17. RABBİMDEN İSTEDİM…
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
Rabbi’şrah lî sadrî, ve yessir lî emrî, va’hlu’l-ukdeten min lisânî, yefkahû kavlî, ve üfevvidu emrî ila’llàhi, inna’llàhe basîrun bi’l-ibâd...
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi- ihsânin ilâ yevmi’d-dîn...
Emmâ ba’dü, fa’lemû eyyühe’l-ihvân... Feinne efdale’l-kitâbi kitâbu’llàh... Ve efdale’l-hedyi hedyü seyyidinâ muhammedin salla’llàhu aleyhi ve sellem... Ve şerre’l-umûri muhdesâtühâ... Ve külle muhdesin bid’ah... Ve külle bid’atin dalâleh... Ve külle dalâletin ve sàhibehâ fi’n-nâr... Ve bi’s-senedi’s-sahîhi’l-muttasili ile’n-nebiyyi salla’llàhu aleyhi ve selleme ennehû kàl:
سَأَلْتُ ربِّي، أَنْ لاَ يُعَزِّبَ اللاَّهِينَ مِنْ ذُرِّيَّةِ الْبَشَرِ، فَأَعْطَانِيهِمْ (ع. قط. في الأفراد، ض. عن أنس)
RE. 293/6 (Seeltü rabbî en lâ yuazzibe’l-lâhîne min zürriyyeti’l- beşere, fea’tànîhim.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Râmûzü’l-Ehàdîs isimli hadis kitabının, el-hamdü lillâh Sin Bâbı’na gelmiş bulunuyoruz.
Hadis-i şeriflerin okunmasına geçmeden evvel, başta sevgili Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ SAS Efendimiz olmak üzere, cümle enbiyâ ve evliyânın ruhları için, Peygamber Efendimiz’in ashàbının, etbâının ruhları için; ve bu eserin müellifi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi Hocamızın ve eserin içindeki hadis-i şeriflerin bize kadar gelmesinde emeği geçmiş olan râvilerin ve ulemanın ruhları için; bir de, uzaktan yakından bu hadis-i şerifleri dinlemek üzere, bu hadis meclisine teşrif eden siz kardeşlerimizin cümle geçmişlerinin ruhları için, bir Fâtiha, üç İhlâs-ı Şerif okuyalım:
........................
a. Peygamber SAS Efendimiz’in Şefaati
Peygamber ASS Efendimiz, Enes ibn-i Mâlik RA’ın rivâyet eylediğine göre buyuruyor ki:190
سَأَلْتُ ربِّي، أَنْ لاَ يُعَزِّبَ اللاَّهِينَ مِنْ ذُرِّيَّةِ الْبَشَرِ، فَأَعْطَانِيهِمْ (ع. قط. في الأفراد، ض. عن أنس)
RE. 293/6 (Seeltü rabbî, en lâ yuazzibe’l-lâhîn min zürriyyeti’l- beşer) “İnsanoğlu zürriyetinden, Ademoğullarından lâhîlerin azaplanmamasını Mevlâmdan, Rabbimden istedim; (fea’tânîhim) onları azaplandırmamayı Cenâb-ı Mevlâ bana ihsân eyledi, benim bu duamı kabul eyledi.” Tabii burada lâhî kelimesinin izah edilmesi gerekiyor. Kimleri azaplandırmamayı istemiş Peygamber SAS Efendimiz? Lâhîleri. Lâhî ne demek? Bu lehv, yâni boşuna oyalanan, boş iş yapan, eğlenen kimse demek. Onları azaplandırmamayı istemiş. Bu nedir?
Peygamber SAS Efendimiz’den, ricali güvenilir kimseler olan bir başka senedle Taberânî’den nakledilen bir haberde bildiriliyor ki:191
كَانَ رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِوَسَلَّمَ فِي بَعْضِ مَغَازِيهِ، فَسَأَلَهُ رَجُلٌ
190 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.111, no:5957; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.138, no:4101; İbnü’l-Ca’d, Müsned, c.I, s.425, no:2906; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d- Duafâ, c.IV, s.302; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXV, s.74; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.443, no:11954; Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.571, no:32006; İbnü’l-Cevzî, İlel, c.II, s.926, no:1545; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.216, no:12969.
191 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XI, s.330, no:11906; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.II, s.284, no:1997; Mecmaü’z-Zevâid, c.VII, s.441, no:11945; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
فَقَالَ : يَا رَسُولَ اللهَِّ ! مَا تَقُولُ فِي اللاَّهِينَ؟ فَسَكَتَ رَسُولُ اللهَِّ
صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ . فَلَمَّا فَرَغَ رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ
مِنْ غَزْوِهِ، طَافَ، فَإِذَا هُوَ بِغُلامٍ قَدْ وَقَعَ، وَهُوَ يَعْبَثُ بِالأَرْضِ،
فَنَادَى مُنَادِيهِ : أَيْنَ السَّائِلُ عَنِ اللاَّ هِينَ؟ فَأَقْبَلَ الرَّجُلُ إِلَى
رَسُولِ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ، فَنَهَى رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ عَنْ قَتْلِ الأَطْفَالِ ، ثُمَّ قَالَ : وَاللهَُّ أَ عْلَمُ بِمَا كَانُوا عَامِلِينَ،
هَذَا مِنَ اللاهِينَ (طب. عن ابن عباس)
(Kâne rasûlü’llàh fî ba’dı megàzihi, feseelehû racülün fekàle) Savaşların birinde Peygamber SAS Efendimiz’e bir adam gelmiş ve demiş ki: (Mâ tekùlü fi’l-lâhîn) “O lâhin, boş vakit, boşuna eğlence gibi işi yapan, ciddî yapmayan, gayr-ı ciddî kimseler hakkında ne dersin yâ Rasûlallah?” demiş.
(Fesekete rasûlü’llah) Peygamber SAS Efendimiz sükût buyurmuş. (Felemmâ feraga min gazvetin) Savaş bitince, müşrikler yenilmişler, gitmişler; (tàfe) savaş meydanını gezmiş Peygamber ASS Efendimiz. (Feiza hüve bi-gulâmin vakaa ve hüve ya’besü bi’l-ard) Yere bulanmış bir çocuk görmüş. Yani gulâm diyor, daha böyle henüz büyümemiş bir çocuk. Yere yatmış, demek ki yaralanmış, ölmüş herhalde…”
Onun üzerine bir münâdîye nidâ ettirmiş, (Fenâdâ münâdîhi: Eyne’s-sâili ani’l-lâhîn) O boş boşuna, eğlence kabilinden şey yapanların durumu nedir diye soran şahıs nerede diye nidâ ettirmiş.” (Feakbele’r-racülü ilâ rasûlü’llah SAS) “Bunun üzerine o şahıs
Peygamber Efendimiz’in yanına gelmiş.”
(Fenehâ rasûlü’llah SAS an katli’l-etfâl) Peygamber Efendimiz çocukların harplerde öldürülmesini yasak etmiş. (Sümme kàle) Sonra demiş ki: (Va’llàhu a’lemü bimâ kânû àmilîn) Yapanların ne yaptığını Allah bilir. (Hâzâ mine’l-lâhîn) İşte bu çocuk, o senin sorduğun zümredendir.” demiş.
Savaşta çocukları öldürmek yok. Bizim örfümüzde kadınlara dokunulmaz, çocuklara dokunulmaz, ihtiyarlara dokunulmaz. Savaş sadece müslümanlara hücum edenlere, müslümanlara silahıyla zarar verenlere, müslümanlara silahıyla zarar verecek olanlara karşı yapılır ve onlara mukabele edilir veya onlarla savaşılır.
Bu başka bir rivâyet... Bu rivayetten anlaşıldığına göre demek ki çoluk çocuk, daha aklı ermiyor, işin ciddiyetinden habersiz bir kimse. İşte o lâhîler gurubuna girmiş oluyor.
Demek ki, bu hadis-i şerifte de böyle bahsedilen, azaplandırılmamasını istediği kimseler, çocuklar olabilir. Bir rivayette onlar çocuklar olabilir veyahut aptal, şuurunda eksiklik
olan kimseler olabilir. Beleh, ebleh kimseler olur, gafil kimseler olur. Veyahut da, günahı kasdetmeden gayr-ı ihtiyâri elinden günah sâdır olmuş, çıkmış kimseler olabilir diye üç ihtimali zikretmiş. Çocuklar da ihtimallerden birisi olmak üzere.
Birisi; şuuru tam teşekkül etmemiş bir insan, müslümanlarla mücadele ediyor, hata işliyor... “Eh, onun günahını Allah affetsin!” diye Peygamber Efendimiz şefkatinden ona dua etmiş olabilir. Veyahut, günahı istemeyerek yapmış, elinde olmadan, tam şuurla değil de böyle bir gaflet anında birden oluvermiş, kasd etmeden oluvermiş, öyle kimsenin affedilmesi olabilir. Unutarak, yanılarak veya gafletle yapılmış günahların sahipleri. Veyahut da çocuklar olabilir diye bildirmiş.
Bu hadis-i şerîf Peygamber SAS Efendimiz’in şefkatinin bir eseri. Yâni şefaat sahibi Peygamber Efendimiz. Müteaddit yerlerde, müteaddit defalar şefaat edecek. Hattâ:192
شَفَاعَتِي لأِهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي (حم. د. ت. ن. ع. حـب. طـب. ك. هـب. ض. عن أنــس؛ ط. ه . ت. طـب. ك. حل. ض. هب. وابن خزيمـة عن جابر؛ خط. عن ابن عمر؛ قط. خط. عن كعب بن عجرة؛ طب. عن ابن عباس)
RE. 306/3 (Şefâatî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî) “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işlemişlerine olacak.” diyor. O
192 Ebû Dâvud, Sünen, c.2, s.649, no:4739; Tirmizî, Sünen, c.4, s.625, no:2435; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.3, s.213, no:13245; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.14, s.387, no:6468; Hàkim, Müstedrek, c.1, s.139, no:228; Taberânî, Mu’cemü’l- Kebîr, c.1, s.258, no:749; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.6, s.40, no:3284; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.1, s.287, no:310; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.8, s.17, no:15616; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.7, s.261; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.1, s.166, no:236; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Tirmizî, Sünen, c.4, s.625, no:2436; İbn-i Mâce, Sünen, c.2, s.1441, no:4310; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.14, s.386, no:6467; Hàkim, Müstedrek, c.1, s.140, no:231; Tayâlisî, Müsned, c.1, s.233, no:1669; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.1, s.287, no:311; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.3, s.201; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.11, s.189, no:11454; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
şefaati var.
İlk şefaati, mahşer yerinde insanların toplanıp da hesabı bekledikleri zaman olacak. Orada insanlar o kadar bıkacaklar beklemekten, o kadar rahatsız olacaklar, o kadar sıkıntılara düşecekler ki, hesabın başlaması bir nimet olacak onlar için... Kimse de tabii bir şey söylemeğe cesaret edemiyor, son derece müthiş bir gün. Peygamber SAS Efendimiz o zaman şefaat edecek.
Ondan sonra, hesap anında şefaat edecek. Ondan sonra, cehenneme girmişleri kurtarmak için şefaat edecek. Çeşit çeşit şefaatleri var...
Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber SAS Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılan, onun has ümmetinden olan bahtiyarların arasına bizleri de dahil eylesin... Her çeşit şefaatine de nâil ve mazhar eylesin... O Havz-ı Kevser’in başında, Livâü’l- Hamd’i altında cem olan bahtiyarların arasına bizleri de nâil eylesin...
b. Müşriklerin Çocukları
İkinci hadis-i şerîf:193
سَئَلْتُ ربِّي أن يَتَجَاوَزَ لِيعَنْ أَطْفَالِ الْمُشْرِكِينَ ، فَتَجَاوَزَ عَنْهُمْ،
وَ أَدْخِلَهُمْ الْجَنَّة (أبو نعيم عن أنس)
RE. 293/7 (Seeltü rabbî en yetecâveze lî an etfâli’l-müşrikîne, fetecâveze anhüm ve edhilehümü’l-cenneh)
Bu ikinci hadis-i şerîf de yine çocuklarla ilgili. (Seeltü rabbî) “Rabbimden istedim, talep eyledim.” Seele, Arapça’da istemek demek. An harfi ceriyle beraber kullanılırsa o zaman sormak demek. (Seele an şey’in) bir şeyi sormak demek. Ama an kullanılmazsa, o zaman istemek mânâsına gelir. Onun için kapı kapı dolaşıp da yiyecek, içecek, para pul isteyen kimseye de sâil
193 Kenzü’l-Ummâl, c.XIV, s.498, no:39411; Câmiü’l-Ehadis, c.XIII, s.217, no:12970.
derler, isteyen, yâni dilenci mânâsına.
(Seeltü rabbî) “Ben Rabbimden istedim.” Neyi istemiş Cenâb-ı Rasûlüllah SAS? (Seeltü rabbî en yetecâveze lî) “Benim hatırım için, benim için affetmesini, günahlarından vazgeçmesini, günahlarından geçmesini istedim Mevlâm’dan...” Kimin günahlarından? (An etfâli’l-müşrikîn) “Müşriklerin çocuklarının günahlarını ve onların azaplandırılmasından vazgeçmesini istedim Mevlâ’mdan. (Fetecâvezü anhüm) Ve onların azaplandırılmasından Mevlâ’m vaz geçti, (ve edhilehümü’l-cenneh) ve onları cennetine dâhil eyledi.”
Demek ki, bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre, müşriklerin çocukları cennete girecek. Bu müşriklerin çocuklarının ne olacağına dair kitaplarda ayrı baplar açılmıştır. Bir kısım demiş ki:
“—Müşriklerin çocukları babaları gibi olacak.”
Bir kısım demiş ki:
“—E bunlar çocuktu, suç işlemedi, mükellef de değildi, akılları da yerinde değildi. Ne olur? O zaman ne cennete girer, sàlih bir amel işlememiş ki cennete girsin; ne cehenneme girer, çünkü günah işlememiş ki cehenneme girsin onlar cennetle cehennem arasında A’raf’ta dururlar.” demiş bazı kimseler.
Fakat, en kuvvetli kanaat ve rivâyet bu ki, “Bunlar cennete girecekler. Peygamber Efendimiz’in şu şefaatiyle, şu şefkatiyle bunlar da cennete girecekler, cennet ehlinin hizmetçileri olacaklar. Onlara ikramda bulunan kimseler olacaklar.” diye rivâyet edilmiş. Uzun izahatın hulâsası budur.
İşte ulemânın ekseriyetinin kanaati, bu hadis-i şerifte de bildirdiği üzere, babaları müşrik olan, kâfir olan çocuklar da cennete girecekler. Tabii çocukken ölüyor, daha mükellef olmamış oluyor; onlar da cennete girecekler, cennet ehline hizmet edecekler.
Burada da, ilk hadis-i şerîfte de olduğu gibi, Peygamber SAS Efendimiz’in şefkati zahir oluyor. Peygamber Efendimiz İslâm’ı tebliğ etmek için Taif’e gitti. Mekke’dekiler çok inat edince, çok zorluklar gösterince İslâm’ı orada yayayım diye Taif’e gitti. Taifliler o kadar kötü bir şekilde karşıladılar ki, şehre sokmadılar
ve çocuklarına taşlattırdılar Rasûlüllah SAS Efendimiz’i. Hatta taşlar isabet etti bazı yerlerine Peygamber SAS Efendimiz’in, döndü, arkasından takip ettiler. Nihayet bir bağ evine girdi de, orada şey yaptı. O zaman Cebrâil AS gelip diyor ki:
“—Yâ Rasûlüllah! Emir buyur, şu şehrin altını üstüne getireyim.”
Diyor ki:
“—Onlar bilmiyorlar...”
Yâni, râzı olmuyor Rasûlüllah SAS Efendimiz. Halbuki biz olsak o kızgınlık anında, ter içinde, hakarete mâruz kalmış, taşlanmış bir insan olarak ne yapmazdık. Yâni ne kadar büyük ki Rasûlüllah SAS Efendimiz.
“—Onlar bilmiyorlar. Onlar benim kadr ü kıymetimi, hak peygamber olduğumu anlamadıkları için yapıyorlar, yok, yapma!” diye, kendisi müsaade etmemiş.
Tabii, o nesil öyle oldu ama, ondan sonraki neslin hepsi müslüman oldu. Onların çocukları, o Taif’te Rasûlüllah SAS Efendimiz’i taşlayanların çocukları, belki kendileri... Onlar o zaman çocuklardı, sonradan müslüman oldular.
Rasûlüllah Efendimiz böyle işte... Herkese karşı şefkatli, herkese karşı merhametli, müşriklerin çocuklarını düşünen, gafletle günah işleyenleri, zekâsında noksanlık olanları düşünen, fırsat buldukça insanlara şefaat eden, onların hayırlara ermesini Mevlâsından dileyen, şefkatli bir peygamber.
Onun için, Tevbe Sûresi’nin son ayet-i kerimesinde buyruluyor ki:
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسـُولٌ مِنْ اَنـْفُسـِـكُمْ عَزِيزٌ، عَلـَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ
عَلـَيْـكـُم بِالـْمُؤْمـِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ (التوبة:٨٢١)
(Lekad câeküm rasûlün min enfüsiküm) “Sizin içinizden, sizin gibi beşer olan bir peygamber size geldi, bir elçi size geldi; Allah elçisi, Rasûlüllah geldi. (Azîzün aleyhi mâ anittüm) Sizi üzen, sıkan şeyler ona çok zor gelir, ağır gelir. Yâni, sizin sıkıntıya düşmenizi, üzüntüye düşmenizi hiç istemez. (Harîsun aleyküm)
Size karşı harîstir. Yâni, sizi korumak, sizi kollamak, sizi iyiliklere erdirmek hususunda böyle içi titrer. (Bi’l-mü’minîne raûfün rahîm) Mü’minlere karşı çok yumuşak kalpli, kalbi çok re’fetli ve merhametlidir.” (Tevbe, 9/128) diye methediyor Rasûlüllah Efendimiz’i. Ayet-i kerime methediyor, Allah-u Teàlâ Hazretleri methediyor.
Raùf ve Rahîm sıfatları Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kendi Esmâ-i Hüsnâ’sından. Esmâ-i Hüsnâ’sına ait sıfatları Kur’an-ı Kerim’inde kendi Rasûlüne veriyor. Raûf ne demek? Re’fetli, kalbi çok yumuşak demek, mübâlağa sîgasıyla. Rahîm ne demek? Merhameti çok fazla demek.
Son derece şefkatli ve merhametliydi Rasûlüllah SAS Efendimiz. Ufuktan bir kırmızı bulut belirse, benzi sapsarı kesilirdi. Eski ümmetlerin helâk olduğuna dair ayet-i kerimeler indi. Eski ümmetlerden kimisi böyle bir bulut gördüler uzaktan böyle... Hah bize yağmur yağdıracak bulut geliyor diye sevindiler ama, (rîhun fîhâ azâbün elîm) o bir rüzgarla beraber geliyordu ki, içinde feci bir azap da vardı. Onlar helâk oldular o şeylerle. “Acaba benim ümmetimin yaptığı suçlar ve günahlardan dolayı azap mı geliyor?” diye benzi sararıp soluverirdi o bulutu gördüğü zaman, şefkatinden, sevgisinden dolayı.
Rasûlüllah’ın sevgisini, evsafını tam olarak anlatmağa gücümüz yetmez. İşte bu şeylerde bu kadarcıkla iktifâ edelim.
c. Ashàb-ı Kiram Yıldızlar Gibidir
Peygamber SAS Efendimiz şöyle buyurdular:194
سَأَلت رَبِّي، فِيمَا يَخْتَلِفُ فِيهِ أَصْحَابِي مِنْ بَعْدِي، فَأَوْحٰى إِلَيَّ : يَا
مُحَمَّدُ! إِنَّ أَصْحَابَكَ عِنْدِي بِمَنْزِلَة النُّجُوم فِي السَّمَاءِ، بَعْضُهَا أَضْوَأُ
194 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.310, no:3400; Hatîb-i Bağdâdî, el- Fakîh ve’l-Mütefakkih, c.II, s.18, no:460; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.III, s.200; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIX, s.383, no:4507; Zehebî, Mîzânü’l-İtidal, c.II, s.102; Nizâmü’l-Mülk, Meclisân-ı Emâlî, c.I, s.52, no:21; Hz. Ömer RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.181, no:917; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.219, no:12974.
مِنْ بَعْضِ، فَمَنْ أَخَذَ بِشَيْءٍ مِمَّا هُمْ عَلَيْهِ مِنْ اِخْتِلاَفِهِمْ، فَهُوَ عِنْدِي
عَلٰى هُدًى (أبو نصر وقال غريب والديلمي، ونظام الملك في أماله، والرافعي عن عمر؛ وفيه عبد الرحمن زيد العمى عن أبيه ضعيفان)
RE. 293/8 (Seeltü rabbî, fîmâ yahtelifü fîhi ashâbî min ba’dî) “Rabbimden istedim ki benim ashabım, benden sonra hangi konularda ihtilaf ettilerse, o ihtilaf ettiği konuları Allah-u Teàlâ hoş görsün, affeylesin diye, ashabımın ihtilafı konusunda onun lütf u keremini taleb eyledim. (Feevhâ ileyye) Allah-u Teàlâ Hazretleri bana vahyeyledi ki:
(Yâ muhammed!) ‘Ey Muhammed! (İnne ashàbeke indî bi- menzileti’n-nücûmi) Senin ashâbın benim katımda, benim indimde yıldızlar gibidir. (Fi’s-semâi) Gökteki yıldızlar gibidir. (Ba’dühâ adveü min ba’d) Bunların bir kısmı bir kısmından daha nurlu, daha parlak olur ya gökteki yıldızların; kimisinin çoktur ışığı, kimisinin azdır. Senin ashabın da o gökteki birbirinden farklı farklı nurlulukta olan, pırıltıda olan yıldızlar gibidir. (Femen ehaze bi-şey’in mimmâ hüm aleyhi min ihtilâfihim fehüve indî ale’l-hüdâ) Kim onların ihtilaflarından, ihtilaf etmiş oldukları, seçmiş oldukları kanaatlerden bir şeye yapışırsa, hangisinin hangi
kanaatine yapışırsa yapışsın, hangi kanaatine taraftar olursa olsun, hangisinin peşinden giderse gitsin, o benim nazarımda hidayet üzeredir.” Rasûlüllah SAS Efendimiz’in ashabının hangisinin sözüne, kanaatine sahip olursa insan, temessük ederse, onun eteğini tutarsa, onun izini takip ederse, hepsi hidayettir. Hiç birisi yanlış değildir.
Nitekim başka bir hadis-i şerifte, Peygamber ASS Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir:195
195 İbn-i Hacer, Lisânü’l-Mîzân, c.II, s.137, no:594; Câbir RA’dan. Keşfü’l-Hafâ, c.1, s.147, no:381; Hulâsatü’l-Bedri’l-Münîr, c.2, s.431, no: 2868.
أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِ هْتَدَيْتُمْ (ق. والديلمي عن
ابن عباس؛ عبد بن حميد عن ابن عمر)
(Ashàbî ke’n-nücûm) “Benim ashabım yıldızlar gibidir. (Bi- eyyihim iktedeytüm ihdeteytüm) Onlardan hangisine iktida ederseniz, uyarsanız hidayet bulursunuz.”
Nasıl, gökte hani yıldızlar vardır. Eskiden gemiciler filan yönlerini —bulut olmadığı zaman— gökyüzüne bakıp yıldızlardan tesbit ederlerdi. Ashàb-ı Kirâm da öyledir. Onlara bakın sırât-ı müstakîmi bulun! Hangisine uyarsa insan, doğru yolu bulur.
Tabii, Ashàb-ı Kirâm hakkında bu çok büyük bir lütuftur. Ashàb-ı Kirâm’ın derecesine hiç bir kimse erişemez. Allah’ın ne kadar yüksek kulu olursa olsun, ne kadar ileri seviyede velîsi olursa olsun, Peygamber SAS Efendimiz’in ashàbının derecesine yetişemez. Neden? Rasûlüllah’ı gördü o... Rasûlüllah SAS Efendimiz’in sohbetinde azıcık da olsa, çok kısa bir müddet de olsa bulundu. O şerefi bir daha hiç bir şeyle elde etmek mümkün değil. Onun için, Ashàb-ı Kirâm’ın derecesi, mukayese edilemeyecek kadar her şeyden daha yüksektir.
Rasûlüllah SAS Efendimiz’in ümmeti olmak da öyle. Eski peygamberlerin hepsi, “Ah keşke o ahir zaman peygamberine ümmet olsaydık.” diye temennî etmişlerdir. Çünkü medhi kendilerine geliyordu. Hatta Adem AS bile, Arş-ı A’lâ’da bakmış;
لاَ إِلهَ إلاَّ الله، مُحَمَّدٌ رَسُولُ ا
(Lâ ilàhe illa’llàh, muhammedün rasûlü’llàh) yazıyor. Demiş ki:
“—Yâ Rabbi! Lâ ilàhe illa’llàh senin ismin, senden başka mâbud olmadığını bildiriyor. Bu Muhammed kim?” Demiş ki:
“—O, senin zürriyetinden gelecek ahir zaman peygamberidir.” diye bildirmiş.
Bütün peygamberler, Peygamber SAS Efendimiz gelirse ona
itaat etmek ve ona yardım etmek hususunda tenbihatta bulunmuşlardır kendi ümmetlerine:
“—Öyle bir peygamber sizin zamanınızda çıkarsa, ona uyun, tâbî olun!” diye.
Kur’an-ı Kerim ayetleriyle sabit. El-hamdü lillâh, eş-şükrü lillâh, o şânı yüce Peygamberin ümmetiyiz. Ona ümmet olmanın kadr ü kıymetini, şerefini bilip, ona göre vakarımızı, haysiyetimizi takınıp, onun sünnetine sımsıkı sarılıp, ona ümmetliğin icabını yapmayı, Allah bize nasib eylesin...
d. Hazret-i Ali Hakkında Duası
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:196
سَأَلْتُ اللهََّ يَا عَلِيُّ فِيكَ خَمْسًا، فَمَنَعَنِي وَاحِدَةً، وَأَعْطَانِي أَرْبَعًا : سَأَلْتُ
اللهََّ أَنْ يَجْمَعَ عَلَيْكَ أُمَّتِي، فَأَبَى عَلَيَّ . وَأَعْطَانِي فِيكَ: أَنَّ أَوَّلَ مَنْ يَنْشَقُّ
عَنْهُ الأَرْضُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَنَا، وَأَنْتَ مَعِي؛ مَعَكَ لِوَاء الْحَمْدُ وَأَنْتَ تَحْمِلُهُ
بَيْنَ يَدَيَّ، تَسْبِقُ الأَوَّلِينَ وَالآخِرِينَ ، وَأَعْطَانِي أَنَّكَ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
بَعْدِي (خط. والرافعي عن علي)
RE. 293/9 (Seeltu’llàhe yâ aliyyü fîke hamsen, femeneanî vâhideten, ve a’tânî erbaâ.) “Ya Ali, senin hakkında Allah’dan beş şey istedim. Birini kabul etmedi, dördünü verdi.”
Şimdi burada hep görülüyor ki, Peygamber Efendimiz Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden bir şeyler istiyor. Deminden beri okuduğumuz hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, dua etmiş hep.
196 Hatîb-i Bağdâdî, Tarih-i Bağdad, c.IV, s.338, no: 216; Hz. Ali RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.XI, s.625, no:33047; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.214, no:12961.
Gıyabında başkaları için dua ediyor Peygamber SAS Efendimiz.
Biz biliyoruz ki, bir müslüman, gıyabında başka bir müslüman kardeşi için dua ederse o duası makbuldür. Siz Ahmed’e dua edin, Ahmed size dua etsin, ötekisi Veli’ye dua etsin, ötekisi Ali’ye dua etsin... Kendisine değil de başkasına dua ettiği zaman insan, muhabbetin işte bir semeresi bu, muhabbetin neticesi, faydası. Allah o duayı reddetmiyor.
Onun için, birbirinize dua edin! Bak Peygamber SAS Efendimiz kimlere dua etmiş, müşriklerin çocuklarına varıncaya kadar. Tabii onun duası reddolur mu? El-hamdü lillâh, reddolunmaz.
“Yâ Ali!” diyor bu hadis-i şerifte. “Senin için Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden istedim (hamsen) beş şey istedim senin için; (femeneanî vâhideten) bir tanesini bana vermedi. İstediğim beş şeyden bir tanesini kabul eylemedi Allah-u Teàlâ Hazretleri, (ve a’tânî erbaan) dört tanesini verdi. Beş şey istedim, bir tanesi hariç dört tanesini Allah-u Teàlâ Hazretleri ihsân eyledi.” (Seeltu’llàhe en yecmaa aleyke ümmetî, feebâ) “İstedim ki Allah-u Teàlâ Hazretleri senin üzerinde ümmetimi toplasın. Yâni, ümmetimin hepsi sana tâbî olsunlar; kabul etmedi.”
Demek ki ihtilaf olacak... Demek ki, Rasûlüllah’ın damadı olduğu halde, kızıyla evli olduğu halde, amcasının çocuğu olduğu halde; küçük yaştan beri İslâm içinde yetişmiş, büyümüş olduğu halde, cennetle müjdelenmiş olduğu halde, Allah’ın arslanı adını aldığı halde; Rasûlüllah’ın hayır dualarına her zaman mazhar olmuş olduğu halde; Allah’ı sevdiği, Allah’ın da onu sevdiği hadis-i şeriflerde bildirilmiş olduğu halde, ümmetin bir kısmı ona uymayacak. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hikmeti…
Rasûlüne de uymadı ya bazıları... Peygamber SAS Efendimiz’e de bazıları uymadılar. Mecnun diyenler çıktı, şair diyenler çıktı. Akşam bir şeyler öğreniyor da, sabah başkasına söylüyor diyenler çıktı.. Eski masalları, efsaneleri anlatıyor diyenler çıktı... Çeşit çeşit... Kavlen ve fiilen ezâ edici insanlar çıktı.
Hayber gazasında... Hayber fethedilecek, Hayber’de yahudiler var. Sarp bir kale, kolay kolay alınacak bir şey değil. Ama Hayber yahudileri de hıyanet etmişler Rasûlüllah’a, müslümanlara çok şeyler yapıyorlar, düşmanları kışkırtıyorlar... Gitmiş İslâm ordusu, orayı fethetmesi lâzım. Askerleriyle hareket başlamış. Demiş ki Rasûlüllah SAS Efendimiz:
“—Yarın ben bu ordunun bayrağını öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah o kimseyi sever, o da Allah’ı sever.”
Hazret-i Ömer RA diyor ki:
“—O kadar istedim ki o bayrak bana verilsin.” diye o gece.
Herkes heves etmiş. Çünkü methediyor Rasûlüllah Efendimiz:
“—Öyle bir kimseye vereceğim ki, Allah o kimseyi sever, o Allah’ı sever.”
E bu bahtiyar ben olayım diye hepsi istemiş gönlünden. “Ömrümde hiç o kadar bir şeyin peşine düşmemiştim, o kadar candan istememiştim.” diyor Hazret-i Ömer RA.
Ertesi gün olmuş. Herkes şöyle boynunu kaldırıyor ki, “Acaba
Rasûlüllah beni görür de, hadi al şu bayrağı mı der?” diye. Hiç birisine vermemiş. Sonra:
“—Ali nerede?” diye sormuş.
Demişler ki:
“—Yâ Rasûlallah, gözü ağrıyor.” Bir göz ağrısı vermiş Allah, orada değil Hazret-i Ali Efendimiz.
“—Çağırın bana!” demiş, çağırmışlar.
Mübarek eliyle şöyle gözlerine meshetmiş, gözünün ağrısı o anda geçmiş. Ondan sonra da bayrağı vermiş. İşte Hayber kalesinin o kahramanı. O Esedu’llahi’l-Gàlib Aliyy-i’bni Ebî Tàlib RA... Allah şefaatine mazhar etsin... İşte onun eliyle fetholdu.
Şimdi bu Hazret-i Ali Efendimiz’e herkes birleşip de tâbi olmadılar. Onu istemiş ama, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin hikmeti sonsuz, o kabul olmamış.
(Ve a’tânî fîke) Şimdi verdiği dört şey, kabul olduğu dört şeyin anlatılmasına geliyor: (Enne evvele men tenşakku anhu’l-ardu yevme’l-kıyâmeti ene, ve ente maî meake) Kıyamet koptuğu zaman, insanlar kabirlerinden kalktıkları zaman ilk kim kalkacak? (Enne evvele men tenşakku anhu’l-ardu) “Yerin kendisi çıksın diye açıldığı ilk şahıs kıyamet gününde benim, sen de benimle beraber olacaksın.” diyor.
Şerefinden dolayı, öncelikle Rasûlüllah SAS Efendimiz kalkacak. Yâni, ilk defa kabirden ba’s olunacak şahıs kim? Rasûlüllah SAS Efendimiz. “Yâ Ali! Sen de benimle berabersin.” diyor. “Ben kalkacağım, (ve ente maî) sen de benimle beraber olacaksın.” Bunu ihsân etmiş.
Bir şeyini daha söyleyeyim: Peygamber SAS Efendimiz ashabıyla Mekke-i Mükerreme’den Medine’ye geldiği zaman, Medine’nin Ensarı ile Mekke-i Mükerreme’nin Muhacirlerini kardeş etti. “Sen şunun kardeşi ol, sen şununla kardeş ol, sen şununla kardeş ol.” Diye, bir ensarı bir muhacir ile kardeş etti. Çift çift hepsi kardeş oldular. Ve o kadar tatlı bir şekilde kardeş oldular ki, mallarını al yarısını sana vereyim filan diye, tarlalarını bölüşmek tarzında, o kadar büyük kardeşlik yaptılar. Ondan sonra, o mal ile ilgili hususları kaldırdı Rasûlüllah Efendimiz. Bir müddet böyle rahat edip de yerleştikten sonra, onu kaldırdı.
Şimdi herkes kardeş oldu, kaldı Hazret-i Ali Efendimiz kenarda tek. Herkes kardeş oldu birbirleriyle, ikişer ikişer oldular...
“—Sen de benimle kardeşsin!” dedi Hazret-i Ali Efendimiz’e Rasûlüllah SAS Efendimiz.
Kendisinin hem damadı, hem amcazâdesi, hem de kardeşliğe seçti.
İlk kıyamet gününde defa işte kalkacak olan Rasûlüllah SAS Efendimiz, yanında da Hazret-i Ali Efendimiz olacak.
(Meake livâü’l-hamdi ve ente tahmilühû beyne yedeyye) Rasûlüllah SAS Efendimiz’in mahşer yerinde Livâü’l-Hamd’i olacak kıyamet gününde. Yâni Hamd Bayrağı olacak. Livâ, bayrak demek, sancak demek. Hamd Sancağı, Livâü’l-Hamd sancağı olacak Rasûlüllah SAS Efendimiz’in. Böyle düşünün milyarlarca, daha büyük rakamlarca insanın hepsi mahşer yerinde cem olmuş. Herkesin bayraklarıyla grup grup gelecek ümmetler. Peygamber SAS Efendimiz’in de Livâü’l-Hamd’i olacak. Onu kim taşıyacak? (Ve ente tahmilühû beyne yedeyye) “Benim önümde sen taşıyacaksın yâ Ali o bayrağı.” Sancaktarı yâni.
(Tesbiku bihi’l-evvelîne ve’l-âhirîn) “Bu şerefle sen gelmiş geçmiş insanların hepsinin önüne geçeceksin. O Livâü’l-Hamd’i taşımak şerefiyle o fırsattan istifade gelmişlerin, geçmişlerin, geleceklerin hepsinin önüne geçeceksin, hepsinden ileriye çıkacaksın.”
(Ve a’tânî enneke veliyyü’l-mü’minîn) “Ve sen, benden sonra mü’minlerin velîsi olacaksın. Yâni, müslümanların işlerini gördükleri, kendisinden yardım talep ettikleri kimse olacaksın, onların yardımcısı olacaksın.”
Peygamber SAS Efendimiz bir başka hadis-i şerîfinde
buyurmuş ki... Ahmed ibn-i Hanbel’in Müsned’inde geçiyor, el- Berâ ibn-i Âzib RA’dan rivâyet edilmiş:
مَنْ كُنْتُ مُوْلاَهُ، فَعَلِيٌّ مَوْلاَهُ (حم. ه. عن البراء؛ حم. عن بريدة؛ حم. طب. والضياء عن زيد بن أرقم)
(Men küntü mevlâhu, fealiyyün mevlâhu) “Ben kimin mevlâsıysam, anlaşmalısıysam, dostuysam, efendisiysem; onun bir ihtiyacı olduğu zaman, onun namına bana müracaat edin diye kimi himayeme almışsam, Ali de onun mevlâsıdır.” demiş. “Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır.” diye hadis-i şerifte buyurmuş.
Bir de ayet-i kerimeyi naklediyor müellif merhum:
اللهَُّ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا (البقرة:)
(Allàhu veliyyü’llezîne âmenû) “Allah iman edenlerin mevlâsıdır. Yâni onun dostudur, yardımcısıdır, destekçisidir, hâmîsidir.” (Bakara, 2/257)
وَأَن الْكَافِرِينَ لاَ مَوْلَىٰ لَهُمْ (محمد:)
(Ve enne’l-kâfirîne lâ mevlâ lehüm) “Kâfirlere gelince, onların hiç hamisi, hiç bir yardımcısı yoktur.” (Muhammed, 47/11) diye ayet-i kerimede bildiriliyor.
İşte bu ayet-i kerimenin de sebeb-i nüzûlü hakkında denilmiş ki:
أن أسامة بن زيد قال: لعلي لست مولاي، إنما مولاي رسول الله صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ . فقال عليه السلام: من كنت مولاه، فعلي مولاه.
(Enne üsâmete kàle li-aliyyin) Üsame isimli sahabi RA demiş ki Hazret-i Ali Efendimiz’e: (Leste mevlâye) “Sen benim mevlâm değilsin! (İnnemâ mevlâye rasûl’üllàh SAS) Benim mevlâm sadece Rasûlüllah SAS’dir.” demiş.
(Fekàle aleyhi’s-selâm) Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de demiş ki: (Men küntü mevlâhu, fealiyyün mevlâhu) “Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun mevlâsıdır.” Yâni, “Benimle onun arasında bir fark yok!” mânâsına söylemiş.
“İşte sen mü’minlerin velisi ol, mevlâsı ol diye istemiştim; Allah-u Teàlâ Hazretleri onu da bana ihsân eyledi.” diye buyurmuş.
Hazret-i Ali Efendimiz’in fazâili hakkında varid olmuş bir hadis-i şerif olmuş oluyor bu. Hazret-i Ali Efendimiz’in şecaati bir kere çok meşhurdur mâlûm. O şecaatinden, kahramanlığından, savaşlardaki cesaretinden dolayı, Esedu’llàh adını almış. Esed, Arapçada aslan demek. Esedu’llàh, Allah’ın aslanı. Aslan gibi demek ki… Savaş meydanına çıktı mı, kimseden korkmuyor.
Bir keresinde kâfirin birisi çıkmış... Demek ki boylu poslu, güçlü kuvvetli, pazulu bir kimse. “Var mı benimle çarpışacak?” diye, kiminle çarpıştıysa alt etmiş. Ondan sonra herkes tabii çekinmiş. Kim bilir iki metre miydi boyu, daha güçlü kuvvetli bir şey mi? Hazret-i Ali Efendimiz çıkmış, haklayıvermiş onu. Yâni, öyle savaş tekniği bakımından, düşmanla harb etmek bakımından, fevkalâde güçlü kuvvetli bir kimseymiş Hayber’de de kahramanlıkları mâlûm.
لاَ فَتى الاَّ عَلِي، لاَ سَيْفَ اِلاَّ ذُو الفَقَار .
(Lâ fetâ illâ alî, lâ seyfe illâ zü’l-fakar) [Hz. Ali’den başka yiğit yok, Zülfikâr’dan başka kılıç yok!] diye de bir söz var.
Sonra, cömertliği meşhur… Kendisi muhtaçken, evinde yiyecek yokken el açıklığı, cömertliği, ziyafet vermesi, yemek yedirmesiyle tanınmış Hazret-i Ali Efendimiz.
Sonra ilmiyle meşhur. O kadar ilmi ilerlemiş ki, Peygamber
SAS Efendimiz:197
197 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebir, c.XI, s.65, no:11061; Taberî, Tehzîbü’l-Âsâr, c.IV, s.124, no:1415; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.IX, s.148, no:14670; İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.794; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.190; İbn-i Hibbân, Mecrûhîn, c.I, s.130; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.IV, s.348, no:2186; Cürcânî, Târih-i Cürcan, c.I, s.65, no:7; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XLIV, s.379; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Hàkim, Müstedrek, c.III, s.138, no:4639; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.44, no:106; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.II, s.377, no:887; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.44, no:108; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
أنَا مَدِينَةُ العِلْمِ ، وَعَلِيٌّ بَابُهَا (عق. عد. طب. ك. عن ابن عباس؛ عد. ك. عن جابر)
(Ene medinetü’l-ilmi, ve aliyyin bâbühâ) “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” buyurmuş.
Fevkalâde güzel sözleri var. Bu sözlerden bir tanesini geçtiğimiz derslerde nakletmiş idik. 20. Yüzyıl’da dahi duvara altın yaldızla yazılacak, alimlerin alkışlayacağı, güzel, hikmetli sözleri var. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin ihsânı işte.
e. Hz. Ebû Bekr’in Üstün Oluşu
Hazret-i Ali Efendimiz’in bizzat kendisinden rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz ona hitaben demiş ki:198
سَألْتُ الله عَزَّ وَجَلَّ أن يُقَدِّمَكَ ثَلاَثًا فَأَبَى عَلَيَّ، إلاَّ تَقْدِيمَ أَبِي بَكْرٍ،
قَالَهُ لِعَلِيٍّ (خط. كر. عن علي)
(Seeltu’llahe azze ve celle en yukaddimeke selâsen) “Allah-u Azze ve Celle Hazretleri’nden seni öne geçirmesini, hepsinin, herkesin önüne geçirmesini taleb eyledim, üç defa istedim...” Hazret-i Ali’yi en öne geçirmesini istemiş Rasûlüllah Efendimiz.
(Feebâ aleyye) “Benim bu talebime icabet buyurmadı, kabul eylemedi Allah-u Teàlâ Hazretleri. (İllâ takdîme ebî bekrin) Hazret-i Ebû Bekr’i takdim eyledi, Ebû Bekr’i öne geçirdi.”
Ebû Bekr-i Sıddîk RA’ı öne geçirmiş. Demek ki Peygamber
Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.614, no:32978, 32979; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.203, no:618;
Câmiü’l-Ehàdîs, c.VII, s.36, no:5741, 5742.
198 Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.XI, s.213, no:5921; İbn-i Asâkir, Târih- i Dimaşk, c.XLV, s.322; Hz. Ali RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XI, s.558, no:32637; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.213, no:12958.
Efendimiz onu istemiş ama, onun için dua etmiş ama... Ebû Bekr-i Sıddik’i de tabii çok seviyor, Aşere-i Mübeşşere’den, ondan sonra kayınpederi durumunda... Çünkü kızıyla evlenmiş, hicrette yol arkadaşı, malının hepsini Rasûlüllah’ın hizmetine ihsân edivermiş. Gözü yaşlı, zarif, edib bir zât-ı muhterem Ebû Bekr-i Sıddîk. Fevkalâde zarif bir kimse... “İlk önce o olacak.” diye Allah- u Teàlâ Hazretleri öyle takdir buyurmuş. El-hamdü lillâh!
Tarikatların çoğu Hazret-i Ali Efendimiz’e kadar gider. Meselâ bu geçmiş zamanlardaki Kadirîlik, Rufâîlik, şunlar bunlar... bir sürü tarikatlar var ya, onların hepsi, kökü, böyle zincir tutulursa, geriye doğru gidilirse, Hazret-i Ali Efendimiz’e gider, hepsi ona bağlıdır.
Nakşî tarikatı, Tarikat-ı Nakşibendiyye o Ebû Bekr-i Sıddîk RA’a bağlıdır. Onun üç silsilesi vardır. Bir tanesi Ebû Bekr-i Sıddîk’a gider, bir tanesi Hazret-i Ali Efendimiz’e bağlanır. Yâni, iki taraftan da şey yapmış.
Ebû Bekr-i Sıddîk RA’ın menâkıbı, onun fadâili, onun zarafeti üzerine çok şey söylemek mümkün. Bizim ümmet-i Muhammed’in alimlerinin kanaatine göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin takdiri ile hilafete sırayla kimler geçmişse, ashabın fazilet sırası odur. İlk
önce Ebû Bekr-i Sıddîk halife olmuş. O halde, Ebû Bekr-i Sıddîk en faziletlidir. Ondan sonra Hazret-i Ömer, ondan sonra Hazret-i Osman, ondan sonra Hazret-i Ali’dir diye, bu sıra iledir derler.
Ebû Bekr-i Sıddîk (efdalü’l-halki ale’t-tahkîk) Yâni peygamberlerden sonra halkın en üstünüdür. Gerçekte bu böyledir diye rivâyet edilmiş ve kabul edilmiştir.
Ebû Bekr-i Sıddîk çok az uyurmuş geceleri. Gelirmiş yatsı namazından sonra biraz hane halkıyla meşgul olurmuş, ondan sonra sabahlara kadar ibadet ve taat ile iştigal edermiş.
Sıddîk lakabını almasının sebebi de Mir’ac olduğu zaman, Peygamber ASS Efendimiz Mi’rac’ını bildirince müşrikler:
“—Allah Allah yâni Kudüs’e kadar gittin buradan bir gecede, oradan da semâlara mı çıktın?” demişler, inanmamışlar tabii.
Halbuki, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kudreti her şeyi yapmağa kadir. Bak bugün biniyorsun bir vasıtaya, ta nerelere gidiyorsun. Göklere gidiyor adamlar, ondan sonra tekrar vasıtayla
geri geliyor. Bu günün tekniğiyle bu oluyor.
Allah-u Teàlâ Hazretleri, kâinâtı yaratmış, kâinâtın sahibi, maliki, yüce, kudret-i külliye sahibi. Her şeye kàdir, her şeye muktedir olan Allah-u Teàlâ Hazretleri, kulunu bir gecede Mekke- i Mükerreme’den, Hicaz’dan Filistin’e, Kudüs’e getirmekten aciz olur mu? Hâşâ sümme hâşâ! Göklere çıkarmaktan, dergâh-ı izzete celbetmekten aciz olur mu?
Olmaz ama kabul etmemiş müşrikler. Kabul etmeyince, bir tanesi yolda giderken Ebû Bekir RA’ın yolunu kesmiş, demiş ki:
“—Şu arkadaşının söylediğine bak, ne söyledi? Şimdiye kadar söyledikleri neyse ne, bugün bir şey söyledi ki, artık güya Kudüs’e kadar gitmiş, oradan da semâlara yükselmiş, Mi’rac eylemiş diye bize bildirdi.” “—O öyle hakikaten söyledi mi?” demiş Ebû Bekr-i Sıddîk.
“—Evet söyledi.” “—O öyle söylediyse doğrudur.” demiş.
Yâni, “Sen uydurmuyorsan, o hakikaten söylediyse, rivayetin sahihse, doğrudur.” diyor.
Daha görmedi Rasûlüllah SAS Efendimiz’i ama soruyor,
“—Hakikaten söyledi mi?”
“—Söyledi.” “—O söylediyse doğrudur.” diyor.
İşte oradan Sıddîk lakabını alıyor.
Yâni tasdikte, doğrulamakta en ileri mertebede olan bir kimse. Arkadaşlıkta, sıdk u sadâkatte en ileri mertebede olan bir zât-ı muhterem. Son derece kibar, son derece zarif gönül sahibi bir kimse imiş, asil bir kimse imiş Ebû Bekr-i Sıddîk. Tabii çok zengin bir kimseymiş. Bütün malını Rasûlüllah SAS’in hizmetine vermiş. Diyor ki:
“—Ebû Bekr’in malının bana fayda verdiği kadar, hiç bir mal bana fayda vermedi.”
Mâlûm mağaraya girdikleri zaman hicret esnasında, bütün delikleri elbisesini yırtıp yırtıp tıkamış paçavrayla da, bir delik kalmış. Rasûlüllah Efendimiz sıcakta yorulduktan sonra uyumuş, dizinde yatıyor Ebû Bekr-i Sıddîk’in. Bir delik kalmış. Acaba şuradan bir yılan çıkar mı, bir şey olur mu diye deliğe de
topuğunu dayamış. Topuğunu dayadığı yerden yılan oradan ısırmış topuğunu. Fakat çekmiyor Rasûlüllah’a zarar gelmesin diye. Çekmemiş, topuğu orada. Fakat gözünden yaş boşanmış, damlamış Rasûlüllah SAS Efendimiz’in yüzüne. O uyanmış.
Böyle de fedâkâr, böyle de sevgisi has halis bir kimse. Allah-u Teàlâ Hazretleri şefaatlerine nail etsin... Onların, o sàlih, gönlü makbul kullarının, Ashàb-ı Kirâm’ın yolundan bizleri ayırmasın...
Bir de duası var Ebû Bekr-i Sıddîk RA’ın meşhur. Diyor ki:
“—Yâ Rabbi! Cehenneme sok beni, vücudumu da cehennemde o kadar büyüt ki, başka kimseye yer kalmasın. Yâni, hepsi kurtulsun da tek ben yanayım!” diye.
Öyle de bir fedâkârlığı olan kimse. Bu da nakledilir.
f. Benimle Evlenen Cennetlik Olsun!
Abdullah ibn-i Amr RA’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:199
سَأَلْتُ رَبِّي أَنْ لاَ أَتَزَوَّجَ إِلَى أَحَدٍ مِنْ أُمَّتِي، وَلاَ يَتَزَوَّجَ إِلَيَّ أَحَدٌ
مِنْ أُمَّتِي، إِلاَّ كَانَ مَعِي في الجَنَّةِ، فَأَعْطَانِي ذلِكَ (ك . عن عبد
الله بن أبى أوفى؛ طس. كر. وابن النجار عن ابن عمرو)
RE. 294/1 (Seeltü rabbî azze ve celle en lâ etezevvece ilâ ehadin min ümmetî, ve lâ etezevvece ileyye ehadün min ümmetî, illâ maiye fi’l-cenneti, fea’tânî zâlik.)
“Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden istedim ki: ‘Ümmetimden bir kimseyle evlenmeyeyim, evlilik bağı kurmayayım veya ümmetimden bir kimse benimle bir evlilik bağı kurmasın, o kuran şahıs ille, muhakkak cennetlik olsun!’ diye istedim. Yâni, ‘Kim
199 Hakim, Müstedrek, c.III, s.148, no:4667; Abdullah ibn-i Ebi Evfâ RA’dan. Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.150, no:3844; İbn-i Asakir, Tarih-i Dimaşk, c.LXVII, s.21; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.XII, s.99, no:34173; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.216, no:12967.
böyle bir evlenme münasebetiyle benimle bir bağlantı tesis ederse, o cennetlik olsun!’ diye talep eyledim, Allah-u Teàlâ Hazretleri bu talebimi kabul eyledi.
Bu, şerhte izah edildiğine göre, tezevvece bi ile kullanılır. İlâ dediğine göre, demek ki başka bir nokta vardır diye izah etmiş müellif. Diyor ki: “Rasûlüllah ile evlenmiş zevcât-ı tâhirât için de cârîdir bu hüküm, Rasûlüllah’ın evlâdı ile evlenmiş, evlâd-ı Rasûlden kimselerle evlenmiş kimseler için de cârîdir.” diyor.
“Demek ki, Peygamber Efendimiz’in sülâle-i tahiresine bağlanıvermiş bir kimse, onlarla evlilik kurmuş bir kimse de bu duaya dahildir.” diye şerhte açıklamasını yapıyor.
İbn-i Abbas RA’dan da şöyle rivâyet edilmiş ki:200
سَأَلْتُ رَبِّي أَنْ لا أُزَوِّجَ إِلاَّ مِنْ أهْلِ الجَنَّةِ، وَلاَ أَتَزَوَّجَ إِلاَّ مِنْ أَهْلِ
الجَنَّةِ (الشيرازي في الألقاب عن ابن عباس)
RE. 294/2 (Seeltü rabbî en lâ üzevvice illâ min ehli’l-cenneh, ve lâ etezevvece illâ min ehli’l-cenneh.)
“Rabbim Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden diledim ki: Ben ancak cennet ehliyle evleneyim ve benimle ancak cennet ehli evlensin.”
Bu da ayın kapıya çıkıyor. Yâni, Allah zaten cennetlik kimseye nasib ediyor. Veya evlenmişse, onu cennetine sokuyor. Her neyse... Duanın böylesi de var, öteki türlüsü de var. Demek ki Rasûlüllah SAS Efendimiz ile, onun sülalesi ile böyle evlilik bakımından münasebet tesis etmişse bir insan, o zaman o inşâallah cennet ehlinden olacak bu duanın bereketiyle.
g. Cebrâil’e Sorduğu Soru
Enes ibn-i Malik RA’dan rivâyet edilmiş ki Peygamber SAS
200 Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.216, no:12968.
Efendimiz şöyle buyuruyor:201
سأَلْتُ جِبْرِيلَ: هَلْ تَرَى رَبَّكَ؟ قَالَ: إنَّ بَيْنِي وَبَيْنَهُ سَبْعِينَ حِجَاباً
مِنْ نُورٍ، لَوْ رَأَيْتُ أَدْنَاهَا لاحْتَرَقْتُ (طس . عن أنس)
RE. 294/3 (Seeltü cibrîle: Hel terâ rabbeke? Kàle: İnne beynî ve beynehû seb’îne hicâben min nûrin, lev raeytü ednâhâ le’hteraktü.)
“Cebrâil AS’a sordum: ‘Sen Rabbini gördün mü?’”
Cebrâil AS melâike-i mukarrabînden. Yâni meleklerin en büyükleri dört tane: Cebrâil, Mikâil, İsrâfil, Azrâil. En büyükleri Cebrâil AS, vahiy getiren büyük bir melek. O meleğe Peygamber SAS Efendimiz:
“—Sen Rabbimizi gördün mü?” diye soruyor.
(Kàle) Diyor ki:
(İnne beynî ve beynehû seb’îne hicâben min nûrin, lev raeytü ednâhâ le’hteraktü) “Onunla benim aramda nurdan yetmiş perde vardır. Eğer ben bir tanesini görsem o perdelerin, yanarım. O perdelerden bir tanesini bile görsem gene yanarım.” buyurmuş.
Mi’rac rivayetlerinde de geçer ki, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar getirir Peygamber SAS Efendimiz’i; ondan sonrası için kendisine müsaade olmadığını, eğer bir adım daha atsa yanacağını söyler.
İşte o meleklerin giremediği o mıntıkadan öteye, artık Rasûlüllah SAS Efendimiz kendisi devam etmiş Mi’racına…
h. Akrabalarının Cennete Girmesi
Yine Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:202
201 Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, c.VI, s.278, no:6407; Deylemi, Müsnedü’l- Firdevs, c.II, s.312, no:3411; Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, c.I, s.251, no:251; Enes ibn-i Malik RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.XIV, s.448, no:39210; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.215, no:12964.
202 Kenzü’l-Ummal, c.XII, s.99, no:34175; Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.219, no:12975.
سَألْتُ رَبِّي لأَصْهَارِي الْجَنَّةَ، فَأَعْطَانِيهَا اَلْبَتَّةَ (أبو الخير الحاكمى
القزوينى عن ابن عباس)
RE. 294/4 (Seeltü rabbî li-eshârî el-cennete, fea’tânîhâ el- bettete) “Benim eshârıma —yâni sıhriyyet bağı olan kimselere— dua ettim, Allah onlar için cenneti versin diye, cennetlik olsunlar onlar diye. Kat’î olarak onu bana ihsân eyledi.”
Bu sıhriyyet demek, kadın tarafından olan akrabalar demek. Yâni meselâ insanın damadı sihridir. Yâni, kızından dolayı kendisine bir yakınlık peydâ etmiş oluyor. Erkek tarafından olursa, karabet denir, kadın tarafından olursa sıhriyyet denilir. Damadın adı da sihrdir. Sad-iki gözlü he-re ile. Meselâ Hazret-i Ali Efendimiz sıhrü’n-nebîdir, Peygamber Efendimiz’in damadıydı aynı zamanda.
Demek ki, öyle bir mübarek aile ki, nasıl nereden bir bağlantı tesis ederse insan, cennete götürüyor kendisine tutunanları, kendisine bağlananları.
i. Allah’tan Afiyet İsteyin!
Bu hadis-i şerîf de Muaz ibn-i Cebel RA’dan rivâyet edilmiş:203
سَأَلْتَ اللهَ الْبَلاَءَ، فَسَلْهُ الْعَافِيَةَ (ت. حسن عن معاذ، قال سمع
النبى صلى الله عليه وسلم رجلا يقول: اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الصَّبْرَ.
قال فذكره)
RE. 294/5 (Seelte’llàhe’l-belâe feselhü’l-àfiyete, kàle semia’n- nebiyyü aleyhi’s-selâm racülen, yekùlü: Allàhümme innî es’elüke’s- sabra kàle fezekerehû.)
Muaz ibn-i Cebel naklediyor:
203 Tirmizi, Sünen, c.XI, s.434, no:3450; Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, c.XX, s.55, no:97; Muaz ibn-i Cebel RA’dan. Camiü’l-Ehadis, c.XIII, s.213, no:12959.
Peygamber SAS Efendimiz duymuş ki bir kimse:
“—Yâ Rabbi sen bana sabır ver, ben senden sabır istiyorum.” diye dua ediyormuş. “Yâ Rabbi sen bana sabır ver, beni sabırlı eyle!” diye sabır taleb ediyormuş duasında.
Bunu duymuş Peygamber SAS Efendimiz. Onun için diyor ki: (Seelte’llàhe’l-belâe) “Sen Allah’tan belâ istiyorsun!” Sabır istemek ne demek? Sabredilecek bir belâ gelecek başına, bu belâya sabır olacak. “Sen böyle demekle, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden belâ istemiş oluyorsun. Öyle yapma, (feselhü’l- âfiyete) Allah’tan afiyet iste!” buyurmuş.
Demek ki, bu duayı yapan şahsın derdi varmış. “Yâ Rabbi sen bana sabır ihsân et.” filan diye onun için istiyor. Sabredecek bir durum var demek ki, Peygamber SAS Efendimiz: “Sabır isteme de, afiyet iste.” diyor. Yâni, o belânın senin üzerinden, o sıkıntının, o sabra sebep olacak şeyin gitmesini talep eyle demiş oluyor ki, hakikaten son derece doğru.
Şimdi bu istenen şeyler konusunda bir-iki hadis-i şerif var şerhte. Onları size okuyuvereyim.
Afiyet ne demek? Afiyet iste diyor Peygamber SAS Efendimiz. Afiyet ne demek? Afiyet, hoşlanılmayacak her şeyden uzak olmak demek. Yâni bir insan neden hoşlanmaz? Meselâ, başına bir sıkıntı gelmesini istemez. Afiyet istedi mi o sıkıntıdan kurtulmayı istemiş oluyor. Meselâ, hastalık istemez. Afiyet istedi mi hastalıktan kurtulmayı istiyor. Her şeye şâmildir afiyet. Onun için dualarımızda da biz de unutmayalım, inşâallah afiyet isteyelim!
Peygamber Efendimiz’in afiyet hakkında öğrettiği dua şöyledir:204
اللَّهُم إِنَّا نَسْأَلـُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْمُعَافَاتِ الدَّائِمَةَ، فِي الدِّينِ
204 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.738, no:5074; İbn-i Mâce, Sünen, c.II, s.1273, no:3871; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.25, no:4785; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.III, s.241, no:961; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.243, no:698; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.343, no:13296; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.35, no:29278; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.VI, s.145, no:10401; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.264, no:837; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
وَالدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ .
(Allàhümme innâ nes’elüke’l-afve ve’l-àfiyeh, ve’l-muàfâte’d- dâimeh, fi’d-dîni ve’d-dünyâ ve’l-âhireh) Cemî olarak söyledim ben, yâni: “Yâ Rabbi! Bize dinde, dünyada, ahirette afiyet ver ve dâimî bir esenlik ihsân eyle...” Nitekim bu duaları tarif eden hadis-i şerîfleri de şimdi okuyacağım. (Ve fî rivayetin) Bir rivayette Peygamber Efendimiz, Tirmizî’nin naklettiğine göre demiş ki:205
سَلْ رَبَّكَ الْعَافِيَةَ، وَالْمُعَافَاةَ فِي الدُّنْيَا وَالآْخِرَةِ، فَإِذَا أُعْطِيتَ الْعَافِيَةَ
فِي الدُّنْيَا وَأُعْطِيتَهَا فِي الآْخِرَةِ، فَقَدْ أَفْلَحْتَ (ت. حسن عن أنس)
(Sel rabbeke’l-àfiyete) “Rabbinden afiyeti iste, afiyet taleb iste;
(ve’l-muàfâte) böyle uzak olmayı, selâmette olmayı talep et, afiyette olmayı talep et, (fi’d-dünyâ ve’l-âhireh) dünyada ve ahirette bu selâmette olmayı iste.” diye buyurmuş. Demek ki afiyeti hem dünya için isteyeceğiz, hem ahiret için isteyeceğiz.
(Feizâ ûtîte’l-àfiyete) “Eğer sen istediğin zaman sana afiyet verilirse, (fi’d-dünyâ ûtîtühâ fi’l-âhireh) dünyada verilmişse, sonunda ahirette de verilmiş demek olur. Çünkü dünyada insan muâfâta mazhar oldu mu günah da işlemeyecek, günahtan da kurtulmuş olacak. Kötü şeyler de yapmayacak. (Fekad eflehte) “Ahirette o verildi mi, felah bulmuş olur.” Yâni afiyet sana nasib oldu mu, felâh u necat buldun, zaferyâb oldun, her türlü nimete nâil oldun.
İbn-i Ömer RA’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah SAS
205 Tirmizî, Sünen, c.XI, s.418, no:3434; İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s.303, no:3838; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.127, no:12313; Buhàrî, Edebü’l- Müfred, c.I, s.222, no:637; Bezzâr, Müsned, c.II, s.274, no:6249; Enes ibn-i Mâlik RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.76, no:3203; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.282, no:13117.
buyurmuş ki:206
مَا سُئِلَ اللهَُّ شَيْئًا أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ أَنْ يُسْأَلَ الْعَافِيَةَ (ت. عن بن عمر)
(Mâ süila’llàhu şey’en ehabbe ileyhi en yüs’ele’l-àfiyete) “Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne yapılan dualar içinde, istenen istekler içinde afiyetten daha sevimlisi yoktur. Allah, kendisinden afiyet istenmesinden memnunluk duyar.”
Ebû Hüreyre RA’den böyle rivâyet edilmiş. Demek ki Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisinden afiyetin istenmesinden memnun oluyor.
Bir zarif zât, arif kimse de demiş ki:
“—Her zaman Allah-u Teàlâ Hazretleri’nden istemeğe devam edin! Eğer mübtelâ da olsanız, gene devam edin! Çünkü kötünün de kötüsü vardır, belânın da daha şiddetlisi vardır.”
Meselâ, adamın birisinin elinde bir yarası varmış. Eli acıyormuş yarasından dolayı, gene Allah’a hamd ediyormuş. Demişler ki:
“—Niye böyle yapıyorsun?” Demiş ki:
“—Bu Allah’ın bir nimeti bana. Ya bu yara, ağrı gözümde olsaydı? Yâni beterin beteri var. Elim de kötü ama, ya gözümde olsaydı? Daha fena olurdu.” Demek ki insan, daha kötüyü düşünüp kendi haline hamd etmeli. Nimete şükredilir, her hale hamd edilir. Bu aradaki inceliğe de dikkat etmeli.
Başka bir hadis-i şerîfte de şöyle geçmiş, Abdullah ibn-i Ca’fer’den nakledildiğine göre:207
206 Tirmizî, Sünen, c.V, s.552, no:3548; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.675, no:1833; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.284, no:490; Ukaylî, Duafâ, c.II, s.325, no:915; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.88, no:3130, 3153; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XXI, s.100, no:23062.
207 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.3, no:6; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.87, no:86; Bezzâr, Müsned: c.1, s.190, no: 34, Hz. Ebû Bekir RA’dan.
سَلُوا اللهَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ، وَالْيَقِينَ فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ (البزَّار عن أبي بكرٍ)
(Selü’llàhe’l-afve ve’l-àfiyete) “Allah’tan af ve afiyet isteyiniz, (ve’l-yakîn) ve yakîn isteyiniz. (Fi’d-dünyâ ve’l-âhirete) Dünya ve ahirette af ve afiyet taleb ediniz.”
Bu son derece kısa fakat son derece faydalı bir duadır. Çünkü hiçbir şey bu duanın haricinde kalmıyor böyle bir dua ile insan dua ettiği zaman. Onun için: “Yâ Rabbi! Sen bize dünyada da ahirette de af ve afiyet ihsân eyle...” mânâsına dua etmeğe alıştıralım kendi dilimizi inşâallah!
j. Mûsâ AS’ın Soruları
Acaba zaman var mı, uzunca bir hadis-i şerif:208
سَأَلَ مُوسَى رَبَّهُ عَنْ سِتِّ خِصَالٍ، كَانَ يَظُنُّ أَنَّهَا لَهُ خَالِصَةً، وَالسَّابِعَةُ
لَمْ يَكُنْ مُوسَى يُحِبُّهَا. قَالَ : يَا رَبِّ، أَيُّ عِبَادِكَ أَتْقَى؟ قَالَ : الَّذِي
يَذْكُرُ الله وَلا يَنْسَى ، قَالَ : فَأَيُّ عِبَادِكَ أَهْدَى؟ قَالَ : الَّذِي يَتْبَعُ
الْهُدَى، قَالَ : فَأَيُّ عِبَادِكَ أَحْكُمُ؟ قَالَ : الَّذِي يَحْكُمُ لِلنَّاسِ كَمَا
يَحْكُمُ لِنَفْسِهِ، قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِكَ أَعْلَمُ؟ قَالَ: عَالِمٌ لا يَشْبَعُ مِنَ الْعِلْمِ ،
208 İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XIV, S.100, no:6217; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LXI, s.134; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.314, no:3419; Ebû Hüreyre RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XV, s.1352, no:43549; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.211, no:12956.
يَجْمَعُ عِلْمَ النَّاسِ إِلَى عِلْمِهِ . قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِكَ أَعَزُّ؟ قَالَ : الَّذِي إِذَا
قَدَرَ عَفَا. قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِكَ أَغْنَى؟ قَالَ: الَّذِي يَرْضَى بِمَا أُوتِيَ. قَالَ:
فَأَيُّ عِبَادِكَ أَفْقَرُ؟ قَالَ: صَاحِبٌ سَفَر. قَالَ رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ
وَ سَلَّمَ في الحديث : لَيْسَ الْغِنَى عَنْ ظَهْرِ الْمَالِ، إِنَّمَا الْغِنَى غِنَى
النَّفْسِ؛ وَإِذَا أَرَادَ اللهَُّ بِعَبْدٍ خَيْرًا، جَعَلَ غِنَاهُ فِي نَفْسِهِ ، وَ تُقَاهُ فِي
قَلْبِهِ. وَإِذَا أَرَادَ اللهَُّ بِعَبْدٍ شَرًّا، جَعَلَ فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ (الروياني ، وأبو بكر بن المقرئ في فوائده، وابن لال، هب .كر، عن أبي هريرة)
RE. 294/6 (Seele mûsâ rabbehû an sitteti hisâlin kâne yezunnü ennehâ lehû hàssaten ve’s-sâbiatü lem yekün mûsâ yuhibbuhâ.)
Mûsa AS Rabbinden altı husus istemiş, sormuş. Sanıyormuş ki bu altı şey kendisine mahsustur. Soru soruyor, yâ Rabbi şu nedir şu nedir diye; sanıyor ki, sadece kendisi o sorulan şeye sahip. Böyle sanıyormuş ve yedinci şeyi kendisi sevmiyormuş. Şimdi bunlar neymiş anlayacağız:
قَالَ : يَا رَبِّ، أَيُّ عِبَادِكَ أَتْقَى؟ قَالَ : الَّذِي يَذْكُرُ الله وَلا يَنْسَى ،
(Kàle: Yâ rabbi, eyyü ibâdike etkà) Sormuş Mûsâ AS: “Yâ Rabbi! Kullarının hangisi daha takvâ sahibidir, takvâ bakımından daha ileri derecededir, daha müttakî kuldur?”
Sanıyor ki, kendisi en müttakî kulu diye cevap verilecek. “Ey Mûsa! Sensin en müttaki kulum!” diye umuyor yâni, soru
sorarken. Böyle düşünerek sormuş bu soruların hepsini.
Böyle sorunca, kendisine verilen cevap: (Kàle) Allah-u Teàlâ Hazretleri cevaplandırıyor Mûsâ AS’ın sorusunu: (Ellezî
yezküru’llàhe ve lâ yensâ) “Allah’ın en müttakî kulu, Allah’ı anan ve hiç unutmayan kuldur.”
Bakın bu Allah’ı anmak, yâni Allah’ı zikretmek ve hiç unutmamak, pek çok ayet-i kerimeyle bize emredilmiştir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللهََّ ذِكْرًا كَثِيرًا (الأحزاب: ١٤)
(Yâ eyyühe’llezîne âmenü’zküru’llàhe zikren kesîrâ) “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikrediniz!” (Ahzâb: 41)
وَاذْكُرْ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصِيلاً (الإنسان:٥٢)
(Ve’zküri’sme rabbike bükraten ve esîlâ) “Sabah akşam Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin adını anınız.” (İnsan: 25)
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ (الحشر: ٩١)
(Ve lâ tekûnû ke’llezîne nesu’llàhe) “Sakın Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni unutan kimseler gibi olmayınız.” (Haşr: 19) diye ayet-i kerimelerde hep emrediliyor.
O halde, farzların başında gelen en mühim farz, Allah’ı unutmamak, Allah’ı zikretmek, Allah’ı yâd etmek, Allah’ı anmaktır. En mühim farz budur.
Allah’ı zikretmek farzdır ve kanunlarla da yasak değildir. Hani meselâ zikir deyince, tarikat mı var, tarikatın arkasında da galiba bir kanun var, 687 sayılı kanun mudur nedir işte tarikatlar, tekkeler kapatılmış, tarikatlar ilgâ edilmiş, şeyhlik müridlik yok deniliyor o kanunda. Demek ki bir kimse böyle yapsa, kanunen suç durumuna düşer. Ama Allah’ın zikri ibadet olduğu için, bu kanuna dahil değil. Yâni, öyle sanmağa lüzum yok.
Onun için, emekli hakimlerden birisi kalınca bir kitap yazmış, iki parmak kalınlığında, diyor ki: Allah’ı Niçin Anıyoruz? Kitabın başlığı bu… Hatta çok satılmış da, ikinci baskısı da yapılmış.
Abdullah Arığ isminde İzmirli bir muhterem hâkim efendi, “Allah’ı Niçin Anıyoruz?” diye yazmış, uzun delillerini getirmiş. Orada bir bölümde okudum ki, “Allah’ı zikretmek kanunlarla yasaklanmış değildir. Yâni, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında, ceza kanunlarında bir suç olarak da gösterilmemiştir, böyle sanmak yanlıştır.” diye izahat yapıyor.
Şimdi burada da, bu vesileyle söylemiş olduk. O halde Allah’ı zikredeceğiz. Allah’ı anacağız, her zaman anacağız. Ne zaman anacağız? Yolda anacağız, gündüz anacağız, gece anacağız, geceleyin uyandığımız zaman anacağız, namaz vesilesiyle anacağız, Kur’an okumak vesilesiyle anacağız... Her vesileyle Allah diyeceğiz.
Allah-u Teàlâ Hazretleri içimizden hiç çıkmayacak. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin yâdı, zikri içimizden çıkmayacak. En mühim farz budur.
وَأَقِمِ الصَّلَوةَ لِذِكْرِي (طه:٤١)
(Ekımi’s-salâte li-zikrî) “Namazı benim zikrim için kıl!” (Tàhâ: 14) diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri. Demek ki, namazdan maksat, Allah’ı anmak, günde beş vakit…
Hac serâpâ zikirlerle doludur. Yolculukta Lebbeyk dersin, oradaki ibadetler hep zikirdir. Ondan sonra Arafat’ta zikir vardır, Meş’ar-i Haram’da zikir vardır. Muhtelif yerlerde zikri ayet-i kerimeler emretmektedir.
Sözü tabii ne kadar uzatsak uzatırız, bu günlerce sürer. O halde, sizlere de Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni anmayı, zikretmeyi ve unutmamayı tavsiye etmiş oluyor Rasûlüllah Efendimiz. Hadisin bu tarafından çıkan ders budur.
“Takvâ ehli, en çok müttakî kul, en çok takvâ sahibi olan kul kimdir?” diye sorduğu zaman Mûsâ AS, ona “Allah’ı anan ve hiç unutmayandır.” diye cevap veriliyor. Müttakî kulların da... İnşâallah nasib olursa, bir kitap bile yazılır bu konuda... Nasib olursa yazmak da istiyorum.
Müttakîlik o kadar güzel bir sıfat ki, müttakî kul, takvâ sahibi olmak... Müttakî kulları Allah seviyor. Müttakî kullara Allah
yardım ediyor. Müttakî kullara Allah zafer vaad ediyor. Müttakî kullara Allah sıkıntılardan çıkış noktaları gösteriyor. Müttakî kullara Allah bilmediklerini ilham ediyor, öğretiyor, gözündeki perdeyi kaldırıyor; cennetine dâhil ediyor, cemâliyle müşerref ediyor... Hep müttakî kullara.
Onun için, “Allah’ın en sevdiği kul hangisidir?” diye sorulunca, verilen cevaba dikkat edelim de, Allah’ı çok zikredelim! (Ellezî yezküru’llàhe ve lâ yensâ) “Allah’ın en müttakî kulu, Allah’ı anan ve unutmayan kuldur.” “—Efendim sözle zikretmenin ne kıymeti var?” Sözle zikretmekten başlar iş! Tasavvuf kitapları okunursa, orada görülür ki, önce lisânen zikredilir. Lisandan sonra, zikir kalbe yerleşir. Kalbe yerleştikten sonra, zikir insana hal olur. Zikir hal haline gelir.
Sen uyuduğun zaman kalbin duruyor mu? Durmuyor, çalışıyor, küt küt atıyor. Kalbi öyle zikreder. Uyuduğu zaman da zikreder insan, o hale gelir. Ona zikr-i müdâm denir.
Ondan sonra, zikir de bir perde olur. Zikredilene kavuşursa insan, zikredilenin ma’rifetine, muhabbetine vasıl olursa insan, o zaman zikri de bırakır. Çünkü onunla beraberlik oldu, o lezzetin içine girdi. Çünkü lâ teşbih ve lâ temsil, zikredilen şahısla buluştuktan sonra adını söylemeğe ne lüzum var; çünkü kendisi var. Tasavvuf kitapları bunu da yazar.
Onun için, takvânın yolu işte Allah’ı zikretmektir. Zikir insanı korur, kurtarır. Buna çok dikkat edelim!
Sonra, Mûsâ AS ikinci soruyu soruyor:
قَالَ : فَأَيُّ عِبَادِكَ أَهْدَى؟ قَالَ : الَّذِي يَتْبَعُ الْهُدَى،
(Kàle: Feeyyü ibâdüke ehdâ) “Hangi kulun en çok hidayet üzeredir? Hidayet yolunda, en doğru yolda giden kulun hangisidir? “ İstiyor ki, sanıyor ki, “Sensin yâ Mûsâ!” denilecek. Kendisi ulü’l-azm peygamberlerden, hidayet üzere olduğu muhakkak da, soru sorarken gönlündeki niyete bak!
“Yâ Mûsâ, sensin!” deyiversin diye umuyor.
Cevap: (Ellezî yettebiu’l-hüdâ) “Hidayet yoluna tâbî olandır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin şeriatine tâbî olandır; emirlerini tutan, yasaklarından kaçandır. Sırat-ı müstakîmde dosdoğru yürüyendir.” diye cevap alıyor.
قَالَ : فَأَيُّ عِبَادِ كَ أَحْكُمُ؟ قَالَ : الَّذِي يَحْكُمُ لِلنَّاسِ كَمَا يَحْكُمُ لِنَفْسِهِ،
(Kàle: Feeyyü ibâdike ahkem) “Pekiyi yâ Rabbi, en iyi hükmeden kulun hangisidir? En adaletli hükmeden, hükmü en isabetli olan kulun hangisidir?” diye soruyor. “Sensin yâ Mûsâ!” deyiversin diye umuyor.
(Kàle’llezî yahkümü li’n-nâsi, kemâ yahkümü li-nefsihî) “Buyurdu ki: Hükmünde en isabetli olan, en adil olan kul şu kimsedir ki, halk için hükmederken, kendi nefsine hükmettiği gibi hükmeder. Yâni, başkalarına hükmederken, kendisini onların yerine koyup da, o tarzda hükmeden kimsedir.” Bu da adaletin en önemli şartlarından biridir. Bir kimse hakkında hükmediyorsun, ceza veriyorsun veyahut bir şey söylüyorsun, onun durumunu bir hükme bağlıyorsun; kendin
olsaydın kendine nasıl hükmederdin; ona da öyle hükmet!
Bu adaletin en büyük ölçüsüdür. Çünkü insan kendisine haksızlık yapamaz, kendisine cevr ü cefâ edemez. Ama başkasına edebilir. Kızıverir, hemen bastırır cezanın en ağırını... Onun yerine koy bakalım kendini mübarek! Sen olsaydın razı olur muydun? O zaman iş düzelir.
İşte en adaletli insan budur. İnsanlar için hükmederken, kendisine hükmettiği gibi, kendisi için düşündüğü gibi hükmedecek. Allah bize bu adalet duygusunu da ihsan eylesin…
Adaleti öyle emrediyor ki Allah-u Teàlâ Hazretleri bize:
وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوْ الْوَالِدَيْنِ وَاْلأَقْرَبِينَ (النساء:٥٣١)
(Ve lev alâ enfüsiküm evi’l-vâlideyni ve’l-akrabîn) “Kendi aleyhinize de olsa, ana babanızın da aleyhine olsa, yakınlarınızın da aleyhine olsa, adaletten ayrılmayın!” (Nisâ, 4/135) buyuruyor.
Müslümanların adaleti böyledir. Eğer suç işlemişse, müslüman babasını mahkûm eder, evlâdını mahkûm eder. Hazret-i Ömer, oğluna deynek vurdurdu, meydan sopası çektirdi; kendi ciğerpâresi oğluna…
Kànûnî Sultan Süleyman oğlunu idam ettirdi. Şehzâdebaşı’ndaki türbelerin birinde oğlu Şehzâde Mustafa yatar.
“—Niçin öldürdü. Vay zâlim vay!” deme! Devlete isyan etti de, yüreği parçalana parçalana, ağlaya ağlaya oğlunu idam ettirdi. Devlete isyan etti, ne yapsın?
Kur’an-ı Kerim’de ne diyor? (Ve lev alâ enfüsiküm evi’l- vâlideyni ve’l-akrabîn) “Yakınlarınızın aleyhine de olsa adaletten ayrılmayın!” buyruluyor. Ne yapsın!
Onun için, en iyi hâkimlik, başkalarına hükmederken, kendisini onların yerine koyarak hükmetmektir.
Adalet de egemenliğin, hâkimiyetin temelidir. Bir beldede adalet varsa, o belde ileriye gider. Bir beldede adalet yoksa, o belde baş aşağıya gider. Çünkü haksızlar, madrabazlar, oyuncular, sahtekârlar başa geçer; normal kimseler, dürüst kimseler kıyıda köşede kalır.
Onun için bir millet, bir memleket adaletle ayakta durur.
العدل أساس الملك
(El-adlü esâsü’l-mülk) “Adalet mülkün temelidir.” diye söylenmiştir. Bir memleket adaletsizlikten yıkılır.
Osmanlının idaresini Balkanlar’daki, Bizans’taki ahali istediler. Neden istediler? Adil diye… Hiç zulmetmemişler, adaletle hükmetmişler diye.
Eskiden sahabe zamanında, Humus veya Hama şehrini alıyor müslümanlar. Müslüman olmayan ahaliden, zımmîlerden vergilerini alıyorlar. Onlar da veriyor tabii. Asker gelmiş, bir şehri zapt etmiş; veriyorlar.
Bir zaman sonra, Bizans ordusunun geleceği haber alınıyor.
“—Biz bu şehirde kalırsak, Bizans ordusuyla rahat çarpışamayız. Şehirden çıkalım, öyle mücadele edelim!” diyorlar.
Askerî bir fikirle şehri terk etmeleri gerekiyor. Şehri terk ederken, ahaliden aldıkları vergileri iade ediyorlar. Diyorlar ki:
“—Topladınız, kalsaydı!” “—Yok! Biz bu paraları sizden aldık; ama sizin canınızı, malınızı korumak artık bizim boynumuza borç oldu. Biz o parayı alınca siz bizim himayemize girdiniz; bizim himayemizde sizin kılınıza kimse dokunamazdı, dokunmaması gerekirdi, biz o vazifenin altına girmiştik. Şimdi size bakamıyoruz, sizi koruyamıyoruz, kollayamıyoruz; alın paralarınızı geri!” diye vermişler. Adalete bak…
Eski hükümdarlardan birisi, galiba Harun Reşid, bir yahudiyle ile davalı olmuşlar, mahkemeyle gelmişler. Hâkim de meşhur bir kimse ama şu anda ismi hatırımda değil. Kapıdan birisi böyle müslüman, birisi yahudi; iki kişi girince –tabii dava olacak, besbelli– istemiş ki:
“—İnşâallah müslüman haklı olur!”
Kendisi de müslüman, müslümanın haklı olmasını temennî etmiş.
İki tarafı da dinlemiş, bakmış yahudi haklı, ötekisi haksız.
Yahudiye demiş ki:
“—Sen haklısın, bu haksız.” Mahkûm etmiş ötekisini, yahudiyi haklı çıkarmış, hakkını almış ondan, hüküm ötekisinin aleyhine tecelli etmiş; artık para mıydı, arazi miydi, ne idiyse ihtilaf… Ondan sonra gitmiş ama o kadı ömrünün sonuna kadar hep istiğfar edermiş Allah’a. Dermiş ki: “—Yâ Rabbi, ben nasıl kadıyım, nasıl hâkimim ki, kapıdan girerken gönlüm bir tanesine meyletti. Niye gönlüm meyletmeden; adaletli, mütesâvî olarak bakmadım, niye bir tanesine gönlüm aktı…” diye istiğfar edermiş ömrünün sonuna kadar.
İşte böyle adaletle hükmetmiş büyüklerimiz. Demek ki bu sorunu da cevabı böyle verilmiş. Öteki sorulara devam edelim:
قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِكَ أَعْلَمُ؟ قَالَ: عَالِمٌ لا يَشْبَعُ مِنَ الْعِلْمِ ، يَجْمَعُ
عِلْمَ النَّاسِ إِلَى عِلْمِهِ .
(Kàle: Feeyyü ibâdike a’lemü) “Hangi kulun en bilgilidir?” diye sormuş Mûsâ AS. İstiyor ki, “Sensin yâ Mûsâ!” denilsin; ama cevap öyle çıkmıyor.
(Kàle: Àlimün lâ yeşbeu mine’l-ilmi yecmeu ilme’n-nâse ilâ ilmihî)
“Şu âlim en bilgilidir ki, ilme doymuyor, insanların ilmini toplayıp kendi ilmine katıştırıyor ve büyütüyor ilmini.” Âlim ilme doymaz. İlmin tadını aldı mı, evine seksen tane kitap alsa, sekten tane daha gelse, bir o kadar daha gelse boyuna kitap almak ister, boyuna okumak ister, boyuna ilmini arttırmak ister. İşte böyle halkın ilmini, bilgisini kendi ilmine katarak ilmini çoğaltmaya çalışan, ilme bir türlü doymayan kimsedir en bilgini diye, böyle tarif etmiş cevapta Allah-u Teàlâ Hazretleri, Mûsâ AS’a cevap verirken.
Diğer soru:
قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِكَ أَعَزُّ؟ قَالَ : الَّذِي إِذَا قَدَرَ عَفَا.
(Kàle: Feeyyu ibâdeke eazzü.) “Hangi kulun daha azizdir, daha sevgilidir, daha değerlidir, daha kıymetlidir yâ Rabbi?” diye bu sefer izzetli kulu sormuş Mûsâ AS. İstiyor ki, “Sensin!” denilsin; ama cevap gene öyle çıkmıyor. (Ellezî izâ kadere afâ.) Demiş ki Allah-u Teàlâ Hazretleri: “Gücü, kudreti yettiğince insanları affedendir en azîz olan.” Çünkü affetmek izzettir. Büyükler affeder, affetmek büyüklüktür; bir insan affetti mi, şânı yücelir, azîz olur. İşte “En aziz kul hangisidir?” deyince “Gücü yettiğince affedendir!” diye cevap verilmiş kendisine.
قَالَ: فَأَيُّ عِبَادِ كَ أَغْنَى؟ قَالَ: الَّذِي يَرْضَى بِمَا أُوتِيَ.
(Kàle: Feeyyu ibâdike a’bedü?) “Yâ Rabbi, pekiyi en ibadetkâr, en çok ibadet edici kulun, en abîd kulun hangisi?” istiyor ki “Sensin yâ Mûsâ!” denilsin, yine öyle değil cevap: (Kale’llezî yerdâ bimâ ûtiye) “Kendisine bahşedilmiş olana razı olan kulumdur en abid kulum.” Yâni çok namaz kılan, çok tesbih çekenden ziyâde, tarif başka türlü geldi. En abid kul hangisi, en ibadetkâr kul hangisi? Kendisine verilene razı olan, gönlü Mevlâsı’nın takdirine munkâd.
“—Madem Mevlâm böyle takdir eylemiş, neylerse güzel eyler!”
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken
dediği gibi…
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler…
dediği gibi; Mevlâsı’nın takdirine razı olup verdiğine kanaat getiren.
قَالَ: فَأَي عِبَادِكَ أَفْقَرُ؟ قَالَ: صَاحِبٌ سَفَر.
(Ve kàle: Fe eyyu ibâdike efkaru) “Pekiyi, en fakir kulun hangisidir?” diye sormuş, bu yedinci soru. Bunu istemiyor, “Sensin!” denmesini istemiyor. İstemediği buymuş…
Fakirliği tabii kimse istemez; çünkü fakirlik, ihtiyaç demektir. İhtiyaç da iki cihanda yüz karasıdır. İnsan muhtaç olup da birisine boyun eğdi mi, el uzattı mı; kolay olmaz yâni.. Allah-u Teàlâ Hazretleri iki cihanın fakrından, ihtiyâcından bizi lutf u keremiyle müstağnî eylesin! Kula kul etmesin, el açtırmasın; kendisi lutf u keremiyle bizi müstağnî eylesin başkalarından…
Cevap: (Kàle: Sàhibün sefer) “Yolcu, sefer sahibi, yola çıkmış kimse en fakirdir.” buyurmuş.
“—E canım, parası var, zengin…” Parası da olsa bir kere diyâr-ı gurbettedir. Tanıdıkları, eşi- dostu yoktur; hele eski devri düşünelim, kervanla çıkmıştır; bulunduğu şehirde tanıyanlar belki izzet-i ikrâm ederdi, hürmet ederdi “Filanca zât-ı muhterem!” filan diye ama yolda kim bilecek, garip…
Ondan sonra zengin de olsa istediği şeyi bulamaz, istediğini yiyemez, istediğini içemez, istediği şekilde hareket edemez. İşte en fakir kul da yolcudur diye cevap vermiş.
Sualler bitti ama hadis-i şerif burada bitmiyor:
قَالَ رَسُولُ اللهَِّ صَلَّى اللهَُّ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ في الحديث : لَيْسَ الْغِنَى عَنْ
ظَهْرِ الْمَالِ، إِنَّمَا الْغِنَى غِنَى النَّفْسِ؛ وَإِذَا أَرَادَ اللهَُّ بِعَبْدٍ خَيْرًا، جَعَلَ
غِنَاهُ فِي نَفْسِهِ ، وَ تُقَاهُ فِي قَلْبِهِ . وَ إِذَا أَرَادَ اللهَُّ بِعَبْدٍ شَرًّا، جَعَلَ
فَقْرَهُ بَيْنَ عَيْنَيْهِ (الروياني ، وأبو بكر بن المقرئ في فوائده، وابن لال، هب . كر، عن أبي هريرة)
(Kàle rasûlü’llàh sallallàhu aleyhi ve selem fi’l-hadîs) Peygamber Efendimiz hadisin devamında buyurmuş ki… Bu hadisi Rasûlüllah anlatıyor ya Mûsâ AS’dan naklen, hadisi devam ettirmiş Peygamber Efendimiz ve buyurmuş ki:
(Leyse’l-gınâ an zahr-i mâlin) “Zenginlik, malın desteğiyle olan zenginlik değildir, mala dayanan zenginlik değildir; (inneme’l-gınâ gıne’n-nefsi) zenginlik, gönül zenginliğidir.” İnsanın gönlü zengin oldu mu, zengindir. Gözü aç oldu mu, gönlü aç oldu mu, istediği kadar malı olsun; fakirdir…
غَنِي كُلُّ مَنْ يَقْنَعْ، فَقِيرٌ كَلُّ ذِي حِرْصٍ
(Ganiyyün kullü men yakna’, fakîrun küllü zî hırsin) “Her kanaat sahibi zengindir. Her hırs sahibi fakirdir.”
Kemdürur yoksulluktan nicelerin varlığı,
Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı!
Yunus Emre böyle diyor; bunca varlık vardır, gönlünün darlığı gitmez.
“—Yahu mübarek, ver de sevab kazan!” Vermez, sımsıkı tutar. Şişenin içine koyup da dışarıdan yaladığı gibi pinti insanların şeyi… Hâlbuki kazan, kendin de istifade et, başkalarına da istifa ettir. Rızık neymiş? Rızık insanın boğazından geçenmiş. Sen cimrilik ediyorsan, paran var, yemiyorsun, içmiyorsun; senin rızkın boğazından geçmedikçe o para istediğin kadar milyon olsun, milyar olsun; ne kıymeti var? Yediğin, istifade ettiğin senin için geçerli.
Zenginliği böyle tarif etmiş Peygamber Efendimiz, sonra buyurmuş ki:
(Feizâ erâda’llàhi bi-abdin hayran) “Allah-u Teàlâ bir kulun hayrını murad etti mi, istedi mi; (ceale gınâhu fî nefsihî) içini zengin eder, gönlünde bir zenginlik ihsan eder ona, gölünü zengin eder. (Ve tukàhu fî kalbihî) Kalbini müttakî yapar; sakınan, çekinen, takva ehli bir kimse olma özelliği kalbine yerleşir; dilinde olmaz, içine, özüne intikal eder.
(Ve izâ erâda’llàhu bi-abdin şerren) Allah-u Teàlâ bir kulun da şerrini murâd etti mi, (ceale fakrahû beyne ayneyhi) fakirliğini gözünün önüne serer, gözünün önünden gitmez fakirlik.” “—Aman aç kalacağım, aman yiyeceksiz kalacağım!” Torbaları doldurur, kilerleri doldurur, dolapları doldurur; boyuna fakirlik duygusu içinde böyle şey yapar, gözünün önünden gitmez fakirliği. “Allah bir kimsenin şerrini istedi mi böyle olur.” diye zenginlikle ilgili sözlerine, Peygamber aleyhi’s-salâtu ve’s- selâm Efendimiz böyle ifade buyurmuş.
Bu hadis-i şerif, uzunca bir hadis-i şerifti; fakat çok faydalı bilgileri de ihtivâ ediyor. Allah-u Teàlâ Hazretleri öğrendiklerimizi hatırımızda tutmak, hayatımızda tatbîk etmek, Rasûlüllah’ın sünnet-i seniyyesine sımsıkı temessük eden bahtiyarların arasına dâhil olmak; böylece de yüz şehid sevabını almak nasib eylesin! Peygamber Efendimiz’in şefaatine cümlemizi nâil eylesin! Fâtiha-i şerîfe mea’l-besmele!
26. 04. 2981 - İskenderpaşa