver, o da sana geliversin.” filan. Böylece arayı düzeltmeye çalışalım! Bu, Allah ve Rasûlünü memnun eden, hoşnut eden, razı eden bir iştir.

Bu da bir çeşit sadakadır. Keseden para çıkmadan yapılmış bir sadakadır. Hem de öyle bir sadakadır ki Allah ve resulü bu işi yapandan razı gelir. Onun için ara düzeltmeye gayret edelim. Bilakis ara bozmaktan sakınalım. İnsanları birbirine bağlayacak işler yapalım. İnsanları darıltacak işler yapmayalım. Laf getirmeyelim, söz taşımayalım. Gıybet etmeyelim, dedikodu yapmayalım. İnsanların arasını kızıştırmayalım. Birbirleriyle darılmaya teşvik etmeyelim, barışmaya teşvik edelim.


Bana bir kadın geldi, kocasından şikayetçi. Kocasını tanıyorum. Konuştuk. Dedim kocanda bir şey yok, barışın. Şöyledir de, böyledir de, ıvır da zıvır da, bir sürü laf da… Yâhu bir şey yok… Yazık çoluk çocuğunuz var… Bak çocuklarınız da güzel çocuklar, iyi çocuklar. Darılmayın, barışın!

“—Yok ben ayrılacağım! Bana para versin, ev versin, ben ayrı duracağım.”

E canım, hazır başında kocan varken ondan ayrılmanın manası var mı? Yapma bu işi.

“—Yok hocam onun size bağlılığı, itaati var; bu işi yap!”

Dedim: “—Ya ne alâ memleket! Sen darılacaksın, bir yuvayı yıkacaksın, bir günaha gireceksin; beni ortak ediyorsun. Sen kendi başına yık. Beni ne ortak ediyorsun. Madem yıkmaya heveslisin, benim yanıma niye geliyorsun? Ben yuva yıkmaya müsaade edemem. Barışmanızı tavsiye ederim.” dedim.


“—Kocasından ayrılmaya niyet eden, istekli olan, talep eden bir

176

kadın cennetin kokusunu bile koklayamaz!” diyor Peygamber

Efendimiz.

Halbuki cennetin kokusu cennetin duvarlarından öteye taşar, 500 yıllık mesafeye kadar gider. Daha cennetin yanına 500 yıllık mesafe varken, cennetin güzel kokuları insanın burnuna gelmeye başlar. İnsan mest olmaya başlar. “Kokusunu bile duyamaz!” diyor Peygamber Efendimiz.

“—Ayrılacağım!” dedi.

“—Yapma, etme!” dedim.

Yumuşak söyledim, bağırdım, azarladım. Tabii bir kulaktan giriyor, öbür kulaktan çıkıyor. Şeytan galebe çalıyor, kuvvetli geliyor. Bir barıştılar, ondan sonra ikincide bir daha bir darıldılar, ayrıldılar. Her iki tarafa da yazık, çocuklara da yazık. Kadın kaldı kocasız. Bu yaştan sonra bir daha bu kadını kim alır? Çocuklar kaldı anasız, yuvaları yıkıldı.


Allah’ın en sevmediği helâl, boşanmadır muhterem kardeşlerim. Onun için ara bozmak, ara yapmak meselesinden şey yapıyorum. Bir ara bir aralarını bulduk, bir araya getirdik, sonra olmadı.

Yine bir başka kardeşimiz vardı, bunun üç çocuğu vardı, kaldı üç çocuk ortada. Bir başka arkadaşımız vardı, evlendiler, kavgalaştılar, aralarına girdik, başka şehirlere gittik, geldik babalarına yalvardık; “Etmeyin, barışın, yazıktır, günahtır. Ortada çocuk var!” filan dedik. Kadını çağırdık bir taraftan, erkeği çağırdık bir taraftan, filanca yerde sünnet düğünüdür diye bahane bulduk, ikisini davet ettik, barıştırdık, yuvayı tekrar kurduk.

Aradan seneler geçti, çeşitli huzursuzluklar, şunlar, bunlar… Hop gene ayrıldılar. Gene geldik, yalvardık, yakardık, babasına yalvardık, kadına yalvardık, şuna yalvardık, ötekisine etme, berikisine yapma, uğraş, didin… Beş çocukla ayrıldılar.


Biliyor musunuz, şeytan insanları aldatmak için sabahleyin askerlerini toplarmış, “Sizin en güzel şeytanlık yapanınıza taç giydireceğim!” dermiş. Büyük mükâfat koyuyor ortaya. Kupa diyorlar ya şimdi, onun yerine o, “Taç giydireceğim!” dermiş. Salarmış sabahleyin yeryüzüne şeytan askerlerini, her birisi gidip bir Müslümanı kandırıyor, bir insanı kandırıyor, bir günaha

177

sokuyor, asi ettiriyor filan.

Akşam gelince hepsine sorarmış, sen ne yaptın? Ben adama içki içirdim. Sen ne yaptın? Ben adama günah işlettirdim. Sen ne yaptın? Ben şunu yaptım, ben bunu yaptım. Hayır, fena değil yaptığın şey, benim keyfime uygun ama, yani şeytanlık bakımından iyi ama böyle en yüksek derecesi değil. Hayır, hayır, hayır...

Bir tanesine sıra gelince, sen ne yaptın diye sorunca o da dermiş ki ben karıyla kocanın arasına girdim, birbirleriyle kavga ettirdim, ayırdım.

“—Haah, ente ente, aradığım sensin!” dermiş, tacı onun kafasına giydirirmiş şeytan.

Yani yuva yıkmak, şeytanın en çok beğendiği iş oluyor, Müslümanlara en zararlı iş oluyor.


Ara bozmak da öyle. Müslümanlar arayı düzeltmeye çalışacak, yuvayı düzeltmeye çalışacak. İnsanlar ayrıldığı zaman bir araya getirmeye çalışacak. Araları bozulduğu zaman düzeltmeye çalışacak. Ama nasihatle, hatalarını söyleyerek.

“—Bak sen şunu yapmışsın, o ondan darılmış, kızmış, gitmiş. Bundan sonra yapma! Ötekisine gideceksin, işte o bir daha yapmamaya söz verdi. Sen de biraz affedici ol, bak yuvanız devam etsin, arkadaşlığınız kesilmesin!” filan diye…

Ara yapmak çok sevap. Ara bulmak çok sevaptır. Allah’ın sevdiği, razı olduğu bir insan olmak derecesine gelir insan. Onun için bu hususta gayret gösterelim. Müslümanlar birbirleriyle kenetlenmiş, muhabbetli bir grup olmalı. Kimse onlara, kenetlendikleri zaman, yanaşamaz bile yanına… Müslümanların o birlik beraberliği sağlam olduğu zaman, Mehmet Akif merhumun dediği gibi:


Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!


Ama parça parça oldu mu, birbirlerine düşman oldu mu; düşman gelir, birisine fit koyar, para verir, teşvikte bulunur, onu kışkırtır. Ötekisine para verir, teşvikte bulunur, onu da kışkırtır, ikisini birbirine vuruşturur.

Bakın, İran hadisesinde bunun beyne’l-milel bir nümunesini görüyoruz. İran biraz galip geldiği zaman, Irak’a yardım ediyor, ona

178

vurdurtuyor; Irak biraz galip geldiği zaman, İran’a silah satıyor. Yani aradaki savaş bitmesin diye, biraz durum müsaitleşse bir tarafı bozdurtuyor. Düşmanın işi böyledir.


Şeytanların bir insan şeytanları vardır, bir de cin şeytanları vardır. Yeryüzünde yaşayan insan şeytanları çok. Onlar böyle insanlar birbirleriyle savaşsınlar diye, birbirlerini yesinler diye neler yapıyorlar. Müslümanlar da bu oyuna geliyorlar, boyna birbirlerini öldürüyorlar.

Her tüfek patlayışında, her bomba atılışında bir Müslüman gidiyor. Adı Hasan, adı Ali, adı Ahmet vs. bizden bir kimse gidiyor yani. Düşman gülüyor. Düşman seviniyor. Oh olsun diyor, tamam diyor. İsrail’i bıraktılar, Müslüman aleminde Müslümanlar birbirlerine düştüler. Ne kadar enteresan, garip bir iştir yani.

O yurtdışında öyle, bizde de yurtiçinde Müslümanlar birbirleriyle uğraşıyor. Aynı gruptan insanlar birbirleriyle uğraşıyor. Aynı zihniyette olan insanlar birbirleriyle hasetleşiyor, rekabetleşiyor, düşmanlık yapıyorlar. Allah ıslah eylesin…


e. Kabirlerinde Azab Gören Kimseler


Beşinci hadis-i şerif.

Bu da yine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nden rivayet edilmiş diğer bir hadis-i şerif. Diyor ki:41


يَا أَبَا أَيَّوبَ ، أَتَسْمَعُ مَا أَسْمَ عُ؟ أَسْمَ عُ أَصْوَاتَ الْيَهُود، يُعَذَّبُونَ فِي

قُبُورهمْ (طب. حم. خ . م. ن . عن البراء عن أبى أيوب)


(Yâ ebâ eyyûb, e tesmeu mâ esmeu? Esmeu esvâte’l-yehûde, yuazzebûne fi kubûrihim.)



41 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IV, s.120, no:3857; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.394, no:3124; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.375, no:12160; Ebû Eyyûb el- Ensârî RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.644, no:42543; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.22, no:25472.

179

(Yâ ebâ eyyûb, e tesmeu mâ esmeu) ‘Ey Ebû Eyyub, sen benim duyduğum şeyi duyuyor musun? Bak, dinle, bir şeyler duyuyorum. Sen de duyuyor musun?’ Demek ki beraber gidiyorlarmış anlaşılan. O esnada Efendimiz duyduğu bir sesi, yanındaki Ebû Eyyûb el-Ensari Hazretleri’ne soruyor: “—Sen benim duyduğumu duyuyor musun?” diye.

O da, (Allàhu ve rasûlihî a’lemü) “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” diyor. Bunun üzerine:

(Esmeu esvâte’l-yehûde) “Bu duyduklarım Yahudilerin sesleridir. (Yuazzebûne fi kubûrihim) Kabirlerinde azap görüyorlar.” diyor.

Peygamber Efendimiz başka bir hadis-i şerifinde de buyurmuş ki kardeşlerim, kabirde azap görenlerin azaplarını, feryatlarını, figanlarını, çektiklerini insanlardan başka mahlûkların hepsi anlar. İnsanlar duymaz. İnsanlar duysaydı çıldırırlardı. Kabrin içinde olan şeyleri anlasalardı akılları başlarından giderdi.


Bir keresinde Peygamber Efendimiz iki kabrin başından geçiyordu: “—Bu iki kabirdeki insanlar ikisi de azap görüyorlar. Hem de dedi, büyük bir şeyden dolayı değil. Sizin gözünüzde büyük gibi görünmeyen iki şeyden dolayı bunların azapları… Birisi nemime yapardı, laf taşırdı dedi. Yani Ahmed’in sözünü Mehmed’e götürüp:

“—Mehmed, Ahmed sana şunları şunları söyledi ha, haberin var mı?” diye böyle laf getirip götürerek ara bozuculuk yapardı.

İşte ara bozuculuk kötü olduğundan kabirde başlamış azabı.

“—Ötekisi de idrarını yaparken sakınmazdı, üstüne başına sıçratırdı.” diye söylemiş.

Demek ki, o da temizliğe aykırı iş yaptığından, mâlum ayakta yapılırsa bu idrar şaldır şuldur, insanın dizlerine kadar çıkar. Çıktığı yere kadar sıçrar. Şaldır şuldur her tarafa böyle dağılır. Tabii onun usulüne göre çömelmek lazım, sıçramamasını sağlamak lazım vs. falan yani nerede olursa olsun insan. “İşte ondan dolayı azap görüyor.” dedi.

“—Getirin bakalım bir yaş çubuk!” dedi.

Çubuğu ikiye böldü; yaş, taze dalı. Birisini bir kabrin üstüne, ötekisini öteki kabrin üstüne soktu. Bu dallar kuruyuncaya kadar

180

bunlar azap görmezler dedi. Yaş olduğu müddetçe azap görmezler dedi.

Onun için biz kabirlere ağaçlar, bitkiler dikiyoruz ki, o yeşillik dolayısıyla azap olmasın diye hatta Peygamber Efendimiz söylemiştir ki: “—Kabrin otlarını ve sâiresini yolmayın!”

Yine aynı sebepten dolayı.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi kabri cennet bahçesi olanlardan eylesin… Kabirde azap görenlerden eylemesin…


Kabirde insana sàlih amelleri yoldaş olacak; namazları oruçları, hacları, ibadetleri, sadakaları, zekâtları… Veyahut, kötü insansa, yaptığı kötülükler yoldaş olacak. Onlar da çirkin şekillerde, korkunç şekillerde onun kabirde azab görmesine sebep olacaklar.

Tabii bunlar Yahudi olduğu için, Peygamber Efendimiz’e inanmadıklarından azab gördüler.

Peygamber Efendimiz’in geleceği Tevrat’ta yazılıdır muhterem kardeşlerim! Üniversitede mü’min bir hocamız vardı, o bize İncil’i, Tevrat’ı getirdi, cümlelerini dahi gösterdi.

Kur’an-ı Kerim’den zâten biliyoruz ki:


ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ (الفتح:29)


(Zâlike meselühüm fi’t-tevrât) “Tevrat’ta Ümmet-i Muhammed böyle anlatılıyor.” diye zikri geçiyor. (Fetih,48/29)

İncil’de de var, Tevrat’ta da var, diğer kitaplarda da var, Peygamber Efendimiz’in müjdesi var. Hattâ Hristiyan papazı iken, Ermeni asıllı iken, Arapça bilirken, Farsça bilirken, Süryanice bilirken, Yunanca, Latince bilirken, Roma’da, İngiltere’de doktora yapmışken, İran’da profesörlük pâyesini bulmuşken, Müslüman olmuş olan bir papaz var… İsmi Abdü’l-Ehad… Bakın, dikkat edin ki Hristiyanlar üç dedikleri için, Müslüman olunca kendine ne adını almış: Abdü’l-Ehad, tek olan Allah’ın kulu… Adını öyle almış, Müslüman olmuş.

Müslüman kardeşimiz; Allah mekânını cennet etsin, kabri nur olsun…

181

Diyor ki:

“—İncil (Evangelos) sözünün kelime mânâsı müjde demektir.”

Hani, sana bir müjdem var!” diyoruz ya, onun gibi, müjde demek.

“—Pekiyi, bu kitaba niye müjde denmiş? Hristiyanların elindeki o kitaba Evangelos veya İncil adının verilmesi neden? Niye Müjde

adını almış bu kitap?”

Çünkü, Hz. İsâ AS’ın ekserî toplantılarda söylediği söz:

“—Ben bu işi tamamlayamadım. Benden sonra bir hak peygamber gelecek, ahir zaman peygamberi gelecek. O çok büyük bir isan… Onun gelişini size haber vermek isterim, müjdelemek isterim.” dediği için, Peygamberimizi müjdelediğinden o isim konulmuştur. Abdü’l-Ehad Efendi Yunancayı, Latinceyi çok iyi bilen çok derin bir alım. Hatta bir kitap yazmış İncil ve Salîb diye. O da tercüme edilmiş, Arapçası ve Türkçesi var… Çok büyük bir alim olduğu için o söz önemli… Çünkü Yunanca biliyor, Latince biliyor, Süryanice biliyor, Arapça biliyor, Farsça biliyor, Türkçe biliyor. Aslı esası odur. Hz. İsâ AS’ın yaptığı, zaten Peygamber Efendimiz’i müjdelemektir.

Elbette Hristiyanların bildiği gibi Yahudiler de biliyordu. Bir peygamber gelecek diye bekliyorlardı. Beklediler, beklediler, Peygamber Efendimiz onların umduğu yerden, kendi aralarından çıkmayınca, bu sefer düşman oldular.

Onlar kendi aralarından çıkacak sanıyorlardı. Çünkü Hz. İbrâhim’in sülâlesinden bir Peygamber gelecek diye bilgi vardı. Sanıyorlardı ki, kendi aralarından bir Yahudi peygamber olacak. Fakat İbrâhim AS’ın Mekke’ye yerleşmiş oğlu İsmâil AS’ın soyundan peygamber gelip de bizim Peygamberimiz peygamber olunca, bu sefer hasetlerinden inkâr ettiler, kabul etmediler. Tabii, onun için azab görecekler.

Peygamber Efendimiz’i görüp de ona inanmadıkları için azap görecekler. Şimdi de öyle…


إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهَِّ اْلإِسْلاَمُ (اۤل عمران: 19 )


(İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) “Allah’ın indinde makbul olan

182

din sadece ve sadece İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 3/19)

Başka bir ayet-i kerimede de:


وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ اْلإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ (آل عمران: 5)


(Ve men yebtaği gayre’l-islâmi dînen felen yukbele minhü) “Allah’ın bu hak dininden, İslâm’dan başka bir dini din edinip, o dinde yürüyenin dindarlığı Allah indinde kabul edilmeyecektir, ibadetleri makbul olmayacaktır. Ben onları kabul etmeyeceğim!” (Âl-i İmran, 3/85) buyuruyor Allah-u Teàlâ Hazretleri...

İslâm’dan gayri bir dine sahip olup da, öyle Allah’a ibadet etmeye çalışanın, ibadeti taati kabul olmayacak diye Kur’an-ı Kerim’de bildiriliyor.

Bunlar kesin delildir. Allah başka bir dine razı değildir. Çünkü bozulmuşlardır, çünkü asliyetini kaybetmişlerdir. Çünkü bu yeni din her şeyiyle daha güzeldir. Her şeyiyle bozulmadan bize kadar gelmiştir.

Onun için, herkesin bu devirdi Peygamber Efendimiz’e iman edip Müslüman olması lâzım!


Aklı başında papazlar Müslüman oluyor, aklı başında hahamlar Müslüman oluyor. Aklı başında filozoflar Müslüman oluyor. Aklı başında Japonlar Müslüman oluyor, aklı başında Hintliler

Müslüman oluyor. Dünyanın her yerindeki insanlar Müslüman oluyor. Duyuyorsunuz; profesörlerden, ilim adamlarından memleketimize gelip konferans verenler bile var…

Din İslâm dinidir. Devir Peygamber Efendimiz’in devridir. Hüküm onundur, ferman onundur. İnsan saadet-i dâreyne ermek istiyorsa, Müslüman olacak, başka çare yok…

Peygamber Efendimiz’i kabul etmese, Allah’a inancı bir insanı kurtarmağa yetmez. (Lâ ilâhe illa’llàh) dese yetmez, (Muhammedün rasûlü’llàh) demedikçe kurtulmaz. (Muhammedün rasûlü’llàh) diyecek, Peygamber Efendimiz’e de inanacak, sünnetinden, tâlimatından, terbiyesinden Allah’ın rızası yolunu tam öğrenip cehennemden kurtulacak.

183

O bakımdan bütün dünya ehline, bugün yaşayan insanların hepsine biz İslâm’ı tebliğ etmek, anlatmak, bu gerçeği söylemek durumundayız. Onlar da bu gerçeği kabul edip de İslâm’a gelmek zorundalar, yapacakları başka bir şey yok…

Bunun için bizim dernekler kurmamız lâzım, mecmualar çıkartmamız lâzım! Muhtelif dillerde neşriyat yapmamız lâzım! Bu

neşriyatı dünyanın her yerindeki insanlara vermemiz lâzım!

Pakistanlı kardeşlerimiz bu işleri daha güzel yapıyorlar. Birçok İngilizce kitaplar elime geçti. O kitapları İngilizce olarak basıp, Garp ülkelerinde, Amerika’da, Japonya’da, başka ülkelerde dağıtıyorlar, anlatıyorlar. Aynı kitapları Arap ülkelerinde zengin bazı vakıflar da basıp Avrupa’da ve sair yerlerde dağıtıyorlar. Okuyan Müslüman oluyor. Bugün pek çok münevver, pek çok gazeteci, pek çok alim pek çok gayrimüslim İslâm’a geliyor. Nasibi olan kurtuluyor, nasibi olmayan, Müslüman anadan babadan gelse bile, dinden imandan çıkıp küfre düşüp, dünyasını, ahiretini helâk edip gidiyor.

Türkiye’deki hacının hocanın oğlu dinden, imandan çıkabiliyor;

184

Avrupa’daki, Amerika’daki kimsenin oğlu İslâm’a gelebiliyor.


Onun için, şunu iyice bilmeliyiz ki biz muhtacız, Allah alemlerden müstağnidir. Kimsenin ibadetine muhtaç değil… Biz kuluz, o Rab…. Biz arayıp, bulup, ona kulluk etmek zorundayız. Onun bizim kulluğumuza ihtiyacı yoktur. Her şeyi o yaratmıştır. Bizler ona muhtacız.

Eğer gayret bizden olursa, biz azıcık yönelirsek, Allah bize daha çok teveccüh buyurur. Biz azıcık kımıldanırsak, Allah bize daha hızlı gelir. Hadis-i şerifteki ifadeyle, biz yürüyerek gitsek, o bize koşarak gelir, rızasını gönderir.

Onun için kulluğumuzu bilmeliyiz, edebimizi takınmalıyız, boynumuzu bükmeliyiz, kendimizin kurtulması için Allah’a yalvarmalıyız. Bir de bu dini dünyanın her yerine yaymak için çalışmalıyız. Kendimiz çalışamıyorsak, usulünü bilmiyorsak çalışanlara yardım etmeliyiz.


f. Farslılardan Gayretli Bir Zatın Çıkacağı


Şîrâzî Hz. Sefine RA’dan rivayet etmiş. Yine Ebû Eyyub el- Ensârî RA’a hitaben Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:42


يَا أَبَا أَيَّوبَ ، لاَ تُعَيِّرْهُ بِالْفَارِسِيَّةِ، فَلَوْ أَنَّ الدِّينَ مُعَلَّقٌ بِالثَّرَيَّا،


لَنَالَتْهُ أَبْنَاءُ فَارِسَ (الشيراز ي في الألقاب عن سفينة)


RE. 492/ (Yâ ebâ eyyûb, lâ tuayyirhu bi’l-fârisiyyeti, felev enne’d- dîne muallakun bi’s-süreyyâ, lenâlethü ebnâü fârise) (Yâ ebâ eyyûb) “Ey Ebû Eyyûb, ( lâ tuayyirhu bi’l-fârisiyyeti) sen onu Farsçasından dolayı, İranlı olmasından dolayı ayıplama!” İnsanları, “Farsça konuşuyor, Arapçası biraz zayıf, yabancı bir dili var, aslında İranlı, Arabistanlı değil, Arap değil…” diye ayıplamak, küçümsemek doğru olmaz. Peygamber Efendimiz’in

zamanında da Selman-ı Fârisî’ye, aslen İranlı olduğu için Ebû



42 Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.92, no:34133; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.23, no:25475.

185

Eyyûb RA biraz bir şeyler söyleyince:

“—Ey Ebû Eyyûb, onu Farsça konuşması dolayısıyla, İranlı olması dolayısıyla ayıplama! (Enne’d-dîne muallakun bi’s-süreyyâ) Eğer din Süreyya (Ülker) yıldızında asılı olsaydı, takılı olsaydı, (lenâlethü ebnâü fârise) İranlıların evlatlarından bazıları gider, onu oradan alırlardı.” diye methetmiş Peygamber Efendimiz.

Yâni, “Onları hor görme! Bazı kavimlerden bazı mübarek insanlar çıkacak!” diye bildirmiş.

Bu hadis-i şerif, bizim mezhebimizin imamı İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri’ne mânevî bakımdan işaret ediyor diye alimler yazmışlardır eserlerinde… Çünkü o zat, bu sıfatta idi. Hakîkaten dinimize fıkıh bakımından müstesna hizmetleri olmuştur. Allah şefaatlerine nail eylesin…


g. Çok Yemek Yemekten Sakının!


Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:43


يَا أَبَا جُحَيْفَةَ، أَقْصِرْ مِنْ جُشَائِكَ؛ فَإِنَُّ أَطْوَلَ النَّ اسِ جُوعًا يَوْمَ القِيَامَةِ،


أَكْثَرَهُمْ شِبَعًا فِي الدَّنْيَا (الحكيم عن المقدام بن معدي كرب؛ هب.

عن أبى جحيفة)


RE. 492/8 (Yâ ebâ cühayfe, aksır min cüşâike; feinne atvele’n- nâsi cûan yevme’l-kıyâmeti, ekseruhüm şibean fi ’d-dünyâ ) Ebû Cuhayfe adlı sahabi RA, geğirmiş Peygamber SAS’in

yanında… İnsan fazla yemek yediği zaman midesinden bir gaz

çıkartıyor, buna geğirmek diyoruz. Diyor ki Peygambe Efendimiz:

(Yâ ebâ cühayfe, aksır min cüşâike) “Yâ Ebû Cühayfe, geğirmeni biraz kısa tut! (Feinne atvele’n-nâsi cûan yevme’l-kıyâmeti) Kıyamette insanların açlıkları en uzun sürecek olanları,



43 Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.V, s.26, no:5643; Ebu Cuhayfe RA’dan.

Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usül, c.III, s.124; Mikdam ibn-i Ma’di Kerb RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.215, no:6221; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.37, no:25513.

186

(ekseruhüm şibean fi’d-dünyâ) dünyada toklukları fazla olanlardır.”

Karnı tok, gamsız, tasasız gezenler ahirette çok açlık çekecekler.

Onun uçun muhterem kardeşlerim:

1. Yemeklerimizde ölçülü yiyelim!

“—Bu adam pehlivandır, oturduğu zaman bir kuzuyu yer!”

Yemesin, yazık, günah… Midesine yük, karaciğerine yük… Şişmanlarsa, her zaman onu taşıyacak. Yirmi kilo fazla olsa, bir teneke fazla taşıyor demek. Yirmi kilo az ol, lüzumsuz kiloyu ne taşıyorsun? Fazla yememek lâzım!

“—Ne kadar yemek lâzım?”

Kendisine gerekecek kadar yemek lâzım!


Doktorla görüştüm öğleyin:

“—Bir dilim ekmek yeter insana… Ekseriya fazla yemekten hastalık oluyor.” diyor.

Şöyle bir dilim gösterdi, uzun ekmeğin dilimi… Yuvarlak ekmeğin dilimi farklı olur. Şöyle avucun yarısı kadar ekmek, bir yemekte yeter insana dedi.

“—O kadarcıktan ne olacak?” diyor millet ama, fazlasını yiyince sıhhati bozuluyor.

Onu ye, birazcık da katık filân ye… Tamam. Millet bir ekmeği deviriyor. O gelsin, bu gitsin, çok fazla yiyorlar. Çok yemek, içmek alışkanlık haline geliyor Aşırı kilo… Ekseriya bizler göbekli, yağlı, kilolu oluyoruz.


Ama ben duydum ki bazı adamlar bu şeftalinin yarısı bana yeter deyip, şeftaliyi kesiyormuş; bir yarısını yiyormuş, öbür yarısını yemiyormuş. Her gıdanın mutfakta kalori değeri yazılıymış.

“—Üç tane zeytin, iki tane küçük peynir dilimi… Bir dilim ekmek…”

Bu kadar. Fazla yememeğe dikkat ediyorlar, onun için sıhhatli oluyorlar. Bakın buraya gelen turistlere bakın, ekseriyeti yaşlı, 80- 90 yaşında ama geziyor, dolaşıyor. Başka diyarları göreyim diye heves ediyor. Bizimkiler de çarçabuk hastalanıyorlar.


Mısırlı kadınlara çok acırım hacda… Pencereye, kapıya sığmazlar. Adımını zor atar zavallılar. Sordum Mısırlılara:

“—Aşırı şişmanlık sanki Mısırlıların alâmetiymiş gibi, ekseriya

187

şişman oluyorlar. Niye böyle oluyor?”

Bakla cinsini çok yedikleri için kilo alıyorlarmış.

Yazık bu kadıncağızlara! 150 kilo, 120 kilo… Bunun yarısı yeter. İki misli fazla olmuş. Bir bacağının ağırlığı yetecekken, fil gibi oluyor. Yazık oluyor. Müslüman kadınlar, acıyor insan… Öbür taraftan Yemenlilere bakıyorsun, kuş gibi… Gıdası az demek ki… Onlar da zayıf zayıf, tin tin, tin tin…

1. Ölçülü yemeyi bilmesi lâzım insanın…

2. Sık sık yememesi lâzım, fazla yememesi lâzım!

3. Mümkün oldukça oruç tutmak lâzım! Biraz açlığın kıvrandırmasını tatmalı, fakirin halini anlamalı! Sonra, insanın midesi boşalınca kalbi çalışmağa başlar. Onun için, bazı günler oruç tutmalı ki insan; “İkindi de hocayı dinlerken, içimden ağlamak geliyor.” diyor.

Ağlamak elbette gelir, karnı aç da ondan… Duyguları yumuşak.

Karnı tok olsaydı, bir türlü gözleri yaşarmazdı. İnsan tok oldu mu katı olur biraz… Aç oldu mu hassas olur. Bir vaazdan, bir sözden, bir hadisten, bir ayetten, bir kıraatten ağlamaklı olur. Onun için arada oruç da tutun!


Peygamber Efendimizin tavsiye ettiği oruçlardan birisi Pazartesi Perşembe oruçlarıdır. Onu ekseriya kendisi tutardı. Siz de tutun!

Sonra mehtaplı gecelerin gündüzlerinde, yani Arabî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde hiç orucu bırakmamış.

Arabî aylar bizim milâdî aylardan farklıdır. Onlar hilâlle başlar. Ortası, ayın on dördü, ayın tam yuvarlak olduğu zamandır. Sonunda yine sabahleyin hilâl görünür.

Yine Peygamber Efendimiz Receb’de, Şa’ban’da çok oruç tutardı. Ramazan’da oruç tutmak farz, hepimiz tutacağız.

Şevval’de altı gün orucu vardır. Zilhicce’nin on gününde oruç tutmak çok sevaptır. Yani hacıların hacca gittiği zaman burada kalanlar tutabilirler.

Muharrem’in dokuzunda, onunda veya onunda, on birinde oruç tutmak iyidir.

Bu oruçları tutun kardeşlerim! Çok tokluk iyi değil, biraz aç durun ki, mideniz boşalsın, gönlünüz dolsun… Gönlünüz canlansın, yeşersin, feyizyab olsun…

188

h. Cuma Gününde Ölçü…


Ebü’d-Derdâ’ RA, aşık sahabelerden biriydi. Allah şefaatine nâil etsin…Ona diyor ki Peygamber Efendimiz:44


يَا أَبَا الدَّ رْدَاءِ، لاَ تَخْتَصَّ لَيْلَةَ الْجُمُعَةِ بِقِيَامٍ دُونَ اللَّيَالِي، وَلاَ يَوْمَ


الْجُمُعَةِ بِصِيَامٍ دُونَ الأَْيَّام (حم. عن أبى الدرداء)


RE. 492/9 (Yâ ebe’d-derdâ’, lâ tahtessa leylete’l-cumuati bi- kıyâmin dûne’l-leyâlî, ve lâ yevme’l-cumuati bi-sıyâmin dûne’l- eyyâm.)

“Çok kıymetli bir gecedir diye Cuma gecesini ibadete özel olarak tahsis etme! Başka günler yapmayıp yapmayıp, biriktirip, Cuma günü feyizli gecedir diye o geceyi ibadete tahsis etme! Başka günler oruç tutmayıp, tutmayıp, Cuma gündüzünü oruç tutmaya tahsis etme! Ölçülü ol, ibadetlerini her zamana yay!” demiş oluyor.

Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi sevdiği, razı olduğu ölçülü ibadetlere muvaffak eylesin…

Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin… Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin…

Fâtiha-i Şerîfe mea’l-besmele!


20. 09.1987 – İskenderpaşa Camii






44 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.444, no:27547; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.142, no:2752; Ebü’d-Derdâ RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VIII, s.518, no:23929; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXIII, s.27, no:7962.

189
06. HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VER!