12. İSLÂM’DA İTAATIN ÖLÇÜSÜ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Ve’s-salâtu ve’s-selâmü alâ alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve âlihî, ve sahbihî ecmaîn… Ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn… Emmâ ba’d: Fa’lemû eyyühe’l-ihvân, feinne efdale’l-hadîsi kitâbu’llàh, ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem, ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ, ve külle muhdesetin bid’ah, ve külle bid’atin dalâleh, ve külle dalâletin ve sàhibehâ fî’n-nâr… Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
لاَ طَاعَةَ لأَحَدٍ فِي مَعْصِيَةِ اللَِّ، إِنَّمَا الطَّاعَةُ فِي الْمَعْرُوفِ (خ. م. د. ن. حب. عن عليُّ)
RE. 481/8 (Lâ tàate li-ehadin fî ma’sıyeti’llâhi, inneme’t-tàatü fi’l-ma’rufi)
Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun... Allah’ın rahmeti, bereketi, lütfu, ihsanı, ikramı, dünya ve ahirette sizlere, sizlerin üzerine olsun….
Peygamber SAS Efendimiz’in mübarek hadîs-i şeriflerinden bir demet, Râmûzü’l-Ehâdîs isimli hadis kitabının 471. sayfasının 7. hadisinden itibaren okuyup izahına geçmek istiyoruz.
Bu hadîs-i şeriflerin okunmasına ve izahına geçmeden önce Peygamber SAS Efendimiz’in ruhuna hediye olmak üzere ve onun cümle âlinin, ashabının, etbâının ve sâir enbiyâ ve mürselîn ve evliyâullahın ve hâssaten Ümmet-i Muhammed’in mürşidleri olan sâdât ve meşâyih-i turuk-u aliyyemizin ve onların halifelerinin,
müridlerinin, muhiblerinin ruhlarına hediye olması için; Okuduğumuz kitabı te’lif eylemiş olan Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddîn Hocamız’ın ruhu için, kendisinden feyz aldığımız Mehmed Zâhid Kotku Hocamız’ın ruhu için, bu hadislerin bize kadar gelmesine emek sarf etmiş olan alimlerin, râvilerin ruhları için;
Bu beldeleri fethetmiş olan şehidlerin, fatihlerin, gazilerin, mücahidlerin, sonra düşman istilasından kurtarmak için çalışan muvahhidlerin ruhları için;
Cümle hayrât u hasenât sahiplerinin ve bilhassa şu camimizin bânîsi İskender Paşa’nın ve bunu tekrar tekrar tamir edip canlı, temiz, pak, hizmete âmâde tutmak için, mâlen, bedenen ve maddeten yardımcı olanların, kendilerinin ve geçmişlerinin ruhları için; Uzaktan ve yakından buradaki hadîs-i şerif meclisine, hadisleri dinlemek üzere teşrif etmiş olaneşlerimizin, âhirete göçmüş bütün sevdiklerinin ve yakınlarının ruhları için; biz yaşayan müslümanların da Rabbimizin rızasına uygun, Peygamber Efendimiz’in sünnetine muvâfık yaşayıp, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmamıza vesile olması için, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım, Efendimiz’e ve bu saydıklarımıza hediye edip öyle başlayalım!
……………………………….
a. İtâat Ancak Güzel Şeylerde Olur
Bu hadis-i şerifler Râmûz el-Ehàdis isimli kitabın 481. sayfasında mevcuttur. Metnini merak edenler incelemelerini derinleştirme imkânına sahip olsunlar diye söylüyoruz.
Metnini az önce okumuş olduğumuz birinci hadis-i şerif, Buhari’de, Müslim’de, Ebû Dâvud’da, Nesei’de, İbn-i Hibban’da Hz. Ali Efendimiz’den rivayet edilmiştir. Hz. Ali Efendimiz başımızın tacıdır, Peygamber Efendimiz’in damadıdır. Allah’ın arslanıdır, 4. halifedir. Bu hadisin yazılmış olduğu kitaplar da sahih hadis kitaplarıdır. Buhari, Müslim, Ebû Dâvud ve Neseî… Hepsi en muteber hadis kitaplarıdır.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz bu hadis-i şeriflerinde:95
لاَ طَاعَةَ لأَحَدٍ فِي مَعْصِيَةِ اللَِّ، إِنَّمَا الطَّاعَةُ فِي الْمَعْرُوفِ (خ. م. د. ن. حب. عن عليُّ)
RE. 481/8 (Lâ tàate li-ehadin fî ma’sıyeti’llâhi, inneme’t-tàatü fi’l-ma’rufi)
(Lâ tàate li-ehadin fî ma’sıyeti’llâhi) “Allah’a isyan yolunda bir kula, herhangi bir kimseye itaat etmek yoktur. (İnneme’t-tàatü fi’l- ma’rufi) İtaat ancak aklın ve şeriatin uygun bulduğu bir şeyde olur.” Akla ve şeriate aykırı günah yollarında olmaz.
İnsanın dinimizce itaat etmesi olunduğu kimseler vardır. Mesela babası, mesela anası, mesela hocası, mesela İslâmi idarenin başında bulunan halife-i ruy-i zemîn, imâmü’l-müslimîn, emirü’l- mü’minîn… Bunlara itaatle vazifelidir Müslümanlar.
Ayrıca seyahate çıksalar, bir vazife almış olsalar bu seyahatleri dolayısıyla, bu vazifeleri dolayısıyla gittikleri esnada veyahut bir yerde topluca çalışıyor olsalar, bu toplulukları esnasında bir tanesini imam ve önder seçmeleri lâzım gelir.
İslâm intizam dinidir. Düzen dinidir. İslâm’da sınırsız ve sonunda anarşiye götüren bir hürriyet yoktur. Her şey bir ölçüsü içindedir. Malum ilaç bile… Damlası fazla damlatıldığı zaman hastayı iyi etmiyor, ölüme götürüyor. On beş damla damlatacak dediğini otuz damla damlatırsa, hasta komaya girebilir. Her şeyin bir hududu vardır.
İslâm’da da her şey ölçülüdür. Annenin babanın hakkı vardır,
95 Buhàrî, Sahîh, c.XXII, s.218, no:6716; Müslim, Sahîh, c.IX, s.371, no:3424; Ebû Dâvud, Sünen, c.VII, s.210, no:2256; Neseî, Sünen, c.XIII, s.114, no:4134; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.94, no:724; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.156, no:16386; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.434, no:7828; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.132, no:4622; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.429, no:4567; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.405, no:7114; Abdullah ibn-i Mübârek, Müsned, c.I, s.272, no:267; İbnü’l- Ca’d, Müsned, c.I, s.140, no:894; Bezzâr, Müsned, c.I, s.119, no:589; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.17, no:109; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.V, s.38; Hz. Ali RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.67, no:14874; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.366, no:3076; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.426, no:17170.
ölçülü. Evlâdın hakkı vardır, ölçülü. Hocanın hakkı vardır, ölçülü. Talebenin hoca üzerinde hakkı vardır, ölçülü. Hepsi biçilmiş kaftan gibidir. Hepsi yerli yerine oturur. Milim şaşmaz. Gayet güzeldir.
Müslümanlar da itaatkâr olacaklar. Tamam… İmamlarına itaat edecekler. Bak camide bile başımıza bir imam geçiyor. “Allàhu ekber” dediği zaman, namaza duruyoruz. “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh” dediği zaman, selâm verip namazdan çıkıyoruz. İtaat ediyoruz, uyuyoruz, tâbî oluyoruz.
İslâm’da bu itaat, terbiye cemiyetin nizamı, yükselmesi ve başarısı için şarttır. İslâm bu itaate sahip olduğu müddetçe Müslümanları başarıdan başarıya götürmüş, dünyaya hâkim kılmıştır. Devletlere hâkim kılmıştır. Kıtalara hâkim kılmıştır. Okyanuslara hâkim kılmıştır. İslâm böyle bir din, bu kaideler güzel kaideler.
İslâm’da mânâsız, sınırsız bir hürriyet yoktur.
“—Efendim kadınlar hür olsun!”
“—Ne kadar hür olsun?” “—Ne kadar kabahat, kusur, günah, halt karıştırabilme imkânı varsa, onları yapacak kadar…” Bunun bir faydası yok ki.
“—Efendim İslâm’da herkes hür olsun!” “—Ne kadar?”
“—Cemiyetin nizamını alt üst edecek kadar, insanların haklarını çiğneyecek kadar; huzuru, rahatı kaçırtacak kadar…” Bu hürriyet, hürriyet değil anarşidir; doğru değildir.
İslâm her şeyi dengeliyor. Her şeyin doğru yolunu buluyor. İfratını, tefritini belirtiyor ve insanların dünya ve ahiret saadetine uygun olan şekli söylüyor.
Evet, itaat etmeniz lazım. Hocaya itaat edilir, tamam. İmama itaat edilir, tamam. Halifeye itaat edilir, tamam. Babaya, anneye itaat edilir, tamam. Büyük ağabey anne baba yerine kaimdir, itaat edilir; tamam. Hanım kocasına itaat edecek, hadisler var; tamam.
“—Bu işin hududu ne, sonsuz mu?” Hayır. Sonsuz değil. Bu işin hududu Allah’ın çizdiği çizgilerin içi. Bu çizgiye dayandığı zaman, bu çizgiyi geçtiği zaman oyun bozulur. O zaman olmaz.
“—Efendim ben senin babanım, gel bakalım buraya. Al bakalım şu rakı kadehini, iç bakalım nasıl içeceksin. Çocukların sarhoş olduğunu hiç görmedim, bir göreyim. Kah kah kah güleyim. İç bakalım!” “—İçmem baba…” “—E iç, ben senin baban değil miyim?” “—İçmem!” İçemezsin. İçemezsin.
Babası otel, motel, lokanta sahibi. Çocuk yüksek İslâm
enstitüsünden mezun. Müşterimiz çok olsun diye, “İçki koyalım!” diyor annesi babası.
Evlat diyor ki: “—Koyamazsın baba. Haram, yasak. Koymaman lazım.”
“—Evladım kazancımız az oluyor.” “—Az olsun, koyamazsın.”
“—Koyalım!”
“—Koyarsan ben evden giderim!” diyor.
Evlât babayı doğru yola çekiyor. Neden? Çünkü iş geldi Allah’ın emrine dayandı.
Koca, kadına emrediyor: “—Hadi bakalım soyun, boyan, süslen, püslen. Gir koluma, yürü gidiyoruz.”
Olmaz.
Dansa gidelim biraz. Felekten kam alalım.
Olmaz.
Neden? Evet, kadın kocasına itaat edecek ama günahta değil. Yanlış yolda değil.
“—Efendim ben senin amirinim, sen benim memurumsun. Şu işi yap!” “—Yapamam.” “—Neden?” “—Aykırı. Söylediğin şey suç, günah.
Demek ki suçu amir de söylese yapamaz aşağıdaki.
“—Efendim işime mâni olurlar, şöyle olur, böyle olur.” Sen onu yaparsan mahkemede sürünürsün, hapse girersin.
Bana amirim emretti de ondan yaptım desen, mazur olmazsın. Onun gibi işte. Kaide bu. Allah’a isyan yolunda hiçbir kula itaat edilmez. İtaat ancak iyi yoldadır. O, iyiliği emredecek. İyiliği emretmediği zaman, olmaz.
Übadetü’bnü’s-Sâmit RA’ın diyor ki: “—Biz Rasûlüllah’a bey’at ettik, elini tuttuk. Sıktık, söz verdik, ahid ettik, anlaştık.” Ne üzerine anlaştık? (Ale’s-sem’i ve’t-tàati fi’l- usri ve’l-yusri ve’l-menşatı ve’l-mekrehi) “Her hususta; kolay zamanda, zor zamanda; neşeli zamanda, üzüntülü zamanda kendimize tercih ederek, kendi fikrimizden üstün sayarak, kendimizin önüne geçirerek, kendimizden de önde tutarak Rasûlüllah’a her hususta itaat etmeye söz verdik. Onunla bir iş hususunda çekişmemeye ahd ettik. Tamam.
Kur’an-ı Kerim’de de deniliyor ki:
وَلاَ يَعْصِينَكَ فِي مَعْرُوفٍ (الممتحنة:٢١)
(Ve lâ ya’suneke fi’l-ma’ruf) [İyi işi işlemekte sana karşı gelmemeleri şartıyla…] (Mümtahine, 60/12)
“Ey Rasûlüm! Ma’ruf olan şeyde sana isyan etmemeleri şartıyla gelip sana beyat etsinler. Sen de onların bey’atlarını kabul et!” buyruluyor.
Demek ki, Rasûlüllah Allah’ın elçisi olduğu için sadece onun emirlerini söyler ama faraza ma’ruf olmayan, yani ma’ruf sözü bir tabirdir, akla ve şeriate uygun olmayan bir şeyi emretse, onu yapmak gerekmeyecek. Ama, “Ma’rufta isyan etmeyecek, itaat edecek!” diye söz o tarzdadır. O Peygamber Efendimiz’e peygamberliğinin şeyini bir tevlidir. Ümmeti Muhammed’e de bir şeydir.
Ey rasulüm, (Belliğ ma ünzilet ileyke) “Sana indirileni tebliğ et, benim emrimi tut!” demektir o.
Ötekilere de Rasûlullahın vazifesi Allah’ın elçiliğidir, kendisinden bir şey söylemez, konuşmaz. Konuşursa itaat edilmez diye kaideyi bildirmektir.
O bakımdan herkes itaat ettiği, sözünü dinlediği, boyun büktüğü, el pençe divan durduğu kimsenin sözünü süzgeçten
geçirmek zorunda… Bana bunu söylüyor ama yapmalı mıyım, yapmamalı mıyım? Yaparsam sevap mı, günah mı. vebal mi, mes’uliyet mi, suç mu yoksa hayır mı, hasenat mı, iyilik mi. onu düşünmeli. İyiyse yapmalı, kötüyse yapmamalı.
Yoksa ben sana şuna itaat et demiştim ya, öyle kuru kuruya, boşu boşuna, körü körüne değil. Belli bir ölçü içinde olacak. Bu kaideyi bütün Müslümanlar akıllarına iyice yerleştirsinler. Daima hakkı tutsunlar. Daima haktan yana olsunlar. Babası da olsa, hocası da olsa, kocası da olsa, imamı da olsa, önderi de olsa hakkı söylesinler.
Cihadın en üstünü zalim sultanın karşısında hak sözü söylemektir.
Zalim sultan elini çırpar, iki tane cellat gelir, insanın koluna girer, kafasını keserler. Olsun, hak sözü söyleyeceksin gene. Hak sözü söylediğin zaman, kafan kesilse de ahirette cenneti bulursun. Nasıl Yâsin Sûresi’nin ikinci sayfasında Habibü’n-Necar’ın kıssası anlatılırken bize bildiriliyor:
وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَىٰ قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ .
اتَّبِعُوا مَن لاَّ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُم مَّهْتَدُونَ (يس:٠٢-١٢)
(Ve câe min aksa’l-medîneti racülün yes’à kàle yâ kavmi’ttebiü’l- mürselîn. İttebiù men lâ yes’elüküm ecren ve hüm mühtedûn ) [Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi. ‘Ey kavmim, bu elçilere uyunuz!’ dedi. Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir.] (Yâsîn, 36/20-21)
وَمَا لِيَ لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ . أَأَتَّخِذُ منْ دُونِهِ آلِهَة إِنْ
يُرِدْنِ الرَّحْمَٰنُ بِضُر لاَ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنقِذُونِ . إِنِّي
إِذًا لَّفِي ضَلََلٍ مَّبِينٍ . إِنِّي آمَنتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ (يس: ٢٢-5 )
(Vemâ liye lâ a’büdü’llezî fetaranî ve ileyhi turceùn. E ettahizü min dûnihî âliheten in yuridni’r-rahmanü bi-durrin lâ tuğni annî şefâatühüm şey’en velâ yünkızûn. İnnî amentü bi-rabbiküm fesmeùn) [Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz ona döndürüleceksiniz. Ondan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse, onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin!] (Yâsin, 36/22-25)
قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ . بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي
وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ (يس:٦٢-٧٢)
(Kîle’dhuli’l-cenneh, kàle yâ leyte kavmî ya’lemûn. Bimâ gafera lî rabbî ve cealenî mine’l-mükramîn) [Ona: ‘Cennete gir!’ denilince, ‘Keşke, kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!’ dedi.] (Yâsin, 36/26-27)
Bütün kavme karşı çıkıyor. Diyor ki yaptığınız yol yanlış. Başka putlara tapmayın! Bu Allah’ın göndermiş olduğu vazifeli insanların aleyhinde çalışmayın! Bunları cezalandırmaya kalkışmayın! Eğer Allah başınıza bir belâ getirecek olursa, kime dua edeceksiniz? O belâyı başınızdan kim kaldırır? Etmeyin!
Şahit olun ki ben Allah’ın varlığına, birliğine inandım. Ben bu masumların yanındayım. Siz yanlış yapıyorsunuz diye koca bir kavme karşı çıktı. Ne yaptılar? O gönderilen vazifelileri de, o zatı da şehid ettiler. Ne oldu?
Allah-u Teàlâ Hazretleri tarafından, melekleri tarafından kendisine tebliğ edildi, bildirildi ki: “—Buyur cennete gir ey benim sevgili kulum, ey benim sadık kulum! Ey ne olursa olsun hayatından bile vazgeçmek pahasına hakkı söyleyen kulum, gir cennetime!” dedi.
Dedi ki: “—Ah keşke benim kavmim; şu benim sahip olduğum, nâil
olduğum, eriştiğim şu dereceyi, şu mükâfatı bilselerdi, Allah’ın ikramına mazhar olmuş bir kimse olduğumu görselerdi. Benim haklı olduğumu anlasalardı.”
Demek ki insan, her ne pahasına olursa olsun hakkı söyleyecek, hayrı söyleyecek. Bu kaide İslâm’ın en önemli kaidelerinde birisidir.
Onun için muhterem kardeşlerim hakkı öğrenin, hakkı bilin. Hakkı bilmeyince insan yanlış iş yapar. Yanlış iş yapınca da elektriği yanlış bağladığı zaman, yanlış tuttuğu zaman çarpıldığı gibi mânevî bakımdan çarpılır. İlk iş hakkı bilmektir. Hakkı bilin. Kur’an-ı Kerim’i okuyun! Hadis meclislerine gelin!
Geliyorsunuz, geldiğiniz zaman duyduklarınızı yazın! Yazdıklarınızı belleyin! Bellediklerinizi tebliğ edin!
Allah’ın dininin emirlerini, yasaklarını bilin, bir… Bildiğinize uyun, iki...
Herkes bildiğine uyacak. Sen şöyle yap, ben böyle yapayım.
“—Efendim zaman sana uymazsa sen zamana uy!” Ben fırıldak gibi dönek bir insan mıyım? Allah ne dediyse dönmem ondan... Allah derim, dururum.
Fıkrası var:
Nakşî bir derviş ile Mevlevî derviş karşılaşmışlar. Nakşî derviş Mevlevî dervişe sormuş:
“—Siz ne yaparsınız?” diye.
Mevlevî: “—Biz Allah der, döneriz.” demiş.
“—Ya siz ne yaparsınız?” diye o da Nakşî’ye sormuş.
Nakşî de:
“—Biz de Allah der, dururuz.” demiş. “Allah deriz, sapasağlam dururuz biz.” demiş
Cevap güzel, fıkra… Bizim Allah dedikten sonra sebat etmemiz lâzım, vefa göstermemiz lâzım. Bu dünya imtihan yeridir, fırıldak gibi rüzgârın estiği tarafa, kuyruğundan gelen tazyikle insan dönerse o zaman o, bir şeye benzemez.
Müslüman, cihanı ıslah etmek için gelmiş bir ümmetin ferdi demektir. Niçin gelmiş dünyaya? Cihanı ıslah etmek için. Cihanda dürüstlük nasılmış, doğruluk neymiş, hakka riayet nasıl olacakmış
onu göstermek Ümmet-i Muhammed var.
Hani nerede? Kitaplarda kalmış. Hepimiz şaşırmışız, sapıtmışız, unutmuşuz, tembelleşmişiz, uyuşmuşuz, yağlanmışız, paslanmışız, islenmişiz, karalanmışız. Nerede temiz Müslümanlar? Nerede o mücahid Müslümanlar, nerede o aslanlar?
Onun için esas kaideye sımsıkı sarılmamız lazım. Müslüman dürüsttür. Yanında hiç haksızlık yaptırtmaz. Hiçbir haksızlığa taviz vermez. Allah’tan gayriden korkmaz. Cihanın halkı seni öldürmek üzere kavlu karar etseler Allah-u Teala hazretleri koruyunca öldüremezler. Öldüren kim? Allah.
وَاللَُّ يُحْيِي وَ ي ـُمِيتُ (آل عمران:٦)
(Va’llàhu yuhyî ve yümît) “İnsanı yaşatan ve öldüren Allah’tır.” (Âl-i İmrân, 3/156)
Yaşatan kim? Allah. Kırk kişi, otobüs yuvarlanıyor uçuruma, ölüyor. Bir tanesi kurtuluyor. Kırk kişiyi öldüren, bir kişiyi yaşatan Allah. Yangından çıkıyor, tek kişi. Enkazın altından çıkıyor; uçak düşüyor, uçağın arkasından çıkıyor. Enkazı içinden çıkıyor. Yaşattı mı yaşatır, Allah yaşatır.
Öldürdü mü öldürür, Allah öldürür. Başkası değil. Ne kurşun, ne düşman, ne hile, ne tuzak… Sen Allah’a kul olursan Allah düşmanın tuzağını başına geçirir. Sen Allah’a has kul olursan Allah senin yuvadaki kuş yavruları gibi besler.
Ama sen Allah’a güvenmezsen, ben rızkımı kendim kazanacağım, sen kendin kimsin? Rızkımı kendim kazanıyorum diyorsun. Bu elmayı sen mi yarattın? Elmayı Allah yaratmış. Lahanayı Allah yaratmış, buğdayı Allah yaratmış. Yaratmasa, başak olmasa, buğday bitmese ne yapacaksın? Ağaç bitmese ne yapacaksın? Kıtlık olsa ne yapacaksın?
Kar yağdı ne yaptın? Buz tuttu ne yaptın? Çiçek açmış ağaçların hepsinin çiçekleri sapır sapır döküldü. Bir çare bulabildin mi? Filanca yerde radyasyon artmış, ne yapabiliyor? Teknolojik bakımdan ilerlemiş devletler ne yapabiliyor? Kuyruklarını kıstırıp kalıyorlar. Ne yapabiliyor?
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâh, Allah güç ve kuvvetin sahibidir. Ne dilerse öyle yapar. Sen ona has kul olursan, Allah seni korur, kurtarır. Hakkı, hayrı gösterir. Hayat hayırlıysa yaşarsın. Ölüm hayırlı olduğu zaman sana da denilir ki
“—Ey kulum gel, benim has kulum, gir cennetime!”
يَاأَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ . ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي . وَادْخُلِي جَنَّتِي (الفجر:٧٢-٠٣)
(Yâ eyyetühe’n-nefsü’l-mutmainneh) “Ey mütmain olan nefis!
(İrciî ilâ rabbiki râdıyeten merdıyyeh) Sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön! (Fe’dhulî fî ibâdî.) Gir benim şu has kullarımın arasına! (Ve’dhulî cennetî) Gir cennetime!” (Fecr, 89/27- 30) der Allah-u Teàlâ...
Böyle ölüme can kurban. Ben ne diye yaşayayım? Arkasından
böyle ölüm geldikten sonra bu dünyanın çamuruna, zemherine, sayfına, şitâsına, kışına, yazına kim tenezzül edip de bakar? Yani gökyüzünden, Allah’ın cennetteki Müslümanlara mükafatlarından bir mükafat olan bir huri kızı bir parmağının ucunu gösterse, geceler gündüz olur. Dünya aydınlanır. İnsanlar hayran kalır. Kokusuyla yer gök dolar.
Bir huri kızının rüyada yüzünü gören insana, dünyanın hayatı tatsızlaşır. Ahirete gitmek için can atmaya başlar. Dünyada ne var ki ölümden kaçılsın? Dünyada da Allah’ın nimetleri var ama ahiretteki nimetlerin yanında adı bile anılmaz. Adı bile anılmaz.
Onun için gelin mademki Allah’a söz vermişiz; Allah’a teslim olmuşuz, Allah’ın iradesine ram olmuşuz, Allah’ın buyruğunu tutmaya söz vermişiz. Merdane şu sözümüzde duralım. Allah’ın kulu olalım. Allah’ın emrini tutalım. Allah’ın yasağından uzak duralım. Aç mı kalıyorsun Allah’ın emrini tutunca? İçki içmeyince kıyamet mi kopuyor? El-hamdü lillâh içmedik işte... Şu caminin içindeki kardeşlerimiz içki içmedi. Öldüler mi, kaldılar mı? Ne eksikleri var?
Meyve var, meşrubat var, ayran var, çeşit çeşit meyve suları var, tatlılar var, tuzlular var, tatlılardan bıkarsan ekşiler, turşular var. Allah’ın nimetleri sonsuz. Saymaya çalışsan: “—Yâhu, deli misin divane misin? Sayılır mı?” derler.
Sayılmayacak kadar çok nimetleri var. Bula bula gidip de harama mı takıldın? Hiç başka bir şey bulamadın da harama mı takıldın yani? İlle Allah’a isyan mı etmek istiyorsun? Kaşınıyor musun? Sırtın mı kaşınıyor? Dayak mı istiyorsun? Sopa mı istiyorsun? Bu kadar nimet var. Bunları alma, geç geç geç. Cump haramın içine düş. Lamın içine düşer gibi. Allah akıl fikir versin… Allah kendisinden gayriye boyun büktürmesin... Yüz suyu döktürmesin… El açtırmasın, avuç açtırmasın... Yalvartmasın, diz çöktürtmesin... Ancak kendisine ibadet ettirsin.
O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.
Ancak namazında niyazında, rükûsunda secdesinde eğilelim. Başımız daima dik dursun. Çünkü iman şerefiyle şerefliyiz.
b. Allah’a İsyanda İtaat Olmaz
Arkasındaki hadis-i şerif de ibare bakımından biraz ötekisinden farklı olduğundan Hocamız onu da yazmış ki, bak bu kaynaklarda da var, onda da şu raviler rivayet etmiş diye bildirmek için:96
لاَ طَاعَةَ لِمَخْلوُ قٍ فِي مَعْصِيَةِ الْخَالِقِ (حم. طب. ك. وابن خزيمة،
وابن جرير عن عمران؛ و الحكم بن عمرو، وأبو نـعيم، خط. عن
أنـس؛ طب. عن النواس)
RE. 481/9 (Lâ tàate li-mahlûkin fî ma’siyeti’l-hàlik) “Allah’a isyanda kula, mahlûka itaat yoktur.” Allah’a isyan edilme durumu olduğu zaman, günah işlemek olduğu zaman, hiçbir kimsenin sözünü dinlemek olmaz!
Bu bir kaidedir. Yazın defterinize, yazın duvara: (Lâ tàate li-mahlûkin fi ma’siyeti’l-hàlik.) Edebî sanat bakımından şahane bir cümle. İştikak sanatı var. Her türlü güzelliğe sahip, şahane bir kaide... Ömrünüzü buna göre geçirin.
96 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.66, no:20672; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.XVIII, s.170, no:381; Heysemî, Müsnedü’l-Hàris, c.II, s.632, no:602; Kudàî,
Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.55, no:873; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.275; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.III, s.145; İmran ibn-i Husayn RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.409, no:3889; Bezzâr, Müsned, c.V, s.356, no:1988; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.II, s.383, no:3788; Dâra Kutnî, İlel, c.V, s.155, no:786; İbn-i Abdi’l-Ber, et-Temhîd, c.VIII, s.58; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.131, no:1095; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.132, no:4622; Hz. Ali RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.181, no:3917; Hz. Hüseyin RA’dan.
İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.545, no:33717; Hasan-ı Basrî Rh.A’ten.
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.369, no:3647; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstîàb, c.I, s.269; Abdullah ibn-i Huzâfe RA’dan.
Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.X; s.22; Ebû Nuaym, Ahbâr-ı Isfahan, c.II, s.109, no:443; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVI, s.322; Temîm-i Dârî RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.105, no:14875; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.2077, no:3076; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.427, no:17172.
Buna göre geçirelim!
c. Temlik, Sahip Olma Şartı
Üçüncü hadis-i şerif. Bu Ebû Dâvud’da ve Müstedrek’te rivayet edilmiş bir hadis-i şerif. Peygamber SAS Efendimiz bir hukuk kaidesi koyuyor, bildiriyor ki:97
لاَ طَلََقَ إِلاَّ فِيمَا تَمْلِكُ، وَلاَ عِتْقَ إِلاَّ فِيمَا تَمْلِكُ، وَلاَ بَيْعَ إِلاَّ فِيمَا
تَمْلِكُ، وَلاَ وَفَاءَ نَذْرٍ إِلاَّ فِيمَا تَمْلِكُ، وَلاَ نَذْرَ إِلاَّ فِيمَا ابْتُغِيَ بِهِ وَجْهُ
اللََِّّ تَعَالَى ؛ وَمَنْ حَلَفَ عَلَى مَعْصِيَةٍ، فَلََ يَمِينَ لَهُ؛ وَمَنْ حَلَفَ عَلَى
قَطِيعَةِ رَحِمٍ، فَلََ يَمِينَ لَهُ ( د. ك. عن عمرو بن شعيب عن أبيه
عن جده)
RE. 481/10 (Lâ talâka illâ fîmâ temlik, ve la itka illâ fîmâ temlik, ve la bey’a illâ fîmâ temlik, velâ vefâe nezrin illâ fîmâ temlik, velâ nezre illâ fîme’btegà bihî vechu’llàhi teàlâ; vemen halefe alâ ma’siyetin, felâ yemîne lehû; vemen halefe katıati rahimin, felâ yemîne leh.)
(Lâ talâka fîmâ temlik) “Nikahına sahip olmadığın bir kadını boşamak yoktur.”
Daha nikah olmadı ki boşanmak olsun. Ancak tamamlanmış olsa, bitmiş olsa, o zaman boşamak olabilir. Hak o zaman olabilir. Tamamlanmamış bir şeyde boşama olmaz.
Sahip olmadığın bir köleyi azat etmek yoktur. Sahip olmadıktan sonra kimin malını nasıl azat ediyorsun? O hüküm olmaz. Ancak sahip olduğunu azat edebilirsin, hür edebilirsin.
97 Ebû Dâvud, Sünen, c.VI, s.106, no:1873; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.333, no:7882; Amr ibn-i Şuayb babasından, o da dedesinden.
Kenzü’l-Ummâl, c.IX, s.641, no:27779; Câmiü’l-Ehàdis, c.XVI, s.429, no:17176.
Sahip olmadığını satmak yoktur. Beyazıt kulesini sat Anadolu’dan gelen saf tüccara mesela. Olmaz. Senin değil ki, nasıl satıyorsun.
Ama bizim sokakları satıyorlar. Arabayı yanaştırıyorsun, bakıyorsun başına birisi dikiliyor: “—Ver parayı!”
“—Niye?”
Bilmem, park parası alıyor senden.
“—Yahu bu sokak Allah’ın sokağı, ben de Allah’ın kuluyum. Gelmişim buraya arabayla park etmişim.” İstanbul’un sokakları parsellenmiş, dikiliyor. İstersen verme, vermezsen lastiğini söndürüyor, bilmem ne yapıyor. Hakkı değil. Yaparsa hakkı değil.
(Velâ vefâe nezrin illâ fîmâ temlik) Sahip olmadığın bir şeyi nezretmek yoktur.
“—İnşallah, şu hastalığım geçerse Dolmabahçe Sarayı’nı sana bağışlayayım.” Dolmabahçe Sarayı senin değil ki, sahip olmadığın şeyi başkasına nasıl bağışlıyorsun? Küçük bir şey bile olsa olmaz.
“—Ahmed’in kalemini sana bağışlayayım.” Ahmed bakalım razı gelecek mi? Senin olmayan şeyi sen başkasına ne hakla bağışlarsın?
(Velâ nezre illâ fîme’btegà bihî vechu’llàhi teàlâ) “Allah-u Teala’nın rızası aranmayan şeyde nezir yoktur.” (Vemen halefe alâ ma’siyetin) “Bir kimse günah işlemeye yemin ederse, onun için yemin yoktur.”
“—Vallahi on şişe içki içeceğim.” İçme!
“—Yemin ettim artık, ağzımdan çıktı bir kere. Getir şu şişeleri…” Öyle bir şey yok. Günaha yemin, yemin değildir. O, yemin sayılmaz.
(Vemen halefe katıati rahimin, felâ yemîne leh.) Bir kimse sıla-ı rahimi kesmek için yemin ederse onun için de yemin yoktur.
“—Ben yemin ettim, bir daha hiç akrabamla görüşmeyeceğim. Kapısını açarsam şöyle olayım, böyle olayım bilmem ne.”
Yok. Çünkü sıla-i rahim emredilmiş. Akrabayla alakayı kesmek olmaz. Onun için böyle yemin olmuyor.
Bundan sonraki hadis-i şerife geçiyoruz. Yani bunların hep zıtları olmuştur da Peygamber Efendimiz onun için anlatmıştır. Bu insanların çok acayip şeyleriyle karşılaşıyor insan. Yani yaşadıkça, etrafına baktıkça, hele biraz da hoca olur da kendisine gelip de bir şeyler sorarlarsa, bu insanların arasında ne acayip şeyler vardır bir bilseniz! Bunları söylemeye, neleri söylemeye ihtiyaç vardır.
d. Bazı Bâtıl İnançlar
Ebû Ümâme Hazretleri’nden Taberânî rivayet etmiş. Bu hadis- i şerif birtakım bâtıl inançları reddeden hadis-i şeriftir. Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:98
لاَ عَدْوَى، وَلاَ صَفَرَ، وَلاَ هَامَ، وَلاَ يَتِمَّ شَهْرَانِ ثَلَثُونَ يَوْمًا ، وَمَنْ
خَفَرَ بِذِمَّةٍ لَمْ يَرُحْ رَائِحَةَ الْجَنَّةِ (الطبرانى عن أبى أمامة)
RE. 481/11 (Lâ advâ, velâ safera, velâ hâme, velâ yetimmü şehrani selasûne yevmen, ve men hafera bi-zimmetin, lem yeruh râihate’l-cenneh.)
(Lâ advâ) “Advâ yoktur, (velâ safera) safer yoktur, (velâ hame) ham yoktur.” diyor.
Advâ ne demek? Hastalığın, bir illetin kendi kendine başkasına atlaması, geçmesi, sirayeti yoktur. Onlar böyle uğursuzluk, şomluk telakki ederlerdi. Birisinin hastalığı ötekisine geçiverecek diye düşünürlerdi Araplar. Öyle şey yoktur diyor.
İkincisi, (ve lâ safera) Safer ayını tehir edip Muharremi Safere tehir etmek, böylece ayların yerini değiştirmek, Arapların yaptığı şeylerdi bu, bu da yoktur. Buna nesi’ derler.
98 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr c.VIII, s.184, no;7761; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.VI, s.459, no:10755; Ebû Ümâme el-Bâhilî RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.120, no:28610; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.434, no:17192.
إِنَّمَا النَّسِيءُزِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ (التوبة:٧٣)
(İnneme’n-nesîu ziyâdetün fi’l-küfri) [Haram ayları tehir etmek, ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir.] (Tevbe, 9/37)
Ayları yerinden oynatmayı niye yaparlardı? Bazı aylarda söz vermişler kendilerine; yol kesmek yok, hırsızlık yapmak yok. Bir ilan ediyorlar, ayların yerini değiştirdik diyorlar. Yol kesmeyecekleri zamanda gene hırsızlık, çapulculuk yapıyorlar. Tabii bu küfür; insafsızlıktan, zulümden doğan bir şey. Kur’an-ı Kerim onu yasaklamış.
Veyahut da safer yoktur’dan maksat bazıları Safer ayını uğursuz sayarlarmış:
“—Bu ayda belâlar çok olur, göz değmesi çok olur.” derlermiş.
Öyle şey yok. Bu uğursuzluk telakkilerinin aslı esası yoktur diyor Peygamber Efendimiz.
Sonra, (velâ ham) ham da yoktur. Ham nedir? O, bir çeşit kuş. Baykuşa da diyorlarmış. Belki ona yakın başka büyük bir kuş da olabilir.
Arapların kanaatine göre birisi öldürülürse, onun ruhu kuş şekline gelirmiş, beni sulayın diye bağırırmış. Beni sulayın dediği, benim katillerimi öldürün, onların kanlarını akıtın, ben o zaman rahatlayacağım diye. O böyle intikamı alınıncaya kadar gelip ötermiş. Oralarda bulunurmuş.
“—İşte böyle uğursuz bir hayvan, kuş, böyle bir şey yoktur!” diyor Peygamber Efendimiz.
Yani Araplar arasında yaygın olan uğursuzluk telakkilerini, bazı böyle inançların yanlışlığını bildirmiş oluyor.
Demek ki her şeyin halikı, sahibi, maliki, mutasarrıfı Allah-u Teàlâ Hazretleridir. O uğursuzluk şuna şöyle zarar verecek, böyle yaparsam şöyle olurum filan böyle şeyler yoktur. Hepsi Allah’tandır. Allah’a sığınırsa, hiçbir şey zarar vermez. Bâtıl inançlara, itikatlara müslümanın düşmemesi gerekir.
Arkasındaki cümle şöyle:
(Ve lâ yetimmü şehrâni selâsûne yevmen) “İki ay, otuz gün olmaz.”
Şimdi Araplarda mâlum kamerî takvim esastır. Onlar ayın hareketlerini zaman ölçüsü olarak almışlardır. Ay kaybolduktan sonra, gökyüzünde bir iki gün görünmedikten sonra ilk defa hilal haline görüldüğü zaman, ayın başı olur. Akşamüstü göründüğü zaman, yeni ay başlar. İkinci bir sefer tekrar hilâl gözükene kadar o ay devam eder. Yani bir hilâlin görünmesinden öteki hilâlin görünmesine kadar geçen zamana bir ay derler.
Ayın böyle bir hilâl halinden diğerine gelmesi esnasında geçen zaman 29 gün 12 saat 50 küsür dakikadır. Yani 29,5 gün olmuş oluyor. Şimdi bu buçuk günden dolayı, o buçuk bazen bir tarafa bazen öbür tarafa eklenir; o yüzden Arabi aylar bazen 29 gün olur, bazen 30 gün olur; 29 veya 30 günde bir hilâl görünür. Yani ayın birazcık geri kalma, yükseğe çıkma, alçakta kalma durumundan dolayı 29. gün görünmeyebilir o buçuklu saatlerden dolayı. O zaman 30 gün olarak görünür. Bir ay ya 29 ya da 30 gün olur.
Bir kere Araplarda 31 günlük ay yoktur, bu muhakkak. 28 günlük de ay yoktur. Arka arkaya ikisi otuzar gün de olmaz. Çünkü birisine eklendiği zaman, ötekisinden kesilecek de öyle eklenecek.
Tabii Müslümanların ayın hareketlerini bilmesi, tanıması gerekiyor. İbadetleri ona bağlı… Mesela Ramazan gelecek şimdi. Bir haftadan birazcık fazla zaman kaldı. Ramazan’ın geldiği nereden belli olacak?
“—Hocam takvimlere bakarız, biliriz.” E takvimler farklıysa ne yapacaksın? Herkes bir başka havadan çalıyorsa? Aslı ne bu işin? Takvimlerin olmadığı zamanlarda nasıldı? Takvimlerin olmadığı zamanda işin aslı, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesi:99
99 Buhàrî, Sahîh, c.II, s.674, Savm 36/11, no:1810; Müslim, Sahîh, c.II, s.762, Sıyam 13/2, no:1081; Tirmizî, Sünen, c.III, s.68, no:684; Neseî, Sünen, c.IV, s.133, no:2117; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.422, no:9453; Dârimî, Sünen, c.II, s.6, no:1685; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.226, no:3442; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.159, no:15; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.304, no:2307; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.19, no:2333; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.205, no:7721; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.69, no:2427; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.234; İbnü’l- Ca’d, Müsned, c.I, s.174, no:1118; Bezzâr, Müsned, c.II, s.470, no:8879; İmam Şâfiî, Müsned, c.I, s.187, no:908; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.I, s.497, no:422; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.427, no:874; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.393, no:3744; Hatîb- i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.VIII, s.111, no:4230; Târih-i Dimaşk, c.LXIV, s.99, no:8115; Ebû Hüreyre RA’dan.
صُومُوا لِرُؤْيَتِهِ، وَأَفْطِرُوا لِرُؤْيَتِهِ (خ. م. عن أبي هريرة)
(Sùmû li-rü’yetihî) “Hilâli gözetleyin, hilâli gördüğünüz zaman Ramazan girer; oruca başlayın! ( Ve eftırû li-ru’yetihî), Ramazan’ın sonlarına doğru, yine hilâli gözetleyin! Hilâli gördüğünüz zaman Şevval ayı girer, bayram yaparsınız.” Onun için bizim memleketlerde, her kasabada, köyde bir aya bakacak yeri vardır. Adı: Bakacak… Manzaralı, önü açık bir yerdir. Oraya çıkarlar, Şa’ban ayının sonlarında ufukta acaba hilâli görebilir miyiz diye bakarlar. Görürlerse toplar atılır, haberler verilir: “—Tamam hilâl görüldü, yarın Ramazan başladı!” derler.
Tirmizî, Sünen, c.III, s.113, no:624; Neseî, Sünen, c.VII, s.279, no:2095; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.226, no:1985; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.587, no:1547; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VIII, s.360, no:3594; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.157, no:7; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.271, no:11706; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.42, no:5740; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.207, no:7736; Neseî, Sünenü’l- Kübrâ, c.II, s.72, no:2440; Dârimî, Sünen, c.II, s.5, no:1683; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.204, no:1912; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.21, no:9116; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.352; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.III, s.232; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IV, s.243, no:2355; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VIII, s.275, no:3196; Hàris, Müsned, c.I, s.494, no:314; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Neseî, Sünen, c.VII, s.267, no:2087; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.321, no:18915; Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.167, no:3; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.69, no:2426; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.245, no;962; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1300; Târih-i Dimaşk, c.XXXIV, s.34, no:7027; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.XVII, s.122; Abdurrahman ibn-i Zeyd ibni’l-Hattâb Rh.A’ten.
Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.206, no:7727; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.118, no:873; Tahàvî, Şerhü’l-Maànî, c.II, s.58, no:2952; Bezzâr, Müsned, c.II, s.41, no:3646; Ebû Bekre RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.V, s.341, no:1796; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.IV, s.156, no:7306; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.249, no:1810; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.445 no:915; Târih-i Dimaşk, c.XXXIV, s.Temmâmü’r-Râzî, el-Fevâid, c.I, s.286, no:287; İbn-i Asâkir, 263, no:7000; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.254, no:6331; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.207, no:7734; Hz. Ömer RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.25, no:1175; Bera’ ibn-i Àzib RA’dan.
Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.160, no:20; Rabi’ ibn-i Hiraş RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VIII, s.489, no:23769; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.37, no:13732.
Ramazan’ın da sonu geldiği zaman, son günlerine doğru 27’sinde, 28’inde, 29’unda öyle bakarlar. Hilâli gördükleri zaman tamam yarın bayram, bayramın hilâli göründü derlerdi. Böylece Peygamber Efendimiz’in tavsiyesine göre hilâli görmekle bu iş hallolurdu.
Şimdi Müslümanların bu hilâlleri tanıması lâzım. Hilâl bazen sabahleyin de görünür. Sabahleyin sabah namazına giderken, bir de bakarsın gökyüzünde, doğu tarafında, maviliğin ortasında pırıl pırıl güzelce hilal görülüyor. Sabah görülen hilal, güneşten önde olan hilaldir. Güneş daha doğmamış, güneş daha doğmadan gökyüzüne ondan evvel çıkmış, yükselmiş olan bir hilaldir. O sabah görünen hilal, eski ayın son günlerini gösterir.
Aradan birkaç gün geçecek. Her gün biraz tehire uğraya uğraya güneş battıktan sonra görünecek hale gelecek.
Müslümanlar bunları bilmiyorlar. Hilalin nereden doğup nereden battığını da bilmiyorlar. Sanıyorlar ki güneşin battığı yerden hilal bir çıkıyor, sonra dalıyor aşağıya…
Öyle değil. Hilal, güneş gibi hareket eder. Doğudan doğar, batıdan batar. Görürsen görürsün, göremezsen göremezsin. Hep hareketi o tarafa doğrudur. Çünkü bu dünyanın kendi etrafında dönmesiyle ilgili bir hadisedir. Hasılı sabahleyin hilali gördüm dedin mi, yeni ay gelmiş olmaz. Daha o eski ay demektir. Şimdi millet bu işleri bilmiyor.
Hacı hanımın bir tanesi Allah’a dua etmiş gece gündüz: “—Aman ya Rabbi bana hilali göster.” diye.
“—Hah, perşembe günü hilali gördüm!” diyor.
Perşembe günü sen de gördün, ben de gördüm, herkes gördü. O daha Ramazan’ın hilali. Bayramı göstermez o. Perşembe gördüğün hilal cuma geçecek, cumartesi geçecek, pazar geçecek, pazartesi günü ancak akşam görünecek mesela.
Onu bilmiyor millet, “Hilâli gördüm, bayram yapın!” diyor. Daha Ramazan çıkmadı ki, bayram yapıyorsunuz. Hilâli bilmediği için insanlar böyle hatalar yapıyorlar. Bilmiyorlarsa bilmedikleri şeylere karışmasınlar, bilenlere tabi olsunlar. Oyuncak değil, Ramazan başlıyor, bayram başlıyor, mühim işler bunlar.
Gelelim cümlenin öbür tarafına bu hadis-i şerifte.
(Ve men hafera bi-zimmetin) “Kim ahdini bozarsa, (lem yeruh râihate’l-cenneh) cennetin kokusunu koklayamaz.” Cennetin kokusunu duyamaz sözü büyük bir tehdittir. Çünkü cennetin kokusu, cennetin duvarlarından öbür taraflara da yayılır, 500 yıllık mesafeden duyulur. Demek ki cennetin yanına bile yaklaşmayacak demektir o.
Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlemizi ahdine, sözüne olanlardan eylesin… Ahdini bozmayanlardan eylesin… Müslümanları da ahdini, verdiği sözü çiğnemeyenlerden eylesin…
Demek ki, İslâm’da ahdine sadık olmak, İslâm’ın hukukuna riayet etmek önemli bir şey oluyor. Döneklik yapan kimse cennete girmek şöyle dursun, cennetin yanına bile yaklaşamıyor, kokusunu
bile duyamıyor.
e. Uğursuzluk Yoktur
Altındaki hadis-i şerif de bunun gibi başlıyor. Ama iki hadis-i şerif var böyle başlangıcı aynı olan, sonundaki cümleler farklı. Onlara geçelim.
Ahmed ibn-i Hanbel’de, Müslim’de, Buharî’de, Ebû Dâvud’da, Tirmizî’de yani sahih kaynaklarda Enes RA’dan rivayet edilmiş bu hadis-i şerif. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:100
لاَ عَدْوَى وَلاَ طِيَرَة، وَيُعْجِبُنِي الْفَأْلُ الصَّالِحُ ، وَالْفَأْلُ الصَّالِحُ الْكَلِمَةُ
100 Buhàrî, Sahîh, c.XVIII, s.44, no:5315; Müslim, Sahîh, c.XI, s.258, no:4123; Tirmizî, Sünen, c.VI, s.153, no:1540; Ebû Dâvud, Sünen, c.X, s.423, no:3415; İbn-i Mâce, Sünen, c.X, s.375, no:3527; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.130, no:12345; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.315, no:913; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.377, no:2251; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VIII, s.139, no:16297; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.373, no:3026; Bezzâr, Müsned, c.II, s.338, no:7147; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.265, no:1961; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.IX, s.41, no:26925; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Müslim, Sahîh, c.XI, s.260, no:4125; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.507, no:10590; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIII, s.141, no:5826; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.409, no:460; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.118, no:28597; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.438, no:17208.
الحَسَنَةُ (حم. خ. م. ت. د . ه. ق. عن أنس)
(Lâ advâ, velâ tıyerete, yu’cibunî el-fa’lu’s-sàlihu, ve’l-fa’lu’s- sàlihu el -kelimet ü’l-haseneh ) (Lâ advâ) “Hastalığın oradan oraya insanlara atlayıp sirayeti yoktur. Allah’ın izniyledir . (Velâ tıyerete) Uğursuzluk yoktur. (Yu’cibunî el-fa’lu’s-sàlihu) Uğursuzluk yoktur ama sàlih fa’l benim hoşuma gider. (Ve’l-fa’lu’s-sàlihu el-kelimetü’l-haseneh) Sàlih fa’l ne demek? Güzel söz söylemek, güzele yormak…” Meselâ, Hudeybiye musàlehasında Peygamber Efendimiz’in yanına karşı taraftan Sehl adında birisi geldi. Sehl, kolaylık demek Arapça’da.
“—Hah, Sehl geliyor, işimiz kolay olacak inşallah!” dedi.
Yâni bir güzel yorum yaptı. O ismin mânâsından faydalanarak güzel bir yorum yaptı. “İşte böyle güzel yorum, hayra yormak, güzel bir şekilde tevil etmek vardır ama; uğursuzluk, şomluk yoktur.” diye Efendimiz bildiriyor.
Demek ki, biz de bazı hadiseleri güzele yorabiliriz.
“—Bugün sabah hava güzel, pırıl pırıl güneş var. İnşallah bugün de Müslümanlığım pırıl pırıl, güzel olur; hiç günah işlemem!” falan diye insan, o güneşin pırıltısından böyle bir yorum yapsa, bu güzel bir temennidir.
Bunun bir zararı yoktur. Uğursuzluk yoktur.
Eskiden, yola çıkacak adam... Sağ tarafından bir kuş geçermiş.
“—Hangi kuş geçti?” “—Falanca kuş…” “—Dön geri!” “—Niye dönüyorsun?” “—Kuş geçti. Yâni uğursuzluk var diye seyahatinden dönüyorlarmış.” Arapların bu çeşit böyle kuşlara bakarak uğursuzluk vehmetmelerinin doğru olmadığını Efendimiz bu hadis-i şerifinde bildiriyor. “Ama güzel sözle söyleyerek yorum yapmak olabilir.” diye bildirmiş, kendisi de yapmıştır.
f. Cüzzamlıdan Uzak Durun!
Üçüncü hadis-i şerifimiz bu konudaki.
Buhàrî’de ve Ahmed ibn-i Hanbel’de Ebû Hüreyre RA’dan
rivayet edilmiş bu sonuncusu.
Diyor ki Peygamber Efendimiz:101
لاَ عَدْوَى، وَلاَ طِيَرَةَ، وَلاَ هَامَةَ، وَلاَ صَفَرَ؛ وَفِرَّ مِنَ الْمَجْذُومِ،
كَمَا تَفِرَّ مِنَ الأَْسَدِ (حم.، خ. عن أبى هريرة)
RE. 481/13 (Lâ advâ, velâ tıyerete, velâ hâmete, velâ safere; firre mine’l-meczûmi, kemâ tefirrü mine’l-esed.) (Lâ advâ ) “Hastalığın birdenbire, kendi başına sirayeti yoktur. Atlaması yoktur.” (Velâ tıyerete) “Uğursuzluk da yoktur.” (Velâ hâmete) “Kuş ötmesinin menfi mânâya gelmesi de yoktur. “Vay bay kuş öttü, benim işim rast gelmeyecek!” falan gibi şeylere, yorumlara lüzum yoktur.
(Velâ safere) “Saferin uğursuz olduğuna dair kanaat de yerli yerinde değildir. Safer ayının yerini değiştirmek de yoktur. Bunlar bâtıl inançlardır.”
(Firre mine’l-meczûm) “Cüzzamlı hastadan kaç; (kemâ tefirrü mine’l-esed) Aslandan kaçar gibi kaç. Yani cüzzamlı insandan kaç!”
Tabii bu hususta şeyler var. Peygamber Efendimizin başka hadis-i şerifleri var. Onları hatırlatmamız lazım iş iyi anlaşılsın diye. Peygamber Efendimiz diyor ki: “—Taun hastalığı olan yere gitmeyiniz. Taun hastalığı olan yerden çıkıp ayrılmayınız!”
Taun salgın bir hastalık ki insanları kırıp geçiriyor. Emri böyle… Hastalığın yayılmasını önlemek için böyle söylemiş.
Ama cüzzam için de, “Cüzzamlı bir insanı gördüğünüz zaman, ondan da sakınınız.” buyurmuş. Bulaşmasını önlemek için…
101 Buhàrî, Sahîh, c.XVII, s.476, no:5271; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.132; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.119, no:28600; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.437, no:17205.
Şimdi bu cüzzam hastalığı bir amansız hastalıktır ki, insanı ölüme götürür. Mikrobu uzun zaman kuluçka devresi yaşar. Altı sene, sekiz seneymiş galiba. Uzun zaman sonra kendi tesirini göstermeye başlar. [Yüzde, ellerde şekil bozuklukları olur. Yüz aslan yüzüne benzer bir hal alır (facies leonina). Arslandan kaçar gibi denilmesi bundan dolayı olabilir.]
Eskiden çaresi yoktu. Onları bir yere kapatıyorlardı. Kendi halinde, ne olacaksa oluyordu. Allah dilerse şifa verir de ilacı bilinmiyordu. [Cüzzam şimdi tedavi edilebiliyor. Birkaç antibiyotik bir arada, hastalığın durumuna göre, bir iki sene kullanılıyor. Sonuç alınıyor.]
Tabii ondan insan kendisini koruyacak, onun yanına gitmeyecek. Bazı alimler demişler ki bu cüzzam mikrobu arslana benziyor. Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimizin bir mucizesi var. Bu arslana benzediğini temsil ediyor. Arslandan kaçar gibi kaç, mikrobu da zaten aslana benziyor yeleli meleli diye, onun için söylemiştir diye, işin esrarengiz tarafına da işaret ediyorlar.
Öbür hadis-i şerife geçiyoruz.
g. Akıl, Verâ ve Asâlet
İbnü’n-Neccâr’ın, İbn-i Asâkir’in, Ebü’l-Hasan el-Kudûrî’nin Peygamber Efendimiz’in senelerce hizmetinde bulunmuş olan mübarek sahabi Enes RA’dan rivayet ettiklerine göre, Peygamber SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:102
لاَعَقْلَ كَالتَّدْبِيرِ فِي رِضَى اللَِّ، وَلاَ وَرَعَ كَالْكَفِّ عَنْ مَحَارِمِ اللَِّ،
وَلاَ حَسَبَ كَحُسْنِ الخُلُقِ ( كر. أبو الحسن القدوري، وابن النجار
102 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.343;
Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.V, s.179, no:7889; Ali ibn-i Ebî Tàlib RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.121, no:44137; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XVI, s.440, no:17216.
عن أنس)
RE. 482/1 (Lâ akle ke’t-tedbîri fî rıda’llàh, ve lâ verâa ke’l-keffi an mehàrimi’llâh, ve lâ hasebe kehüsni’l-hulükı)
Akıl; hepimizin hürmet ettiği bir kavram. Hepimiz aklı severiz, akıllıyı severiz, akıllı olmayı temenni ederiz. Bir insana akıllı dediler mi, ona karşı saygı duyarız. Akıl büyük bir nimet.
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:
(Lâ akle ke’t-tedbîri fî rıda’llàh) “Allah’ın rızasını kazanma konusunda, kafasını çalıştırıp, tefekkür edip, çâreleri arayıp bulmaktan büyük akıl olmaz.” Asıl akıl o...
(Ve lâ verâa ke’l-keffi an mehârimi’llâh) Verâ’ dediğimiz şey, takvânın ileri mertebesi… Takvâ sahibi olan bir insan, günahlardan, haramlardan sakınır. Verâ’ sahibi insan, daha titizdir, şüpheliden de kaçınır. Şüpheli şeyin yanına da yanaşmaz. Bir şeyin haram olma ihtimali varsa, onun yanına bile gitmez. Ona verâ’ sahibi deniliyor.
Efendimiz buyuruyor ki: “Allah’ın sevmediği, yasak ettiği şeylerden, insanın elini çekmesi kadar, haramlardan uzak durması kadar kuvvetli verâ’ olamaz, takvâ olamaz.” En güzeli bu...
(Lâ hasebe kehüsni’l-hulükı) “Güzel huyluluk, iyi ahlâklılık kadar da asalet olmaz.”
Bu hadis-i şerifi, hepimizin çok iyi öğrenmesi, yazması, evinin duvarına yazdırtması lâzım!
Akıllı insan kimdir?
“—İşinde ileri gidip büyük işler kuran mı?”
Hayır.
“—Yüksek mevkilere çıkan bir insan mı?”
Hayır.
“—Üniversitede okuyup profesör olan mı?”
Hayır.
“—Çok kitaplar yazan mı?” Hayır.
Akıllı insan Allah’ın rızasını kazanan insandır.
Bir profesör, eğer kendisini Allah’ın rızasından uzak durumlara düşürüyorsa, ahiretini mahvediyorsa, cehennemde çatır çatır yanmasına sebep olacak işler yapıyorsa, onun ilmi kendisine fayda vermiyor demektir.
Bir insan haramdan para kazanıp da köşkler, saraylar sahibi oluyorsa, zulümden kazanıyorsa, binlerce insanı ezerek elde etmişse… Servetinin haddi hesabı yok ama… Meselâ Filipinler’den Markos gitti. Televizyonda filan malını mülkünü gösteriyorlar adamın... Memleketi soymuş, soğana çevirmiş, dış ülkelere paraları kaçırmış, alçak adamın birisi yani. Milletin parasını almış, götürmüş. Kendisi Karun gibi zengin ama cehennemin dibine kadar yolu var. Yani o akıl değil.
İnsanların gözyaşlarından, insanlara yapılan zulümlerden hasıl olan paraya para demeyin. İnsanların omuzlarına basarak, dostlukları çiğneyerek, kalleşlikler yaparak yükseldiği mevkiye mevki demeyin!
Ahiretini kazanmaya yardımcı olmayacak bir bilgiye bilgi demeyin!
İnsan Allah’ın rızasını kazanamadıktan sonra bu dünyada altmış yetmiş sene yaşar, biter. Altmış sene yaşadı. Hadi diyelim %100 zamlı, 120 sene yaşadın sen. Hadi %150 zamlı 120 sene yaşadın sen. Zaro Ağa, 156 sene yaşamış. Bu adam neden yaşadı, nasıl yaşadı diye beynini çıkartmışlar, sağlık müzesinde duruyor. Benim beynim benden ayrıldıktan sonra, ben ne anladım bu işten. Adamın azasını almışlar, oraya koymuşlar. 156 sene yaşamış, ne olacak. O da ölmüş.
Ne kadar uzun yaşarsan yaşa, ahir çe, sonu ne? Yani Farsça soralım. Sonu ne? Ölüm. Nuh AS 950 sene yaşamış. Eski ümmetlerde yaş daha uzunmuş. Sonu ne? Ölüm. Ahiret hayatı ebedi, sonsuz.
هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (البقرة:٩٣)
(Hüm fîhâ hàlidûn) “Onlar orada ebedî olarak kalacaklar.” (Bakara, 2/39) Ehl-i cennet cennette, ehli cehennem –-müslüman olanlar çıktıktan sonra— kâfirler cehennemde ebedi kalacaklar.
İnsan Allah’ın rızasını bulamadıktan sonra ben o akla akıl demem, Peygamber Efendimiz demiyor çünkü.
(Lâ akle ke’t-tedbîri fî rıda’llàh) “Allah’ın rızasını kazanmak hususunda tedbir almak, düşünüp taşınıp bu işi becermekten daha büyük bir akıl yoktur.”
Bir adam büyük veli olabilmiş mi, Allah’ın sevgili kulu olabilmiş mi? Ahireti kazanmış mı? En akıllı insan odur. En akıllı insan odur. İsterse dağda çoban olsun. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmış, cennetlik olmuş. Daha ne istiyorsun?
Cennette ne var? Köşkler var, ırmaklar var, bahçeler var, hizmetçiler var, huriler var, gılmanlar var; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hatırına hayaline gelmeyen, sığmayan, bilinmeyen, görülmeyen çeşitli nimetler var. Onları Peygamber Efendimiz oturup anlatmış.
Geçen gün biz de bir şehirde o hadis-i şeriflerden bir tanesini oturduk, bir saat ballandıra ballandıra ben onlara anlattım. Onlar böyle mest oldular. Ben de mest oldum. Dünyayı gözü görmez insanın… Cennet o kadar güzel. Cenneti kazandıktan sonra, bu dünyada çekilen zahmete değer.
Zaten bu dünyanın yarısı zahmet. Otuz yaşına geliyor adam. Ne oluyor? Otuz yaşından sonra rahat edeceğim, meslek sahibi olacağım diye gece uyku yok, gündüz dinlenme yok. E tamam, meslek sahibi oldun. Hadi gel şuraya otur, tamam. Ondan sonra rahat mı? Hayır.
Gece gündüz çalışarak mevki sahibi oluyor. Bir yere oturduktan sonra, bari paralar cebine bedavadan aksa ya. Hayır. Gece gündüz gene çalışması gerekiyor. İsterse Vehbi Koç olsun, isterse bilmem ne olsun; çalışmak, çabalamak zorunda kalıyor. Gene meşakkat.
Yarısı uyku zaten. Yarısı uyku, yarısı çalışma, yarısı meşakkat, yarısı ihtiyarlık. Bunun neresi kaldı? Kılçıklı balık gibi bir şey. Yani eti yok, her tarafı kılçık. Neresini atsan ağzına gırtlağına batacak, diline batacak. Kılçıklı bir dünya yani bu... Bir rahat tarafı yok. Asıl akıl, ahireti kazanmak.
Allah’ın o veli kulları ne yapmışlar?
Allah’ın o veli kulları bu dünyaya sırtını döndürmüşler, ahiret
için çalışmışlar. Allah hem dünyalarını hem ahiretlerini mâmur eylemiş. Dedelerimiz, “Ölelim Allah yolunda…” diye buralara gelmişler, Allah ne güzel diyarlar vermiş. Şu Boğaziçi’ne dünyanın bütün milletleri hayran. Ne güzel bir memleket… Haliç şu tarafa doğru gitmiş, Boğaz şuradan kıvrılarak gidiyor. Adalar şurada, Çamlar burada… Çamlıca şurası. Bilmem ne burası. Bozdur bozdur harca.
Nereden? Allah yolunda ölmek için yola çıkmış olan; Orta Asya’dan, bilmem nereden gelmiş olan dedelerimize Allah’ın mükâfatı… Başka bir şey değil. Daha başka nereleri vermiş. Avusturya’ya kadar gitmişler. Viyana’yı kuşatmışlar. Almanya’nın Bavyera eyaletine dayanmışlar. İtalya’nın aşağısını almışlar. Neden? Allah ölelim dedikçe yaşatmış. “Yâ Rabbi, müsaade et senin yolunda öleyim!” dedikçe Allah yaşatmış. “İstemem dünyayı yâ Rabbi!” dedikçe, Allah vermiş.
İsterim dedikçe alıyor. “Yâ Rabbi, bana dünyayı ver, isterim!” dedikçe tiril tiril fakir fukarayız, abamızda kırk tane yama... Amerika para verse de karnımızı doyursak. Allah’ın yolundan ayrıldıkça durum böyle oluyor.
Akıl, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Tamam mı? Peygamber
Efendimiz böyle buyuruyor. Çok doğru…
Biz de her işimizde Allah’ın rızasını düşünelim. Diyelim ki:
إِلٰـهِي أَ نْتَ مَقْصُ ودِي، وَرِضَ اكَ مَطْلُوبِي!
(İlâhî ente maksùdî, ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi sen benim maksudumsun, ben senin rızanın peşimdeyim. Ben senin beni sevmeni, benden razı olmanı istiyorum!” Araştırıp, uğraşıp, didinip elde etmek istediğim gayem senin rızandır! Şu işi yaparsam razı gelir misin yâ Rabbi? Gelirsin galiba, yapayım. Şu işi yapsam Allah acaba razı gelir mi? Gelmez galiba, o zaman yapmayım!
Her işimizi buna göre yapalım. Sözümüzü ona göre söyleyelim. İşimizi ona göre yapalım. Her işimizde bir şey düşüneceğiz. Neyi düşüneceğiz? Kolay: Allah’ın rızasını düşüneceğiz. Şu işi yapsam Allah razı gelir mi? Gelir, yap o zaman…
Geceleyin uykumu bölsem, kalksam abdest alsam, bir namaz kılsam. Günahlarıma ağlasam, ağlasam, ağlasam, seccadenin baş tarafı ıslansa… Uykuyu bölüyorsun. Razı gelir mi? Hadislere göre çok kıymetli bir şey. Yap.
Yarın oruç tutsam, yemekleri yemesem, Allah için sabretsem. Harama bakmasam, dilimi tutsam, kimseyi incitmesem; biraz aç kalacağım, öğleden sonra biraz gözüm kararır ama yaparsam Allah sever mi? Sever, yap. Yani Allah’ın seveceğine kanaat getirdiğin işi yap.
Falanca kimse dedikodumu yapmış, aleyhimde bulunmuş. Benim gözüme kestirdiğim bir adam. Ben 1,85’im, o 1,65. Benim pazımın çapı şu kadar, onunki şu kadar. Köşede onu ben bir sıkıştırayım, bir ıslata ıslata döveyim, bir daha bakalım benim aleyhimde konuşmak nasılmış? Yapabilir miyim? Yaparım. Ama yapsam Allah razı gelir mi, gelmez mi? Gelmez. Adam dövmekle, zorbalıkla bu iş olmaz. “Hadi Allah’a havale ettim. Allah hakkından gelsin!” de. Allah rızası için vazgeç, Allah rızası için yapma!
Efendim caminin yan tarafı yapılacak, hoca para istiyor. Bu hoca da hep para ister. Bu sıcacık paraları da cebimden nasıl çıkartıp vereceğim? Bayağı da o bana alışmıştı, ben de ona alışmıştım. Versem mi acaba, içimden bir ses verme diyor: “—Verme ya, ne yapacaksın? Ne zorlukla kazandın? Ne diye veriyorsun?”
Ama verirsem sevap galiba, camiye harcamak sevaptır. O zaman ver. Yani insanın içinden böyle sesler gelir. Onları tasvir etmeye çalışıyorum. Şeytan insana yap der: “—Bak şu kadına, ne kadar güzel! Ne de güzel giyinmiş. Boyu da maşallah fidan gibi. Osmanlı şairleri de ne kadar güzel şiirler yazmışlar, gazeller yazmışlardır selvi boylum bilmem ne diye. Bak şuna! “—Ama bakarsam günah olur. Hadi bakmayayım.” Bakmadığın zaman sevap, baktığın zaman günah…
“—Şu içki nasıl bir şey acaba, bir tadına baksam... İşte şöyle keyifli oluyormuş… Bir kere şu tozu çekersen çok hayal görüyormuşsun.”
Ama günah. Yapma! Filanca yerde çok beleşten, bedavadan kolay bir para var. Şöyle yaparsan çok para geliyor. Ama haram, yapma! Yani her şeyini ölçeceksin. Bazı şeyler güzel olabilir ama haram olabilir. Zaten haramları şeytan süsler, zinetlendirir, allandırır, pullandırır. Hani gelini süsledikleri gibi, haramı sana yutturmak için şeytan biraz süsler. Hatta ne der?
إِذْ قَالَ لِلِْنسَانِ اكْفُرْ، فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِنْكَ إِنِّي
أَخَافُ اللَََّّ رَبَّ الْعَالَمِينَ (الحشر:٦١)
(İz kàle li’l-insâni’kfur.) “Şeytan insana der, ‘Kâfir ol, küfre gir, seni küfre düşürecek işi yap!’ diye teşvik eder, (felemmâ kefera) kâfir olunca insan, (kàle innî beriün minke innî ehafu’llàhe rabbe’l- àlemîn) ‘Benim seninle hiçbir işim yok! Bak kendin yaptın, ben
sorumluluk kabul etmiyorum, ben Allah’tan korkarım!’ der.” (Haşr, 59/16)
Dobra dobra kâfir olmayı telkin eder. Allah’a karşı gelmeyi telkin eder.
Adam mesela ayağı topalmış, münkir olmuş. Neden?
“—Allah beni niye topal yaptı?” diye.
Topal yerine kötürüm de yapabilirdi. Kör de yapabilirdi. Sadece bir ayağını almış. Demek bir edepsizliğin var ondan. Veyahut sabredersen bir sevap kazanacaksın ondan. Allah’ın bir hikmeti.
Ondan Allah’a küsüyor, kafir oluyor. Şeytan kışkırtıyor. Küs, kafir ol, bilmem ne filan diye. Kitaplara yazıyorlar, mecmualar çıkartıyorlar. Efendim ateistler, inançsızlar bayrak açmışlar. Şeytan kışkırtıyor. Ha babam ha körüklüyor böyle demirci körüğü gibi. Huh huh huh yaptığı gibi böyle ateşe. Onların kömürlerini alevlendirmek için şeytan kışkırtıyor.
Tamam, ama düşün taşın. Hadi Allah’ı inkar ettin. Peki şu kainattaki bu nizam nasıl olmuş? Bunca varlık, bunca intizam, bunca güzellik, bunca canlılık, bunca işler… Her bir intizam, o intizamı kuranın varlığına delalet eder. Her bir varlık ya kendisinden vardır ya da başkası yaratmıştır. Eğer sen kendini kendin yaratmadıysan bil ki yaratılmışsın. Seni yaratan Allah’tır. Halık diyoruz. Yani çok basittir.
Allah’ın varlığını hiç kimse inkâr edemez. Allah’ın varlığını, birliğini inkarın yolları tıkalıdır ama insanlar şeytan aldattıkça inadına şey yaparlar, giderler, cehennemi boylarlar. Onun için Rabbimiz bize uyanıklık nasip etsin.
Allah’ın rızasını kazanmaya girişelim. Tatlı da olsa haramlardan uzak duralım. Acı da olsa helâlleri işleyelim, emirleri tutalım ki, Allah’ın rızasına vasıl olalım.
Allah-u Teàlâ Hazretleri rızasını biraz meşakkatli, zorlu, acılı, üzüntülü şeylerin arkasına saklamıştır:
“—Cihad et, sevap kazan! Şehid ol, cennete gir! Oruç tut, fazla sevap vereyim! Sadaka ver…”
Yani hep böyle nefse acı gelecek, zor gelecek şeylerin arkasına saklamıştır sevapları... Onları yapan; tamam, Allah’ın emrini tutmuş oluyor, cenneti kazanıyor. Keyfine giden, zevkine, gönlünün istediği gibi yaşamaya doğru kayan; sonunda cehennemi boylar.
Bu devirde şimdi genel kültürümüz şimdi gazetelerden, tiyatrolardan, televizyonlardan, radyolardan, neşredilen romanlardan, resimli romanlardan ve sâireden çıkan genel kültür, zevk edebiyatı. Yani: “—Zevkine bak, keyfine bak, hayattan kâm al, yaşayabildiğince yaşa, çılgınca yaşa, hızlı yaşa!” diyorlar.
Hızlı yaşa.,, Tabir böyle. Hızlı yaşa, yani her türlü kötülüğü yap! Bunun altında yatan mânâ: “—Aklına gelen her kötülüğü yap! Hiçbir engel tanıma, hiçbir kanun tanıma! İstediğin gibi yaşa...” Bir araya geliyorlar, kızlı erkekli, çıplak... Yani imandan sıyrıldıktan sonra, insanlar çok feci feci işler yapıyorlar. Ondan sonra hippi oluyorlar, ondan sonra hasta oluyorlar, ondan sonra mahvoluyorlar. Ama tabii o pişmanlığı sonunda anlıyorlar.
Bir kötü kadın ilk kötü yola girdiği zaman işin kötülüğünü anlamıyor da 45 yaşına gelince, buruşturulmuş bir kağıt gibi kenara atıldığını gördüğü zaman anlıyor. O zaman sokaklarda görüyorsun, parklarda görüyorsun: Kanepe üstünde yatan, eli ayağı titreyen bir kadın... Hey, hey bir zamanlar bu nasıldı diye söyleseler de duysan.
O bakımdan Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi irade sahibi eylesin… Allah’ın rızasını kazanmaya azimli eylesin ve onu başarmaya bize tevfikini refik eylesin…
(Ve lâ verâa ke’l-keffi an mehârimi’llâh) “Allah’ın sevmediği, yasak ettiği şeylerden insanın elini çekmesi kadar, haramlardan uzak durması kadar kuvvetli verâ’ olamaz, takvâ olamaz.” En güzeli bu...
Takva sahibi olmak, vera sahibi olmak çok güzel. Filanca adam çok takva ehli insandır filan, methederiz yani. Dürüsttür demek yani, harama el uzatmaz demek. Tamam. Yani bu vera, takvanın da ilerisidir, şüpheliden kaçınmaktır. Şüpheli mi yanına yanaşmıyor, kaçıyor. Ben hep sağlam iş yaparım, günaha hiç dalmam diyor. Ha bu vera denilen şeyin, yani ileri derecede takvanın, titiz Müslümanlığın en güzel şekli nedir? Allah’ın haramlarından kaçınmaktır. Allah’ın haramlarından sakınmak gibi bir vera yoktur, takva yoktur.
Allah’ın haramları neyse bir liste yap, onları işleme! Allah’ın haramları, büyük günahlar… Onları saymışlar alimlerimiz. Hocamızın kitaplarında var. Her yerde var yani.
“—Zina günahtır, yapma!” Tamam hocam ben hiç zina etmedim. Biliyorum, tamam, zina etmedin ama zinanın çeşitleri var kardeşim. Göz zinası var…
Peygamber SAS Efendimiz diyor ki:103
اَلْعَيْنَانِ تَزْنِيَانِ، وَالْيَدَانِ تَزْنِيَانِ (حم. طب. عن ابن مسعود)
(El-aynâni tezniyân, ve’l-yedân tezniyân)
(El-aynâni tezniyân) “İki göz zina eder.”
Neden? Namahreme bakar, düşünür, günaha girer.
(Ve’l-yedân tezniyân) “İki el de zina eder.”
Neden? Eliyle tutar, o tutma elin zinası olur.
Onun için, zina etmiyorum derken her çeşidinden insan kendisini koruyacak. İçki içmiyorum derken her çeşidinden kendisini koruyacak. Şimdi eskiden biz burada söylüyorduk, kimse eslemiyordu, dinlemiyordu bizi. Geçen gün baktım duvara yazmışlar: “—Alkolsüz bira biranın ilk adımıdır.” diyor.
Birayı memleketimize sokmak için efendim alkolsüz bira çıkmış, zararı yoktur diyorlardı. Şimdi de yazmışlar duvarlara ki alkolik olmanın ilk adımı oymuş. Oradan başlıyor, alıştırıyor.
Peki, bu madem böyleydi neden soktunuz? Niye soktunuz
103 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.412, no:3912; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.IX, s.134, no:8661; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.246, no:5364; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.I, s.394, no:384; Bezzâr, Müsned, c.I, s.311, no:1956; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VI, s.211, no:2282; Ebû Nuaym, Hilyetü’lEvliya, c.II, s.98; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.344, no:8520; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.X, s.267, no:4419; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, c.IV, s.365, no:5428; Beyhakî, Sünenü’l- Kübrâ, c.VII, s.89, no:13289; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.72; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.116, no:30; Bezzâr, Müsned, c.II, s.473, no:8913; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.VI, s.213, no:2284; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.V, s.327, no:13062; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.77, no:1799; Mecmaü’z-Zevâid, c.VI, s.390, no:10543; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.382, no:14541.
önceden? Niye biz kötü olduğunu söylediğimiz zaman bizim karşımıza çıktınız, yamyamlar gibi bağırdınız? Niye bizi suçladınız, şimdi kendiniz aynı şeye geliyorsunuz?
Demek ki muhterem kardeşlerim, bizde bir kusur var. Doğru bildiğimiz bir şeyi bir kere söylüyoruz, cılız, bitiyor. Bir atımlık barutumuz var, sıkıyoruz, bitiyor. Tekrar tekrar insanları uyarmamız lâzım!
Efendimiz’in bu hadis-i şerifte bize tavsiye ettiği önemli üç noktanın üçüncüsü de: (Ve lâ hasebe kehüsni’l-hulük) “Güzel huyluluk, iyi ahlâklılık kadar da asalet olmaz.”
Demek ki, “İnsanların yanında kıymetli olan şeyler nedir?” diye düşünecek olursak, akıl kıymetlidir. Akıllı insanı herkes sayar, sever, hürmet eder. Sonra dindarlık, takvâ kıymetlidir. Sonra, soyluluk kıymetlidir. İnsanlar bir soy güzelliği, bir huy güzelliği, kalp güzelliği arıyor; bir de kafasının çalışmasını, aptal, manyak, geri zekâlı olmamasını arıyor.
Efendimiz bu üç güzel vasfın, hangi yolda çalışması gerektiğini söylüyor: Birincisi; Allah’ın rızasını araştırmak ve onu düşünmekten daha üstün akıl olmaz. Demek ki, aklın asıl vazifesini anlamış oluyoruz. Bu çok güzel, tamam.
İkincisi; Allah’ın haram kılmış olduğu şeylerden, el çekmekten daha güzel verâ olmaz. En güzel dindarlık bu.
Üçüncüsü; soyluluk. En güzel soyluluk da güzel huyluluk. Yani, “Babası falanca eşraftan, filanca sülâleden” demiyor. Padişah-zâde, sultan-zâde demiyor. Huyu güzelse, asildir o kimse… O bakımdan, bu üç şeye, çok dikkat edelim!
Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!
19. 04. 1987 – İskenderpaşa Camii